Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-22 15:16:26

Description: Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Search

Read the Text Version

kaldırırken kendi kendini ele veriyor. Ev sahibionu da kırbacıyla uğurluyor, âşık yazıcıysa bukez hiç de klasik olmayan bir tarzda sıçrayarakkaçıyor. Brahmana gelince; değirmenci epeycearadıktan sonra köşede, dolabın arkasında onuda buluyor, önce saygıyla selamladıktan sonra,sakalından tutarak sahnenin ortasına kadarsürüklüyor. Brahman kendini savunuyor,pantomimde tek konuşma olan “Melun, melun!”sözlerini haykırıyor. Hiç kulak asmayan koca,onun da cezasını veriyor. Karısı sıranınkendisine geldiğini görünce ipliği, çıkrığıbıraktığı gibi kaçıyor. Çıkrık yerlerdeyuvarlanırken mahpuslar kahkahayı basıyorlar.Ali, yüzüme bakmadan beni kolumdan çekip,“Bak, bak! Şu Brahmana bak!” diye bağırıyor,gülmekten de bir türlü yerinde duramıyor. Perdeiniyor. Bundan sonra yeni bir sahne başlıyor…Ama bütün sahneleri anlatmak gereksiz. İki yada üç sahne daha vardı. Hepsi güldürücü,gerçekten neşeli şeylerdi. Bunlar bütünüylemahpusların eserleri değilse de, her birinekendilerinden bir şeyler kattıkları açıkça

görünüyordu. Hemen hemen her aktör tuluatyapıyor, bu nedenle de aynı rol her akşam başkaözellikler taşıyordu. Basbayağı fantastiksayılabilecek pantomim baleyle sona eriyordu.Bir cenaze alayı görünüyordu. Brahman,kalabalık bir maiyetle tabutun başında ölüyeyeniden hayat vermek için birtakım büyüleryapıyor, ama fayda etmiyordu. Birdenbire,“Batan Güneş” çalmaya başlayınca ölü diriliyor,hepsi sevinç içinde raks ediyorlardı. Brahman daölüyle birlikte, değişik, Brahmanlara özgü birşekilde oynuyordu. Temsil ertesi akşamtekrarlanmak üzere bununla bitiyordu.Bizimkiler neşeli, gayet memnun olarakdağılıyor, aktörleri övüyor, çavuşa teşekkürediyorlar. Kavgadan eser yok. Herkes alışıkolmadığı kadar keyifli, hatta mutluluk içindesanki; bu gece uykuya bile bir başka, sessizce,huzurla dalıyorlar… oysa ortada ne var sanki?Bu arada, bunlar benim hayalimin ürünü değil.Gerçekten oldular. Bu zavallı insanlara birazkeyiflerine göre yaşama, insan gibi eğlenme, birsaat için bile olsa hapishane hayatı dışına çıkma

imkânı verildi; bütün bunlar insanın iç hayatındabirkaç dakikalığına da olsa bir değişiklikyapar… Gecenin oldukça ilerlediği bir saatinde,birdenbire, titreyerek uyanıveriyorum: Ocağınpeykesindeki ihtiyar hâlâ dua ediyor ve şafaksökene dek devam edecek, Ali’yse yanımdasessizce uyuyor. Kardeşleriyle temsilde nasılgüldüklerini hatırlıyor, elimde olmadan sakin,çocuk yüzünü seyre dalıyorum. Yavaş yavaş herşey hatırıma geliyor: Son gün, bayram, bütün buay… korku içinde başımı kaldırıyor, altılıkbeylik mumun titrek ışığı altında uyuyanarkadaşlara bakıyorum. Tüm bunların çirkin birrüyanın devamı değil de gerçeğin ta kendisiolduğuna kendi kendimi inandırmak ister gibizavallı yüzlerine, fukara yataklarına, bütün busonsuz derbederlik ve sefalete bakıyor,bakıyorum… Evet, gerçek: İşte birinin iniltisiduyuluyor; biri sertçe elini geriye atıyor,zincirini şangırdatıyor. Bir başkası uyku arasındatitreyip mırıldanmaya başlıyor, dedeyse ocakta,bütün “Ortodoks Hıristiyanlar” için boyuna duaediyor; ağır, tekdüze, yavaş bir sesle söylediği,

“Acı bize yüce İsa Mesih!..” sözleri duyuluyor.“Burada ancak birkaç yıl kalacağım, temellideğilim ya!” diye düşünüyor, tekrar başımıyastığa koyuyorum.

II: HastaneDoktorlar koğuşları sabahleyin dolaşırlardı,başhekimle birlikte hepsi saat on bire doğrugelirdi. Onlardan hemen bir buçuk saat önce dekoğuşumuzun doktoru gelirdi. O zamanki koğuşdoktorumuz genç, bilgili, şefkatli, güler yüzlübir adamdı. Mahpuslar onu çok severlerdi;buldukları tek kusur, “pek sessiz” olmasıydı.Gerçekten, hiç konuşkan bir adam değildi, hattabizden utanır gibiydi, hani bir kızarmadığıkalıyordu karşımızda. Hastaların neredeyse dahailk ricalarında yemeklerini değiştirirdi; imkânolsa ilaçları bile onların arzularına göre verirdisanırım. Ama yaman bir gençti. Şunu da kabuletmek gerek ki, Rusya’da pek çok doktor basithalk tarafından sevgi, saygı görür; hem dedikkat ettiğim kadarıyla bunu hak ederler. Bütünbasit Rus halkının hekimliğe, Avrupa ilaçlarınakarşı güvensizliği göz önünde tutulduğunda busözlerimin aykırı bir düşünce gibi görüneceğininfarkındayım. Gerçekten, aşağı tabakadan bir

kimse, en ağır hastalığa tutulsa bile doktora yada hastaneye gitmemek için yıllarcaüfürükçülere gider, ev ya da kocakarı ilaçlarınabaşvurur (bunlar da pek yabana atılır şeylerdeğildir), kendi kendini tedavi etmeye kalkışır.Bunda hekimlikle hiç ilgisi olmamakla beraber,çok önemli bir noktanın da payı vardır: Halkınresmilik damgası taşıyan her şeye karşı duyduğugüvensizlik; ayrıca halk çoğu kez hastanelerhakkında bazısı saçma, bazısı da gerçeğe uygunbirtakım hikâyelerle korkutulmuş, bu kurumlarakarşı adamakıllı doldurulmuştur. Ama onu asılürküten, hastanelerde uygulanan Alman usulü,hastalık süresince hastanın çevresinde görülecekyabancı yüzler, perhiz, sağlık memurlarının,hekimlerin sertliği, ölülerin kesilmesi, içorganlarının alınması gibi söylentilerdir. Hem dehalkın düşünüşüne göre, tedaviyi yapanlarbeylerdir. Çünkü doktorlar da ne olsa beydirsonuçta. Ancak doktorlarla daha yakındantanışınca (istisnaları varsa da) bütün bu korkularçoğu zaman çarçabuk kaybolup gider, bu dabence özellikle genç doktorlarımızla

övünebilmemize imkân veren önemli birnoktadır. Çoğu, basit halkın saygısını, hattasevgisini bile kazanabilirler. Bu yazdıklarım,birçok defa farklı yerlerde kendi görüpduyduklarımdır; başka yerlerde de genel olarakbundan farklı hareket edildiğini düşünmek içinsebep görmüyorum. Şüphesiz, bazı yerlerderüşvet alan, çalıştıkları hastanelerden en çok bubakımdan faydalar sağlayan, hastalarını ihmaleden, hatta mesleğini unutan doktorlarımız davardır. Doğru, böyleleri var; ama bençoğunluktan, daha doğrusu zamanımızdahekimlik dünyasını kaplamaya başlayanhavadan, tutulan yeni yoldan söz ediyorum. Omeslek hainleri, o koyun postuna bürünüpsürüye karışmış kurtlar, kendilerini aklamak içinne derlerse desinler, mesela çevreninbaskısından şikâyet etseler, her zaman, herzaman haksızdırlar; hele bunların yanında bir deinsancıllıklarını kaybetmişlerse… Çünküinsancıllık, şefkat, hastaya karşı kardeşçemerhamet göstermek, hasta için çoğu zamanilaçtan daha gereklidir. Tembel tembel çevrenin

baskısından şikâyet etmeyi bırakmanın zamanıgeldi. Doğrusunu söylemek gerekirse, çevremizgerçekten içimizde çok şeyi öldürebilir, ama herşeyi değil; oysa birçok defa kurnaz, işini bilir birşarlatan, hele kalemi ya da çenesi kuvvetliyse,yalnızca ufak tefek kusurlarını değil, alçaklığınıbile çevresine yükler. Ama gene konudanuzaklaştım, kısaca şunu demek istiyorum: Basithalkın güvensizliği, düşmanlığı, hekimlerdençok hastane idarecilerine yöneliktir. İşin aslınıanladıktan sonra, yanılgılarından çabukdönerler. Hastanelerimizde hekimlerden başkaher şey bugüne dek halkımızın ruhuna, aşağıtabakanın usullerine, alışkanlıklarına aykırıdır;hâlâ tam güvenlerini, saygılarını kazanmaktanuzaktır. Hiç değilse kendi izlenimlerimlevardığım kanı budur.Koğuş doktorumuz her zaman, ayrı ayrı herhastanın önünde durarak büyük bir ciddiyetle,dikkatle muayene eder, sorular sorar, ilaç,yemek yazardı. Bazen o da hastanın bir şeyiolmadığını, ya işten kaçıp biraz dinlenmek ya dakarakolun nemli tutukevinde bir sürü bitkin,

benzi uçuk tutuklu (bu adamlar bizde, yani tümRusya’da hep böyle bitkin, solgun olurlar, zirakoşulları da, ruhsal durumları da hükümgiymişlerinkinden kötüdür) arasında, kuru tahtaüzerinde sabahlayacak yerde, sıcak bir odadabirkaç gün yatabilmek amacıyla buraya geldiğinigörüyordu. Koğuş doktorumuz bu gibi hastalarasakin sakin, birfebris catarhalis39teşhisikoyarak bazen bir hafta kadar yatırırdı. Bizde bufebris catarhalis’le alay ederlerdi. Herkes bunundoktorla hastalar arasında sanki bir çeşit anlaşmaüzerine kabul edilmiş, uydurulmuş bir hastalığınformülü olduğunu pekâlâ bilirdi; mahpuslar,aralarında bufebris catarhalis’e, “yedeksancılar” adını takmışlardı. Bazen hastalardanbiri, doktorun yumuşaklığını kötüye kullanarak,kovuluncaya kadar yatmakta direnirdi. İşte bugibi hallerde koğuş doktorumuzun durumugörülmeye değerdi: Sanki hastaya artık iyileşiptaburcu olmak zamanı geldiğinisöyleyemiyormuş, bundan çekiniyormuş,utanıyormuş gibi bir hali olurdu; halbuki uzunboylu bir konuşma yapmadan, hastanın gönlünü

bile almadan, yalnızca tabelasına bir “sanatest”40yazabilirdi, bunun için tam yetkisi vardısonuçta. Bununla birlikte, doktor önce dolaylıyoldan konuşur, sonra adeta yalvarırdı. “Bukadar yeter artık. Zaten epey iyileştin, koğuştada yer yok.” vs. diyerek, bunu sonunda hastakendisi utanarak taburcu edilmesini isteyinceyekadar tekrarlar dururdu. Başhekimimiz deinsancıl, namuslu bir adamdı (hastalar onu daçok severlerdi) ama koğuş doktoruylakıyaslanmayacak kadar sert, kararlıydı; hattasırası geldikçe haşin davranırdı ve bu yüzdendaha fazla sayılmaktaydı. Hastanenin öbürhekimleriyle birlikte, koğuş doktorundan sonragelir, hastaları teker teker muayene ederdi; ağırhastalarla fazla meşgul olur, iyi, metanet verici,hatta kalpten gelen bir iki sözle gönül almayıçok iyi bilirdi. Kısacası bıraktığı etki daimaiyiydi. “Yedek sancılar”dan gelenleri hiç gerigöndermezdi, ama birisi hasta kalmakta fazladirenmeye başlayınca, işi uzatmadan taburcuediverirdi: “Epey yatıp dinlendin, bundan fazlasızarar.” Kalmak için ayak direyenler, ya

genellikle yazın işten kaçan tembeller ya dahenüz devam eden yargılanmalarında kararbekleyenlerdi. Hiç unutmam, bir tanesini taburcuolmaya razı edebilmek için epey şiddetli hattazalimce bir çareye başvurulmuştu. Hastaneyegöz ağrısından şikâyet ederek gelmişti: Gözlerikızarmıştı ve göz yuvalarında dehşetli biriğnelenmeden şikâyet ediyordu. Kantarid, sülük,göz damlaları, yakıcı sulu bir ilaç vs. uygulandı,ama hastalık geçmiyor, hastanın gözleri bir türlüdüzelmiyordu. Doktorlar yavaş yavaş buhastalığın uydurma olduğunu anladılar: Zatenşiddetli olmayan iltihabın durumu ne kötüye nede iyiye gidiyor, hep eski halini koruyordu;şüpheli bir olaydı. Mahpuslar, adam itiraf etmesede onun el âlemi kandırdığını, hastalığınuydurma olduğunu en başta anlamışlardı. Bumahpus güzel, ama hepimizin üzerinde soğuktesir bırakan bir gençti: Sinsi, vesveseli,somurtkandı; kimseyle konuşmuyor, yan yanbakıyor, herkesten şüpheleniyormuş gibi ayrıduruyordu. Bazıları bir şeyler karıştırdığındanşüpheleniyordu. Askerdi; hırsızlık yapıp

yakalanmış, bin değnekle, hapis cezası almıştı.Daha önce de söylediğim gibi, cezanın infazınıertelemek için mahkûmlar bazen pek cüretkârişler yaparlardı; örneğin, infaza bir gün kala,üstlerden ya da mahpus arkadaşlarından birisinibıçaklayıverir, bu da yeniden yargılanmasınıgerektirdiğinden cezası bir iki ay ertelenir, o daamacına kavuşmuş olur. İki ay sonra yiyeceğicezanın iki üç misli ağırlaşmış olmasınıumursamaz bile; şu korkunç anı birkaç gün içinolsun uzaklaştırabilsin de sonra ne olursaolsun… zavallıların maneviyatı bazen bu derecebozuk olur işte. Koğuştaki arkadaşlar aralarındafısıldaşarak bu çocuktan sakınmak gerektiğindensöz ediyorlardı. “Bakarsın, bir gece aramızdanbirini haklayıverir.” diyenler vardı. Ama bütünbunlar lafta kalıyordu. Hatta yatak komşularıbile öyle esaslı bir tedbir almamıştı. Sabahlarıkızarık görünsün diye, gece duvardan kazıdığıkireçle gözlerini ovduğunu görenler olmuş.Nihayet başhekim onu “zavoloka” ile korkuttu.Uzun süren, inatçı bir göz hastalığında hekimler,bütün hekimlik çarelerine başvurduktan sonra,

zorlu, acı verici bir çareyi, en çok atlarauygulanan, “zavoloka”yı denerler. Biçare yinede iyileşmeye razı olmadı. Bu ya pek inatçı yada son derece korkak yaradılışlı bir adamdı;çünkü “zavoloka” sopa kadar değilse de geneepeyce acı vericiydi. “Zavoloka” için öncebıçakla hastanın ensesinden bir tutam derikesilir. Böylelikle bütün ensede uzun ve genişbir yara açılır, içinden de oldukça geniş, birparmak eninde bir keten şerit geçirilir ve her günbelli saatte, yaranın kapanmaması içinkoparırcasına çekilir. Zavallı çocuk, birkaç gündehşetli bir acı içinde bu işkenceye de katlandı,ancak bundan sonra taburcu olmaya razı oldu.Gözleri bir günde tamamıyla iyileşti.Boynundaki yara kapandıktan sonra da askerihapishaneye gitti; ertesi gün bin değneği yemeyeçıkacaktı. Cezanın uygulanacağı an şüphesizacıdır; hem de o kadar acıdır ki, bu yüzdenduyulan korkuya yüreksizlik, tabansızlık demekbelki de günahtır. İnsanın bunu bir süre dahageciktirebilmek için iki üç kat ağır bir cezayakatlanmayı göze alması, bu acının derecesini

pek iyi gösterir. Bununla beraber, daha önce sözettiğim gibi, henüz dayağın ilk postasındantamamıyla iyileşmemiş sırtıyla taburcu olup,cezanın kalan bölümünü tamamlamak içinyeniden sopa altına yatanlar da vardı; cezalarınıbir an önce tamamlayıp kurtulmak için canatarlardı. Karar bekleyenlerin hapishanedekidurumları sürgündekilerden çok kötüydü. Bukonuda bazılarının gösterdiği aşırı dayanıklılıkve cesaret, yaradılış farkı kadar, dayağa,cezalara alışık olmakla da ilgilidir. Birçok defadayak yiyenin, maneviyatıyla birlikte sırtı dasertleşir, sonuçta cezaya aldırış etmez olur; bunuönemsiz bir şey saymaya, ondan korkmamayabaşlar. En azından genellikle böyledir. Özelbölüm mahpuslarından Aleksandr ya dabizimkilerin dedikleri gibi Aleksandra adlı,vaftiz edilmiş bir Kalmuk vardı; madrabaz,korkusuz, aynı zamanda iyi kalpli, tuhaf biradamcağızdı. Bir gün bana dört bin değnekyediğini gülerek, şakalaşarak anlatmıştı; amagayet ciddi, hatta yemin ederek, taçocukluğundan beri, kabilesinde sırtında kırbaç

izleri kalana kadar dayak yememiş olsa, bu dörtbine dünyada dayanamayacağını söyledi.Aleksandr bunları anlatırken, kırbaçla verilenterbiyeyi sanki şükranla hatırlıyordu. Birakşamüstü, daha ışıklar yanmadan yatağımınkenarına oturarak, “Beni her şey için döverlerdiAleksandr Petroviç.” dedi. “Olur olmaz her şeyiçin… Kendimi bildim bileli, on beş yıl boyuncaher gün, hem de günde birkaç defa dayakyedim; ancak canı çekmeyen dövmezdi beni…Ben de sonunda dayak arsızı oldum.” Askerenasıl alındığını bilmiyorum, belki de anlatmıştır,ama ben hatırlamıyorum. Boyuna kaçanserserinin biriydi. Ona dair aklımda kalan tekşey, bir üstünü öldürdüğü için dört bin sopacezası verildiğini bildiren hükmü duyunca nasılkorktuğunu anlatmasıydı: “Zorlu bir dayakçekeceklerini biliyordum, belki de bunukaldıramayacaktım… her ne kadar kırbacaalışkınsam da şaka değil, dört bin değnek bu!Üstelik üstlerimiz de adamakıllı kızmışlardı!Kolay kurtulamayacağımı biliyor, sopa altındancanlı çıkarmazlar beni diyordum. Önce belki

affederler diye vaftiz edilmeyi deneyeyimdedim, ama bizimkiler bunun faydaetmeyeceğini söylemişlerdi; yine de deneyeyimbir kere, vaftiz edildiğim için acırlar belkidedim… Gerçekten Aleksandr adıyla vaftizettiler, ama sopadan kurtulamadık; hem birtaneciğini bile affetmediler, gücendimdoğrusu… İçimden, hele siz durun ben hepinizialdatırım dedim. İnanmazsınız ama aldattım daAleksandr Petroviç! Ölü numarası yapmayı iyibilirim, yani tam ölü değil de can çekişiyornumarasını… Neyse, beni aldılar, ilk binliğiyemeye başladık; nasıl yakıyor, nasılbağırıyorum! Sıra ikincisine geldiğinde bitmiştimartık, aklım başımdan uçmuştu, dizlerimtutmuyordu; birdenbire yıkılıverdim yere:Gözlerim ölü gözleri gibi, suratım mosmor,soluk alamıyorum, ağzımdan köpükler saçılıyor.Yanıma doktor geldi, ‘Herif neredeyse ölecek’dediğini duydum. Beni doğruca hastaneyegötürdüler tabii. Ben de hemen diriliverdim.Neyse efendim, bunlar beni daha iki kereçıkardılar, ama pek içerlemişlerdi bana. Ben de

iki kere daha aldattım onları, üçüncü binliği yeryemez gene bayılıverdim. Ama doğrusu,dördüncü binlikte kamçının sırtıma her inişi,kalbime saplanan bir bıçaktı sanki; her vuruş üçtane yerine geçiyordu, o derece insafsızindiriyorlardı! Bana müthiş kızmışlardı canım!Ah, bu bitmez tükenmez dördüncü bin yok mu(olmaz olaydı!), öncekilerin üçüne bedel oldu;tam sonuna doğru, şöyle iki yüz değnek filankalmışken, gene ölüvermeseydim, oracıkta işimibitirivereceklerdi, ama canımı öyle kolay teslimeder miyim, yine kafese koydum onları: Yineölü numarası yaptım, onlar da yine yuttu; doktorbile inandıktan sonra, nasıl yutmasınlar… Artıkson iki yüzü öyle bir hırsla vurdular ki, iki binyemiş gibi oldum, ama hava aldılar, geneöldüremediler beni… Hem nedenöldüremediler? Çünkü ben ta küçüklüğümdenberi kırbaçtan uzak yaşamamıştım. Bugünekadar sağ kalışım bu yüzdendir!”39Febris catarhalis: Ateşli nezle (Lat.)40Sanat est: Sağlıklı (Lat.)

Aleksandr, hikâyesinin sonunda hüzünlühüzünlü dalarak ve yediği dayakları saymayaçalışıyormuş gibi, “Çook, çok dayak yedim.”diye ekledi. Bir dakika süren sessizlikten sonra,“Yok, sayamayacağım,” dedi, “nasıl sayayım,sayılacak gibi değil. Hem böyle bir hesaplaövünülür mü hiç?” Yüzüme bakarak güldü, öyleiçten bir gülüştü ki, ben de ona birgülümsemeyle karşılık vermekten kendimialamadım. “Size bir şey söyleyeyim miAleksandr Petroviç? Şimdi bile geceleri rüyagörürsem, mutlaka dayak yediğimi görürüm. Hiçbaşka rüya gördüğüm yok.” Gerçekten, gecelerisık sık, avazı çıktığı kadar bağırır, mahpuslar,“Ne bağırıyorsun be!” diye dürterekuyandırırlardı. Aleksandr gürbüz, kısa boylu,cıva gibi hareketli, neşeli, kırk beş yaşlarında biradamdı. Şunu bunu aşırmayı sevdiği, bu yüzdenbizden bile sık sık dayak yediği halde, herkeslehoş geçinirdi. Hem aramızda hırsızlık yüzündendayak yemeyen var mıydı? Bir de şunuekleyeyim; bu dayak fasıllarını anlatanların,kendilerini dövenlerden adeta hoşnutlukla, kin

duymadan söz etmeleri beni şaşkına çeviriyordu.Çoğu kez benim içimde isyan uyandıran,kalbimi hızla çarptıran bir hikâyeyi, en ufak birhınç, kin, nefret duygusu katmaksızınanlatırlardı. Bir yandan anlatırken, bir yandançocuklar gibi katıla katıla gülerlerdi. Ama M.’ninyediği cezayı anlatışı bambaşkaydı, soyluolmadığından beş yüz sopaya mahkûm edilmişti.Bunu başkalarından duydum, kendisine doğruolup olmadığını, bunun nasıl olduğunu sordum.M. kısaca, adeta iç sızısıyla, yüzü kızardığındanbana bakmamaya çalışarak cevap verdi; bir ansonra bana baktığında, gözlerinde nefret alevininparladığını, dudaklarının hiddetten titrediğinigördüm. Geçmişinin bu sayfasını aslaunutmadığını anlamıştım. Ama bizdekilerinhemen hemen hepsinin (istisnalar varsabilemem), bu mesele üzerinde tamamen başkagörüşleri vardı. Bazen düşünüyorum da, buadamlar kendi aralarında değil de en çoküstlerine karşı işledikleri suçlar için aldıklarıcezalarda, bunu hak ettiklerine, gerçekten dekabahatli olduklarına inanmış olabilirler miydi?

Çoğu kabahatli olduğunu asla kabul etmiyordu.Daha önce söylediğim gibi, kendi çevrelerindeişledikleri cinayetler yüzünden bile vicdan azabıduyanları görmüyordum. Üstlerine karşıyapılanlarınsa sözünü bile etmeye değmez.Bazen, hele şu son durumda bu meseleüzerindeki görüşleri kendilerine göre pratik,daha doğrusu gerçek bir görüş açısı gibigeliyordu bana. Her şey kaderden bilinir; olanbiten, önüne geçilmez alınyazısının sonucuolarak kabul edilir, işlediği suçta suçlunun kendiiradesinin hiç rolü olmadığına inanılırdı.Mahpus, üstlerine karşı işlediği suçlarda daimakendini haklı görmek istese de, üstlerinin bukonudaki düşüncelerinde tamamıyla haklıolduğunu sezerdi; o ceza yiyecek, böylelikleödeşeceklerdi. Bunda karşılıklı bir pençeleşmevardı. Suçlu, mahkemenin kendisi gibi halktanolanları beraat ettireceğine ve kabahatiçevresine, kardeşlerine karşı değilse onu hiçbirzaman esaslı bir şekilde mahkûm etmeyeceğine,çoğu zaman da büsbütün aklayacağına dair enufak bir kaygı duymaz. Vicdanıysa zaten rahattır

ki, dayandığı en büyük güç de odur zaten.Ruhunda bir azap duymaması en önemlinoktadır; dayanabilecek bir şeyi olduğunuhissettiği için de artık nefret duygusu ondanuzaktır. Başına geleni, bir kere olup bitmiş birkaza kabul eder o kadar; bütün bunlar onunlabaşlamış değildir, onunla bitmeyecektir de. Dahauzun, çok uzun zaman, ezelden beri süregelenbu sinsi, ama inatçı savaş devam edip gidecektir.Türklerle savaşan askerin hangisi kendi adınaTürklerden nefret eder? Ama Türk onu vurur,bıçaklar, ateş eder… Bu arada bütün hikâyelerböyle soğukkanlılıkla, kayıtsızlıkla anlatılmazdı.Mesela, Teğmen Jerebiyatnikov’dan biraz daöfkeyle söz ediyorlardı. TeğmenJerebiyatnikov’u hastaneye ilk yatışımda, elbettehastaların hikâyelerinden tanıdım. Sonralarıbizde nöbetçi olduğu bir gün kendisini degördüm. Otuz yaşlarında, şişman, kırmızı, yağlıyanaklı, bembeyaz dişli, Nozdryev41gibi,gürlemeye benzeyen kahkahalar atan biradamdı. Dünyanın en az düşünen insanı olduğuyüzünden belliydi. Sopa atmaya pek meraklı

olduğundan, ceza nöbetinin kendine gelmesinebayılırdı. Şunu da belirteyim ki, bana göre,Teğmen Jerebiyatnikov topluluğumuz içinde birhilkat garibesiydi; mahpuslar da ona bu gözlebakarlardı. Eskiden, öyle pek eskiden de değilya, ancak “efsane yeni, ama inanmakgüç”42sözündeki efsane kadar eski bir zamandada bu Jerebiyatnikov gibi fazla gayretli ödevseverler az değildi. Ama onlar çoğu zaman bunusafça, pek de fazla coşkunluk göstermedenyaparlardı. Teğmen ise bir dayak cezası oburuve usta bir uygulayıcıydı. Bu işi sever, deliceseverdi; hem de bunu sırf sanat aşkıylabenimsemiş gibiydi. Sefahatte kendiniyıprattıktan sonra, kabuk bağlamış ruhunu,birtakım doğal olmayan davranışlarlacanlandırıp tatlı tatlı gıdıklamak isteyen birRoma imparatorluğu soylusu gibi, o da bundanzevk duyardı. Dayak cezasına çarptırılmış birmahpusu ortaya getirirler, Jerebiyatnikov cezayıyerine getirmekle görevlendirilmiştir. Ellerindekalın sopalarıyla uzun asker dizisini görmek onucoşturmaya yeter. Gururlu bir edayla sıraları

gezer, herkesin ödevini canla başla yapmasınıtekrar tekrar tembih eder, yoksa… Ama askerlerbuyoksa’nın ne demek olduğunu bilirler. Suçlugetirilir; adamcağız o zamana dekJerebiyatnikov’la tanışmamış, ününü deduymamışsa, Teğmen mesela şöyle bir oyunyapıverirdi (tabii bu onun yüzlerce oyunundanbiriydi, çünkü teğmenin bitmez tükenmezicatları vardı): Her mahpus soyulduktan, kollarıbir tüfeğin dipçiğine bağlandıktan sonra –çavuşlar onu bu halde Yeşil Sokak’tan43sürükleyerek geçirirlerdi– âdet olduğu üzere,subaya ağlamaklı, acındıran bir sesle dayağıbiraz hafif attırması, fazla sertlik gösterip cezayışiddetlendirmemesi için yalvarmaya başlardı.Zavallıcık, “Ekselans, babamız, ayağınızın altınıöpeyim, ömrümün sonuna kadar duacınızolurum, kıymayın bana, ne olur!” diye bağırırdı.Jerebiyatnikov’un da tek istediği buydu zaten.Hemen işi durdurur, bu sözler kendisine pekdokunmuş gibi görünerek mahpusla konuşmayabaşlardı:

41Nozdryev, Gogol’ünÖlü Canlarromanındanbir tip.42A. S. Gribayedov’unAkıldan Belaoyunundanolmalı. (2. Perde, II. Meclis, Çatskiy’in tiradı.)43Mahpuslar, yeşil üniformalar giymiş iki sırahalindeki askerlerin oluşturduğu koridora “YeşilSokak” derlerdi.— Ne yapayım, a dostum, sana cezayı verenben değilim, derdi. Kanun emrediyor!— Ekselans, her şey sizin elinizde, merhametedin, ne olur!— Ben sana acımıyor muyum sanıyorsun?Sana dayak atıldığını görmekten zevk miduyuyorum sanıyorsun? Ben de bir insanım! Ha,ne dersin, insan değil miyim?— Elbette ekselans, elbette; siz babamızsınız,biz de evlatlarınızız. Bir babalık edin yalvarırım!Mahpus adamakıllı umutlanmaya başlamıştır.— Ama dostum, sen de düşün bir; düşünmekiçin aklın var; insan olarak senin gibi birsuçluya, bir günahkâra hoşgörülü, merhametli

davranmam gerektiğini biliyorum.— Pek doğru buyurdunuz ekselans!— Günahkâr da olsan, sana merhametetmeliyim. Ama elimden ne gelir, kanun var!Düşünsene! Ben Tanrı’ya, vatanıma hizmetediyorum; kanun dışına çıkarsam büyük birgünah işlemiş olurum. Bunu düşünsene bir!— Ekselans!— Haydi, haydi, uzun etme! Pekâlâ, hatırıniçin öyle olsun! Bunun suç olduğunu biliyorum,ama ne yapalım öyle olsun… Bu seferlik sanamerhamet edeceğim, hafif tarafından cezayiyeceksin. Ama ya ben sana bu iyiliğiyapmakla hata ediyorsam? Öyle ya, ya acıdımda cezanı hafiflettim diye, ileride de böyleolacağından umutlanır, bir suç daha işlersen, ozaman ne olacak? Benim de vicdanım…— Ekselans! Dosta düşmana anlatırımlütfunuzu! İşte şimdi gökleri yaratan YüceTanrı’nın huzurundaymış gibi…— Peki, peki! Ama bana bundan sonra uslu

duracağına yemin eder misin?— Yemin ederim ki… iki gözüm önüme aksınki…— Yemin etme, günahtır. Ben sözüneinanırım, bana söz veriyor musun?— Veriyorum ekselans!!!— Ama bana bak, öksüzsün diye, öksüzgözyaşlarına acıyorum; öksüz müsün sen?— Öksüzüm ekselans, yapayalnızım dünyada;ne anam var, ne babam…— Eh, mademki öksüzsün, gözyaşlarınaacıyarak… Yalnız bak, bu son olsun… (Sonraçok yumuşak bir sesle ilave eder) Götürün şunu.Mahpus, bu merhametli adam için Tanrı’yanasıl dua edeceğini bilemez. Ama korkunç oyundevam eder: Mahkûmu götürürler, birdentrampet sesi duyulur, ilk sopalar havayakalkar… Jerebiyatnikov, avazı çıktığı kadarhaykırır: “Basın sopayı! Yakın canını! Derisinisoyun! Haşlayın, durmayın! Hah şöyle… Alsana öksüz! Al sana düzenbaz! Okşayın

bakalım, okşayın!” Askerler olancakuvvetleriyle vururlar, biçarenin gözlerindenateş fışkırır; bağırmaya başlar. Jerebiyatnikov isekahkahalarla gülerek arkasından sıra boyuncakoşar. Katılır gülmekten; ellerini böğrüne dayar,iki kat olur, doğrulamaz bile. Hani neredeysehaline acıyası gelir insanın… Arada bir gürleyenkahkahası kesilir, “Haşlayın onu, haşlayın!Yakın canını şu düzenbaz öksüzün!..” diyebağırdığı duyulur.Bazen daha değişik oyunlar icat ederdi:Cezalandırılacak mahkûm getirilir, yineyalvarmaya başlar. Jerebiyatnikov bu defanazlanıp kırıtmaz, yüzünü buruşturmaz, işisamimiyete döker:— Bana bak azizim, der. Cezanı gerektiği gibivereceğim. Çünkü bunu hak etmişsin. Sanaancak bir yardımda bulunabilirim, dipçiğebağlatmam seni. Serbest kalacak, koşacaksın.Olanca gücünle sıra boyunca koşacaksın. Genedeğneklerin hepsini yiyeceksin, ama ne de olsa,iş daha çabuk bitecek. Ne dersin, denemek ister

misin?Mahkûm şaşkınlıkla, güvensizlikle dinler;sonra düşünür. Kendi kendine, “Belki böylesidaha kârlı olur.” der, “Var kuvvetimle koşarsam,çekeceğim azap beş kat azalır. Belki her sopaisabet etmez bile.”— Baş üstüne ekselans, razıyım.— Pekâlâ, ben de razıyım, Haydi bakalım!Sonra askerlere dönerek bağırır:— Hey, gözünüzü dört açın!Zaten tek bir değneğin suçlunun sırtınıkaçırmayacağından emindir. Sopasını isabetettiremeyen asker, sonunda başına geleceğipekâlâ bilir. Mahkûm “Yeşil Sokak”ta olancahızıyla koşmaya başlar, ama on beşinci sırayabile varamaz: Değnekler, sık bir trampet vuruşugibi, şimşek hızıyla birden sırtına iner, zavallıbağırarak, kurşun yemiş gibi yere yıkılır.Adamcağızda bet beniz kalmamıştır; korkuylayerden ağır ağır kalkarak, “Vazgeçtim ekselans,kanun neyse, öyle olsun.” der. İşin bu sonuca

varacağını önceden bilen Jerebiyatnikovgülmekten kırılmaktadır. Ama bütün oyunlar,hakkında anlatılanlar yazmakla bitmez!Biraz başka şekilde, daha başka bakımlardanüzerinde durarak, mevki komutanı binbaşıgelmeden önce hapishane müdür vekili olanSmekalov adında bir teğmenden de sözederlerdi. Jerebiyatnikov’la ilgili hikâyelerkayıtsızlıkla, fazla nefret göstermeksizin, amamarifetlerine karşı hayranlık duymadananlatılırdı; onu aşağı gördükleri, hattatiksindikleri belliydi. Ama Teğmen Smekalov’uneşeyle, zevkle anarlardı. Bir kere o sopa atmameraklısı değildi, bu bakımdan Jerebiyatnikov’ahiç benzemezdi. Bununla beraber, o da esaslısopa atmayı bilenlerdendi, yine de Smekalov’unsopalarının aramızdaki anıları pek tatlıydı. Buadam mahpusların gönlüne o kadar girmişti!Peki ama, nasıl? Nasıl olmuş da bu toplu sevgiyikazanabilmişti? Bizim mahpus milleti bütünRuslar gibi bir tatlı söz için, çektikleri bir sürüazabı unutabilir; hem bunu sadece bir gerçeğinifadesi olarak, kesinlikle şu ya da bu şekilde

tahlil etmeksizin söylüyorum. Bu adamlarıngönlünü almak, sevgisini kazanmak hiç de zordeğildir. Ama Teğmen Smekalov’un kazandığıözelbir sevgiydi. Bu nedenle onun dayakfasılları genellikle keyifle anılmaktaydı.Mahpuslar bazen, “Baba adamdır.” der, içgeçirip anılarına dalarak eski geçici amirleriSmekalov’la bugünkü mevki komutanı binbaşıarasında bir karşılaştırma yapmaya koyulurlardı.“Candan adamdı canım!” Smekalov basit, belkide kendince iyi bir adamdı. Fakat bazen, amirmevkiinde yalnız iyi değil, aynı zamanda çokyüksek ruhlu kimseler bulunsa bile, ne hikmetsekimse onları sevmez; üstelik onlarla alay edenlerde çıkar. Oysa Smekalov nasıl yaptıysa herkesinonukendilerindensaymasını sağlamıştı. Bu daancak büyük bir ustalıktan, daha doğrusuyaradılıştan gelen bir yetenektir. Bu türyetenekleri olanlarsa, bu mesele üzerindedüşünmezler bile. İşin tuhafı, bu gibiler arasındahiç de iyi denilemeyecek kimselere de rastlanır.Buna rağmen, bazen bunların da büyük sevgikazandıkları olur. Bence bu başarının sebebi,

böyle adamların emri altındakileri hor ve küçükgörmemesidir! Onlarda işten kaçan zıpır birküçük bey kurumu yoktur; hiçbirindenbeyliklerini belirten bir koku alamazsınız. Tamtersine, üzerlerinde kendilerine vergi, anadandoğma, bir halk adamı kokusu vardır. Aşağıtabaka da bu kokuya karşı öyle duyarlıdır ki! Bukoku için canını verir! En uysal bir adamı enhaşin, ama üzerine o kendilerine yabancıolmayan kenevir kokusu sinmiş adamadeğişiverirler. Bu kokuyu taşıyan adamın bir dekendine göre babacanlığı varsa, artık ondan iyisiyoktur. Dediğim gibi, Teğmen Smekalov’unbazen, hem de sertçe cezalandırdığı olurdu, amabunu öyle yapardı ki, çevresi ona kin beslemekşöyle dursun, her şey gelip geçtikten sonra,mesela şimdi benim zamanımda olduğu gibi,dayak cezası sırasındakinumaralarınıgülerek,keyifle anardı. Bununla beraber, Smekalov’unnumaraları öyle pek bol değildi; hayal gücübiraz kıttı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bütünsermayesi sadece bir tek numaraydı ki, bununlahemen hemen koca bir yıl eğlenirdi; hoşa

gitmesinin sebebi de biricik olmasıydı belki.Aslında pek de safça bir şeydi. Önce suçlumahpus getirilir. Ardından Smekalovgülümseyerek, şakalaşarak belirmekte gecikmez.İlkin suçluyla şundan bundan konuşur, kendiişleri, ev ya da mahpusluk hayatından birtakımşeyler sorar; hem de bir kasıtla veya alay olsundiye değil,bunları öğrenmeyi gerçekten istediğiiçinsorar. Sonra Smekalov’a iskemle getirirler,değnekler hazırlanır. Smekalov oturupçubuğunu yakar. Upuzun bir çubuğu vardı.Mahpus yalvarmaya başlar. Smekalov’sa, “Yoo,öyle şey yok birader. Söylenmeden yatbakalım…” diye kesiverir. Mahpus iç geçirerekyatar.— Eee dostum, duamızı44ezbere biliyormusun?44Söz konusu dua, “Göklerdeki Babamız”duasıdır. Aslında dua değil, “malum beyit”denilmektedir.— Bilmez olur muyum komutanım. Taçocukluğumdan, vaftizimden beri bilirim.

— Oku bakalım öyleyse.Mahpus, hem ne okuyacağını, hem deokurken başına gelecekleri pekâlâ bilir, çünkübu numara başkalarına da belki otuz kereyapılmıştır. Üstelik Smekalov’un kendisi demahpusun bunu bildiğinin farkındadır; yatankurbanın üstünde sopalarını kaldırmış bekleşenaskerlerin de oyunu belki yüz defa duyduklarınıbildiği halde gene de tekrarlamaktadır, çünkünumarasını pek beğenmiş, benimsemiştir. Belkide oyun tamamıyla kendi ürünü olduğundan, birpiyes yazarının gururunu duyuyordu. Mahpusokumaya başlar. Değnekliler beklemektedir.Smekalov’sa, oturduğu yerde dikkat kesilmiş;hatta hafifçe öne eğilerek elini kaldırmıştır,çubuğunu da çekmez artık: Belli bir kelimeyibekler. Mahpus, ünlü duanın “na nebesi”45kelimesine gelir gelmez, hararetlenmiş Teğmen,“Dur!” diye bağırır, sopayı kaldırmış adamadönerek coşkun bir el hareketiyle, “Sen de ona‘podnesi’46öyleyse!” der ve basar kahkahayı.Çevresindeki askerler de sırıtır. Değnekli de

sırıtmaktadır; hani neredeyse sopa yiyen desırıtacak… Oysa “podnesi” komutuyla kaldırılandeğnek havada vınlamaktadır ve az sonra usturagibi keserek suçlunun sırtına inecektir.Smekalov sevinç içindedir: Bu güzel buluşundanötürü kabına sığamadan kendi kendine, “Bunubenbuldum: ‘Na nebesi’ ve ‘podnesi’ ne kafiyeama…” diye düşünmektedir. Smekalov yerindenbüyük bir memnunluk içinde ayrılır; dayakyiyen de aşağı yukarı Smekalov kadarmemnundur. Bakarsın, yarım saat sonrahapishanede, otuz defa tekrarlanmış olan şunumaranın bu sefer de otuz birinci defa nasıl icraedildiğini anlatıp duruyor. “Lafın tam manasıylapek can bir adam! Pek şaklaban!”45Göklerde.46İkram et.Bu babacan teğmene ait anılarda bazen birManilovculuk47sezilirdi. Arada birmahpuslardan birinin ağzı kulaklarına vararakbirdenbire anılarını anlatmaya başladığı olurdu.

47Manilov: Gogol’ünÖlü Canlarromanındanbir tip.— Bazen giderken, efendime söyleyeyim…bakarım, o da pencerenin önünde sabahlığıylaoturmuş, çubuğunu tüttürüp çay içiyor. Şapkamıçıkarırım. “Nereye öyle Aksenov?” diye sorar.“İşe gidiyorum Mihail Vasilyiç. Önceatölyeye…” Gülmeye başlar… Pek candan adamcanım! Tek kelimeyle candan!Dinleyenlerden biri de ilave ediverir:— Onun gibisi bulunmaz bir daha!

III: Hastane4848Burada türlü şekillerdeki cezalar hakkındayazdıklarım zamanıma mahsustu. Şimdi bütünbunların değişmiş ve değişmekte olduğunuduyuyorum. (Yazarın Notu)Cezalardan ve bu ilgi çekici ödevi değişikşekilde görenlerden şimdi söz açışımın nedeni,bu konuda sağlam bilgi edinebilmemin ancakhastaneye yatışımdan sonra mümkün olmasıdır.O zamana kadar, sadece kulaktan dolma bilgileredinmiştim. Hapishanemizin iki koğuşunda,şehrimiz ve çevresindeki bütün tabur ve sairaskeri kuruluşlarda sopayla cezalandırılmışmahkûmlar yatıyordu. Etrafımdaki her olayımerakla incelediğim ilk zamanlarımda, bütün buceza görenlerle cezaya hazırlananlar, üzerimdedehşetli bir etki yapıyordu tabiatıyla.Heyecanlanıyor, şaşıyor, ürküyordum. Ovakitler benim için yeni olan bu olayların bütünayrıntılarıyla büyük bir sabırsızlıkla ilgilenişimi,bu konu üzerinde öbür mahpusların

konuştuklarını dinleyişimi, onlara sorular soruptürlü meseleler için çözüm yolları arayışımı hâlâhatırlıyorum. Cezalarda ve uygulamalarındaki enince farkları, bu konuda mahkûmların kendigörüşlerini mutlaka öğrenmek istiyor; cezasınıçekmeye götürülenlerin ruh hallerini gözümünönüne getirmeye çalışıyordum. Daha önce desöylediğim gibi, cezadan önce soğukkanlılığınıkaybetmeyenler azdır; hatta önceden birçok defadayak yemiş olanlar bile istisna sayılmaz.Cezanın infazı sırasında hükümlüyü, elindeolmadan bütün varlığını kaplayan derin,tamamıyla bedeni bir korku sarar. Hapishanedekaldığım şu birkaç yıl, gayriihtiyari ilgilendiğimbaşka bir olay da cezalarının birinci kısmındansonra hastaneye girip sırtları iyileşince, kalansopaları tamamlamak için mahkûmların bir günönceden hazırlanmasıydı. Verilmiş cezanın ikiyebölünmesi, daima cezanın uygulanması sırasındahazır bulunan hekimin kararına bağlıydı. Suçagöre belirlenmiş sopa sayısı mahkûmun birdefada kaldıramayacağı kadar çoksa, bunu ikiyehatta üçe bölerlerdi. Bu yola ancak doktor

kararıyla, yani cezalandırılan adam artık dayağadayanamazsa, cezaya devam etmek mahkûmunhayatını tehlikeye sokarsa başvurulurdu.Genellikle bir seferde beş yüz, bin, hatta bin beşyüz değnek kaldırılırdı. Ama değnek sayısı ikiya da üç bine çıkınca, ceza ikiye, hatta üçebölünürdü. Cezanın birinci kısmından sonra,iyileşerek ikinci bölümü tamamlamak üzerehastaneden taburcu olan mahkûmlar o gün vebir gün önce daima neşesiz, kederli durur, pekkonuşmazlardı. Üzerlerine bir nevi aptallık,doğal olmayan bir dalgınlık çökerdi.Konuşmalara karışmaz, çoğu zaman susarlardı;mahpusların da onlarla konuşmaması, onlarıbekleyen şeyden asla söz etmemeleri de hayliilginçti. Ne boş bir lakırdı, ne bir teselli sözcüğüedilirdi; hatta arkadaşları bu gibilerle hiçilgilenmemeye çalışırlardı. Bu da mahkûm içindaha iyiydi tabii. Ama her şeye rağmen, dahaönce sözünü ettiğim Orlov gibi birkaç kişi budüşüncemin dışında kalır. Orlov cezanın ilkyarısını çektikten sonra, sırtında açılmış yaralarınçabucak iyileşmemesine fena halde

bozuluyordu, çünkü bir an önce hastanedençıkıp cezasını tamamlamak, kafileyle sürgünyerine gönderilirken yolda sıvışmakniyetindeydi. Ama Orlov’un onu coşturan biramacı vardı; aklında buna benzer daha kaç taneamacı olduğunu da ancak Tanrı bilir ya…İhtiraslı, pek canlı bir adamdı Orlov. Hayatındanpek memnun görünür, heyecandan kabınasığamazdı, ama duygularına dizgin vurmasınıpek iyi bilirdi. Orlov’da, cezanın birincikısmından önce, kendisini değnek altından sağçıkarmayacakları, mutlaka öleceği kanısı vardı.Daha yargılandığı sırada, amirlerin aldıklarıtedbirler üzerine türlü türlü söylentilerduymuştu; ölüme daha o zamandan hazırdı.Ama ilk kısmı atlattıktan sonra maneviyatıdüzeldi. Hastaneye dayaktan yarı ölü haldegeldi. O zamana kadar böyle korkunç yara hiçgörmemiştim. Yine de kalbi sevinçle, yaşamaumuduyla doluydu. Demek bütün o söylentileruydurmaydı; işte dayağı sağ olarak atlatmıştı…uzun mahpusluk devrinden sonra, şimdi yol,kaçış, hürriyet, çayırlar ve ormanların hayali

gözlerinin önünde belirmeye başlıyordu… Amahastaneden çıkışından iki gün sonra cezanınikinci kısmına dayanamayarak aynı hastanede,aynı yatakta can verdi. Bundan bir kere daha sözaçmıştım.Bununla beraber, onca acıklı günler, gecelergeçiren mahpusların en tabansızları bile cezayamertçe dayanırlardı. Korkunç şekilde dövülmüşolanların bile hastaneye ilk geldikleri geceinleyip sızladıklarına pek nadir şahit olmuştum,halk genel olarak acıya pek dayanıklıdır. Bu acımeselesini epey soruşturdum. Ara sıra bu acınınşiddetini ve neyle kıyaslanabileceğini kesinolarak öğrenmek isterdim. Bununla ne diyeuğraştığımı, doğrusu ben de bilemiyorum. Tekhatırladığım boş bir merak olmadığıydı. Olmazdızaten, çünkü önce de söylediğim gibi, çevremdemeydana gelen şaşırtıcı olaylar yüzünden iyicesarsılmış, allak bullak olmuştum. Fakat kime nesordumsa, bir türlü bu konuda beni tatminedecek bir cevap alamadım. Yakıyor, ateş gibikavuruyormuş; öğrendiğim bu kadardı. Hepsininverdiği tek karşılık da buydu. Yakıyor, işte o

kadar. İlk zamanlarımda M. ile ahbaplığımızbiraz ilerleyince, ona da sordum. “Çok acıyor.”dedi, “Ateş gibi yakıyor; sırtınız harlı bir ateştekavruluyormuş gibi oluyor.” Yani hepsi aynışeyi söylüyorlardı. O sıralarda garip denebilecekbir kanıya da varmıştım; gerçi doğruluğundanpek emin olmasam da mahpusların hepsinin aynıdüşüncede olması düşüncemde yanılmadığımıgösterir: Bana göre, miktarı biraz fazla olunca,ince değnekle dayak bizde uygulanan cezalarınen ağırıdır. Belki ilk bakışta, bu saçma, imkânsızgibi görünür. Lakin beş yüz, hatta dört yüz incedeğneğin insanı öldürebileceği bir gerçektir. Beşyüzden fazlasındaysa ölüm hemen hemenkesindir. En sağlam yapılı babayiğit bile bindeğneği kaldıramaz. Fakat beş yüz sopayadayanmak, öyle kıyasıya vurulmamak şartıylanispeten kolaydır. Vücudu pek fazla kuvvetliolmayan bir adam bile bin sopaya dayanabilir.Orta kuvvette, gürbüz vücutlu bir adamı iki binsopa da yıkamaz. Mahkûmların hepsi, incedeğneğin sopadan daha fena olduğundabirleşirler. “İnce değneğin acısı daha keskin,

daha yakıcı.” derler. İnce değnekle atılan dayakelbette sopa dayağından daha kötüdür. Çünküdaha rahatsız edici, daha sinir bozucu, dahasarsıcıdır. Hâlâ var mı, yok mu bilmiyorum, amapek de eski olmayan bir zamanda, kurbanlarınıince değnekle dövme imkânını elde edince,Marquis de Sade ve Marquise de Brinvilliersgibilerini anımsatan bir zevk duyan bazıcentilmenler vardı. Bana kalırsa bu duygu, sözügeçen centilmenlerin yüreklerini titreten, hemtatlı hem acı bir duygudur. Kaplanlar kadar kanasusamış insanlar vardır. Böyleleri yaradılıştanaralarında hiçbir fark bulunmayan, hatta İsa’nınkanununa göre kardeşleri sayılanların vücutları,kanları, ruhları üzerinde şu ya da bu şekildesınırsız bir egemenlik kurduklarında, eziyetetmekten bir an geri kalmazlar. Zulüm biralışkanlıktır; insanda bu alışkanlığın kökleşmesi,sonunda hastalığa dönüşmesi mümkündür.Sarsılmaz inancıma göre, en iyi bir insan bilealışkanlıkla, sanki bir hayvanmış gibi kabalaşıpo derece aptallaşabilir. Kanla, kudretle mest olur;hoyratlığı, ahlaksızlığı, içindeki kötülüğü

büsbütün geliştirir; aklı, duyguları kesinlikledoğal olmayan hareketleri yadırgamaz vesonunda bundan zevk almaya başlar. Birzalimde hem insanlık, hem de vatandaşlıktamamıyla yok olmuştur; yeniden onurlu birinsan olması, pişmanlık duyup eski hayatınadönmesi hemen hemen imkânsızdır artık. İşinasıl kötü yanı, böyle bir başına buyruklukkolayca topluluğa sirayet edebilir; kudret, sonderece ayartıcı bir şeydir. Toplum da böyle biretkiye kayıtsız kalırsa, bu alışkanlığın topluluktakökleşmesi işten bile değildir. Kısacası, birinsana kendi benzerine fiziksel ceza vermehakkının tanınması topluluğun yaralarındanbiridir; bu yara bir yandan o topluluktaki özü vevatandaşlık duygusunu kemirirken, öte yandanönüne geçilmez bir düzensizliğe de yol açar.Toplum, işkencecileri küçük görür, amacentilmen işkencecileri değil. Henüz pekyakında olumsuz bir düşünce ortaya atıldı, amabu da kitap sayfalarında soyut bir fikir olarakkalmaktan öteye gidemedi. Düşünceyi ortayaatanlar bile ruhlarında yanan zorbalık sevdasını

söndüremedi. Çünkü bazen her fabrikatörün, hermüteahhidin, işçisinin bütün ailesiyle berabersırf kendi elinde olduğunu görmekten içgıcıklayıcı bir zevk aldığı oluyor. Bu birgerçektir, çünkü bir önceki kuşaktan kalanmirastan kolay kolay vazgeçmesi mümkündeğildir. Tıpkı insanın ana sütünden kanına,damarına işlemiş şeylerden öyle çabucakayrılamayışı gibi. Dönüşümler öyle çabucakolmaz. Suçun büyük bir günah olduğunuyalnızca anlamak hiçbir şey ifade etmez; ondantamamıyla vazgeçmek gerekir. Bu da o kadarçabuk olmaz.İşkencecilerden söz açmıştım. Çağımızdahemen hemen her kişide bir işkenceci tohumuvardır. Ama bu hayvanca duyguların herinsandaki gelişimi bir değildir. Bu duyguları,diğer tüm duygularını örtmüş olanlar, korkunç,iğrenç insanlardır. İşkencecilerin iki çeşidivardır: İlki bu işi gönüllü yapan, ötekizorunluluktan yapan. Gönüllü işkenceci,şüphesiz her bakımdan öbüründen dahaaşağılıktır. Oysa halk en çok ötekinden çekinir;

hem de tiksinerek, dehşetle, hatta farkınavarmadan mistik bir korku duyarak çekinir. Şuhalde işkencecilerden birine karşı böyle, adetaesrarlı bir korku duyulurken, ötekine karşıhareketine hak verecek kadar kayıtsızlıkgösterilmesi nedendir acaba? Bazen çok garipörneklere rastlanıyor: Çok iyi kalpli, çoknamuslu, çevresinde saygı gören, ama cezagörenin sopa altında bağırmaması, yalvarıpyakarmaması, merhamet dilememesinden hiçhoşlanmayan adamlar tanıdım. Cezalandırılanlarmutlaka bağırıp çağırıp merhamet dilemelidirler.Bu artık âdet olmuştur; durumun icaplarınaaykırı hareket etmek olanaksızdır. Bir kere, pekçok yönden iyi bir adam saydığım bir subaytanıdık, dövdürdüğü bir suçlunun dayağasessizce katlanışına pek kızmıştı; öncedensuçluyu hafif cezalandırma niyetinde olduğuhalde, adamdan söylenmesi âdet olan,“Ekselansları, velinimetimiz, bağışlayın, ömürboyu duacınız olurum.” gibi yakarışlarıişitmediğinden fena halde köpürdü ve adamıyalvartmak için elli değnek de fazladan

vurdurdu: İstediğini elde etti de… Bana çokciddi bir tavırla, “Olmaz efendim, bize karşıhakaret sayılır bu.” demişti. Bu işi zorla yapangerçek işkencecinin kim olduğu meydandadır:Sürgün cezası alıp işkenceci olarak alıkonmuşbir mahkûm. Önce başka bir işkenceciye çıraklıkeder, ustalaştıktan sonra hapishanede temelliolarak kalır; ayrı bir odası hatta ev eşyası bileolur, ama daima gözaltındadır. Elbette insan birmakine değildir; işkenceci görevi gereği dayakatar, ama arada bir onun da coştuğu olur. Ancakdayak atarken, çoğu zaman kurbanından kendihıncını çıkardığı için zevk duymaz. Amacıvuruşlarındaki çevikliği, işinde ne kadar ustaolduğunu göstererek arkadaşlarıyla seyircilerintakdirlerini kazanmaktır. Yani bu işi sanat aşkınayapar. Ayrıca işkenceci, herkesin kaçındığı birbela olduğunun, çevresinde korku yarattığınınpekâlâ farkındadır; hatta bunun, içindeki hıncı,hayvanca eğilimleri artırmadığı da söylenemez.İşkencecilerin “ana baba tanımadıklarını”çocuklar bile bilir. İşin tuhafı, ne kadar işkencecigördümse, hepsi uyanık, aklı başında, zeki,

olağanüstü onurlu, hatta gururlu adamlardı. Bugurur toplumun küçük görüşüne nispet olsundiye mi doğuyor, işkencecinin eline düşenzavallılara verdiği korku, onlar üzerindekihükmetme duygusu yardımıyla mı gelişiyordu,bunu kestiremiyordum. Belki de ceza alanındaseyircilerin karşısına çıktıkları zamanki resmilik,dekorun da tiyatrovariliği bir çeşit nefretindoğmasına sebep oluyordu. Hiç unutmam, biraralık devamlı olarak bir işkenceciyle ilgilenmiş,onu yakından incelemiştim. Bu orta boylu, iripazılı, kuruca, kırk yaşında, oldukça sevimli,zeki yüzlü, kıvırcık saçlı bir adamdı. Her vakitpek azametli, pek sakindi; tavırları pekcentilmenceydi. Sorularıma kısa, akıllıca, hattatatlılıkla, ama hoş görür bir tatlılıkla, sanki banakarşı kurumlanarak karşılık veriyordu. Nöbetçisubaylar onunla adeta saygı göstererekkonuşurlardı. O da bunu anlar, amirininkarşısında nezaketini, resmiliğini, ağırbaşlılığınıiki kat artırırdı. Amiri ne derece tatlı konuşursa,o da aşırı bir nezaketle, azametini bozmadanmukabele ederdi, ama eminim ki, o dakikada

kendini amirinden çok daha yüksek görürdü.Bazen yazın çok sıcak günlerinde onu birkaçmuhafızla, elinde ince bir değnek, şehirköpeklerini öldürmeye gönderirlerdi. Bu şehirdemüthiş bir şekilde üreyen bir sürü sahipsizköpek vardı. Tatil zamanında pek tehlikeliolurlardı ve öldürülmeleri için şehrekomutanların emriyle bizim işkenceciyigönderirlerdi. Ama galiba o, bu aşağılıködevden bile bir küçülme duymazdı. Yanındayorgun muhafızlarıyla, karşısına çıkan kadınları,çocukları görünüşüyle korkutarak şehrinsokaklarında azametle dolaşması görülecekşeydi. Yolda herkese soğukkanlılıkla, üstelikbiraz da tepeden bakardı. Bununla beraber,işkencecilerin yaşayışı pek rahattır. Paralıdırlar,iyi yerler, şarap da içebilirler. Parayı rüşvetalarak toplamışlardır. Mahkûm olmuş bir sivilsuçlu fakirse, işkenceciye ancak elinde olanıverir. Ama başkalarından, zengin mahkûmlardanalınacak miktar, suçlunun servetine göreişkenceci tarafından belirlenir; otuz ruble, bazendaha da fazla aldıkları olur. Çok zenginlerle

pazarlığa bile girişirler. İşkenceci,cezalandırırken tabii çok gevşek davranamaz,çünkü bunun bedelini kendi sırtıyla öder. Rüşvetalınca, cezalandırılana çok acı çektirmeyeceğinesöz verirdi. Teklifleri hemen hemen her zamankabul edilirdi; aksi takdirde işkenceci tam birbarbar gibi hareket eder, bundan da sorumlututulmazdı. Bazen fakir birinden veremeyeceğikadar para istediği olurdu. O zamanadamcağızın akrabaları gelip eteklerinekapanırlar, pazarlık ederlerdi. İşkencecininisteğini yerine getirmeyecek olurlarsa, vayhallerine! İşte bu gibi hallerde kişiliğiyleuyandırdığı korku onun işine yarardı. Buadamlar hakkında ne garip şeyler anlatılırdıTanrım! Mahpuslar bile işkencecinin bir vuruştabir adamı öldürebileceğini iddia ederlerdi. İyiama, bunu tecrübe eden var mıydı? Yine deolabilir. Çünkü pek kesin söylerlerdi.İşkencecinin kendisi bile böyle bir şeyiyapabileceğine beni inandırmaya çalışırdı.Bundan başka, isterse işkencecinin suçlununsırtına bütün hızıyla vurup en ufak bir iz

bırakmamayı, dövülenin zerre kadar acıduymamasını sağlayabileceği de söylenirdi.Hem bu işin bütün özellikleri, incelikleri üzerinepek çok şey anlatılırdı. Yalnız şu var ki,işkenceci cezayı hafifletmesi için rüşvet alsa bileilk sopayı gene de olanca kuvvetiyle vururdu.Bu, aralarında kabul edilmiş bir âdetti. Bundansonraki sopaları, hele parayı peşin almışsa, dahayavaş indirirdi. Fakat ilk vuruşun şiddetli olması,para verilsin verilmesin şarttı. Niçin böyleolduğunu bilmiyorum doğrusu. Çetin birsopadan daha hafiflerine geçerek sonrakivuruşların etkisini azaltmak için ya da mahkûmafiyaka yapmak, korkutmak, kim olduğunugöstermek hevesiyledir belki. Her durumdaişkenceci işe başlamadan önce coşku içindedir;kendini kuvvetli, hâkim durumda görür, biraktördür o dakikada. Seyirciler ona hemhayretle, hem korkuyla bakmaktadır; o da ilkvuruştan önce âdet olduğu üzere, “Dayan,yakıyorum!” diye bağırırken zevk almıyordeğildir herhalde. İnsan tabiatının ne dereceyekadar bozulabileceğini kestirmek güçtür.


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook