Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-22 15:16:26

Description: Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Search

Read the Text Version

— Alçak!— İtoğlu!Bu kez öyle bir kavgaya tutuştular ki, bu,ikramdan önceki kavgayı da geçti. İşteranzalarda yan yana iki dost oturuyor: Biriiriyarı, kanlı canlı, tam bir kasap; suratıkıpkırmızı kesilmiş. O kadar kederli bir hali varki, neredeyse ağlayacak. Beriki cılız, ince, zayıfbir adam; uzun, sürekli ıslak görünen bir burnuvar ve ufak, domuz gözlerine benzeyen gözleride hep yere bakıyor. İyi eğitim görmüş birsiyaset adamı, vaktiyle yazıcıymış galiba;arkadaşına biraz yukarıdan bakıyor, öteki deiçinden buna kederleniyor. Bütün gün beraberiçmişler.Şişmanca arkadaş, sol eliyle yazıcının başınıkavramış hızlı hızlı sarsarken:— Herif kıydı bana! diye bağırıyor.“Kıydı” dediği de vurmak. Şişmanca arkadaşda çavuşlardandı; sıska arkadaşını gizlidengizliye kıskandığı için birbirleriyle konuşurkensöz inceliğine pek özen gösterirdi.

Hâlâ arkadaşına bakmamakta direnen yazıcı,gözlerini yerden ayırmadan azametli bir tavırla:— Ama bana göre, bu işte sen de tamamıylahaklı değilsin, diye karşılık veriyor.Beriki onu daha hızlı sarsmaya başlayaraksevgili dostunun sözünü kesiyor:— Yahu, herif kıydı bana diyorum, duymuyormusun? Dünyada senden başka kimsemkalmadı. Onun için bunu sana söylüyorum:kıydı bana, kıydı!..Yazıcı ince, kibar bir sesle ona karşılıkveriyor:— Bak bir daha söylüyorum aziz dostum: Butatsız mazeret de senin için ayrı bir şerefsizlik!Bunun için, aziz dostum, sarhoşluğununiradesizlikten ileri geldiğini sen de kabul et…Şişmanca arkadaş biraz geriliyor, sarhoş,anlamsız bakışlarla şu kendini beğenmiş yazıcıparçasını bir süre süzüyor, sonra hiçbeklenmedik bir anda kocaman yumruğunuyazıcının ufacık suratına patlatıveriyor. İşte

bütün bir gün süren dostluğun sonu. Azizahbabı, kendini kaybetmiş, ranzanın altınayuvarlanıyor…Şimdi de koğuşumuza özel bölümden birahbabım giriyor; çok iyi kalpli, neşeli, oldukçazeki, şakacı, görünüşte pek saf bir adamdı. Bu,hapishaneye ilk girdiğim gün yemekte zenginmahpus arayan, “onurlu” olduğunu iddia eden,benimle çay içen mahpustu. Kırk yaşlarında,kalın dudaklı bir adamdı; üstü siyahnoktacıklarla dolu, kocaman, etli bir burnuvardı. Elinde tuttuğu balalaykanın tellerine arasıra tembel tembel dokunuyordu. Arkasındantam bir dalkavuk görünüşlü, çok kısa boylu,koca kafalı bir mahpus geliyordu; onunlaşimdiye kadar tanışmamıştık. Zaten kimseninonu umursadığı yoktu. Biraz garip, vesveseli,daima susan, daima ciddi bir adamdı;dikimevinde çalışıyor, herhalde kendi halindeyaşamaya, kimseye ilişmemeye gayret ediyordu.Şimdiyse sarhoştu, gölge gibi Varlamov’uizliyordu. Müthiş bir heyecan içerisinde onugözetliyor, ellerini sallıyor, duvarı, ranzaları

yumrukluyor, handiyse ağlamaklı bir halle onunilgisini çekmeye uğraşıyordu. Varlamov’sa onahiç aldırmıyor, orada olduğunun farkındadeğilmiş gibi davranıyordu. İşin tuhafı, bu ikimahpus bundan önce asla birbiriyle temas etmişdeğillerdi; ne çalıştıkları iş aynıydı, ne de ortakherhangi bir şeyleri vardı. Hatta sınıfları,koğuşları da ayrıydı. Ufak tefek mahpusun adıBulkin’di.Varlamov beni görünce sırıttı. Ranzamda,sobanın yanında oturuyordum. Karşımda, birazuzağımda durup biraz düşündü, sallandı,yalpalaya yalpalaya bana yaklaşarak birdenkabadayıca bir tavırla karşıma dikildi vebalalaykasının tellerine hafifçe dokunupayağıyla da tempo tutarak yarı konuşur gibi birşarkı tutturdu:Toparlak beyaz yüzlü,Arı kuşu gibi şarkı söylerBenim tatlı sevgilim.Atlas bir elbise giymiş;

Süslü, hem de pek şık.Kendi de dünya güzeli…Bu şarkı Bulkin’i müthiş kızdırmıştı, ellerinisallayarak ve hepimize dönerek bağırıyordu:— İnanmayın kardeşler, hep yalan bunlar! Birtek doğru sözü yoktur onun, hep yalan söyler!Varlamov kurnaz bir gülüşle gözlerimin içinebakarak:— Aleksandr Petroviç ihtiyarımıza selamlar!dedi.Sonra beni öpmeye davrandı. Yirmi yaşındakigençlere bile “ihtiyar” demek, Sibirya’nın basithalkı arasında o insana karşı duyulan saygıyıgösterir.— Nasılsın bakalım Varlamov?— Eh, sizi gördük, daha iyi olduk. Kusurabakmayın, bayramı seven, sabahtan sarhoş olur!Varlamov şarkı söyler gibi ahenklekonuşuyordu.Bulkin umutsuzlukla elini ranzaya vurarak

yine bağırmaya başladı:— Hep yalandır bunlar, yine yalan söylüyor!Ama beriki, ona bakmamaya ant içmişti sanki;öyle de gülünçlerdi ki… Bu sabahtan beriVarlamov’un peşinden ayrılmayan Bulkin’in,aklına birdenbire hiç sebep de yokkenVarlamov’un her söylediğinin yalan olduğudüşüncesi takılmıştı. Adamın ardından,gölgesiymiş gibi hiç ayrılmıyor, her sözünetakılıyordu. Öfkeden birbirine kenetlediğiellerini duvarlara, ranzalara vura vurakanatmıştı; Varlamov’un “hep yalan söylediği”düşüncesi ona adamakıllı azap verir gibiydi.Başında saç olsa, üzüntüsünden yolardı kesin.Varlamov’un hareketlerinden sorumluymuş,onun bütün kusurlarının vicdan yükü kendiüzerindeymiş gibi davranıyordu. Ama işin asılacıklı yanı, berikinin bir kerecik bile onaaldırmamış olmasıydı. Bulkin:— Hep yalan söylüyor, hep yalan, hep yalan!Bir sözü öbürüne uymuyor! diye bağırıpduruyordu.

Mahpuslar da gülerek:— İyi ama, sana ne? diye kızdırıyorlardı onu.Varlamov hiç sırası değilken birden:— Size bir şey söyleyeyim mi AleksandrPetroviç, ben çok yakışıklıydım, bütün kızlarâşıktı bana, dedi.Bulkin cırlayan bir sesle sözünü kesti:— Yalan! Yine yalan söylüyor!Mahpuslar gülmekten katılıyorlardı.— Ben de karşılarında öyle çalım satardım ki:Üstümde kırmızı bir mintan, kadife şalvar; şuKont Butılkin34gibi yan gelir yatar, bir İsveçlikadar sarhoş olurdum. Kısacası, tam istediğimgibi!34Butılkin-Bulkin benzerliğiyle söz oyunuyapıyor. Butılkin “şişeci” manasına gelir. (Rd.n.)Bulkin kesin bir tavırla sözü bağladı:— Yalan!— O zamanlar, babamdan kalma iki katlı

kâgir bir evim vardı. Ama ben iki yılda her ikikatı da eritiverdim, bir kapısıyla direkleri kaldıbana. Ne olacak… Para güvercin misali, birkonar başına, bir uçar gider!Bulkin bu kez daha kesin bir tavırlatamamladı:— Yalan!— İşte ben de geçenlerde buradan ailemehaber gönderdim; belki birkaç kuruş yollarlardiye. Bana dik kafalı derlerdi. Saygısızmışım da!Haberi göndereli yedi yıl oluyor.Gülerek sordum:— Hâlâ cevap yok mu?— Ne gezer!Varlamov birdenbire güldü ve yavaş yavaşsokularak burnunu bana iyice yaklaştırdı.— Aleksandr Petroviç, dedi. Benim burada birâşığım var…— Senin mi? Âşığın mı?— Var ya. Demin Onufriyev onun için:

“Bizim gudubet karı paralı ya çok çirkin, seninsevgilin güzel, ama dilenci torbasıylagezmeseydi daha iyiydi.” dedi.— Doğru mu bu?— Tabii ya, dilencinin teki işte! diye cevapvererek kıs kıs gülmeye başladı.Kışladakiler de kahkahaları koyuverdiler.Gerçekten, Varlamov’un bir dilenci kadınlailişkisi olduğunu ve sevgilisine ancak altı aydaon kapik verdiğini hepsi biliyordu. Varlamov’unartık beni rahat bırakmasını istiyordum:— E, peki… dedim.Bir şey söylemedi. Bana içten bir bakışlabaktı, tatlı bir sesle:— Siz de bu münasebetle bana ufak bir şişecikısmarlayamaz mısınız?Sonra benden parayı alırken, aynı tatlı sesle:— Bugün hep çay içtim Aleksandr Petroviç,dedi. Midem çayla o kadar dolu ki, tıkanacakgibi oldum, çaylar karnımda sanki şişedeymişgibi sallanıp duruyor…

Varlamov benden parayı alırken Bulkin’in içrahatsızlığı son kerteye vardı. Umutsuzlukla elinikolunu sallıyordu, neredeyse ağlayacaktı.Koğuşta bulunanlara dönerek, çıldırmış gibibağırıyordu:— Hey Tanrı’nın kulları, şuna bakın! Hepyalan söylüyor! Ne söylerse hep yalan, hep, hep,hep!Bulkin’in öfkelenmesine şaşıran mahpuslar:— Sen ne karışıyorsun yahu? Ne uyuzherifmişsin! diye söyleniyorlardı.Bulkin alevlenen bakışlarıyla ve olancakuvvetiyle ranzayı yumruklayarak:— İzin vermem, istemiyorum yalansöylemesini! diye haykırdı.Herkes katıla katıla gülüyordu. Varlamovparayı alır almaz, beni başıyla selamladı vebirtakım maskaralıklar yaparak koğuştanaceleyle çıkıp tabii doğru şarapçıya gitti. İşte tambu sırada da, Bulkin’in orada olduğunu yeni farketmiş gibi yaptı. Eşikte durup döndü ve

gerçekten ona ihtiyacı varmış gibi:— Hadi gidelim! diye seslendi.Sonra üzgün görünen Bulkin’i öne geçirerekhakaret dolu bir sesle:— Kuyruk!.. diye ekledi ve yine balalaykasınıçalmaya başladı…Ama bütün bu sarhoş taşkınlıklarını anlatmayane gerek var? Zaten boğucu gün de sona eriyor.Mahpuslar ranzalarında deliksiz uykularınadalmaya başlıyorlar. Bu gece her zamankindendaha fazla horlayıp sayıklayacaklar. Tek tükmeydanlar devam ediyor hâlâ. İşte, nicedirhasretle beklenen bayram da gelip geçmişti.Yarın yine sıradan bir gün olacak, yine işegidilecek…

XI: MüsamereNoel’in üçüncü günü akşamı tiyatromuzda ilktemsil verildi. Anlaşılan, temsil için epeycehazırlık yapılmıştı, ama aktörler her şeyiüzerlerine aldıklarından bize bu iş hakkında tekbir haber sızmamıştı, hatta neyin temsiledileceğinden bile haberimiz yoktu. Aktörler buüç gün içinde, işe gidip gelirken mümkünolduğu kadar çok elbise bulmaya çabalamışlardı.Bakluşin, benimle her karşılaşmasındakeyfinden parmak şıkırdatıyordu. O sıralarmevki komutanımızın da iyiliği üstündeydigaliba. Ama onun temsil üzerine bilgisi olupolmadığını bilmiyorduk. Biliyor da resmen izinmi vermiş, yoksa her şeyin yolunda gitmesinişart koşarak mahpusların bu buluşlarına gözyummaya mı karar vermişti bilmiyorduk.Sanırım, böyle bir temsil verileceğini biliyordu;bilmemesine imkân yoktu. Herhalde karışmakistemiyordu, çünkü yasaklamasının fenasonuçlar doğurabileceğini anlıyordu: Mahpuslar

huysuzluğa başlayacak, kendilerini içkiyevereceklerdi; böyle bir şeyle oyalanmaları çokdaha iyiydi. Mevki komutanının bu şekildedüşündüğünü tahmin edişimin tek nedeni,bunun en doğru, en akla yakın düşünceolmasıydı. Hatta diyebilirim ki, mahpuslarkendileri bayram dolayısıyla temsil vermeyi akıletmeselerdi bile, bu ya da buna benzer biruğraşının doğrudan doğruya idare tarafından icatedilmesi çok yerinde bir hareket olurdu. Amamevki komutanımızın düşünce tarzı diğerinsanlara hiç benzemediğinden, tiyatroya izinverdiğini sanarak dehşetli yanılmış olabilirdimde. Gerçekten mevki komutanımız gibileri, birkimseyi ezmekten, elinden bir şeyini almaktanveya onu bir hakkından yoksun bırakmaktanbaşka bir şey bilmezler; kısacası, ortalığı kasıpkavurmak için yaratılmışlardır. Bu yüzden bütünşehirde ün yapmıştı bizimki. Türlü yolsuzluklaraasıl bu sıkıştırmaların sebep olacağını bir türlüdüşünemezdi. Mevki komutanımız gibi insanlar,her türlü uygunsuzluğa karşı ceza verilmesigerektiğini düşünürler; şu hileci mahkûmlara da

her zaman için olanca şiddetiyle cezaverilmelidir, hak ettikleri budur! Bu yeteneksizkanun uygulayıcıları, kanunun esasını, şartlarınıhiç kavramadan harfiyen uygulanmasınınkarışıklıklar, yolsuzluklar doğurmaktan başkasonucu olmayacağını bir türlü anlayamazlar;daha doğrusu anlamak gücü yoktur onlarda.“Kanun böyle emrediyor, elimizden ne gelir?”der ve kendilerinden kanunu uygulamanınyanında bir de sağduyu ve hoşgörü istenmesinegerçekten şaşırırlar. Hele bu iyi görüşüçoğunlukla gereksiz, katlanılmaz bir lükssayarlar.Her neyse, başçavuş da mahkûmlara herhangibir güçlük çıkarmıyordu, onların da istedikleribuydu. Şunu açıkça söyleyebilirim ki, bütünNoel süresince hapishanede tek bir önemlikavga ya da bir hırsızlık olayı görülmemesi vemahkûmlar arasında tek bir yolsuzluğarastlanmaması, yalnızca kendilerine bulduklarıbu tiyatro uğraşısıyla, bu konuda herhangi biritirazla karşılaşmamalarına duyduklarışükrandan ötürüydü. Hatta eğlenip fazla gürültü

yapan ya da kavga edenleri, temsilin yasakedilmesiyle korkutarak yatıştırdıklarını kendimgördüm. Çavuş, mahpuslardan her şeyinsessizce yapılıp herkesin uslu duracağıkonusunda söz aldı. Seve seve razı oldular,verdikleri sözü de tuttular; sözlerine inanılmasıda ayrıca gururlarını okşamıştı. Şunu dasöyleyelim ki, yönetim, temsilimize izinvermekle öyle fazla bir fedakârlık yapmışdeğildi. Seyirciler için önceden yapılmış birsalon yoktu ve tiyatromuzun sökülüp toplanmasıbir çeyrek saatten fazla sürmüyordu. Temsil birbuçuk saat sürüyordu ve yukarıdan oyunukesme emri gelse, her şey bir anda ortadankalkacaktı. Kostümler mahpusların sandıklarındasaklanmıştı. Ama temsilden ve kostümlerdenönce, programı, yani oynanacak parçanın neolduğunu söyleyeyim.Programı gösteren bir afiş yoktu. Ama ikinci,üçüncü temsilde Bakluşin, subaylar, kibarseyirciler onuruna bir tane astırmıştı; bu gibiseyirciler birinci temsilimize de şerefvermişlerdi. Nöbetçi subaylar hep geldiler; hatta

bir defasında nöbetçi subayları denetleyen subayda gelmişti. Bir kez de bir istihkam subayıuğradı; işte afişimiz bu gibi konukların gelmesiihtimaline karşı hazırlanmıştı. Hapishanetiyatrosunun ününün kaleden şehre kadaryayılmasını umuyorlardı, çünkü şehirde tiyatroyoktu ve anlattıklarına göre, amatörlerin verdiğibir temsilden başka hiçbir tiyatro faaliyetiolmamıştı. Mahpuslar, en ufak başarıya çocukgibi seviniyor, bununla övünüyorlardı. Hepbunu düşünüyor, aralarında hep tiyatrodankonuşuyorlardı: “Kim bilir, belki en yüksekkomutanlar da duyup gelirler; mahpuslarda necevherler olduğunu görürler. Bu, korkuluklarla,yüzen kayıklarla, yapma ayılarla, keçilerleşişirilmiş sıradan bir asker oyunu değil. Buradaaktörler, beylere layık komedyaları sahneleyengerçek aktörler var; böyle bir tiyatro şehirde bileyok. General Abrosimov’un evinde bir temsilverilmiş, tekrar da edilecekmiş diyorlar, amabaşarı kazanırlarsa, kostümlerine dua etsinler;yoksakonuşmalarbakımından bizimkilernerede, onlar nerede! Şaka maka, ister misin vali

de duysun da kalkıp gelsin? Şehirde tiyatro yokki…” Kısacası, bayramda bütün mahpuslarınhayal gücü, hele birinci temsilin kazandığıbaşarıdan sonra, müthiş işliyordu: Ödüller mi,ceza süresinin azalması mı umulmadı… ama buhayallere kapılan mahpuslar da hemen gülmeye,kendileriyle neşeli neşeli alay etmeyebaşlıyorlardı. Yani aralarında kırkını devirenlerolmasına rağmen, hepsi birer çocuktu. Birprogram olmadığı halde, temsilin ana hatlarını,oyunun neden ibaret olduğunu biliyordum.Birinci piyes:İki Rakip: Filatka ile Miroşkaidi.Bakluşin temsilden daha bir hafta önce,üstlendiği Filatka rolünü “Sankt-Petersburg”tiyatrosunda bile görülmemiş bir başarıylaoynayacağını söyleyerek karşımdaböbürleniyordu. Koğuştan koğuşa gezerek,utanıp sıkılmadan, ama aynı zamanda tümiçtenliğiyle kendi kendini övüyor, arada bir,sanki temsil veriliyormuş gibi, rolünden birşeyler yumurtlayıveriyordu. Söyledikleri komikolsa da, olmasa da ağzını her açışındaçevresindekiler kahkahayı basıyordu. Şunu da

itiraf etmeli ki, mahpuslar burada bile ağırduruşlarını bozmamışlar, vakarlarınıkaybetmemişlerdi: Gerek Bakluşin’in hallerini,gerekse verilecek temsillerin konularınıhayranlıkla karşılayanlar, yalnız kendine hâkimolmasını bilmeyen genç, toy mahpuslarla, artıkmevkileri, nüfuzları sağlamlaşmış olduğundan,nasıl olursa olsun tüm duygularını (hapishanedeayıp da sayılsa) açığa vurmaktan çekinmeyenkodamanlardı. Ötekilerse her türlü söylentikarşısında ilgisiz kalır, fikir belirtmez,eleştirmemelerine, itiraz etmemelerine rağmen,tüm güçleriyle tiyatro söylentilerinden uzakdurmaya çabalar, hatta küçümserlerdi. Ancakson zamanda, temsil gününde: “Ne olacak?Bizimkiler ne yapıyorlar? Mevki komutanındanne haber?” diye hepsi meraka düştüler. Bakluşinbeni aktörlerin hepsinin çok doğru seçildiğine,“rollerine oturduklarına” inandırmayaçalışıyordu. Hatta perde bile kurulmuştu.Filatka’nın nişanlısı rolünü Sirotkin oynayacaktı.“Kadın kılığında pek enfes oluyor;göreceksiniz!” diyor, gözünü kırparak dilini

şaklatıyordu. Yardımsever bayan pomeşçik35farbalalı bir entarisiyle pelerini, elinde birşemsiyesi olacak; yardımsever bay pomeşçik desahneye subay kılığında kordonlu, bastonluçıkacaktı. Bundan sonra, bir dram olan ikincipiyes geliyordu:Pisboğaz Kedril.Piyesin adıepey ilgimi çekmişti, ama bütün soruşturmamarağmen, önceden bir şey öğrenemedim. Ancakbu piyesin bir kitaptan alınmayıp şehrindolayında oturan bir emekli çavuştansağlandığını öğrenebilmiştim; belki de vaktiylebir asker tiyatrosunda oynanırken adamcağızınaklında kalmıştı. Gerçekten bizde, uzak şehir veeyaletlerde öyle tiyatro eserleri vardır ki, hiçbiryerde basılmadıkları için çok kimse bunlarıbilmez; kendiliğinden çıkıvermiş gibi görünenbu piyesler, Rusya’nın belli bölgelerindekiulusal tiyatro repertuarının demirbaşıolmuşlardır. Bu arada, “ulusal tiyatro” dedim deaklıma geldi. Herhangi bir araştırmacımız, hiç deyabana atılmayacak önemdeki ulusal tiyatromuzüzerinde daha geniş, yeni incelemeler yapsaydı,çok hem de pek çok yararlı olurdu. Sonraları

hapishanemizin tiyatrosunda seyrettiğim tuluatınyalnızca bizim mahpusların eseri olduğuna birtürlü inanamadım. Bunlar ağızdan ağza geçmişbirtakım tekerlemeler, eski kuşağın yenisinebıraktığı gülünç konular, hoş buluşlar olmalıydı.Bütün bu zekâ oyunlarını askerler, fabrikaişçileri arasında, fabrika şehirlerinde, hatta bazıufak, bilinmeyen köşelerin aşağı tabaka halkındaaramak gerek. Ağızdan ağza geçerek yaşayaneserler, köylerde, eyalet şehirlerinde, büyükpomeşçiklerin köleleri arasında kalmıştı. Hattabana kalırsa, kitabı olmayıp yalnızca kopyalarıdolaşan eski piyeslerin çoğu, Rusya’dakipomeşçiklerin uşaklarının elinden çıkmıştır. Eskizamanın pomeşçikleri ve Moskova ilerigelenlerinin, aktörleri köleler olan ayrı tiyatrolarıvardı. Eserleri şimdiki ulusal tiyatroçalışmalarımızın başlangıcı sayılabilecek butiyatroların derin etkileri bugün bile görülür.Pisboğaz Kedrilpiyesine gelince, bütün isteğimerağmen, konusu üzerine öncedenöğrenebildiğim tek şey sadece sahneye gelenşeytanların Kedril’i cehenneme götürmeleri

olmuştu. Ama Kedril’in ne demek olduğunu, birisimse, niçin Kiril değil de Kedril şeklindesöylendiğini, olayın Rusya’da mı, yoksa yabancıbir yerde mi geçtiğini bir türlü öğrenememiştim.En sonda da, “müzikli bir pantomim”ingösterileceği ilan ediliyordu. Tabii bütün bunlarpek ilgi çekici şeylerdi. Aktörler on beş kişikadardı. Hepsi ateş gibi, açıkgöz çocuklardı.Kendi kendilerine çalışıyor, provalar yapıyor,ara sıra gizli gizli koğuşların arkasındatoplanıyorlardı. Kısacası, hepimizi görülmemişve beklenilmedik şeylerle şaşırtmak istiyorlardı.35Çarlık Rusyasında genellikle soylu topraksahibi. (Rd.n.)Genellikle hapishane kapıları akşam olurolmaz kapanırdı. Noel yüzünden bir istisnayaptılar: Kapılar akşam trampetine kadar açıkkaldı. Aslında bu iltimas tiyatro için yapılmıştı.Bayram süresince her akşamüzeri nöbetçisubaya gidiliyor, temsil için izin isteniyor vehapishanenin çok erken kapatılmamasıdileniyordu. Bir gün önceki temsil verilirken

kapıların geç vakte kadar kapatılmadığını, hiçbirkarışıklık da çıkmadığını ayrıca ekliyorlardı.Nöbetçi subay şöyle düşünüyordu: “Evet, dünhiçbir karışıklık olmamıştı. Bugün de böyle birşeyin olmayacağına mahpuslar güvenceveriyorlar; yani mahkûmlar birbirlerinikollayacaklarına göre elde sağlam bir güvencevardır. Hem de temsile izin verilmezse, kürekmahkûmlarının huyu bilinmez ki… Bakarsın,inat olsun diye, bir sürü zararlı şey yaparlar,hatta nöbetçileri aldatırlar. Bundan başka, nöbetbeklemek de hayli sıkıcıdır; tiyatro da askertiyatrosu değil, hapishane tiyatrosu olduğunagöre ilgi çekicidir. Hem de mahpuslar ilginçinsanlardır, izlemesi eğlenceli olur. Temsiliseyretmek de nöbetçi subayın hakkıdır.”Nöbetçi subayları denetleyen subay gelip de,“Nöbetçi subay nerede?” diye soracak olsa,karşılık kısa, mazeret hazırdı: “Hapishaneye,mahpusları sayıp kapıları kapattırmaya gitti.”Böylelikle nöbetçi subaylar, Noel bayramısüresince temsilin oynanmasına izin verdiler;kapıları da akşam trampetine kadar

kapattırmadılar. Mahpuslar, nöbetçi subaylarınbir aksilik çıkarmayacağını zaten biliyor, bununiçin hiç meraklanmıyorlardı.Saat yediye doğru Petrov beni almaya geldi,temsile birlikte gittik. Çernigovlu Staroverler vePolonyalılar haricinde koğuşumuzdaki herkestemsile gidiyordu. Polonyalılar ancak ocakayının dördündeki son temsile gitmeye kararvermişlerdi; o da tiyatronun çok iyi, neşeli,tehlikesiz olduğuna epey teminat aldıktan sonra.Mahpuslar, Polonyalıların bu tiksinir gibihallerine hiç gücenmiyordu; 4 Ocak’ta onlarıbüyük bir incelikle kabul ettiler. Hatta en iyiyerlere oturttular. Çerkezlere, hele İsay Fomiç’egelince, bunlar için tiyatro gerçek bir zevkkaynağı oldu. Her seferinde giriş için üçer kapikveren İsay Fomiç, son temsilde tabağa on kapikkoymuştu; yüz ifadesinden mest olduğuanlaşılıyordu. Aktörler, seyircilerden herkesinverebileceği kadar para toplamaya kararverdiler. Bunu tiyatro masrafını kapatıpkalanıyla da biraz kafayı çekmek içinyapıyorlardı. Petrov’un iddiasına göre, beni hem

herkesten zengin olduğum için fazla paravereceğimden, hem de herkesten iyianlayacağım için, tiyatro ne kadar dolu olursaolsun, ilk sıralardan birine oturtacaklardı. Dediğigibi de oldu. Ama her şeyden önce salon vetiyatronun şeklini anlatayım.Sahnenin kurulduğu koğuş on beş adımboyundaydı. Avludan merdiven başına,merdiven başından maltaya, maltadan da koğuşagirilirdi. Önce de söylediğim gibi, bu uzunkoğuşun düzeni başka türlüydü: Ranzaları duvarboyunca uzanıyor, odanın ortası boş kalıyordu.Odanın merdiven başındaki giriş bölümüneyakın olan yarısı seyircilere ayrılmıştı. Bukoğuşla buna bağlı başka bir koğuş arasındageçit gibi bir kısım da sahneyi meydanagetiriyordu. Beni çok şaşırtan, sahnenin perdesiolmasıydı. Bu perde, koğuşun enince, on adımgenişliğindeydi. Bu durum için perdeyi bir lükssaydığımdan, hayret etmemek elimden gelmedi.Üstelik de üzerinde yağlıboya resimler vardı:ağaç, kameriye, havuz, yıldız figürleri. Perde,eski, yeni bez parçalarından yapılmıştı; eski

ayak sargıları, gömlekler, kim ne verdiysegelişigüzel eklenerek tek bir parça halindedikilmiş, yetmeyen kısım da kalem odalarındandilenilen üzerleri yazılı kâğıt parçalarıylatamamlanmıştı. Ressamlarımız, baştahapishanemizin “Brüllov”u A. olmak üzere,ellerinden gelen çabayı esirgememiş, perdeyegüzel resimler çizmiş ve boyamışlardı. Herkesinparmağı ağzında kaldı. Bu görkem en yüzügülmez, en titiz mahpusları bile sevindirdi; sıratemsile gelince, onlar da hep birden, en ateşli, ensabırsız olanlar kadar çocuklaşıverdiler. Hepsihem gururlanıyor, hem de son derecememnunluk duyuyorlardı. Aydınlatma aracıbirkaç parçaya bölünmüş bir iki içyağımumundan ibaretti. Perdenin karşısındamutfaktan getirilen iki sıra bankın önünde deçavuşlar odasından alınmış üç dört sandalyeduruyordu. Sandalyeler, subaylar gibi yüksekkonuklar içindi. Sıralar da kazara hapishaneyeuğrayan çavuşlar, istihkam yazıcıları, kılavuzlarve rütbesiz amirlerimiz için ayrılmıştı. Gerçektende bayram süresince dışarıdan gelen seyirciler

eksik olmadı; bazı akşam daha çok, bazı akşamdaha azdılar, ama son temsilde bir tek boş yerkalmamıştı. Arkada, sıraların gerisinde demahpuslar duruyorlardı. Konuklara saygıbelirtisi olarak başları acıktı; sıcak ve boğucuhavaya rağmen, üstlerinde hırkaları ya dagocukları vardı. Şüphesiz, mahpuslara ayrılanyer çok azdı. Hele arka sıralarda, kelimenin tamanlamıyla üst üste, balık istifi oturuluyordu;ranzalar ve kulisler de tamamıyla doluydu. Bazıtiyatro amatörleri sahnenin arkasına, ötekikoğuşa geçmiş, temsili oradan, arka kulislerdenseyrediyordu. Koğuşun giriş bölümünde, tabiisayılamayacak ölçüde, geçen gün hamamdagördüğüm kadar, mahşeri bir sıkışıklık vardı.Maltaya giden kapı açıktı; burası da sıfırınaltında yirmi derecelik soğuğa rağmen hıncahınç dolmuştu. Bize, Petrov’la bana derhal önde,hemen sıraların arkasında bir yer açtılar.Buradan, arka sıralara göre, çok daha iyi görmekmümkündü. Beni vaktiyle bundan dahamükemmel tiyatrolara gitmiş, bu işten anlayanve değerlendirmesini bilen bir adam sayıyorlardı

ve Bakluşin’in temsilin hazırlanması sırasındabana akıl danışıp saygı gösterdiğini degörmüşlerdi; şu halde şimdi başköşedebulunmam gerekti. Mahpusların çoğuolağanüstü fiyakacı ve züppe adamlardı, amabütün bunlar yapmacıktı. İşlerde fena biryardımcı olduğumu görünce benimle alayediyorlardı. Almazov, kireçtaşı yakmaktakiüstün bilgisi yüzünden biz soyluları aşağıgörerek karşımızda kurumlanıyordu. Ama bizekarşı bu küçümseme ve aşağılama doludavranışlarda başka bir duygu da egemendi:Bizler ne olsa soyluyduk, yani onların aslaiyilikle anamayacakları efendileriyle aynı sınıfamensuptuk. Şimdiyse tiyatroda bana yerveriyorlardı. Bu konuda onlardan daha iyiyargıya varabileceğimi, onlardan daha genişgörüş ve bilgi sahibi olduğumukabulleniyorlardı. Beni en az sevenleri bile (kibunları iyice tanıyordum) tiyatrolarını takdiretmemi istiyordu ve bu sefer beniküçümsemeyerek en iyi yeri bana ayırmışlardı.Şimdi oturup o günkü izlenimlerimi

hatırlıyorum. Bütün mahpuslar, kendilerini gayetdoğru olarak alçalmış değil –bunu gayet iyihatırlıyorum– vakarlı hissediyorlardı.Milletimizin en soylu, en belirgin, en gözeçarpan özelliği, doğruluk duygusuna sahipolması, bunu daima istemesidir. Her yerde,herne pahasına olursa olsun, layık olup olmadığınıdüşünmeden, ille önde bulunma isteği,horozlanma huyu yoktur halkımızda. Dıştabulunan, sonradan ortaya çıkmış kabuk kısmınıkaldırıp da özü yakından ve tamamıyla objektifolarak inceleyecek olursak, halkta hiçummadığımız birtakım şeylerle karşılaşırız.Bilginlerimizin halka çok bilgi verebilmesineimkân yoktur. Hatta kesin olarak söyleyebilirimki, aksine onlar birçok konuyu halktanöğrenmelidir.Petrov, henüz tiyatroya gitmeyehazırlandığımız sırada saflıkla, herkesten fazlapara vereceğim için, beni en önde oturtacaklarınısöylemişti. Belirli bir giriş ücreti yoktu: Herkesne verebilirse, gönlünden ne koparsa onuverecekti. Tabakla para toplamaya çıkıldığı

vakit, aşağı yukarı herkes yarım kapik de olsabir şey koymuştu. Beni en öne oturtmalarının birnedeni de diğerlerinden daha fazla paravereceğimi düşünmeleri olsa bile bu ağırbaşlı,soylu bir davranış olurdu! “Mademki sen bizdendaha paralısın, mademki burada aramızda hiçbirfark bulunmadığı halde sen bizden daha çokpara verebileceksin, o halde tabii ki, en iyi yerdeoturmaya hakkın var; yine tabiidir ki, senin gibibir konuk, aktörler için bizden çok dahamakbuldür… Bizi buraya, vereceğimiz parayıdüşünerek değil, hatır için aldılar; bu sebeptenyerimizi biliyoruz.” düşüncesinde gerçek, yücebir gurur vardır! Burada paraya değil, insanasaygı vardır. Zaten hapishanede paraya,zenginliğe pek fazla rağbet yoktu. Hele tek tekdeğil, toplu olarak bütün mahpuslar göz önünealınırsa. Hatta tek tek ele alındığında bile, parayüzünden ciddi olarak küçülen tek bir kişihatırlamıyorum. Gerçi birçokları doğrudandoğruya bana el açmış, epeyce paramıçekmişlerdi. Ama bu davranışta gerçekanlamıyla bir dilencilikten çok yaramazlık,

kurnazlık, mizah, saflık hâkimdi. Demekistediğimi anlatabildim mi bilmem… Lakintiyatromuzu unuttum. Konuya döneyim.Perde kalkıncaya kadar odada garip, hareketlibir manzara vardı. Birbirine girmiş, ezilmiş,sıkıştırılmış, sabırla ve yüzlerinde büyük birheyecanla oyunun başlamasını bekleyen birseyirci kalabalığı… Arka sıralarda birbirininsırtına çıkanlar bile vardı. Çoğu mutfaktanyakaladıkları bir kütüğü getirmiş, duvarın yanınagüç bela yerleştirerek üstüne çıkmıştı;öndekilerin omuzlarına dayanarak dengesağlıyorlardı ve yerlerinden, hallerinden öylememnun görünüyorlardı ki, iki saat bu durumakatlanmaya hazırdılar. Bir bölümü de sobanın altbasamağına basmış, ötekiler gibi önlerindeduranlara dayanarak duruyorlardı. Bunlar enarka sıralarda, duvarın dibinde bulunanlardı.Yanda, çalgıcılara açılmış yerin üstünde yoğunbir kalabalık ranzalara çıkmıştı. Yerleri oldukçarahat görünüyordu. Beş kişi ocağın üstünetırmanıp yüzüstü uzanmış, yukarıdan aşağıbakıyordu. Ne keyif ama! Karşıki duvardaki

pencerelerin geniş çıkıntılarında, geç kalmış yada iyi yer bulamamış bir seyirci kalabalığı vardı.Bütün mahpuslar uslu, ağırbaşlı duruyorlardı.Hepsi beylere, konuklara en iyi şekildegörünmek istiyorlardı. Yüzlerinde saf birbekleyiş ifadesi vardı. Sıcaktan ve havasızlıktankızarmış yüzlerinden ter boşanıyordu. Derinkırışıklıklarla buruşmuş, damgalı alın veyanaklarda, bazen aksi, bazen de korkunç biryalım parıldayan gözlerde o sevinci, o temizçocuk neşesini görmek ne kadar hoş! Hepsininbaşları acıktı ve bulunduğum köşeden çevreadeta tıraşlı kafa tarlası gibi görünüyordu. Hah,işte sahneden birtakım gürültüler, telaşlıhareketler duyuluyor. Neredeyse perdekalkacak. Orkestra çalmaya başladı… Buorkestra da anmaya değer. Orkestra yan tarafta,ranzalarda oturan sekiz çalgıcıdan ibaretti: İkikeman (bir tanesi hapishanede vardı, ikincisinikaleden aldılar; sanatkâr da aramızdan bulundu),hepsi burada yapılmış üç balalayka, iki kitara,kontrbas yerine bir tef. Kemanlardan yalnızcabir cızırdama ya da gıcırtı çıkıyordu; kitaralar

berbattı, ama balalaykalar olağanüstüydü.Tellerin üstünde parmakların uçarcasına hareketiadeta bir sihirbaz marifetiydi. Hep oyun havalarıçalıyorlardı. Çalanlar, havanın en oynakyerlerinde parmaklarıyla balalaykalarıntahtalarına vuruyorlardı. Ton, zevk, çalış tarzı,aleti kullanmaları, havaların çalınışındakikarakter, bunların hepsi orijinal, hapishaneyeözgü şeylerdi. Kitara çalanlardan birinin yamanbir usta olduğu belliydi. Bu adam, babasınıöldüren soyluydu. Tefe gelince, o da ayrı birâlemdi: Çalan, kâh parmağının ucundadöndürerek, kâh başparmağını tefin derisiniçizercesine üstünde gezdirerek öyle ustalıklargösteriyordu ki… Arada bir çınlayan, bir örnekdarbeler duyuluyor, çaldığı hava çok kuvvetli,açık çıkıyordu. Sesler, sanki bir avuç nohutserpilmiş gibi dağılıyor, yükseliyor, her birezgiyi oluşturan titreşimler ayrı ayrı seçiliyordu.Sonraları iki akordeon da geldi. Açıksöyleyeyim, o vakte kadar şu basit halkçalgılarıyla neler yapılabileceğini hiçbilmiyormuşum; seslerdeki ahenk, çalınan

parçanın ruhunu içten kavrayarak çalışinanılmazdı. En çok Rus içki âlemlerindeduyulan oyun havalarının gerçek niteliğini,yamanlığını ilk kez burada tam olarakanlayabilmiştim. Sonunda perde kalktı. Herkeskıpırdanıp ayak değiştirdi; arkadakiler parmakuçlarına basarak yükseldi, birisi de üzerindedurduğu kütükten düştü… Hepsi tek bir kişigibi, ağızlarını açıp gözlerini sahneyedikmişlerdi, ortalık derin bir sessizliğegömülmüştü… Temsil başlıyordu.Yanımda Ali, kardeşleri ve başka bir Çerkezgrubu vardı. Tiyatro onları o kadar sarmıştı ki,bundan sonra her akşam geldiler. BütünMüslümanların, Tatarların vs. böyle eğlencelerepek düşkün olduklarını defalarca gördüm.Onların yanındaki İsay Fomiç’se perdeninkalkmasıyla baştan aşağı kulak kesilmiş, olancasaflığıyla keyifli bir mucize bekler gibiydi.Umduğunu bulamasaydı, acırdım doğrusu.Ali’nin sevimli yüzünden öyle güzel, öyleçocukça bir sevinç taşıyordu ki, ben de onabaktıkça neşeleniyordum; temsil sırasında

aktörlerin her gülünç sözünde, her hoş sahnedekahkahalar başlarken, ben de elimde olmadanhemen Ali’ye dönüp yüzüne bakıyordum. Oysao beni görmüyordu bile; görecek durumdadeğildi! Solumda, bana yakın bir yerde yaşlı,daima asık suratlı, aksi, dırdır bir mahpusduruyordu. O da Ali’yi görmüştü; hatta birkaçdefa dudaklarında hafif bir gülümsemeyle dönüpona baktığını fark ettim. O kadar sevimliydi ki,bu çocuk! Adam nedense, ona “Aley Semyoniç”diyordu.Filatka ile Miroşkapiyesiyle başladılar.Filatka (Bakluşin) gerçekten olağanüstüydü.Rolünü o kadar kusursuz oynadı ki, şaşırmamakelde değildi. Her cümleye, her harekete önemverdiği belliydi. En önemsiz bir kelime ya dajesti bile, rolünün ruhuna kesinlikle aykırıdüşmeyen bir karakter taşıyordu. Bu gayretleriyanında yapmacık olmayan harikulade neşesi,sadelik ve içtenliğiyle Bakluşin’i siz de görseniz,onun doğuştan yetenekli büyük bir aktörolduğunu kabul ederdiniz.Filatka’yı birkaç kereMoskova ve Petersburg tiyatrolarındagörmüştüm ve kesin olarak söyleyebilirim ki,

Filatka’yı oynayan başkent aktörleri,Bakluşin’den daha kötüydüler. Rollerineoturmamışlardı. Tam bir mujik olmaktan çok,“peyzan”dılar.36Mujik görünmek içinkendilerini zorluyor gibiydiler. Bakluşin’i, herşey bir yana, rekabet duygusu da coşturuyordu:İkinci piyeste Kedril rolünü mahpusPotseykin’in oynayacağını herkes biliyordu;Potseykin’i nedense Bakluşin’den daha iyi, dahayetenekli görüyorlardı ve Bakluşin de bunaçocuk gibi üzülüyordu. Son günlerde kaç kerebana gelmiş, bu derdini açmıştı. Temsilden ikisaat önce, nöbet gelmiş gibi titriyordu. Seyircikalabalığından: “Aferin Bakluşin! Yamansınbe!” diye bağırdıklarında yüzü sevinçle parlıyor,bakışlarında gerçek bir mutluluk okunuyordu.Hele Miroşka’yla öpüşme sahnesinde Filatka’nınönce kendi ağzını silip ötekine, “Ağzını sil!”diye bağırması pek komik olmuştu. Herkeskahkahadan kırılıyordu. Fakat beni en çokilgilendiren seyircilerdi, hepsi tüm içtenlikleriyleeğleniyorlardı. Takdir haykırışları gittikçeartıyordu. Kimisi, kim olduğuna bakmadan,

yanındaki arkadaşını dürterek ona acele aceledüşüncelerini anlatıyor, kimi de gülünç bir sahnekarşısında birdenbire seyircilere dönerek hepsiniaceleyle süzüyor, sanki onları da gülmeyeçağırıyordu. Sonra takdirle elini sallayıp hemendoymaz bir merakla sahneye bakmaya devamediyordu. Bazıları da dillerini şaklatıpparmaklarını çıtlatıyor bir türlü yerlerinde rahatduramıyorlardı; ama daha fazla taşkınlığa, yerdeğiştirmeye de durumları elverişliolmadığından, sadece ayak değiştiriyorlardı.Piyesin sonuna doğru toplu neşe son kerteyevardı. Burada hiçbir şeyi büyütmüyorum. Öylebir hayat tasarlayınız ki, onda hapishaneden,prangadan, esaret ve puslu bir sonbaharhavasında boyuna çiseleyen yağmurdaki kadartekdüzelikten başka şey olmasın; bu hayatıyaşamaya mahkûm insanlara birdenbire, birsaatlik olsun, açılıp eğlenmek, karabasanlarınıunutmak için temsil verme iznini bağışladılar.Hem öyle bir temsil ki, bütün şehir parmaklarınıısırdı: “İşte mahpuslarımız, gördünüz mü!” Herşey ilgilerini çekiyordu: Mesela yıllardır her

allahın günü gördükleri Vanka Otpetiy’in,Netsvetayev’in ya da Bakluşin’in şimdikikılıkları. “İşte bildiğimiz bir mahpus,ayaklarında demirleri şangırdıyor. Gel gelelim,redingotla pelerini, başına geçirdiği yuvarlakşapkası ne de yakışmış, adeta bir sivil olmuş!Bıyık, hatta saç bile takmış. Kırmızı mendil,cebinden ne de hoş sarkıyor; yelpazeleniyor da,tıpkı bir bey gibi!” Hepsi bayılmıştı bu işe.Yardımsever mülk sahibi, yaver üniformasıgiymişti; gerçi üniforma oldukça eskiydi, amaapoletlerle kokartlı şapka olağanüstü bir etkibıraktı. Bu rolü oynamaya iki hevesli vardı. Herikisi de, ister inanın ister inanmayın, sırf bukordonlu subay kılığında görünmek için küçükçocuklar gibi, müthiş bir kavgaya tutuşmuşlardı!Öteki aktörler araya girdiler de rolüNetsvetayev’e vermeyi uygun gördüler, amarakibinden daha alımlı olduğu, bir beye dahaçok benzediği için değil, sahneye çıkıncabastonunu tam bir bey gibi ustaca bir züppeliklehavada sallayıp daireler çizdireceğine herkesiinandırdığı için; gerçek beyleri ömründe

görmemiş olan Vanka Otpetiy bunu dünyadabeceremezdi. Gerçekten, karısıyla birliktesahneye çıkan Netsvetayev, kim bilir neredenbulup buluşturduğu ince, kamış bir bastonuseyircilerin önünde işlek, çevik hareketlerleçevirip duruyordu; besbelli bunu, beyliği, şıklıkve en yüce soyluluğu gösteren bir davranışsanıyordu. Belki de daha çocukluğunda,yalınayak başı kabak, beylerin hizmetindekoşarken, güzel giyinmiş, bastonlu bir beygörmüş, bu beyin bastonunu ustaca kullanmasıonu büyülemiş, üzerinde silinmez bir izbırakmıştı. Şimdi bile, otuz yaşında olduğuhalde, bunu hatırlamış, hapishane halkını mestetmek için bundan faydalanmıştı. Netsvetayevbu role o kadar kendini vermişti ki, hiçbir yere,hiç kimseye bakmıyor, gözlerini kaldırmadankonuşuyordu. Yalnızca bakışlarıyla bastonunundaireler çizen ucunu gözden kaçırmamayaçalışıyordu. Mülk sahibinin sayın bayanı da ayrıbir âlemdi: Sırtında elbiseden çok paçavrayabenzeyen muslin bir entari vardı; kolları, gerdanıaçıktı. Yüzü dehşetli boyanmış, her yanı allık

içindeydi. Başında, çenesinin altındadüğümlenmiş, patiskadan bir gece başlığı vardı.Bir elinde şemsiye, öbüründe de Çin işi biryelpaze tutuyor, bunu boyuna sallıyordu. Bayansahneye çıkar çıkmaz bir kahkaha tufanı koptu;zaten kendisi de dayanamayıp birkaç keregülmüştü. Hanımefendi rolünü mahpus İvanovoynuyordu. Genç kız kılığına girmiş olanSirotkin de pek enfesti. Kantolar oldukça iyisöylendi. Sözün kısası piyes herkesi memnunetmişti. Eleştiri yoktu, olamazdı da.36Köylü anlamına gelen Fransızca “paysan”kelimesinden. (Rd.n.)“Hey kapılar, kapılar” şarkısı açılış müziğiolarak bir kere daha çalındı ve perde yenidenaçıldı.Kedrilbaşlıyordu.Kedril,Don Juan’abenzeyen bir piyesti; oyunun sonunda şeytanlarbeyi de, uşağını da cehenneme sürüklüyorlardı.Bir perdelik oyun, başı sonu olan bir oyununsadece kopuk bir parçasıydı anlaşılan. Zerrecebağlılık, anlam diye bir şey yoktu zira. OlayRusya’nın ücra köylerinden birinde, bir handa

geçiyordu. Hancı, sırtında kaput, kafasındayamru yumru, yuvarlak bir şapka olan bir beyeoda göstermektedir. Arkalarından elinde bavul,mavi kâğıda sarılı bir tavuk taşıyan uşak Kedrilgeliyor. Kedril bir gocuk, bir uşak kasketigiymişti. Piyesteki pisboğaz odur. Bu rolüBakluşin’in rakibi, mahpus Potseykinoynuyordu; bey rolünü de birinci piyesteki mülksahibinin karısı İvanov üzerine almıştı. HancıNetsvetayev, odada şeytanlar olduğunu, uyanıkdavranmalarını söyleyip çıkıyor. Asık suratlıbey, bunu zaten bildiğini mırıldanarak Kedril’eeşyalarını açıp yemeğini hazırlamasınıemrediyor. Kedril, yalnız pisboğaz değil,korkaktır da. Şeytan lafını duyunca sararıyor,güz yaprağı gibi titremeye başlıyor. Kaçacakama, beyden de ödü patlıyor. Üstelik karnı daaç. Bu obur budala, kendine göre kurnazdır da;efendisinden pek korkar, ama onu adım başındaatlatmaya kalkışır. Kedril, olağanüstü bir uşaktipidir; Leporello’yla arasında uzaktan benzerlikvardır, ama Kedril efendisine gerçekten bağlıdır.Potseykin gerçekten çok yetenekli, kanımca

Bakluşin’den de üstün bir aktördü. Tabii benertesi gün Bakluşin’le karşılaştığım zaman, onuüzmemek için bu düşüncemden söz etmemiştim.Bey rolündeki oyuncu da fena değildi. Ağzındançıkan lafların hepsi saçma sapan olmasınarağmen, iyi konuşması ve serbest hareketleriyleilgi çekiyordu. Kedril, bavullarla uğraşırken,beyi odada düşünceli düşünceli dolaşmaktadır.Nihayet yüksek sesle, bu geceyleyolculuklarının son bulmuş olduğunu bildiriyor.Kedril, bir yandan kulak kabartıp birtakımmimiklerle merak içinde efendisini dinlerken,öte yandan kendi kendine söylenmekte, hersözüyle de seyircileri güldürmektedir. Efendisineacımıyor, ama şeytan lafını bir kere duymuşturve aslını merak ediyor. Beyine soruyor, bey deona başı darda olduğu bir sırada cehennemegittiğini, şeytanlardan yardım gördüğünü,onlarla arasındaki anlaşmaya göre bugün canınıalmaya geleceklerini anlatıyor. Kedril’inkorkudan dizleri titremeye başlıyor. Amaefendisi, soğukkanlılığı elden bırakmadanyemeğini hazırlamasını emrediyor. Yemek lafını

duyan Kedril, yeniden canlanıyor, tavukla şarabıçıkarıyor; sofrayı hazırlarken arada bir tavuktankoparıp ağzına atıyor. Buna seyirciler pek güldü.Birdenbire kapılar oynuyor, rüzgâr panjurlarısarsıyor; zangır zangır titreyen Kedril deaceleyle ne yaptığını bilmeden, koca bir etparçasını ağzına sokuyor, bir türlü yutamadanoraya buraya koşuyor. Yine her yandankahkahalar. Odada dolaşan beyi, “Nasıl,hazırlandın mı?” diye sesleniyor. Kedril,“Hazırlıyorum efendim… şimdi hazır olacakefendim.” diyor ve masanın başına oturarakkaygısızca efendisinin yemeklerini atıştırmayabaşlıyor. Seyirciler, uşağın açgözlülüğüylekurnazlığını, beyin de ortada aptal gibidolaşmasını pek beğeniyorlar. Doğrusunusöylemek gerekirse, Potseykin övülmeyedeğerdi. “Şimdi hazır olacak efendim.” sözlerinine de güzel söyledi. Kedril sofra başında hırsla,acele acele atıştırmaya devam etmektedir.Efendisinin kendine doğru her yanaşmasındatavuğu yakaladığı gibi, masanın altına giriyor.Sonunda açlığını bir parça giderdikten sonra,

efendisini hatırlıyor. Öteki, “Kedril, haniyemeğim?” diye bağırıyor. Efendisine yiyecekbir şey kalmadığını ancak fark eden Kedril hiçsıkılmadan: “Hazır efendim!” diye karşılıkveriyor. Tabaktaysa yalnızca bir but kalmıştır.Üzgün, düşünceli olan bey, dalgın dalgınsofraya oturuyor, Kedril de peçete elinde,sandalyesinin arkasına geçiyor. Seyircileredönerek başıyla avanak efendisini gösteriyor;her sözü, her hareketi, her mimiği ardıkesilmeyen kahkahalarla karşılanıyor. Ama bey,daha ağzına ilk lokmayı koyar koymazbirdenbire şeytanlar ortaya çıkıveriyorlar.Bundan sonra da pek bir şey anlaşılmıyor.Şeytanların gelişi de pek anlamsız, pek acayipoluyor: Önce yan kulisten açılan bir kapıdanbeyazlı bir şey görünüyor, kafasının yerindeiçinde mum yanan bir fener var; başında fenerolan ikinci hayalet de elinde bir orak tutuyor.Fener ne oluyor, orağın anlamı nedir, niçin buşeytanlar beyazlara bürünmüşler? Bunu kimseanlayamıyor. Herhalde böyle olması gerekiyordiye, bunun üstünde duran da yok. Yiğitliğe hiç

toz kondurmayan bey, bağırarak şeytanlara hazırolduğunu, onu alabileceklerini söylüyor. FakatKedril, tavşan gibi korkarak hemen masanınaltına dalıveriyor; bütün korkusuna rağmensaklanırken, masanın üstündeki şarap şişesinikapmayı da unutmuyor. Şeytanlar birdakikalığına kayboluyorlar; Kedril masanınaltından çıkıyor, bey de yine sofraya oturuyor,ama tavuğa elini uzatır uzatmaz, üç şeytanyeniden odaya dalıp arkadan beyin üstüneçullanıyor ve onu cehenneme götürüyorlar. Bey,“Kedril! Kurtar beni!” diye bağırıyor. AmaKedril bambaşka bir işe dalmıştır. Bu kezmasanın altına saklanırken, yalnız şarap şişesinideğil, tabakla ekmeği de beraberinde indirmiştir.İşte artık tek başına kaldı; ne şeytanlar, ne debey var. Masanın altından çıkıyor, çevresinebakınıp sırıtıyor, kurnaz bir edayla göz kırparakefendisinin yerine oturuyor ve seyircilere bir başişareti yapıp fısıltıyla:— Eh, artık bey mey kalmadı, şimdi tekbaşımayım! diyor.

Kedril’in durumu herkesi güldürmektedir;yine fısıldayarak seyircilere bir sır açıyormuşgibi, sevincinden durmadan göz kırparakekliyor:— Şeytanlar aldı bizim beyi!..Seyircilerin hayranlığı sonsuz! Ama Kedril deefendisini şeytanların aldığını öyle maskaraca birkurnazlıkla, öyle alaycı, muzaffer bir mimiklesöylemişti ki, gerçekten alkışlamamak mümkündeğildi. Ama Kedril’in keyfi uzun sürmüyor.Tam şişeyi açıp içmeye hazırlanırken,parmaklarının ucuna basarak içeriye girenşeytanlar, biri bir yandan, öteki öbür yandanKedril’i yaka paça ediveriyorlar. Kedril, avazıçıktığı kadar bağırıyor, korkudan dönüpşeytanlara bakamıyor. Bir türlü de kendinisavunamıyor, çünkü elinde bırakmayakıyamadığı şişesiyle kadehi var. Dehşet içinde,ağzı açık, gözleri yuvalarından fırlamış, birkaçsaniye seyircilere bakıyor. Ürkek, korkakbakışlarıyla Kedril’in görünümü bir ressamtarafından tablosu yapılmaya değecek kadar

komikti. Sonunda onu da kucaklayıpgötürüyorlar; Kedril ayrılamadığı şişesiyle,boyuna debelenerek, bar bar bağırıyor. Sonundahaykırışları kulis arkasından uzaklaşıyor, perdeiniyor. Seyirciler neşe içinde gülmektenkatılıyorlar… Orkestra hemen“Kamarinskaya”yı37çalmaya başladı. Pesperdeden başladılar, ama sesler gitgide yükseldi,tempo hızlandı; balalayka tahtalarına kabadayıcavuruşlar duyulmaya başladı… Bu, bütüngörkemiyle, tam bir “Kamarinskaya”ydı veGlinka38, bunu hapishanemizde duyabilseydi,herhalde harika olurdu. Müzikli pantomimbaşlıyordu. Pantomim süresince durmadan“Kamarinskaya” çalındı. Dekor, bir köy evininiçi. Sahnede değirmenciyle karısı. Değirmencibir köşede atının koşumlarını tamir ediyor, karısıda öte yanda çıkrığında iplik eğiriyor. KadınıSirotkin, değirmenciyi de Netsvetayevoynuyordu.37Belirli bir kuralı olmayıp istenildiği gibioynanabilen bir Rus halk oyunu ve havası.

38Glinka, Rus halk ezgilerinden esinlenmiş,birçok eser ve opera yazmış bir besteci.Dekor yönünden çok fakir olduğumuza dabelirteyim. Hem bunda, hem bundan öncekipiyeslerde birçok şey gözle görünmüyor, ancaktasarlanıyordu. Arka duvar yerine bir halı ya daörtü gerilmişti; yanda tahtadan, kötü birparavana duruyordu. Sol yanımız örtülüolmadığından, buradan ranzalar görünüyordu.Ama seyircilerimiz titiz değildi ve sahnedekidekoru hayalleri yardımıyla tamamlamayarazıydılar; hele mahkûmlar bu bakımdan sonderece yetenekliydiler: “Şuna bahçe denilmişsebahçedir; odaysa oda, köy eviyse köy evi diyekabul etmek gerek, ötesi yok bu işin.” Sirotkin’egenç kadın kılığı pek yakışmıştı. Seyircilerarasında tek tük iltifatlar bile duyuluyordu.Değirmenci işini bitirdikten sonra şapkasıylakırbacını alıyor, karısının yanına geliyor. Evdeolmadığı sırada içeriye birisini alacak olursa,hakkında hayırlı olmayacağını işaretle anlatıyor,kırbacını gösteriyor. Karısı başını sallayarak

dinliyor. Zaten bu kırbaç ona hiç de yabancıdeğildir: Çünkü kocasını aldatan bir kadın.Kocası gidiyor. Kadın da arkasından yakasilkiyor. Birdenbire kapı çalınıyor, içeriyesakallı, kaftan giymiş bir herif olan komşularıdeğirmenci giriyor. Elinde kadına hediye olarakgetirdiği kırmızı bir çevre vardır. Kadınkıkırdıyor, ama tam komşu ona sarılmak isterkenkapı tekrar çalınıyor. Nereye kaçmalı? Kadın,konuğunu aceleyle masanın altına sokup kendiside yine çıkrığın başına koşuyor. Bu sefer gelen,kadının ikinci sevgilisi: Asker üniformalı biryazıcı. Bu dakikaya kadar pantomim hiçkusursuz yürüyordu. Hareketler hatasız, yerliyerindeydi. Bu devşirme aktörlere karşı insanınhayranlık duymaması mümkün değildi, hattaakla Rusya’da nice cevherlerin, değerlerin böylehapishane köşelerinde, eziyet içinde yok olupgittiği düşüncesi geliyordu. Yalnız, yazıcırolündeki mahpus vaktiyle ya bir taşratiyatrosunda oynamış ya da bir ev temsilinde rolalmış galiba; aktörlerimizin hiçbirinin bir şeydenanlamadıkları kanısında olduğu, sahnede doğru

dürüst yürümeyi bile bilmediklerine inandığıbelliydi. Eski tiyatrolardaki klasik piyeskahramanları gibi uzun adımlarla yürüyordu: Birayağına basarken öbürünü havada tutuyor, birsüre öyle kaldıktan sonra gövdesiyle başınıarkaya atarak çevresini azametli bir bakışlasüzüp ancak bundan sonra ikinci adımı atıyordu.Böyle bir yürüyüş, klasik eserlerinkahramanlarında bile gülünçken, bir askeriyazıcıda, hele komik bir sahnede büsbütünçekilmez oluyordu. Lakin seyircilerimiz, bununböyle yapılması gerektiğini varsayıp uzunbacaklı adımlarını tenkide kalkışmadı. Yazıcısahnenin ortasına varır varmaz kapı bir keredaha vuruldu, kadın yine telaşa düştü. Yazıcıyınereye saklayacaktı? Gözüne, açık duran sandıkilişiveriyor. Yazıcıyı da bu sandığa saklayarakkapağını örtüyor. Kadına tutkun bir konuk dahagelmiştir, ama bu seferki bambaşka bir adam:Bir Brahman, hem de Brahman kıyafetinde.Seyirciler arasında yeniden kahkahalar kopuyor.Brahmanı, hem de gayet güzel şekilde mahpusKoşkin oynamaktadır. Zaten kendisi de

Brahmana benziyordu. Hareketleriyle aşkınınkuvvetini anlatmaya çalışıyor, ellerini göğekaldırıyor, göğsüne, kalbine bastırıyor. AmaBrahmanın en ateşli anında kapıya şiddetli biryumruk indirildiği duyuluyor. Vuruşundan,gelenin ev sahibi olduğu bellidir. Dehşetlikorkan kadının aklı başından gidiyor, Brahmanda sağa sola koşup kadına onu bir yeresaklaması için yalvarıyor. O da Brahmanıçabucak dolabın arkasına tıkıyor. Sonra kapıyıaçmayı bile unutarak korku, telaş içinde işinedönüyor; elinde iplik olmadığı halde, sanki ipeğirmekle uğraşıyor, çıkrığının yere düşmesinerağmen, sanki hâlâ tekerleği dönüyor. Sirotkin,kadının duyduğu korkuyu gayet iyi, büyük birbaşarıyla belirtti. Birdenbire ev sahibi kapıyıtekmeyle açıyor, kırbaç elinde karısının karşısınadikiliyor. Olanı biteni gözetlemiş olduğu için,ona parmaklarıyla odada üç kişinin saklandığınıişaret ediyor. Sonra bunları aramaya başlıyor.İlkin komşu değirmenciyi bulup, tekmeleyetekmeleye dışarı atıyor. Korkudan ödü patlamışolan yazıcıysa kaçmak üzere sandığın kapağını


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook