Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-22 15:16:26

Description: Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Search

Read the Text Version

Fyodor MihailoviçDostoyevskiÖLÜLER EVİNDEN ANILAR

BİRİNCİ BÖLÜMGirişSibirya’nın ücra köşelerinde, stepler, dağlar,geçit vermez ormanlar arasında, bin, en çoğu ikibin nüfuslu, fakir, evleri ahşap, iki kilisesi olan –biri kasaba içinde diğeri mezarlıkta–, şehirdenziyade Moskova dolayındaki güzel köyleriandıran tek tük kasabalara rastlanır. Birçoğundaemniyet müdürleri, yargıçlar ve memur nüfusuoldukça kabarıktır. İklim soğuk olmakla beraber,Sibirya’da memurluk hayatına genellikle kolayısınılır. Basit, tutucu bir halkı vardır; kurallareski, sağlamdır ve asırlar boyunca handiysekutsallık kazanmıştır. Memurlar haklı olarakkendilerini Sibirya eşrafı sayarlar; bunlarınbazıları yerli ve kökleşmiş Sibiryalılardır,bazıları da Rusya’dan, hatta birçoğu büyükşehirlerden gelmişlerdir. Bunlar, atandıkları işlepek ilgisi olmayan aylıklara, iki kat harcıraha ve

istikbal için parlak ümitlere kapılarak gelirler.Aralarında hayat bilmecesini çözebilenler hemenhemen her zaman Sibirya’da kalır, orada seveseve yerleşirler. Sonraları da birçok zengin vefaydalı ürün meydana getirirler. Fakat aklı birkarış havada olanlar, hayat bilmecesini çözmeyibilemeyenler, Sibirya’dan çabucak bıkarlar,üzüntüyle kendi kendilerine, buraya niçingeldiklerini sorarlar. Sabırsızlıkla üç yıllıkmecburi hizmet süresinin dolmasını bekler,hemen sonra da nakilleri için uğraşmayabaşlarlar; sonunda da Sibirya’ya küfürlersavurup onunla alay ederek pılı pırtıyı toplayıpevlerine dönerler. Bu adamlar haksızdırlar:Çünkü Sibirya’da yalnız memurluk bakımındandeğil, türlü bakımlardan rahat, mutlu yaşanabilir.Bir kere iklim fevkaladedir; gayet zengin,konuksever birçok tüccar, hali vakti yerinde pekçok yabancı da vardır. Genç kızlar birer gülgibidir, son derece namusludurlar. Av kuşlarısokaklarda uçuşur, avcıların üstüne kendilerikonarlar. Haddinden fazla şampanya içilir.Havyarı olağanüstüdür. Bazı yerler bire on beş

ürün verir… Sözün kısası, bereketli topraklardır.Ancak faydalanmasını bilmek gerekir.Sibirya’da yaşayanlar da bunu pekâlâ bilirler.İşte, yerleşmiş göçmenlerden AleksandrPetroviç Goryançikov’a neşeli, halindenmemnun, halkı gayet sevimli ve kalbimdesilinmez bir iz bırakan böyle bir kasabadarastladım. Rusya’da soylu ve mülk sahibi olarakdoğan Goryançikov, karısını öldürme suçundanikinci sınıf sürgün ve kürek cezası yemiş,hükümetin verdiği on yıllık cezasını uslu usluçektikten sonra da K. şehrine yerleşmiş, sessiz,kendi halinde yaşayıp gidiyordu. Civarbucaklardan birine kayıtlı olmakla beraber,hayatını şöyle böyle kazanabilmek için şehirdeyaşıyor, çocuklara ders veriyordu. Sibiryaşehirlerinde sürgün göçmenlerden öğretmenleresık rastlanır; kimse de onları hor görmez. Enfazla öğrettikleri şey, hayatta pek gerekli olan vebu öğretmenler olmasa, Sibirya’nın ücraköşelerinde kimsenin ne olduğunubilemeyeceği, Fransızcadır. AleksandrPetroviç’le ilk defa pek konuksever emekli bir

memur olan İvan İvaniç Gvozdikov’un evindekarşılaştım; Gvozdikov’un çeşitli yaşlarda,gelecekleri parlak görünen beş kızı vardı.Aleksandr Petroviç onlara, ders başına otuzgümüş kapikten, haftada dört kere ders verirdi.Bu adamın görünüşü bana ilginç gelmişti. Sonderece soluk benizli, zayıf, henüz yaşlısayılmayacak, en fazla otuz beş yaşlarında, ufaktefek, çelimsiz bir adamdı. Her zaman çok temiz,alafranga giyinirdi. Onunla konuşmayabaşladığınız vakit, gözlerinizin ta içine dikkatlebakar, her sözünüzü de üstünde düşünüyormuş,sorunuzla ona çözülmesi gereken bir problemvermişsiniz ya da ağzından bir sır almakistemişsiniz gibi ciddiyet ve saygıyla dinler,sonunda da kısa ve açık cevaplar verirdi; amacevabındaki her kelime öylesine ölçülü olurduki, nedense birden huzursuzluk duymaya başlar,sonunda bu konuşmanın bittiğine sevinirdiniz.Daha o vakitlerde İvan İvaniç’ten onusoruşturmuş ve Goryançikov’un düzgün, ahlaklıbir yaşam sürdüğünü, zaten aksi halde kızlarınaders verdirmeyeceğini öğrenmiştim; yalnız son

derece içine kapalı, herkesten kaçan bir insanmışve gayet bilgili, okumuş olmasına rağmen hiçkonuşkan değilmiş, onunla bir sohbete girmekhayli güçmüş. Bazı kimseler, Goryançikov’undüpedüz deli olduğu kanısındaymış, ama bunuöyle büyük bir kusur da saymazlarmış; hattaşehrin ileri gelenlerinin çoğu, AleksandrPetroviç’i korumaya, kendisi isterse dilekçeyazmada ya da buna benzer işlerde kullanarak,ona faydalı olmaya bile hazırlarmış. Rusya’datemiz, hem de hatırlı akrabaları olduğu tahminediliyordu, ama sürüldüğünden beri onlarlabütün ilişkisini kestiği, böylelikle kendi kendinekötülük ettiği de ortadaydı. Goryançikov’unöyküsünü, yani evliliklerinin daha ilk yılındakıskançlık yüzünden karısını öldürüp sonrateslim olduğunu (bu yüzden cezası epeyhafiflemişti) öğrenmiştik. Zaten bu türden suçlar,daima bir talihsizlik sayılır ve acıma duygusuuyandırır. Gene de bu garip adam ısrarlaherkesten kaçıyor, sadece ders vermek için insaniçine çıkıyordu.Önceleri ona özel bir ilgi göstermiyordum,

ama zamanla, nedendir bilmem, bende merakuyandırmaya başladı. Goryançikov’da esrarlı birşey vardı. Onu karşınıza alıp sohbet etmekmümkün değildi. Gerçi sorularıma her vakit,hatta bunu önemli bir ödev sayıyormuş gibikarşılık verirdi, ama ben aldığım cevaplarınardından başka bir şey sormaya çekinirdim;üstelik bu gibi konuşmalardan sonraadamcağızın yüzünde bir çeşit ıstırap, yorgunlukbelirirdi. Hiç unutmam, güzel bir yaz akşamıbirlikte İvan İvaniç’ten dönüyorduk. BirdenbireGoryançikov’u bir sigara içmek için evimeçağırmak aklıma geldi. Yüzünde beliren dehşetifadesini tarif edemeyeceğim, basbayağıafallayıp birtakım saçma sapan sözlerkekelemeye, sonra da bana nefret dolu bir bakışatarak aksi istikamete doğru kaçmaya başladı.Şaşırdım. O günden sonra Goryançikov, herkarşılaşmamızda bana adeta korkarak bakmayabaşladı. Ama ben yılmadım. Zira içimde beniona çeken bir şey olduğunu hissediyordum; biray sonra, durup dururken Goryançikov’un evinegittim. Tabii bu hiç de yakışık alır, ince bir

davranış değildi. Goryançikov şehrin ta öbürucunda, veremli kızı ve evlik dışı doğmuş güzel,şen bir kızcağız olan on yaşlarındaki torunuylabirlikte yaşayan, eşraftan bir kocakarının evindekiracıydı. İçeri girdiğim zaman AleksandrPetroviç kıza okuma dersi veriyordu. Benigörünce, suçüstü yakalanmış gibi şaşırdı. Fenahalde bozuldu, oturduğu sandalyeden fırladı,bana dik dik bakmaya başladı. Nihayet ikimiz deoturduk; Goryançikov, bambaşka, esrar dolu biranlam gizlendiğinden şüphelenirmiş gibidikkatle bakışlarımı izliyordu. Aklını oynatmaderecesinde evhama kapıldığını anladım. Banaöfkeyle, handiyse, “Buradan ne zaman defolupgideceksin be adam?” dercesine bakıyordu.Bizim kasabadan, günlük havadislerden sözaçmaya başladım, ama o hiç konuşmuyor,sadece nefretle gülümsüyordu; adamcağızınherkesçe bilinen en basit şehir havadisini bilmekşöyle dursun, bunlarla hiç ilgilenmediği debelliydi. Ben de bölgemiz ve ihtiyaçlarıkonusuna geçtim; hiç sesini çıkarmadan benidinleyen Goryançikov, gözlerimin içine öyle

garip bakıyordu ki, doğrusu konuşmamdanadeta utandım. Yine de onu, postadan aldığım,elimdeki yeni kitap ve dergilerle az kaldı baştançıkaracaktım; daha sayfaları kesilip açılmamışolan kitapları ona vermeyi teklif ettim.Goryançikov bunlara açgözlülükle baktıysa dahemen niyetinden vazgeçti ve işinin çokluğunubahane ederek teklifimi reddetti. Sonundaonunla vedalaştım ve dışarı çıkar çıkmazkalbimden ezici bir ağırlığın kalktığını hissettim.Kendini bütün dünyadan mümkün olduğu kadarsaklamayı amaç haline getiren bu adamı rahatsızetmeyi çok budalaca bulmuş, utanmıştım. Amaolan olmuştu bir kere. Odasında hemen hemenhiç kitap görmediğimi hatırlıyorum; şu halde,Goryançikov’un çok okuduğu hakkındakisöylentiler doğru değildi. Gene de bir iki kere,gecenin geç vaktinde evinin önünden arabaylageçerken pencerelerinde ışık görmüştüm. Şafaksökene kadar oturarak ne yapıyordu acaba? Birşey mi yazıyordu? Böyleyse yazdığı şeyler neolabilirdi?Bazı sebeplerden şehrimizden üç ay kadar

uzaklaşmak zorunda kaldım. Kışındöndüğümde, Aleksandr Petroviç’in sonbahardaöldüğünü öğrendim. Tek başına ölmüş, bir kereolsun doktor çağırmamıştı. Şehirde onu hemenunuttular. Evi de boş duruyordu. Kiracısının ençok neyle uğraştığını, bir şey yazıp yazmadığınıöğrenmek amacıyla derhal ev sahibiyle ahbapoldum. Kadın, yirmi kapik karşılığında, banarahmetliden kalma bir sepet dolusu kâğıt getirdi.İhtiyar kadın, bunlardan başka, iki defteriolduğunu söyledi. Asık suratlı, az konuşan,ağzından doğru dürüst laf alınması mümkünolmayan bir kadındı. Kiracısı için yeni bir şeysöylemedi. Anlattığına göre, Goryançikov hiçbirzaman bir şey yazmıyor, aylarca eline kağıtkalem almıyormuş; bununla beraber, geceleriodasında dolaşır, bir şeyler düşünür, hatta bazenkendi kendine konuşurmuş. Torunu Katya’yıçok severmiş; hele çocuğun adının Katyaolduğunu öğrendikten sonra daha çokilgilenmeye başlamış, çünkü her yıl KaterinaGünü’nde kiliseye giderek birisi için matemayini yaparmış. Misafire hiç katlanamazmış;

sokağa ancak ders vermek için çıkarmış.Haftada bir odasını, şöyle bir üstünkörü bile olsatemizlemeye gelen ev sahibi kocakarıya yan yanbakarmış ve üç yıllık kiracılığı süresince onunlahemen hemen hiç konuşmamış. Katya’yaöğretmenini unutup unutmadığını sordum.Küçük kız bir şey söylemeden baktı, sonraduvara dönerek ağlamaya başladı. Demek ki, buadam tek bir insana olsun kendinisevdirebilmişti. Kâğıtlarını alıp götürdüm vebütün günü onları karıştırmakla geçirdim. Bukâğıtların dörtte üçü birtakım önemsiz kâğıtparçalarıyla, öğrencilerin güzel yazı ödevleriydi.Ama aralarında oldukça kalın, ufak yazılarlayazılmış ve bitirilmemiş, muhtemelen yazanınbir kenara atıp unuttuğu bir defter vardı. Bu,birbiriyle bağlantısı olmayan bölümler halindeyazılmış olmakla birlikte, Aleksandr Petroviç’inon yıllık sürgün hayatının hikâyesiydi.Hikâyenin arasına yer yer başka hikâyelersokulmuştu; bunlar, sanki bir mecburiyetle, sinirgerginliği anlarında yazılmış garip, korkunçanılardı. Bu parçaları birkaç defa okuduktan

sonra, delilik halinde yazıldığına aşağı yukarıkanaat getirmiştim. Fakat Goryançikov’un,müsveddesinin bir yerinde “Ölüler EvindenSahneler” adını verdiği sürgün anılarına o kadarkayıtsız kalamadım. Yepyeni, o ana kadar hiçbilmediğim bir âlem, bazı olayların garipözellikleri, mahvolmuş bir kitleye ait bazı özelnotlar beni pek sarmıştı; bazı kısımları meraklaokudum. Tabii bunların ilgi çekiciliği üzerindeyanılmış olabilirim. Deneme için önce iki üçbölüm seçiyorum; hükmü okuyucular versin…

İKİNCİ BÖLÜMI: HastaneBayram haftası biter bitmez hastalandım veaskeri hastanemize gönderildim. Hastane,kaleden yarım verst ötede, öbür binalardan ayrı,uzun, tek katlı, sarı boyalı bir yapıydı. Yazlarıonarılırken dehşetli sarı boya harcanırdı.Hastanenin kocaman avlusunda eklenti binalarlalojmanlar ve diğer hastane pavyonlarıbulunuyordu. Merkez binasında yalnızcakoğuşlar vardı. Koğuş sayısı çok olmasınarağmen, mahpuslara yalnız iki tanesi ayrılmıştı;bunlar da, hele yazın o kadar dolardı ki, çoğuzaman yatakları birbirine bitiştirmek gerekirdi.Koğuşlarımızı dolduran “zavallılar” çeşitçeşitti. Bizim mahpuslar, çeşitli askeritutukevlerinde bulunan tutuklular, hükümgiyiniş ve henüz giymemişler, sürgünler, inzibatbölüğündekiler, hepsi buradaydı; bu inzibat

bölüğü pek garipti, taburlardan ıslah olmalarıiçin, suç işlemiş ve mimli askerler gönderilir,ama iki üç yıl sonra, eşine az rastlanır hergelelerolarak ayrılırlardı. Hastalanan mahpuslarımız,âdete göre, sabahleyin başçavuşa rahatsızolduklarını haber verirlerdi. Böylece deftereyazıldıktan sonra bu defterle, bir de muhafızlabirlikte tabur revirine gönderilirlerdi. Burada dadoktor, kale içerisindeki bütün askeribirliklerden gelen hastaları ön muayenedengeçirerek gerçekten hasta bulduklarını hastaneyegönderirdi. Beni de deftere yazmışlardı; saatikiye doğru, arkadaşlar yemekten sonra işegidince, ben de hastaneye yollandım. Hasta birmahpus, daima yanında alabildiği kadar para veekmek götürürdü, çünkü hastaneye girdiği günona hemen tayın çıkmazdı; ayrıca küçük birçubukla bir torbacık içinde tütün, çakmaktaşı daalırdı. Bunlar büyük bir dikkatle kunduralarıniçine saklanırdı. Hapishane hayatımızın henüzbilmediğim bu yüzüne oldukça merak duyarakhastane avlusuna girdim.Ilık, puslu, hüzünlü bir gündü; yani hastane

gibi kuruluşların en meşgul, sıkıcı, tatsız olduğugünlerden biriydi. Muhafızla birlikte, içinde ikitane bakır küvet olan bekleme odasına girdik;benim gibi muhafızlarla birlikte gelen ikimahkûm daha oturmuş bekliyordu. İçeriye birsıhhiye çavuşu girdi, tembel ama ezici birbakışla bizi süzdü ve daha tembelce birhareketle nöbetçi doktora haber vermeye gitti.Nöbetçi doktor hemen geldi, gayet nazik birtavırla bir muayene edip hepimize üstündeadlarımızın yazıldığı birer kâğıt verdi. Hastalığınbundan sonraki seyri ve ilaç, yemek vesaireninsağlanması işleriyle mahpus koğuşlarına bakandoktor ilgilenecekti. Daha önceden, mahpuslarınhekimlerini öve öve bitiremediklerinibiliyordum. Hastaneye gitmedensoruşturduğumda bana, “Öz babadan yakın!”diye karşılık vermişlerdi. Neyse, üstümüzüdeğiştirdik. Geldiğimiz vakit üzerimizde bulunanelbise ve çamaşırları alıp hastane çamaşırlarıgiydirdiler; ayrıca uzun çorap, terlik, takke veastarı keten mi, yoksa yakı bezi mi olduğuanlaşılmayan, kalın, boz renkli çuhadan uzun

birer sabahlık verdiler. Yalnız son derece kirlinesneler olduğu belliydi; bunu da ancakkoğuşuma yerleştikten sonra anladım. Sonra biziçok uzun, yüksek tavanlı, temiz bir koridorunöbür ucundaki mahpuslar koğuşuna götürdüler.Görünüşte temizlik tatminkârdı; ilk bakışta herşey parlıyor gibiydi. Belki de hapishanedensonra bana öyle gelmişti. İlk mahpus soldaki,ben de sağdaki koğuşa gittik. Demir sürgüylesürgülenmiş kapının önünde tüfekli bir nöbetçi,yanında da bir yardımcı nöbetçi duruyordu.Hastane karakolunun çavuşu benim içerialınmam için emir verdi, kendimi iki duvarıboyunca yirmi iki yatak sıralanmış, uzun, dar birodada buldum; üç dört yatak boştu. Yeşileboyalı tahta karyolalar, Rusya’da herkesçebilinen, her ne hikmetse tahtakurusu asla eksikolmayan cinstendi. Pencerelerin bulunduğutarafın bir köşesine yerleştim.Demin söylediğim gibi, burada bizimhapishanenin mahpusları da vardı. Bazıları benitanıyordu, hiç olmazsa göz aşinalığımız vardı.Henüz hüküm giymemiş olanlarla inzibat

bölüğündekiler çoğunluktaydı. Ağır hastalar,yani yataktan kalkamayacak gibiler oldukçaazdı. Geriye kalan hafif hastalar ya da iyileşmişolanlardan kimi yataklarında oturuyor, kimi ikikaryola arasındaki gezinecek kadar yerdedolaşıyorlardı. Koğuşta gayet ağır, hastaneleremahsus bir koku vardı. Vücutlardan yayılanbirtakım kötü kokularla ilaç kokuları, odanın birköşesinde sabahtan akşama kadar sobayanmasına rağmen, koğuşun havasını berbatetmişti. Yatağımın üzerine serilmiş olan çizgiliörtüyü kaldırdım. Altta teyellenmiş bir ketençarşafla bir battaniye, temizliği şüpheli bir katçamaşır vardı. Yatağın yanında, üzerinde birmaşrapayla bir alüminyum kaşık olan ufak birmasa duruyordu. Bunlar, âdet yerini bulsun diyeverilen ufak bir peşkirle örtülüydü. Masanın altkısmında bir raf vardı; çay içenlerçaydanlıklarıyla kvas testilerini burayakoyuyordu, ama hastalar arasında çay içen azdı.Çubukla tütün kesesiyse, veremlilere varıncayakadar, hemen herkeste vardı ve bunlarıdöşeklerin altına saklıyorlardı. Doktorların da,

diğer üstlerin de herhangi bir arama yaptıklarıyoktu zaten; hatta bir kimseyi tütün içerkengörseler bile görmezden gelirlerdi. Bununlaberaber, hastalar da ihtiyatı pek elden bırakmaz,tütün içmek için sobanın yanına giderlerdi.Ancak geceleri yatakta içiyorlardı; ara sırakoğuşlara şöyle bir uğrayan hastane karakolsubayı haricinde geceleri pek dolaşan yoktu.O vakte kadar hiç hastanede yatmadığımdan,çevremdeki her şey benim için bir yenilikti.Koğuşta biraz merak uyandırdığımı farketmiştim. Hakkımda birkaç şey işitmişlerdi vebeni teklifsizce, hatta biraz yukarıdan aşağı,okullarda yeni gelen öğrenciye ya da resmi birdairede elinde istidasıyla dolaşan bir ricacıyabakar gibi süzüyorlardı. Sağımda yazıcı birtutuklu yatıyordu; emekli bir yüzbaşınıngayrimeşru oğluydu. Kalpazanlık suçundanyargılanıyordu ve hiçbir hastalığı olmadığıhalde, doktorlar anevrizması olduğunainandıklarından bir yıla yakın bir zamandan beriburada yatıyordu. Sonuçta istediği olmuştu; hemsürgünden, hem dayak cezasından yakayı

sıyırdığı gibi, bir yıl sonra da T.’ye bir hastaneyeyerleştirilmek üzere gönderildi. Yirmi sekizyaşlarında, tıknazca, gürbüz bir delikanlıydı;kanundan anlayan, dehşetli bir madrabaz,laubali, kendine güvenen, aşırı derecede onurlubir adamdı. Kendini ciddi ciddi dünyanın endoğru, en namuslu adamı olduğuna, hiçbir suçişlemediğine inandırmış, bu inancına da ömrüboyunca bağlı kalmıştı. Benimle ilk konuşan ooldu. Merakla şunu bunu sormaya başladı;oldukça ayrıntılı bir şekilde, hastanenin sözdeuygulanan nizamlarından söz açtı. Tabii herşeyden önce bana bir yüzbaşı oğlu olduğunubildirdi. Soylu ya da hiç olmazsa “kibar sınıftan”görünmeye pek hevesliydi. Bunun arkasındaninzibat bölüğünden bir hasta gelerek, bana dahaönce sürgüne gelmiş soyluları bir bir adlarınısöyleyerek tanıdığını anlattı. Bu saçı başıağarmış bir askerdi, yalan söylediği yüzündenbelliydi. Adı Çekunov’du. Besbelli beni paralısandığı için yaltaklanıyordu. Çayla şekerpaketimi görünce, hemen bana bir çaydanlıkbulup çay kaynatma teklifinde bulundu.

Çaydanlığı arkadaşım M. yarın hapishanedenhastaneye çalışmaya gelecek bir mahpuslagöndereceğine söz vermişti. Şimdilik işiÇekunov idare ediverdi. Tencere gibi bir şey,hatta bir fincan da bulup suyu kaynattı, çayıdemledi; kısacası öyle bir gayretle hizmete giriştiki, derhal hastalardan birinin oldukça acı birkaçalayıyla karşılaştı. Karşımda yatan, Ustyantsevadlı bu adam veremdi. Ustyantsev cezadankorkarak, içinde tütün erittiği şarabı içmiş, buyüzden de verem olmuştu; bu olaydan dahaönce de söz etmiştim. Ustyantsev, o zamanakadar sessizce yatarak güçlükle soluyor, dikkatlidikkatli ve ciddi ciddi beni inceliyor, bir yandanda tiksintiyle Çekunov’u gözlüyordu. Tabiiolmayan, kederli ciddiyeti, öfkesine bir çeşitkomiklik veriyordu. Sonunda dayanamadı:— Şu uşağa bak! İşte bir efendi buldun!Kesik eksik, heyecandan boğulan bir seslekonuşuyordu. Hayatının son günleriniyaşıyordu.Çekunov öfkeyle ona döndü. Ustyantsev’i

hakaret dolu bir bakışla süzerek:— Kimmiş o uşak? dedi.Öteki, sanki tek işi Çekunov’u azarlamakmışgibi, kendine güvenen, tok bir sesle:— Sensin uşak! diye karşılık verdi.— Benim ha?— Tabii sensin. Şuna da bakın hele millet, birde inanmıyor! Şaşıyor!— İyi ama, sana ne oluyor? Beyler tekbaşlarına elleri kolları bağlı gibi olur.Hizmetçisiz yapamazlar, alışmamışlardır. Onlarahizmet etsek ne olur, kıllı suratlı soytarı!— Kimmiş o kıllı suratlı?— Sensin!— Kıllı suratlıyım, ha?— Ne sandın ya?— Sen çok mu yakışıklısın peki? Hadi benkıllı suratlıyım, ama senin yüzün de… kargayumurtasından farksız.— Kıllı suratlısın ya! Tanrı bile unutmuş seni,

yat da geber! Ona buna sataşma! El âleme nedençatıp duruyorsun?— Neden mi? Boyun eğeceksem çarığa değil,kunduraya eğerim. Babam boyun eğmedi, banada vasiyet etti. Ben… ben…Sözüne devam etmek istedi. Ama birdenbirekan tükürerek, birkaç dakika süren müthiş biröksürük nöbetine tutuldu. Az sonra da dar alnınısoğuk, mahvedici ter damlaları kapladı.Öksürüğü engel olmasa Ustyantsev daha dasöylenecekti, çatıp kavga etmeyi ne kadaristediği gözlerinden belliydi. Ama halsizliğindenancak elini sallayabiliyordu… Çekunov’sa artıkonu unutmuştu bile.Veremlinin bu öfkesinin Çekunov’dan çokbana yöneltilmiş olduğunu hissetmiştim. Birkaçkapik kazanmak hevesiyle yaltaklananÇekunov’a kimse ne kızacak, ne de horgörecekti. Bunu yalnızca para hatırına yaptığınıherkes anlıyordu. Bu tür hizmetler karşısındabasit halk fazla duygusal değildir; üstelikhizmetin ne için yapıldığını anlamakta hiç

güçlük çekmezler. Ustyantsev benden, çayiçişimden, prangalı olduğum halde bey gibiduruşumdan, beyler gibi hizmetçisizyapamayışımdan hoşlanmamıştı; oysa benkimseyi çağırmamış, uşak falan da istememiştim.Doğrusu, tam tersine, ben her vakit her işimikendim görmek istiyor, hatta işe alışmamış, nazlıbir kibar durumuna düşmemeye çabalıyordum.Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim ki, bubenim için biraz da onur meselesiydi. Amanedense, karşıma mutlaka birtakım gönüllühizmetkârlar, uşaklar çıkıyordu; hem hizmetimegirdikten sonra, ben onların değil, onlar benimefendim durumuna dönüştükleri halde,görünüşte ben adamsız yapamayan, işealışmamış bir beydim. Tabii buna fena haldeiçerliyordum. Ama Ustyantsev veremli, sinirli biradamdı. Öbür hastalarsa aldırışsız, hatta birazkibirli bir tavır almışlardı. O sıralarda hepsiniilgilendiren bir olay olduğunu hatırlıyorum:Mahpusların aralarındaki konuşmalardan, şudakikada dayak cezasını çekmekte olan birmahpusun gece bizim koğuşa getirileceğini

öğrendim. Mahpuslar yeni geleni biraz damerakla bekliyorlardı. Gerçi söylediklerine göre,cezası hafifmiş, yalnızca beş yüz.Yavaş yavaş etrafımı gözden geçirmeyebaşladım. Anlayabildiğim kadarıyla burada ençok, bu bölgede sıkça rastlanan iskorbüt ve gözhastalıklarından yatılıyordu. Birkaç kişi buhastalıklardan koğuşumuzdaydı. Diğerleri, hemde gerçekten hasta olanlar arasında sıtmalılar,yaralılar, göğsünden rahatsız olanlar vardı.Burası öteki koğuşlar gibi değildi: Zührevihastalıklara varıncaya kadar türlü hastalığarastlanırdı. Hastalardan söz ederken,gerçektenhasta olanlar diyorum, çünkü bazıları burayasapasağlam olmalarına rağmen,şöylebir“istirahat etmek” için gelirlerdi. Doktorlar daböylelerine acıdıklarından göz yumarlardı;özellikle boş yatak sayısı çok olduğuzamanlarda. Askeri tutukevlerinde vehapishanelerdeki hayat hastanedekine kıyasla okadar berbattı ki, mahpusların çoğu, koğuşlarınhavasının fena, kapılarının daima kapalıolmasına bakmadan, seve seve buraya yatmaya

gelirdi. Hatta hastanede yatıp kalkıp buradayaşamanın heveslileri de vardı; bunların çoğuinzibat bölüğündendi. Yeni arkadaşlarımımerakla inceliyordum; hatırladığıma göre enfazla ilgimi çeken, hapishanemizden gelmiş,ölüm döşeğinde bir veremli olmuştu.Ustyantsev’den bir yatak ötede, yani hemenhemen karşımda yatıyordu. Adı Mihaylov’du;daha iki hafta önce onu hapishanedegörmüştüm. Hastalığı yeni değildi, yalnıztedavisine çok geç başlanmıştı; fakat Mihaylovkendine vergi bir inatçılık ve yararsız bir sabırlahastalığıyla savaşıyor dayanmaya uğraşıyordu.Ancak bayramdan hemen önce, sanki korkunçveremi onu üç hafta içinde ateşte kavuraraköldürsün diye hastaneye gitmişti. Mihaylov’unson derece değişmiş yüzüyle karşılaşırkarşılaşmaz dehşetle irkildim, hapishaneyegelişimde dikkatimi çeken ilk yüzlerdendionunki. Nedense, gözüm ona takılmıştı.Mihaylov’un bir yanında inzibat bölüğüaskerlerinden biri, öbür yanındaysa ihtiyar,iğrenç derecede pasaklı bir adam yatıyordu…

Ama hastaların hepsini sayacak değilim… Bukocamış ihtiyarı sırf o an üzerimde bıraktığı tesirve bir dakikada mahpus koğuşunun bazıözellikleri hakkında bana oldukça dolgun bilgiverdiği için hâlâ hatırlıyorum. Hatırımdakaldığına göre, adamcağız o sırada fena haldenezleydi. Boyuna hapşırıyordu, tam bir hafta,uyku arasında bile hapşırdı durdu; hapşırıklarıda birdenbire kopan beşerlik, altışarlık nöbetlerşeklindeydi. İhtiyarsa, her defasında hiçdeğiştirmeksizin, “Hey Tanrım, nasıl cezadırbu!” diye söylenip duruyordu. O dakikadayatağının içinde oturmuş, daha güçlü, daha serthapşırabilmek için, burnunu hırsla, bir kâğıttanaldığı enfiyeyle doldurmaya çalışıyordu. Belkiyüz kere yıkanmış kareli ve rengi tamamıylasolmuş, kendi malı olan basma bir mendilehapşırıyordu. Aksırırken ufak burnu tuhaf birşekilde buruşuyor, sayısız ince kırışıklıklarladoluyor, dudaklarının arasından kırmızı, salyayabulanmış diş etleriyle, kocaman, kararmışdişlerinin kırık parçaları görünüyordu.Hapşırması bitince mendilini açarak, içinde bol

bol toplanmış balgamını dikkatli dikkatliincelemeye başlar, sonra da balgamları hemenboz renkli beylik sabahlığa silerdi. Böyleliklesabahlığın üzerinde balgamlar, mendildeysesadece bir ıslaklık kalırdı. Tam bir hafta böyleyaptı. Kendi mendilini, beylik sabahlık zararınabu kadar miskince, pintice sakınması hastalararasında hiçbir itiraz uyandırmıyordu; oysahepsinin sabahlığı sırtına geçirme ihtimali vardı.Ne var ki, basit halk tabakamız garip denecekderecede bu tiksinti ve iğrenme duygularındanyoksundur. Bu manzara beni öyle etkilemişti ki,tiksinti, merak dolu bir bakışla, üstümdekisabahlığı incelemeye koyuldum. Keskin kokusudaha önce dikkatimi çekmişti zaten; sabahlıküzerimde ısındıkça, içindeki ilaç, yakı ve sanırımirin kokuları gittikçe kuvvetleniyordu, amabunda şaşılacak bir şey yoktu, çünkü busabahlık kim bilir kaç yıldır hastalarınsırtındaydı. Belki astar bezinin sırta gelen kısmıarada bir yıkanıyordu, ama bundan da pek emindeğildim. Bildiğim bir şey varsa o da bu astarınşimdi türlü türlü nahoş mayi, ilaç, ezilmiş

sineklerin özsuları vesaireden dolayı fena haldekokmasıydı. Üstelik mahpus koğuşlarına sık sıkdayak yemiş, sırtları kan içinde gelenmahkûmlara, türlü türlü mayilerle birtakımpansumanlar yapılırdı yani yaş gömleğin üstünegiyilen sabahlığın bozulmaması imkânsızdı; herşey üzerinde kalıyordu. Hapishanede kaldığımsüre içinde her hastaneye gidişimde (bu hayli sıkoluyordu), sabahlığı ürkek bir kaygıyla üstümegeçiriyordum. En hoşuma gitmeyen şey, busabahlıklar üzerinde bazen rastlanan iri iri, peksemiz bitlerdi. Mahkûmlar bunları zevkle idamederlerdi; kalın, biçimsiz mahkûm tırnağıylaezdiği bitin çıtırtısını işitince, celladın yüzündebeliren ifadeyi görmek, aldığı zevkin derecesinianlamaya yeterdi. Tahtakurularına da fena haldetutkunduk; bazen uzun, sıkıcı kış gecelerindebütün koğuş bir olarak onları yok etmeyekalkıyorduk. Koğuşun ağır havası bir yana,görünüşte her şey az çok temizdi, ama içtemizliğimiz, yani temizliğimizin “astarı” hiç deövünülecek gibi değildi. Hastalar buna alışmıştı,hatta böyle olması gerektiğine inanıyorlardı;

zaten hastane nizamları da temizliğe pek elverişlideğildi. Ama bu nizamları daha sonraanlatacağım…Çekunov bana çay getirirken (söz arasındaşunu da söyleyeyim ki, çay koğuşa yirmi dörtsaat için getirilen ve ağır havada çabucakbozulan suyla kaynatılmıştı) kapı gürültüyleaçıldı ve içeriye birkaç muhafızla dayakcezasından çıkmış asker girdi. Cezalandırılan biradamı ilk defa görüyordum. Bunun gibilerinisonraları sık sık getirdiler (hatta cezası ağırolanlar sedyeyle getiriliyordu), bu durum da herdefasında öbür hastalar için büyük bir eğlenceoluyordu. Geleni yüzlerinde aşırı bir sertlikifadesiyle, hatta zoraki bir ciddiyetlekarşılarlardı. Gerçi bu karşılama az çok suçunönemine, dolayısıyla da cezanın miktarınabağlıydı. Çok dayak yiyen ve “azılı cani” diyetanınmışlar, şimdi koğuşumuza gelen askerkaçağı acemi erden daha fazla saygı, itibargörürlerdi. Ama bütün bu gelenler içinkoğuştakiler ne fazla üzülürler, ne de onlarısinirlendirecek herhangi bir fikir ileri sürerlerdi.

Zavallıya sessizce yardım edilir ve pek bitkindüşmüş olan adamdan bakım, dikkatesirgenmezdi. Sıhhiye çavuşları, dövülenitecrübeli, usta ellere teslim ettiklerini bilirlerdi.Tedavi etmek, hele cezayı yiyen kendisi bunuyapabilecek durumda olmadığı zaman,parçalanmış sırtı soğuk suya batırılmış çarşaflasararak mahkûm gömleğini giydirmek, bir debüyük bir ustalıkla, dövülenin sırtında kırılandeğneklerin kıymıklarını yaralardan çıkarmaktı.Bu son işlem hastalar için pek can acıtıcıoluyordu. Cezalandırılanların acılara karşıgösterdikleri olağanüstü dayanıklılık benişaşkınlığa düşürürdü. Bunlardan pek çoğunugördüm, bazıları pek kıyasıya dövülmüşlerdi,ama hemen hemen hiçbirinin ağzından bir iniltidahi çıkmazdı! Sadece yüzlerindeki ifadedeğişir, renkleri uçar, alev alev yanan gözlerindedalgın, ıstıraplı bir ifade görünür; dudakları daöyle titremeye başlardı ki, biçareler dayanmakiçin kanatıncaya kadar ısırmak zorundakalırlardı. Koğuşumuza giren asker yirmi üçyaşlarında, sağlam yapılı, iri pazılı, güzel yüzlü,

uzun, ince, esmer tenli bir delikanlıydı. Sırtıadamakıllı dövülmüştü. Yarı beline kadarçıplaktı, omuzlarına çocuğu sıtmaya tutulmuşgibi zangır zangır titreten yaş bir çarşaf atılmıştı.Bir buçuk saat kadar koğuşta bir aşağı bir yukarıgezindi. Dikkatle yüzüne bakıyordum: Odakikada hiçbir şey düşünmüyor gibiydi vehiçbir yerde dikkatle durmadan sürekli dönengözlerinin tuhaf, vahşi bir bakışı vardı. Bana,çay fincanıma bakıyormuş gibi geldi. Çaysıcaktı, fincandan buharlar çıkıyordu. Zavallıadam da donmuştu, tir tir titrerken dişleribirbirine çarpıyordu. Onu çaya buyur ettim. Birşey söylemeden sert bir dönüşle yanıma geldi.Fincanımı aldı, çayı ayakta, şekersiz içti; içerkenacele ediyor, bir yandan da bana bakmamayaçalışıyordu. Çayını bitirince, bir şey söylemedenfincanı masaya bıraktı, başıyla bile teşekküretmeden gene koğuşta mekik dokumaya devametti. Konuşacak ya da başını sallayacak durumdadeğildi ki! Öteki mahpuslara gelince, nedensehepsi de ceza yemiş neferle konuşmaktankaçınıyorlardı; tam tersine, baştan yardım

ettikten sonra, şimdi sanki bile bile onunlailgilenmemeye başlamışlardı. Belki böylelikleonu daha rahat bırakmak, ilgileriyle, birtakımsorularla rahatsız etmemek istiyorlardı. Çocuk dabundan memnundu galiba.Derken, ortalık karardı, gece lambasınıyaktılar. Bazı mahpusların şamdanlar içindekendi mumları da vardı, yalnız bunlar pek azdı.Nihayet, doktorun akşam vizitinden sonra,karakol çavuşu gelip hastaları saydı, sonra dagece ihtiyaçları için bir kova getirip koğuşukilitlediler… Bu kovanın koğuşta bütün gecesabaha kadar bırakıldığını hayretle öğrendim;oysa ayakyolu aynı koridorda, koğuşunkapısından iki adımlık yerdeydi. Ne yaparsın,usul bu. Gündüz mahpusları koğuştan dışarıçıkarıyorlardı ama, ancak bir dakika için,geceleriyse asla… Mahkûmların koğuşları diğerkoğuşlara benzemezdi; hasta bir mahkûm,hastalığında bile cezasını çekmeye devamederdi. Bu nizamı ilkin kimin koyduğunubilmiyorum; tek bildiğim bu durumun gerçekintizamla hiçbir ilgisi olmadığı, yalnızca gereksiz

ve yersiz şekilciliğin saçmalığına açık bir örnekteşkil ettiğidir. Bu nizamı elbette doktorlarkoymamışlardı. Tekrar edeyim: Hastalarhekimlerini övmekle bitiremiyorlar, onları özbabaları sayıyorlardı. Hepsi onlardan şefkatgörüyor, yalnız iyi söz işitiyorlardı; kimsenininsan yerine koymadığı mahpus bu çeşitmuameleleri takdir ediyordu, çünkü bu tatlısözlerin ve şefkat duygularının gerçekliğine,içtenliğine inanıyordu. Halbuki bunlarolmayabilirdi de; doktorlar başka türlü, yanidaha kaba, daha merhametsizce davransaydılar,onlardan hesap soran olmazdı: Demek iyiolmaları, insanı içtenlikle sevmelerinden ilerigeliyordu. Şüphesiz ki, onlar mahpus da olsa herhastanın temiz hava ihtiyacının en yüksek rütbelihastalarınkinden farksız olduğunu bilirlerdi.Öbür koğuşlardaki hastalar hiç olmazsa nekahetdevrelerinde koridorda serbestçe dolaşabiliyor,böylece ağır ve daima bozuk koğuş havasındandaha az zehirlenmiş bir havadanfaydalanıyorlardı. Şimdi korkuyla, tiksinerek,geceleyin yanan sobanın sıcaklığında bir gece

kovası konulup da bazı hastaların bundanfaydalanması gerekince, koğuşumuzun zatenzehirli olan havasının ne hale geldiğinidüşünüyorum. Mahpusların hastalıkları sırasındabile cezalarını çektiklerini söylüyorum, ama buusulün onlara verilen cezaların bir başka şekliolduğunu o sıralar tahmin etmiyordum, hâlâ daetmiyorum. Şüphesiz böyle bir düşünce saçmabir suçlama olurdu. Resmen, hastalarıncezalandırılması diye bir şey yoktu. Şu haldebelki de çok zararlı, kötü sonuçlar veren butedbire acı, mutlak bir zaruret yüzündenbaşvuruluyordu. Ama neydi bu zaruret? Neyazık ki, gerek bu, gerek birçok başkaanlaşılması güç, hatta sebebi belirsiz bazıtedbirleri doğuran zaruretleri mantıkla açıklamakimkânsızdır. Peki, bu faydasız gaddarlığı nasılaçıklamalı? Mahpus hastalık bahanesiyledoktorları aldatarak hastaneye gelecek, gecehelaya çıkıp karanlıktan yararlanarak kaçacakmı? Bu düşüncenin ne kadar saçma olduğuaçıktır. Nereye kaçacak? Nasıl kaçacak? Neylekaçacak? Gündüzleri birer birer çıkmaya izin

veriyorlar, gece de aynı şey yapılabilirdi.Karşıda, dolu tüfeğiyle bir nöbetçi duruyor.Ayakyolu nöbetçinin burnunun dibinde olduğuhalde, gerekirse hastayı nöbetçinin yardımcısıgötürür, işi bitinceye kadar onu gözündenayırmaz. Oradaki bir tek pencerenin karşısında,mahkûm koğuşlarının pencereleri önünde debütün gece bir nöbetçi gezer; hem penceredenkaçabilmek için camla demir parmaklığı kırmaklazım. Bir defa buna kim meydan verir? Hadikaçak, nöbetçinin yardımcısını kimseyeduyurmadan öldürdü, nöbetçi de fark etmedidiyelim. Bu manasızlığı kabul etsek bile,pencereyle camı kırmak lazım. Şuna da dikkatediniz ki, nöbetçinin yanında koğuş hademeleriuyumaktadırlar; on adım uzakta, ötekimahkûmlar koğuşu önünde başka bir nöbetçiyleyardımcısı, başka hademeler var. Hem de kışınsoğuğunda, çorapla, terlikle, hastanesabahlığıyla, takkeyle nereye kaçarsın?Mademki böyle, mademki tehlike bu kadar az(aslında hiç yok) hastaların belki bu songünlerini, şu son saatlerini zehirlemekte, onları

sağlıklı insanlardan daha çok muhtaç olduklarıtemiz havadan mahrum etmekte ne anlam var?Niçin yapılıyor bu? Bunu aslaanlayamamıştım…Bir “niçin”den sonra laf açılmışken; yıllardanberi bir türlü anlayamadığım, yanıt bulamadığımbaşka bir meseleyi söylemeden geçemeyeceğim.Yazıma devam etmeden evvel bu konu üzerindehiç olmazsa birkaç söz edeceğim. Prangadanbahsediyorum; hiçbir hastalık, hüküm giymiş birmahpusu bunlardan kurtaramaz. Gözleriminönünde eriyip giden veremli bile prangalıydı.Herkes buna alışmıştı; bunu bir kere kabuledilmiş, artık değişmez bir usul sayıyorlardı.Hatta bunun üzerinde uzun boylu düşünenlerolduğunu hiç sanmıyorum; bu birkaç yıl içindedoktorların aklına bile bir defacık olsun ağırhastaların, veremlilerin prangalarının çıkarılmasıiçin üstlerine başvurmak gelmedi. Haydiprangaların pek de öyle ağır bir yük olmadığınıvarsayalım. Pranganın ağırlığı sekizle on iki funtarasıdır. Sağlam bir adam için on funtluk birağırlık taşımak o kadar da önemli değildir. Ama

işittiğime göre, birkaç yıl pranga taşıyanlarınayakları kurumaya başlarmış. Bunun ne ölçüdedoğru olduğunu bilmem, ama bir miktargerçeklik payı olduğu kesin. Ufak, on funtlukbir ağırlık bile, bir ayağa temelli bağlanınca buorganın ağırlığını tabii olmayan bir şekildeartırır, uzun zaman sonra zararlı bir etkiyapabilir. Hadi diyelim ki, sağlam bir adam içinbundan bir şey çıkmaz. Ya hastaya göre?Diyelim ki, hastalığı hafif olan için de meseleyoktur. Ama tekrar söylüyorum, ağır hastaları,eli ayağı zaten kurumakta olan veremlileridüşünelim: Onlara bir saman çöpü bile çekilmezbir yük gibi gelmez mi. Hastane amirleri hiçolmazsa veremlilere böyle bir kolaylıkgösterilmesi için başvursaydılar, gerçekten çokbüyük iyilik etmiş olurlardı. Belki de bazıkimseler mahpusların cani, kötü insanlaroldukları için iyiliğe layık olmadıklarınısöyleyecekler: Peki Tanrı’nın gazabına uğramışbir kulun cezasını bir de bizim mi artırmamızlazım? Hem de bu tedbir ceza olsun diye dealınmıyor… Veremli bir adamı kanun bile dayak

cezasından affetmiştir. Demek oluyor ki, bugene ihtiyat düşüncesiyle alınmış, amaanlaşılmaz, önemli bir tedbir olsa gerek. Ancakneye karşı? İşte bunu anlamak imkânsız. Birveremlinin kaçmasından da korkulmaz ya.Kimin aklına gelebilir bu; hele hastalık bellidereceye geldikten sonra kaçmak amacıylaveremli görünerek doktorları aldatmak daimkânsız, çünkü verem ilk bakışta belli olan, buiş için hiç elverişli olmayan bir hastalıktır. Hemde sırası gelmişken şunu da söyleyeyim:Kaçmasına engel olmak için mi insanınayaklarına prangalar takılır? Hiç de değil. Prangasadece küçük düşürme aracı, bir ayıp, bedenede, ruha da bir ağırlıktır. Hiç değilse böylevarsayılmaktadır. Yoksa mahpusların enacemisi, en beceriksizi bile, fazla uğraşmadanperçini eğeyle kesmeyi ya da bir taşla ezmeyiçabucak becerebilir. Ayaklara takılan prangalarönleyici bir tedbir diye kullanılmaktan çok uzakolduklarına göre, hüküm giymiş bir suçluyabunların taşıtılması sırf ceza diyedir; mademöyle tekrar soruyorum: Ölüm döşeğindekileri

cezalandırmalı mı gerçekten?Şimdi de şu satırları yazarken, bir veremlininölümünü gayet açık bir şekilde hatırlıyorum. Buadam hemen karşıda, Ustyantsev’in yakınındayatan, koğuşa girdiğimin dördüncü günü ölenMihaylov’du. Belki de yukarıda veremlilerdenkonuşurken, sadece bu ölüm dolayısıyla ozaman aklıma gelen düşüncelerle, kafamda yereden izleri elimde olmayarak tekrarladım.Bununla beraber, Mihaylov’u öyle pek fazlatanıdığım da yoktu. Henüz çok genç, yirmi beşyaşlarında, uzun, ince bir adamdı; son derecesevimli bir yüzü vardı. Hapishanede özelbölümde kalıyordu, orada da şaşılacak kadar azkonuşurdu; daima sessiz, durgun bir hüzüniçindeydi. Sanki “kuruyordu” hapishanede.Bunu mahpuslar da söylüyordu, Mihaylovaralarında iyi bir anı bırakmıştı. Aklımda yalnızgözlerinin çok güzel olduğu kalmış, neden buadamın belleğimde bu kadar yer ettiğini doğrusuben de bilemiyorum. Işıklı, soğuk bir gününöğle sonrası saat üçte öldü. Güneşin kuvvetli,yandan gelen ışıklarının koğuş pencerelerinin

yeşil, hafifçe donmuş camlarından sızdığınıhatırlıyorum. Bu ışık seli zavallıyı boğuyordusanki. Kendini bilmeyerek, azap çekerek öldü;can çekişmesi uzun, aralıksız birkaç saat sürdü.Daha sabahtan yanına gelenleri tanımamayabaşlamıştı. Acı çektiğini gören koğuş arkadaşlarıona bir yardımda bulunmak istiyorlardı;Mihaylov ta derinden, hırıltılı bir şekildesoluyordu. Göğsü havasız kalmış gibi şiddetlekabarıp iniyordu. Üstünden her şeyini,yorganını, elbisesini attı, sonunda iç gömleğinide sıyırmaya çalıştı. O bile ağır geliyordu ona.Yardım ettiler, gömleği çıkardılar. Korkunç birmanzaraydı: Kemiklerine kadar kurumuş eller,ayaklar, içeri çökmüş bir karın, kabarmış göğüs,iskeletlerde olduğu gibi adamakıllı çıkmışkaburga kemikleriyle upuzun bir vücut…Boynundaki tahta haçla muskadan, prangadanbaşka üzerinde bir şey yoktu. Ayakları o kadarkurumuştu ki, prangadan kolayca geçebilirdi.Ölümünden yarım saat önce koğuştakilerinhepsinde bir yavaşlık, bir sessizlik oldu;fısıldayarak konuşuluyor, ayaktakiler de sessizce

yürüyorlardı. Gevezelik eden pek azdı; ara sıra,hırıltıları gitgide daha hızlanan ölüm halindekihastaya bakıyorlardı. Sonunda Mihaylov zayıf,titreyen eliyle göğsündeki muskayı yakaladı,onu rahatsız eden, ezici bir ağırlıkmış gibikoparmaya çalıştı. Muskayı da çıkardılar. Aşağıyukarı on dakika sonra öldü. Nöbetçinin kapısınıçalıp haber verdiler. Bir hademe geldi, bön bönölüye baktı. Sonra da sıhhiye çavuşuna habervermeye gitti. Genç, iyi ve güzel bir çocuk olan,dış görünüşüne de fazlaca önem veren sıhhiyeçavuşu çabuk geldi; sessizleşen koğuşun içindehızlı, gürültülü adımlarla ölüye yaklaştı ve sankiböyle durumlara özel olarak hazırladığı laubalibir hareketle nabzını tuttu, elini salladı, dışarıçıktı. Hemen karakola haber verildi. Mahpusönemli mahpuslardan, yani özel bölümdenolduğu için, ölümün tasdiki de ayrıca birmerasime bağlıydı. Nöbetçilerin gelmesibeklenirken, mahpuslardan biri alçak sesle,ölünün gözlerini kapamanın fena olmayacağıdüşüncesini ortaya attı. Başka biri onu dikkatledinledi, sessizce ölüye yaklaştı, gözlerini kapattı.

Yastığın üstünde duran haçı görünce eline aldı,evirip çevirdi, tekrar Mihaylov’un boynuna taktı.Sonra da istavroz çıkardı. O sırada ölünün yüzüsoğumaktaydı. Üstünde bir ışık huzmesi titreşipduruyordu; ağzı aralıktı. Diş etlerine yapışmışince dudaklarının arasından iki sıra beyaz,sağlam diş parlıyordu. En sonra, belindekasatura, başında bir miğfer, arkasında ikihademeyle nöbetçi çavuş geldi. Hiç sesçıkarmayan, kendisini her yandan sert bakışlarlasüzen mahpuslara şaşkın şaşkın bakarak, gitgideyavaşlayan adımlarla yürüyordu. Ölüden biradım ötede birdenbire durakladı, ürkmüşgibiydi. Bu çırılçıplak, kupkuru, prangalı ölüonu şaşırtmıştı; birdenbire palaskasını gevşetti,hiç sırası değilken miğferini çıkardı, sonra dageniş bir el hareketiyle istavroz çıkardı. Çavuşsert, saçı ağarmış, kıdemli bir askerdi. O andayine ak saçlı bir ihtiyar olan Çekunov’un daorada durduğunu hatırlıyorum. Sessizce, dik dikçavuşun yüzüne bakıyor, garip bir dikkatle herhareketini takip ediyordu. Gözleri karşılaştı venedense Çekunov’un alt dudağı titreyiverdi.

Dudakları tuhaf bir hareketle çarpıtıp dişlerinigösterdi, sonra hızla, sanki istemeye istemeye,başıyla ölüyü çavuşa göstererek:— Bunun da bir anası vardı! deyip bir köşeyeçekildi.Bu sözlerin bıçak gibi yüreğime saplandığınıhatırlıyorum… Neden böyle söylemişti, neredenaklına gelmişti? Ölüyü kaldırmaya başladılar.Yatakla beraber götüreceklerdi; saman hışırdadı,o sessizlikte prangalar gürültüyle şangırdayarakaşağı sarktı… Prangaları topladılar. Sonra ölüyügötürdüler. Birdenbire bütün koğuş bir ağızdankonuşmaya başladı. Koridordan çavuşun birinidemirciye gönderdiği duyuldu. Ölünündemirlerini çıkarmak lazımdı…Ama konudan uzaklaştım…

I: Ölüler EviHapishanemiz kalenin kenarında, tabyalarınyanındaydı. Belki bir şey görürüm diye, ara sıraçit aralığından Tanrı’nın dünyasına bakarsınız,ama görüp göreceğiniz, göğün ufak bir parçası,yabani otlar sarmış, yüksek, toprak bir tabya veüzerinde gece gündüz bir aşağı bir yukarıdolaşan nöbetçilerdir; yılların geçeceğini, sizinsedönüp dolaşıp hep böyle bir çit aralığındanetrafa bakacağınızı ve hep aynı tabyayı, aynınöbetçileri, aynı küçücük gök parçasını, amahapishane üstündekini değil de başka,uzaklardaki hür göğün bir parçasını göreceğinizidüşünsenize. Gözünüzün önüne iki yüz adımboyunda, yüz elli adım eninde, kocaman,düzgün olmayan, altı köşeli, yüksek kazıklararasına çekilen bir çitle çevrilmiş bir avlugetiriniz; çitin toprağa derince gömülmüş, uzun,uçları sivri kazıklarının köşeleri birbirinebitişiktir ve kazıklar da enli tahta parçalarıylabirbirine sıkıca tutturulmuştur; işte bu,

hapishanenin dış duvarıdır. Duvarın bir yanında,nöbetçilerin gece gündüz bekledikleri sağlam,daima kapalı duran çift kanatlı bir kapı vardı;kapı, mahpuslar çalışmaya gönderildiği zaman,verilen emir üzerine açılırdı. Bu kapının öteyanında aydınlık, hür bir dünya vardı; insanlar,bütün insanlar gibi yaşarlardı. Ama duvarın buyanındakiler için o dünya yalnızca bir masaldı.Burada bambaşka, hiçbir yerdekine benzemeyenbir âlem vardı; kendine has kanunları, elbiseleri,ahlak ve âdetleri olan bir yaşayan ölüler evi;hiçbir yerde olmayan bambaşka bir hayat vebambaşka insanlar. Ben de işte bu, bambaşkaköşeyi yazmaya başlıyorum.Dışarıdan avluya girdiğiniz zaman, içindebirkaç bina görürsünüz. Geniş iç avlunun ikiyanında yüksek, tek katlı iki yapı yer alır. Burasıkışladır. Mahpuslar bölümlere ayrılmış haldeburada tutulurlar. Ayrıca, avlunun iç tarafınadoğru bunun gibi bir yapı daha vardır; bu da ikibölüğe ayrılmış mutfaktır. Daha ötedeki binadada aynı çatı altında kilerler, ambarlar, odunluklarbulunur. Avlunun ortasında dümdüz, oldukça

büyük bir alan vardır. Burada mahpuslar sırayagirer, sabah, öğle, akşam, bazen de nöbetçilerinvesveselerine ve mahpusları saymaktakiustalıklarına göre fazladan birkaç sayım, birkaçyoklama daha yapılır. Binaların çevresinde,binalarla duvar arasında epey mesafe vardır. Peksokulgan olmayan, gamlı tabiatlı mahpuslar, boşvakitlerinde bütün gözlerden uzak, düşünceleredalmış bir halde bu yapıların arkasındadolaşmayı severler. Bu gezintilerde onlarlakarşılaşınca, damgalı, üzgün yüzlerine bakarak,neler düşündüklerini anlamaya çalışmaktan zevkalırdım. Sürgünlerden biri, işi olmadığızamanlarda çitin kazıklarını saymayı pekseverdi. Bin beş yüze yakın kazığın hepsi sayılı,her biri işaretliydi. Her kazık, bir günügösteriyordu. Her gün bir tanesini işaretliyor,henüz saymadığı kazıkları da hapishanede kalangünleri olarak görüyordu. Altıgenin bir kenarıbitince, içten sevinirdi. Daha uzun yıllarbeklemesi lazımdı, ama hapiste sabırlı olmayıöğrenecek kadar zamanı vardı. Bir defa, yirmiyıl sürgünde kaldıktan sonra özgürlüğe

kavuşmuş bir mahpusun arkadaşlarıyla nasılvedalaştığını gördüm. Bu adamın hapishaneyeilk girişini hatırlayanlar vardı; ne suçunu, ne decezasını düşünen pervasız bir genç. Şimdi aksaçlı, asık suratlı, hüzünlü bir ihtiyar olarakçıkıyordu. Altı koğuşumuzun hepsini sessizcedolaştı. Her koğuşa girişte ikonalar karşısındadua ediyor, sonra arkadaşlarının önünde yarıbeline kadar eğilerek selamlıyor, helalleşiyordu.Bir olay daha hatırlıyorum: Mahpuslardan birini,eskiden hali vakti yerinde olan Sibiryalı birmujiği, bir akşamüstü kapıya çağırdılar. Bundanaltı ay önce eski karısının başkasıyla evlendiğinihaber almış, çok üzülmüştü. İşte o eski karısıhapishane kapısına arabayla gelmiş; onuçağırmış, sadaka vermişti. Bir iki dakikakonuştular, ağlaştılar, bir daha görüşmemeküzere vedalaştılar. Kışlaya dönerken yüzünügördüm… Doğru, burada insan sabırlı olmayıöğrenebilir.Karanlık basınca hepimizi koğuşa götürür,sabaha kadar kapalı tutarlardı. Avludankoğuşumuza dönmek bana her zaman güç

gelirdi. Burası uzun, basık, havasız, içyağımumlarının donuk ışığıyla aydınlatılan, ağır,boğucu bir kokuyla dolu bir odaydı. Orada onyıl nasıl yaşadığımı şimdi bir türlüanlayamıyorum. Ranzam üç tahtadan ibaretti;bana ayrılan bütün yer bu kadardı. Aynıranzalarda, yalnız bizim odada otuz kişi kadarvardı. Kışın kapıyı erken kapatırlardı; herkesinuyuması için üç dört saat beklemek lazımdı.Yatıncaya kadar gürültü patırtı, kahkahalar,küfürler, zincir şangırtıları, duman, is, tıraşlıkafalar, damgalı yüzler, yamalı elbiseler, hepaşağı, hep bayağı şeyler… ama insan yedicanlıdır! İnsan her şeye alışan bir yaratıktır vesanırım bu onun en iyi niteliğidir.Hapishanede ancak iki yüz elli kişi kadardık;bu neredeyse değişmeyen bir rakamdı. Bazılarıgelir, bazıları günlerini doldurup gider, bir kısmıda ölürdü. Kimler, hangi milletten insanlar yoktuorada! Sanırım, Rusya’nın her eyaletinin, herbölgesinin temsilcileri vardı. Yabancılardan,hatta Kafkas dağlarından bile birkaç sürgünbulunuyordu. Bunlar işlenen suçların


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook