etmeden geçemeyeceğim.Bu A. bir insanın ne dereceye kadar düşüpalçalabileceğinin, zahmet çekmeden vepişmanlık duymadan bütün ahlak duygularınıöldürebileceğinin en iğrenç örneğiydi. A. gençbir soyluydu; mevki komutanımız binbaşıyahapishanede olanı biteni jurnal etmesinden,binbaşının emir eri Fedka’yla arkadaşlığındandaha önce söz etmiştim. Hikâyesi kısacaşöyleydi: Hiçbir okulu bitirmemiş, ahlaksızlığını,sefih hareketlerini hoş görmeyen ailesiyle arasıaçıldığı için Moskova’dan Petersburg’a gitmiş,buradaki pastanelerde, Meşçanskaya’lardaki19eğlence yerlerinde o ölçüde düşmüş ki, epeycezeki olan bu çocuk, çılgınca, anlamsız bir işekalkışarak alçakça bir jurnalciliğe karar vermiş,yani kolay yoldan para kazanarak adi, sefihhırslarını tatmin edebilmek için haksız yere onkişinin kanına girmiş. Ama mesele çabucakanlaşılmış: A.’yı yakalamışlar ve suçsuzkimselere iftira attığı için on yıllık cezaylaSibirya’ya, hapishanemize göndermişler. Henüz
çok gençti, hayat onun için yeni başlıyordenebilirdi. Hayatındaki bu korkunç değişiklikonda bir mücadele, bir isyan duygusuuyandırmalıydı bence. Oysa A. yeni yazgısınahiç sıkılmadan, itiraz etmeden, miskince razıolmuştu; angaryadan ve pastanelerle üçMeşçanskaya sokağından ayrılışından başkahiçbir şeye kederlenmemişti. Hatta sürgünsıfatını, rezalet ve alçaklıklarını daha kolaybaşarabilmek için uygun bir araç saydı.“Mademki sürgün damgasını yemişsin, artık hertürlü ahlaksızlığı yapabilirsin; artık ayıp falankalmamıştır.” İşte A. tamamı tamamına böyledüşünürdü. Bu çirkef yaratığın varlığını daimatabiatın bir hatası saymışımdır. Ben korkunçkatiller, ahlak düşkünleri, nam salmış canilerarasında epey zaman geçirdim, ama hiçbirindeA.’daki adiliğe, küstahlığa, hayasızlığa, tam biralçaklığa rastlamadım. Aramızda daha öncesözünü ettiğim, soylulardan bir baba katili vardı;tavır ve hallerinden onun bile A.’dan daha insanolduğuna kanat getirmiştim. Hapishane hayatımboyunca A. benim gözümde dişleri, midesi olan,
en kaba, en hayvanca zevklere doymak bilmezbir istekle bağlı bir et külçesiydi; bu zevklerinigidermek için kılı kıpırdamadan insandoğrayabilecek yaradılıştaydı, yeter ki, yaptığıörtbas edilsin, hiçbiri su yüzüne çıkmasın. Bütünbunları hiç büyütmeden söylüyorum; A.’yıavucumun içi gibi tanırım. Hiçbir vicdani veahlaki normu olmayan bir insanın bedenselzevklere ne kadar düşkün olabileceğinin canlıörneğiydi. Hele yüzünden hiç silinmeyen alaycısırıtışından da nefret ederdim. Bu adam birucube, iç âlemi Quasimodo’nun yüzü kadarçirkin bir yaratıktı. Ama bütün bu kötü taraflarıyanında, kurnaz, zeki, yakışıklı, hatta birazokumuş, birçok alanlarda yetenek sahibiydi.Yok, yok; yangın, veba, kıtlık bile böyle biradamın toplumda bulunmasından daha iyidir!Daha önce de söylediğim gibi, bazı mahkûmlarhapishanede öylesine alçalmışlardı ki, ortalıkcasus ve ispiyoncu dolu olduğu halde, öbürmahpuslar buna hiç ses çıkarmazlardı. Tamtersine, A. ile herkes dosttu ve onunla çok iyigeçinirdi. Hele sarhoş binbaşımızın ondan hiç
esirgemediği iltifatlar bütün mahpuslarıngözlerinde A.’nın önemini bir kat dahaarttırmaktaydı. Aynı zamanda A., binbaşıyı iyiresim yaptığına inandırmıştı (mahpuslara dakendini Hassa Alayı teğmeni diye tanıtmıştı);binbaşı portresini yaptırmak için A.’yı evineçağırtmıştı. A. da orada efendisinin, dolayısıylada tüm hapishane üzerinde büyük etkisi olanbinbaşının emir eri Fedka’yla ahbap olmuştu..Sarhoş zamanlarında binbaşı tarafından “casus,fitneci” diye küçük görülmesine rağmen, A. yineonun emriyle boyuna bizleri gözetleyipefendisine fitlerdi. Çok kez dayak ve küfürfaslından sonra, binbaşı sandalyeye oturur,A.’ya portresini yapmaya devam etmesiniemrederdi. Galiba binbaşımız A.’yı bir yerlerdenadını duymuş olduğu Brüllov20kadar ünlü birressam sanıyordu; buna rağmen, kendisinde onutokatlama hakkını görüyordu, çünkü“Brüllov’dan âlâ ressam olsan bile sen sürgün,ben de senin amirin olduğum sürece keyfim neisterse onu yapabilirim.” diye düşünürdü.Bundan başka, A.’ya çizmelerini çıkarttıran ve
yatak odasındaki gece kullanılan birtakımkaplarını temizleten binbaşı, bu adamın büyükbir sanatkâr olduğu düşüncesinden uzun zamanvazgeçmemişti. Portre üzerindeki çalışmaysauzadıkça uzuyor, aşağı yukarı bir yıldan berisürüyordu. Sonunda binbaşı aldatıldığınınfarkına vardı. Resmin bitmek şöyle dursun,günden güne kendisinden tamamıyla farklı halegeldiğini görünce dehşetli kızdı, ressamı dövdü,ceza olarak da hapishanenin en kaba işlerinegönderdi. A. bu işe fena halde üzülmüş gibiydi;aylak geçen günlerden, binbaşının sofrasındakiartıklardan, dostu Fedka’dan ve binbaşınınmutfağında geçirdikleri eğlenceli saatlerden ayrıdüşmek ona epey koymuştu. Binbaşıyla A.’nınilgisinin kesilmesiyle, artık A.’nın binbaşıyaboyuna fitlediği M. de biraz rahat yüzügörebilecekti. Bu fitlemenin nedenine gelince:A.’nın hapishaneye gelişinden evvel M. çokyalnızmış. Mahpuslarla düşüp kalkmaktankaçınır, onlara dehşet ve tiksintiyle bakarmış.Mahpuslar da ona aynı nefretle karşılık verirmiş.Genellikle M. gibi insanlar için hapishane hayatı
pek fecidir. M., A.’nın hapishaneye gelişnedenini bilmiyormuş; A. ise, M.’nin içinikolayca okuduğundan adamı jurnalciliklealakası olmadığına ve aslında onun suçunayakın bir suçtan sürüldüğüne kolaycainandırmış. M. kendi ayarında bir arkadaş, biryoldaş bulduğuna çok sevinmiş. Ona bütünkalbiyle bağlanıp sürgündeki ilk günlerindeA.’ya yoldaşlık etmiş, onu avutmuş, cebindekison meteliği vermiş, yemeğini, en gerekli olaneşyalarını paylaşmış onunla. Ama A., M. asilruhlu olduğu, her türlü adilik ve alçaklıktantiksindiği, kısacası kendine benzemediği içinondan nefret etmiş, sonra da önceki konuşmalarısırasında M. ona hapishane ve binbaşı hakkındane söylediyse, ilk fırsatta olduğu gibi binbaşıyayetiştirmiş. Bundan sonra binbaşı, M.’nindüşmanı kesilmiş, onu elinden geldiği kadar eziphırpalamaya başlamış. Kale komutanının nüfuzuolmasaydı M. mutlak bir felakete kurbangidecekti. A. adiliği ortaya çıktıktan sonra,M.’nin karşısında hiçbir utanç duymadı. Tersine,karşılaştıkları zaman yüzüne alayla bakmaktan
pek hoşlanırdı. Yapmaktan zevk aldığı buhareketi M. birkaç kez bana göstermişti. Alçakkerata, bir gün bir mahpusla birlikte vemuhafızla anlaşarak kaçmıştı, ama bu kaçışıbaşka zaman anlatırım. A. ilk zamanlar,hikâyesini bilmediğimi sanarak bana dayaltaklanmaya başlamıştı. Yineliyorum: Sürgünhayatımın ilk günlerini benim için en çekilmezhale getiren oydu. İçine düştüğüm bu çirkeflikve alçaklık beni korkutuyordu. Buradaki herşeyi, herkesi iğrenç ve aşağılık sanıyordum.Ama herkesi A. gibi sanmakla yanılmışım.19Meşçanskaya sokakları, Petersburg’daeğlence yerlerinin bulunduğu üç sokak.20Yaptığı portrelerle meşhur bir Rus ressamı.Hapishanedeki ilk üç günümü müthiş cansıkıntısı içinde, kâh dolaşıp kâh ranzamauzanarak geçirdim; Akim Akimiç’in gösterdiğigüvenilir bir mahpusa, bana verilen beylikbezden, her biri için birkaç metelik vererekgömlek diktirdim. Yine Akim Akimiç’inüstelemesiyle bir portatif döşek (keçeden, bezle
kaplanmış, incecik bir döşekti), bir de yapağıyladoldurulmuş ve alışıncaya kadar epey güçlükçektiğim çok sert bir yastık aldım. Akim Akimiçbu eşyaları bulma işiyle epey uğraştı, hattakendisi de işe karıştı; bana, mahpuslardan satınaldığım beylik kumaşla eski elbisekırpıntılarından kendi eliyle bir yorgandikivermişti. Süresini doldurmuş beylik eşyamahpusun kendi malı olurdu; mahpuslar böyleeşyaları hiç vakit kaybetmeden, yine hapishaneiçinde okuturlardı. Ne kadar eski olursa olsun,her mala kendine göre makul bir fiyata bir alıcıbulunurdu. İlk zamanlarda bütün bunlara pekşaşmıştım. Zaten bu, halk tabakasıyla ilktemasım sayılırdı. Ben de birdenbire onlardanbiri gibi, bayağı bir sürgün oluvermiştim.Onların geleneklerini, düşüncelerini,anlayışlarını kabullenmeye başlamıştım sanki,kendimi onlardan biri saymasam da en azındanşeklen böyleydi. O derece şaşkınlık içindeydimki, önceleri bildiğim, duyduğum şeylerden biletamamıyla habersizmişim gibi geliyordu bana.Fakat gerçeğin etkisi bilinenlerden,
duyulanlardan çok daha başka oluyor. Mesela,önceleri başkalarının sırtından çıkmışpaçavraların da eşyadan sayılabileceğine ihtimalverir miydim? Oysa kendime bunlardan bir deyorgan diktirmiştim! Mahpusların elbiselerindekullanılan kumaşın cinsini kestirmek oldukçazordu. İlk zamanlar askeriyenin kalın yünkumaşları gibi duruyor, ama biraz eskiyinceadeta balık ağı haline geliyor, sonra da lime limeparçalanıyordu. Elbise bir yıl için verilirdi, amabu kadar bile güç dayanırdı. Çünkü mahpusçalışıp ağır yükleri taşırken, elbiseyi bir haylihırpalardı. Gene üç yıl için verilen gocuklar dabu süre içinde hem elbise, hem yorgan, hem deyatak vazifesini görürdü. Gerçi bunlar sağlamşeylerdi. Bununla birlikte, yine de üçüncü yılın,yani gocuğun giyilme süresinin sonuna doğruadi bezle yamalanmış gocuklar görülürdü. Çokeskimiş olanlar bile kırk gümüş kapiğe satılırdı.Daha iyi durumda olanlarsa altmış, yetmişgümüş kapik ederdi ki, bu da sürgünde epey birpara sayılırdı.Daha önce de söylediğim gibi, hapishanede
paranın ayrı bir değeri, gücü vardı. Sürgündebiraz parası olan bir mahkûm, büsbütün parasızolanlardan on kere daha az sıkıntı çekerdi. Bizimyöneticilerin fikrine göreyse devlet mahkûmlaraparaya hiç ihtiyaç duymayacakları ölçüde herşeyi sağlamıştır, para onların neyine gerektir?Oysa tekrar ediyorum, mahpuslar para kazanmaimkânından mahrum olsaydı, hapishanede (hertürlü ihtiyaçları devlet tarafından sağlandığıhalde) ya çıldıracaklar ya sinekler gibi miskinceölüp gidecekler ya da yine görülmemiş derecedeağır birtakım suçlar işleyeceklerdi; bunu dakimisi can sıkıntısından, kimisi bir an önce idamedilerek yok olmak için ya da hiç olmazsa(hapishanedeki söyleyişle) “kaderinideğiştirmek” maksadıyla yapacaktı. Mahpus,kan ter içinde kalıp çalışarak ya da hırsızlık,dolandırıcılık gibi türlü türlü hileli yollarla eldeettiği parayı hesapsızca, bir çocuk müsrifliğiyleharcarsa, bunu dışardan göründüğü gibi paranındeğerini bilmediğinden yapmaz. Mahpus, parayıkudurmuş bir hırsla, hastalık ölçüsünde sever;eğlencelerde, içki âlemlerinde elindekini har
vurup harman savurmasıysa sadece uğrundaparayı zerre kadar esirgemediği şeyleri, paradanbir derece üstün tutmasındandır. Peki, birmahpus için paradan da kıymetli olan şey nedir?Hürriyet ya da hiç olmazsa onun hayalidir.Mahpuslar müthiş hayalci insanlardır. Bu konuüzerindeki bazı şeyleri sonra anlatırım, amasırası gelmişken şunu söyleyeyim: İnanın, “Şusüremi doldurayım ondan sonra şunu, bunuyapacağım…” gibi sözleri büyük bir sükûnetlesöyleyenyirmiyıla mahkûm pek çok sürgüngördüm. “Mahpus” kelimesi, her ne kadar artıko insanın kendi iradesiyle hareket edemeyeceğianlamına gelse de, iş para harcamaya geldiğindemahpuskendi iradesiylehareket eder. Neyüzüne vurulan damgalar, ne pranga, ne dedünyayla ilgisini kesen ve onu kafese tıkılmış birhayvana döndüren hapishane duvarları,kendisine yasak edilmiş zevkleri tatmasına,şarap almasına, fırsat buldukça kadınlarlailişkisine asla engel olamaz; her vakit olmasabile, ara sıra yakın amirlerine, sakatlara, hattaçavuşa para yedirerek disiplinsiz davranışlarına
göz yummalarını sağlayabilir, hatta bu yüzdenüzerine bir de kabadayılık gelir. Bir mahpus için,arkadaşlarınageçici bir sürede olsa,olduğundan daha güçlü görünmek büyük birzevktir: Eğlenirken, ortalığı altüst edip önünegeleni pataklamayamuktedirolduğunu gösterentaşkınlıklar yapar, her şeyinavucunun içindeolduğuna, yani cebinde parası olmayan başkabir mahpus arkadaşının yapmayı aklınınucundan bile geçirmeyeceği birçok şeyikendisinin yapabileceğine inanır. Birçokmahpusun, içmedikleri zaman bile kabadayılıktaslamaları, böbürlenmeleri, aslı olmasa da,kendilerini komik ve saf bir şekilde yüksekgörmeleri belki de bundandır. Arada biryaptıkları sefahat âlemlerinde kendine göre birheyecan ve tehlike, hür hayata dair bir işaret,pek az da olsa bir özgürlük kokusu vardır.İnsan, özgürlüğü uğrunda neyini vermez ki?Boğazına ip geçirilmiş hangi milyoner bir solukhava için milyonlarını feda etmez?Bazen hapishane amirlerini şaşkınlığa düşürenşöyle olaylar meydana gelir: Birkaç yıl gayet
uslu oturan, hatta diğerlerine örnek gösterilen,hal ve hareketleri yüzünden onbaşılığa seçilenmahpus, durup dururken şeytan dürtmüş gibikafayı çekip ortalığı kasıp kavurur, amirlerinezehirli bir dille saygısızlık eder, belki de bircinayet işleyiverir ya da tecavüze kalkışır. Bütünamirler şaşkınlık içindedirler tabii. Oysa tümbunlar, ezilmiş, sindirilmiş bir insanın küçükgörülmeye, şerefsizliğe karşı duyduğu nefretindışavurumundan, acılar içindeki bir ruhunbaşkaldırısından başka bir şey değildir; hattaböyle bir insandan beklenebileceklerin en azıdır.Diri olarak gömülen, mezarda kendine gelincetabutun kapağını yumruklar, kurtulmaya çalışır;oysa biraz düşünebilse, bütün çabalarının boşagideceğini kolayca anlar. Gel gelelim o durumdakimin kafası işleyebilir ki; bir çılgınlık anıdır bu.Burada bir noktaya daha dokunalım: Mahpusunbenliğini korumak için gösterdiği her çaba suçsayılır; bu da ona mubah görülmüyorsa işlediğisuçun ağır ya da hafif olmasının ne önemiolabilir? Eğleniyorsa, çılgıncasına eğlenir; birkötülüğe niyetliyse, bunu çekinmeden cinayete
kadar vardırır. Bir kere başladıktan sonra, artıktam anlamıyla kendini kapıp koyuvermiştir, onututmak imkânsızdır! En iyisi, işin bu aşamayagelmemesini sağlamaktır. Her şeyi sakincehalletmek gerekir.Ama bunu nasıl başarmalı?
VI: Birinci AyHapishaneye geldiğim sırada biraz paramvardı; elimden alırlar kaygısıyla üzerimde pek azpara bırakmıştım, ama her ihtimale karşıhapishanede yasaklanmamış biricik kitap olanİncil’in kapağı arasında bir kaç rublem saklıydı.Bu kitabı, içindeki parayla birlikte Tobolskmahpusları hediye etmişlerdi; sürgünde onar yılıçoktan devirdikleri için sürgünün her türlücefasını küçümseyen bu adamların her bahtsızıkendilerine kardeş sayma âdetleri vardı.Sibirya’da hemen her zaman böyle insanlararastlanır: Hayatlarının tek amacı “bahtsızları”kardeşçe korumak, onlara çıkar gözetmeksizin,kendi çocuklarıymış gibi merhamet ve şefkatgöstermektir. Bunlardan bir tanesiyle nasılkarşılaştığımı kısaca anlatmazsam olmaz.Hapishanemizin bulunduğu şehirde Nastasyaİvanovna adında dul bir kadın vardı. Elbettehiçbirimizin onunla tanışıklığı yoktu. İşte bukadının hayatta sanki sürgünlere yardım
etmekten başka amacı yoktu; hele bizleri pekkoruyup gözetirdi. Ya aile bireylerinden birininbaşından böyle bir felaket geçmiş ya da enyakınlarından, onun için en değerli insanlardanbiri bizimkilere benzer bir suç yüzündenmahkûm olmuştu galiba; bu yüzden kadın bizimiçin elinden geleni yapmaktan adeta mutlulukduyardı. Tabii, elinden pek fazla bir şey degelmiyordu, çünkü kendisi de çok fakirdi.Bununla beraber, hapishane dışında bizidüşünen, bize bağlı olan bir dostumuz olmasıbize yetiyordu. Bizim için önemli birçokhavadisi ondan öğrenmiştik. Hapishaneden çıkıpbir başka şehre giderken ona uğrama, kendisiyletanışma fırsatı buldum. Varoşlarda, yakınakrabalarının evinde oturuyordu. Ne ihtiyar, nede gençti; güzel sayılmamakla beraber, çirkin dedenemezdi. Hatta zeki ya da okumuş olupolmadığı da anlaşılmıyordu. Ancak her hal vehareketinden sonsuz bir iyilikseverlik,karşısındakini hoşnut etme, avutma, sevindirmeisteği sezilmekteydi. Bütün bunlar sakin, iyilikdolu bakışlarında görülüyordu. Evinde, o
zamanki hapishane arkadaşlarımdan biriyle birakşam geçirdik. Kadıncağız gözümüzün içinebakıyor, biz güldükçe gülüyor, hersöylediğimize katılıyordu; nesi varsa ikram etti.Sofrayı çay, yiyecekler ve birtakım tatlılarladonattı; cebinde binlerce rublesi olsaydı, sırf buparayla bize ve hapishanedeki arkadaşlarımızayardım edebileceğinden dolayı sevineceğineşüphe yoktu. Vedalaşırken bize birer tabakaverdi. Bu tabakaları mukavvadan kendisiyapmıştı (nasıl yaptığını Tanrı bilir); kutularınüzerini ilkokul aritmetik kitaplarınınkaplarındaki renkli kâğıtlarla kaplamıştı (belkide bu kaplama işi için bir aritmetik kitabınakıymıştı). Tabakaların kenarları süs olarak,muhtemelen dışarıdan özel olarak aldığı yaldızlı,ince bir şeritle çevrilmişti. Hediyelerini verirkenözür diliyormuş gibi sıkılgan bir tavırla, “Sigaraiçiyorsunuz, belki işinize yarar…” dedi.Duyduğuma, okuduğuma göre, başkasına karşıçok büyük bir sevgi duymak, aynı orandabencilliğe delaletmiş. Ama bu davranışınneresinde bencillik olduğunu bir türlü
göremedim doğrusu.Hapishaneye geldiğim zaman fazla paramyoktu, ama daha nefes almaya vakit bırakmadanbana başvuranlara para vermiştim; dahası,kendilerini tanımadığımı, beni aldattıklarınısanarak ikinci, üçüncü hatta beşinci defagelenleri de boş çevirmemiştim; onlara içtengücenmek yahut kırılmak elimden gelmemişti.Yalnız şunu açıkça söyleyeyim ki, budalacakurnazlıklarıyla beni aptal, avanak yerine koyupbeşinci kez para çektikten sonra, bir de alayetmeleri doğrusu gücüme gitmişti. Mutlaka yalanve kurnazlıklarıyla beni kafese koyduklarıkanısındaydılar; oysa eminim ki, para vermeyiponları kovsaydım, beni daha çok sayacaklardı.Ama ne kadar kızsam da istediklerini vermemekelimden gelmedi. Kızmamın sebebi de, onlarakarşı takınmayı önceden tasarladığım sert, cidditavra bütünüyle aykırı davranmamdı. Buçevrenin benim için yepyeni olduğunu sezipanlıyordum, ama daha uzun yıllar bu koyukaranlığa nasıl katlanacağımı bir türlü aklımalmıyordu. Kendimi alıştırmam gerekliydi.
Şüphesiz, her şeyden önce her davranışımınsağduyumla vicdanımın emrettiği şekilde olmasıkararını vermiştim. Lakin bütün bunların sözdekalacağını, ileride birçok umulmadık olaykarşısında bu düşüncelerimin bir değertaşımayacağını da pekâlâ biliyordum.Bunun içindir ki, her ne kadar AkimAkimiç’in direnmesi üzerine koğuşta yerleşmeişleriyle biraz oyalanıyorsam da, zehirli, banaişkence eden bir keder gitgide içimi kaplıyordu.Bazı günler koğuşumuzun merdiveni başındaoturup işten dönen ve hapishane avlusuylamutfak arasında ağır ağır gidip gelen mahpuslarıseyrederken, “Ölü bir ev!” diye düşünürdüm.Mahpuslara dikkatle bakar, yüzlerini,hareketlerini inceleyerek, nasıl insanlarolduklarını, tabiatlarını anlamaya çalışırdım.Onlarsa önümden, kimi kaşları çatık, kimi aşırıölçüde neşeli (bu iki tip burada en çok rastlanan,neredeyse hapishanenin karakteristiği olantiplerdi), kimi de ya kavga ederek ya da yalnızcaaralarında konuşarak geçip gidiyorlardı; bazılarıtek başına, dalgın, yavaş ve ölçülü adımlarla,
bazıları yorgun, bezgin bir tavırla dolaşıyor; birkısmı da (burada bile!) etrafı küçümsediklerinibelirten bir böbürlenmeyle, şapkalarını yanayatırmış, gocuklarını omuzlarına atmış, küstah,alaycı gülümsemelerle volta atıyorlardı. “İştebundan sonra ister istemez, içerisindebulunacağım çevre…” diye düşünüyordum.Buradakiler hakkında Akim Akimiç’ten bilgiedinmeye çalıştım, yalnızlıktan kurtulmak içindaima Akim Akimiç’i çay içmeye çağırırdım.Söz arasında şunu da söyleyeyim ki, çay ilkzamanlar, aşağı yukarı biricik gıdamdı. AkimAkimiç çay ikramımı hiç reddetmiyor, M.’ninbana kullanmak üzere verdiği acayip biçimli,küçük teneke semaverde çay kaynattıktan sonra,daima bir bardak içiyor (onda bardak da vardı)teşekkürlerini bildirdikten sonra da yorganıdikmeye devam ediyordu. Ondan, öğrenmekistediğim bilgiyi alabilmek neredeyseimkânsızdı; hatta mahpusların karakterleriyleneden bu kadar ilgilendiğimi de anlayamıyor,sözlerimi sadece, aklımdan hiç çıkmayan,kurnazca gülümseyişiyle dinlemekten başka bir
şey yapmıyordu. Kendi kendime, “Hayır, bu işsorup soruşturmakla olmayacak. Kendimfaaliyete geçmeliyim.” diye bir karar verdim.Dördüncü gün, tıpkı ayak demirlerimideğiştirmeye gittiğim günkü gibi, mahpuslarsabah erkenden hapishanenin kapısında, tamnizamiyenin önünde iki sıra olarak dizilmişlerdi.Önlerine ve arkalarına, tüfekleri dolu, süngüleritakılı iki sıra asker dizilmişti. Asker, kaçanmahpusa ateş edebilir, ama bir zorunlulukolmadan silahını kullanırsa sorumlu tutulur;ayrıca mahpusların isyanı halinde de serbestçeateş etme yetkisi vardır. Zaten kim açıktan açığakaçmaya kalkışabilir? Sonunda istihkamsubayıyla kılavuz, istihkam çavuşları ve erleri,yapılan işleri gösteren komiserler geldi:Yoklama yapıldı, ilkin dikimevine giden grupyola çıkıyordu, istihkam amirleri onlarakarışmıyorlardı. Bu mahpuslar, doğrudandoğruya hapishane için çalışıyor, mahpuslarıngiyim eşyasını dikiyorlardı. Bunları atölyelerdeçalışanlar ve kaba işlerde kullanılanlar takipediyordu. Ben de yirmi kişilik bir kafile
içindeydim. Kalenin arkasındaki donmuş nehirüzerinde, hapishanenin iki sandalı vardı, bir işeyaramadıklarından tahtaları ziyan olmasın diyesöküleceklerdi. Bununla beraber, bu hurdanın dahiç değeri yoktu sanırım. Çünkü her yanormanlık olduğundan, şehirde odun çok ucuzasatılırdı. Oraya gönderilmemizdeki asıl amaç,mahpusların ellerinin boş kalmamasıydı.Mahpuslar da bunun pekâlâ farkındaydılar ve bugibi işlerde daima pek isteksiz, pek gayretsizçalışırlardı. Ama ele aldıkları iş önemli veyararlıysa, onlara sorumluluğu olan bir görevolarak verilmişse, o zaman iş değişirdi. Hepsicanlanır, bundan hiçbir çıkarları olmadığı haldedaha çabuk, daha iyi çalışarak işi bir an öncebitirmeye gayret ederlerdi. Şimdi olduğu gibi,yalnızca âdet yerini bulsun diye verilen işlerbenimsenmez, saat on birde çalan paydostrampetine kadar herkes işiyle uğraşırgörünürdü. Oldukça sıcak ve sisli bir gündü;neredeyse karlar eriyecekti. Kafilemiz kaleninarkasındaki kıyıya yollandı; elbisemizin altındagörünmeyen zincirler hafifçe şangırdıyor, her
attığımız adımla keskin, tiz bir madeni sesçıkarıyordu. İki üç kişi ayrılarak, gereken aletialmak üzere depoya gitti. Grubun ortalarındailerlerken biraz canlılık gelmişti üzerime:Yapacağım işin ne olduğunu bir an önce görüpanlamak istiyordum. Ağır kürek cezası denilenşey neydi acaba? Sonra ben de hayatımda ilkdefa olarak böyle bir işte nasıl çalışacaktım?Her şeyi en ufak ayrıntılarına kadarhatırlıyorum. Yolda sakallı bir yerliylekarşılaştık; adam durdu, elini cebine soktu.Kafilemizden hemen bir mahpus fırladı,şapkasını çıkardı ve adamın uzattığı beş kapiksadakayı alıp çabucak yine kafileye karıştı.Adam da istavroz çıkarıp yoluna devam etti. Bubeş kapikle aynı sabah kalaç alındı ve kafilearasında eşit olarak paylaşıldı.Bu mahpus grubunda da bir kısım her vakitolduğu gibi somurtkan, sessiz, bir kısım dakayıtsız ve bezgindi. Geri kalanlar ise aralarındagevezeliğe dalmışlardı. Bir tanesi, nedense birşeye sevinmiş gibi neşeliydi. Yolda şarkı
söylüyor, neredeyse oynayacak gibi halleralıyor; her adımda bir sıçrayarak demirlerinişangırdatıyordu. Bu, hapishaneye ilk geldiğimsabah yıkanırken, Kağan kuşu olduğunu iddiaeden mahpusa takılmış olan tıknaz mahkûmdu.Neşeli delikanlımızın adı Skuratov’du. Birdenoynak bir şarkı tutturuverdi; aklımda yalnıznakaratı kalmış:Bensiz evlendirdiler beni,Bense değirmendeydim.Bir balalayka eksikti.Skuratov’un taşkın neşesi kafilemizin bazımahpusları arasında derhal kızgınlık uyandırdı;hani neredeyse bunu, kendilerine bir hakaretsayacaklardı. Biri durup dururken:— Yine başladı ulumaya! diye söylendi.Asık suratlılardan bir başkası da Ukraynaşivesiyle:— Aah, ah… bizim Tulalı21eşek de buhavadan ölmüştü, dedi.
21Tula: Orta Rusya’da bir eyaletti. UkraynalılarOrta Rusyalılardan hiç hoşlanmazlar. Tulalı sözühakaret olarak söylenmiştir.Skuratov, lafın altında kalmadı:— Tulalıysa ne olmuş sanki, a Poltavalı“galuşki”22oburu.22Ukraynalıların ulusal yemeği; bir nevi mantı.— Sen onu da bulamıyordun ya! Lahanaçorbasına çarığını banarsın ancak!Birisi atıldı:— Şimdi de şeytanın çektiği fındık fıstıkziyafetlerinden başını kaldıramıyor.Skuratov:— Doğru ya, ben pek nazlıyımdır kardeşler,dedi.Sonra nazlı olduğuna esefleniyormuş gibihafifçe iç geçirdi ve aramızdan belli bir mahpusadönmeden devam etti:— Ta küçüklüğümden beri, hep kuru erik vefrancalayla beslenmişimdir ben. Öz
kardeşlerimin Moskova’da kendi dükkânları var;müşteriye rüzgârı bile satarlar. En zengintüccarlardandırlar.— Sen ne satıyordun?— Her şeyi, bazen kendi uydurduklarımı. İşteilk iki yüzü de o vakit almıştım…Meraklılardan biri, böyle bir parayı duyuncaneredeyse titreyerek atıldı:— Ruble mi?— Yok kardeş, ne rublesi, iki yüz sopa. AhLuka, ah Luka!Ufak tefek, ince yapılı, sivri burunlu mahpusisteksiz isteksiz mırıldandı:— Herkes için Luka’yım, ama senin için LukaKuzmiç.— Peki, Luka Kuzmiç diyelim, Tanrı’nıncezası.— Kimine de Luka Kuzmiç’im, ama sen banaamca de.— Ee, şeytan alsın seni de, amcalığını da!
Tam da hoş bir şey anlatmak üzereydim. İşteböyle kardeşler, bundan sonra Moskova’da çokkalamadım. Bir gün on beş kırbacı indiripdefleyiverdiler. Ben de…Hikâyeyi dikkatli dikkatli dinleyen bir mahpussözünü kesti:— Ama neden def ettiklerini söylemedin ki…— Bırak şimdi lafazanlığı birader, neysekardeşler sonuçta Moskova’da cebimizidolduramadık. Oysa zengin olmayı çok, amaöyle çok istiyordum ki… Buna ne kadar canattığımı sözle anlatamam doğrusu.Çoğu güldü. Herhalde Skuratov, hapishaneninasık suratlıları neşelendirmeyi kendine görevedinmiş ve yalnızca küfürle karşılık görengönüllü şaklabanlarındandı. Pek kendine özgübir tipti; belki daha sonra ondan ayrıca sözederim.Luka Kuzmiç:— Canım, sen şimdi bile ağırlığınca altınedersin, dedi. Şu üstündeki yüz rublelik elbise
bile yeter.Oysa Skuratov’un sırtında delik deşik, hertarafı yama içinde, eski bir gocuk vardı.Delikanlı kayıtsız, ama dikkatli bir bakışla onuyukarıdan aşağı süzdü ve karşılık olarak:— Asıl kafaya bakmalı kardeş, kafaya! dedi.Moskova’dan ayrılırken de biricik avuntumbuydu: Hiç olmazsa şu kafam benimlebirlikteydi. Elveda sana Moskova, hamamlarınada, temiz havana da karnım tok, pestilimiçıkardılar be! Hem gocuğumdan sana ne ikigözüm, ne bakıyorsun…— Yok, kafana mı bakalım yani?Luka yine söze karıştı:— Kafası da kendisinin değil ki birader.Tümenden kafileye geçerken, birisi bu dilenciyeTanrı rızası için verdi.— Demek böyle sanatın da vardı Skuratov,ha?Suratı asık mahpus:— Yok canım! Onun körlere kılavuzluk
ederken meteliklerini yürütmekten başka işiyoktur, diye seslendi.Skuratov bu alaylara kulak asmadan devametti:— Kundura yapmayı denedim. Ama ancak birçift yapabildim.— Alan oldu mu?— Oldu. Tanrı’dan korkmayan, anasınıbabasını saymayan birini Tanrı cezalandırdı;kunduraları o satın aldı.Skuratov’un çevresindekiler gülmektenkatılıyorlardı. Skuratov istifini bozmadan devametti:— Bir defa da burada çalıştım. Teğmen StepanFyodoroviç Pomortsev’e çizme yaptım.— Nasıl, memnun oldu mu bari?— Olmadı kardeşler, olmadı. Araba dolusuküfür savurdu. Üstelik de arkama bir tekmeyapıştırdı. Pek kızmıştı. Ah, domuz kader banane oyunlar oynadı!Skuratov birdenbire:
“Hele az bekle sen,Akulina’nın kocası fırlayacak dışarı…”diye bir şarkı tutturdu ve tempoyla ayaklarınıvurarak sıçramaya başladı. Yanımda yürüyenUkraynalı, onu öfke ve küçümseme dolu birbakışla süzerek:— Amma da kepaze herif be! diye mırıldandı.Başka bir mahpus, itiraz kabul etmez biçimde,ciddi bir sesle kestirip attı:— Faydasız bir adam!Daha ilk günden Skuratov’a ve genellikle tümneşeli mahpuslara herkesin kızdığını farketmiştim, ama neden böyle yaptıklarını, hattabiraz da küçümsediklerini bir türlüanlayamıyordum. Ukraynalının ve ötekilerininbu öfkesini kişisel bir husumete yormuştum.Ama bunun nedeni kişisel değildi, kızdıkları şey,yapmacık da olsa bütün sürgünlerinkarakteristiği haline gelmiş ve neredeysemüşkülpesentliğe varan ukalalığının Skuratov’dabulunmaması, yani dedikleri gibi, “faydasız” bir
adam olmasıydı. Ne var ki, her neşeli olana,Skuratov ve benzerlerine kızdıkları gibikızmıyorlardı. Adamına göre davranıyorlardı.Yumuşak, uysal tabiatlı kimseler derhal hakareteuğruyordu. Buna pek şaşmıştım. Ama neşelilerarasında laf altında kalmayan, karşılık vermesinibilenler, sevilenler vardı; böylelerine saygıduyuluyordu. Aynı mahpus grubunda böyledişli, bununla beraber gayet neşeli ve çoksevimli –bu meziyetlerini sonradan öğrendim–bir adam vardı; oldukça güzel ve zeki olanyüzünde kocaman bir et beni vardı. Vaktiylekazmacı olarak çalıştığı için “Kazmacı” diyeçağrılırdı, şimdi de ayrı bölümde bulunuyordu.Ondan ayrıca söz edeceğim.Ama bütün “ciddiler” de şu neşeye kızanUkraynalı kadar aşırı gitmezdi. Hapishanedeherkesten üstün olmaya özenen, her işibildiklerine, hazır cevap, kişilik sahibi, zekiolduklarına inanan birkaç kişi vardı. Aralarındagerçekten akıllı, kişilik sahibi olanları da çoktuve bunlar öbürlerinden üstün durumdabulunduklarından, arkadaşlarını bir tür manevi
baskı altında bulundururdu. Çok defa bu gibilerde birbirine düşmanlardı, birbirlerini hiççekemezlerdi. Öbür mahpuslara karşı vakarlı,hatta hoşgörülü bir tavırları vardı ve aslagereksiz yere kavga çıkarmazlardı; amirleringözüne girdiklerinden iş sırasında çalışan değilde yönetenmiş gibi davranır, şarkı söylemek gibiönemsiz kusurlara değer vermez, buna tenezzületmezlerdi. Sürgün hayatı boyunca bana karşıhepsi olağanüstü nazikti; gene de pek fazlakonuşmamıştık, bunu da sanki büyüklüklerinigöstermek için yaparlardı. Daha sonra onlardanda daha geniş olarak söz edeceğim.Nehir kıyısına gelmiştik. Aşağıda, donmuşnehirde, üzerinde çalışacağımız sandalduruyordu. Nehrin karşı tarafında uzaklaradoğru mavileşen bozkır uzanıyordu; iç karartıcı,ıssız bir görünüşü vardı. Herkesin hemen işesarılmasını bekliyordum, oysa kimseninumurunda bile değildi. Bir kısmı kıyıda, şuradaburada kalmış tahtaların üzerine oturuverdiler;hemen hemen hepsi çizmelerinden çarşıdayaprak halinde, funtu üç kapiğe satılan yerli
tütünle dolu keselerini ve kısa, söğüt ağacındankendi yaptıkları, ufak, tahta çubuklarınıçıkardılar. Çubuklar yakıldı, muhafız askerler debizi çepeçevre sarıp bezgin bir tavırla beklemeyebaşladılar.Aramızdan biri kendi kendine:— Şu sandalı da kırmak kimin aklına geldi ki?dedi. Tahta mı lazım oldu acaba?Başka bir mahpus:— Bize sormaya gerek görmeyen birininkafasından çıkmış besbelli, diye mırıldandı.Birincisi arkadaşının cevabının farkınavarmayarak bir süre sustu, sonra karlar içindebirbirinin arkasından yürüyen bir sürü köylüyügöstererek sordu:— Bu mujikler de nereye gidip duruyorlar?Hepsi tembel tembel o yana baktılar ve cansıkıntısından mujiklere takılmaya başladılar. Enarkadakinin yürüyüşü pek gülünçtü. Kollarınıaçarak, köylülerin giydikleri uzun, sivrişapkasının ağırlığından başı yana sarkmış
yürüyordu. Bembeyaz kar üzerinde bütünvücudu açıkça görünmekteydi. Mahpuslardanbiri köylü şivesini taklit ederek:— Petroviç kardeş de amma süslenmiş ha!dedi.İşin şaşırtıcı yanı, mahpusların yarısı köylüolduğu halde, köylülere tepeden bakmalarıydı.— Çocuklar, arkadakinin yürüyüşüne bakın,turp ekiyormuş gibi yürüyor.— Zengin yürüyüşü o, cepleri para doludemek ki.Hepsi tembel tembel, sanki laf olsun diyegüldüler. O aralık oynak, neşeli kalaççı kadıngeldi.Yolda rastladığımız adamın beş kapikliksadakasıyla kalaç alındı ve oradakiler arasındaeşit olarak paylaşıldı.Hapishanede kalaç ticareti yapan gençmahpus, yirmi tane kadar aldı ve kadından yirmikalaçta iki yerine üç kalaç komisyon koparmakiçin çekişmeye başladı. Fakat kalaççı kadın razı
olmuyordu.— Ondan da vermeyecek misin bize bakalım?— Hangisinden?— Farelerin yiyemedikleri şeyden…Kadın cırtlak bir sesle:— Hay Tanrı cezanı versin senin herif!.. diyehaykırdı ve güldü.O sırada işleri gözeten komiserle değnekliçavuş geldi.— Hey, ne oturuyorsunuz be! Hadi iş başına!“Yönetici” mahpuslardan biri oturduğu yerdenağır ağır kalktı.— Ama bu bize verdiğiniz iş değil ki İvanMatveyeviç, dedi.— Demin iş paylaşılırken neden itirazetmediniz? Hem de sandal parçalamanın nesivar, bu da bir iş.Zorla kalktılar ve ayaklarını sürüye sürüyeaşağıya, nehre indiler. Grup içinden sözde deolsa birkaç “amir” çıktı. Sandalı dikkatle
sökmeliymiş, tahtaları, özellikle de sandalındibine tahta çivilerle enlemesine tutturulmuşkirişleri olabildiğince hırpalamadançıkarmalıymış; uzun ve sıkıcı bir iş yani.— Her şeyden evvel şu kirişi çekmeli.Davranın bakalım çocuklar!Bunu söyleyen amir ya da işi gözetenlerdendeğil, sadece bir işçi, sessiz, kendi halinde birdelikanlıydı; eğilerek kalın bir kirişe iki eliylesarıldı ve yardımcı bekledi. Fakat yardım edençıkmadı. Birisi dişlerinin arasından homurdandı:— Sen onu zor kaldırırsın zıpçıktı! Ayı dedende gelse, o koca alamet yerinden kalkmaz.Şaşırmış olan “zıpçıktı” kirişi bırakarakdoğruldu:— Peki neresinden başlayalım kardeşler? Benbilmem öyleyse…— Sana fazla mesai yazılacak değil ya… Nediye öne atlıyorsun?— Üç tavuğa yem veremez, herkese önayakolmaya kalkıyor. Zevzek sen de!
Öteki şaşkın şaşkın açıklamaya çalıştı:— Ama çocuklar, ben bir şey yapmadım ki,sadece…Sonunda işe nasıl başlayacaklarını bir türlükestiremeyen bu yirmi kişilik yığına şaşkınlıklabakan komiser, bir kere daha bağırdı:— Ee, ne mostralık heriflersiniz be! Hepinizitenekeye bastırıp kışa salamura yapmalı. Haydibaşlayın! Çabuk olun!— Çabuktan daha çabuk yapılabilir mi İvanMatveyeviç…— Sen ne ötüyorsun! Senin zaten bir şeyyaptığın yok! Hey Savelyev! Çenesi düşükPetroviç! Sana söylüyorum, havyar kesmesene.Bak, hâlâ duruyor.— Tek başıma ne yapabilirim ben?..— Bize esaslı bir görev verin İvanMatveyeviç, ne olur.— Bundan başka iş yok dedik ya. Sandalısöker, sonra dönersiniz. Haydi başlayın!
İsteksizce, beceriksizce de olsa nihayet işebaşladılar. Bu sağlıklı, güçlü kuvvetli adamlarınişe nasıl başlayacaklarını bilmediklerini görmekbasbayağı sıkıntı veriyordu insana. En küçükkirişi sökmeye başlar başlamaz, kiriş, sonradankomisere anlatışlarına göre, “kendiliğinden”kırılıverdi; demek böyle yapılmayacaktı, işi terstutmuşlardı. Aralarında yeniden, nasıl başlamalı,ne yapmalı diye, uzun boylu tartışmaya giriştiler.Elbette tartışma yavaş yavaş kavga halinedönüştü, işi daha da ileriye vardıracaklardı…Ama komiserin bağırıp gözdağı verircesinesalladığı değnek ortalığı çabuk yatıştırdı.Yeniden başladılar, lakin bu sefer de bir başkakiriş kırıldı. Balta ve öteki bazı araçların noksanolduğu anlaşıldı. Derhal bir muhafızla ikimahpusu kaleye, araç gereç almaya gönderdiler.Onlar gidedursun, kalanlar da yere çömelip yineçubuklarını tüttürmeye başladılar. Komiser,hırsla yere tükürüp öfkeyle homurdandı:— Sizin yapacağınız işten hayır gelmez! Nebiçim insanlarsınız, bilmem ki!
Elini salladı ve değneğini sallaya sallayakaleye döndü.Bir saat sonra kılavuz geldi. Sakincemahpusları dinledikten sonra, kırmadan dörtkiriş daha çıkarıp sandalın gövdesinisökmelerini, ancak ondan sonradönebileceklerini söyledi. Bu epey kallavi birişti, ama öyle bir giriştiler, öyle canla başlaçalışmaya başladılar ki… Tembelliklerinden,şaşkınlıklarından eser kalmamıştı! Baltanınçıkardığından başka ses duyulmuyordu; biryandan tahta çiviler sökülürken, öte yandanöbür mahpuslar kirişlerin altına kalın sırıklarıkaldıraç gibi sokarak, kirişleri çabuk çabuk,ustalıkla söküyorlardı. Hem de asıl hayretimiuyandıran şey, kirişler sapasağlam, en ufaksakatı olmadan çıkarılıyordu. Ortalık arıkovanına dönmüştü. Herkes ciddileşmişti. Nefazla konuşuluyor, ne de kavga ediliyordu; hepsisöyleyeceğini, yapacağını, nerede duracağınıçok iyi biliyordu. İş, paydos trampetininçalmasından tam yarım saat önce bitti;kazandıkları topu topu yarım saat olmasına
rağmen yorgun mahpuslar eve pek memnundöndüler. Yalnız bana karşı davranışları hiçhoşuma gitmemişti: İş sırasında nereye, kiminyanına yardıma koştumsa, hep gereksizsayıldım, hep engellendim; her yerden benitersleyerek uzaklaştırdılar.Becerikli ve usta bir işçi karşısında ağzınıaçmaya korkan, hiçbir işe yaramayan en miskinmahpus bile, yanında durup çalışmasına engeloluyorum diye, kendinde bana bağırma hakkınıgörüyordu. Sonunda lafını esirgemezlerden biri,kaba bir tavırla bana: “Ne diye her yere burnunusokuyorsun! Çekilsene be!” diye bağırdı. Ötekihemen ona katıldı:— Nasıl? Aldın mı ağzının payını?Bir üçüncüsü:— Ortalığı karıştırıp duracağına bir maşrapa alda, gidip sadaka topla daha iyi, dedi. Buradasana göre iş yok.Ayrı durmaya mecbur oldum. Oysa herkesçalışırken eli boş durmak ayıp geliyordu bana.Ama geriye çekilip sandalın öbür yanına
geçince, mahpuslar derhal bağırmaya başladılar:— Ne biçim işçi veriyorlar bize! Hiçbiri bir işeyaramıyor. Bunlarla nasıl çalışılır?Bunu özellikle yaptıkları açıktı. Eski soylununişe yaramazlığını göstermekten daha iyi neyleeğlenebilirlerdi?İşte şimdi, önce de söylediğim gibi,hapishaneye ilk gelişimde bütün bu insanlarlanasıl anlaşılabileceği meselesine önem vermeninsebebi kolayca ortaya çıkıyor. Bugünkü işteolduğu gibi, daha birkaç kere aramızdaanlaşmazlıklar çıkacağını sanıyordum. Lakinbütün bunları göze alarak hapishanedekidavranışım konusunda az çok hazırladığımplanda değişiklik yapmamaya karar verdim.Niyetim, elimden geldiğince sade ve onlardanfarkım yokmuş gibi durmaktı; onlara sokulmakiçin pek fazla gayret göstermeyecektim, amaonlar bana yakınlık gösterirlerse, karşılıkvermezlik de etmeyecektim. Tehdit venefretlerine kulak asmayıp elimden geldiği kadargörmezlikten gelecektim. Belli başlı noktalarda
onlardan ayrı kalacak, ama birtakım huylarını,geleneklerini benimsemeye çalışacaktım,kısacası tam bir arkadaşlık aramayacaktım. Bunuyaparsam, beni ilkönce onlar aşağı göreceklerdi.Onların fikrine göre (bunu daha sonralarıanladım) onlara karşı her zaman soyluluğungerektirdiği biçimde hareket etmeli, nazlanıpkırıtmalı, mahpuslardan tiksinmeli, her adımdaburun kıvırmalı, işten kaçmalıydım. Soyludeyince akıllarına gelen buydu. Şüphesiz, bütünbu yaptıklarım için benimle hırgür çıkaracak,ama içlerinden bana karşı bir saygı daduyacaklardı. Ancak bu rol bana göre değildi,asla mahpus kafasındaki soylu tipinegirememiştim; öte yandan kendi kendime,öğrenimimin ve düşünebilme yeteneğinimonlarınkine olan üstünlüğünü belirtmektekesinlikle fedakârlık yapmamaya kararvermiştim. Eğer mahpuslara yaranmak içinonlara yaltaklanmaya, her söylediklerine“amenna” demeye, senli benli olmaya,iltifatlarını kazanmak maksadıyla seviyelerineinmeye kalkışsaydım, bunu korkumdan ya da
ürkekliğimden yaptığımı sanarak derhal beniaşağılayacaklardı. Tabii, A. bunun istisnasıydı:Çünkü o binbaşının evine girip çıkıyordu ve asılmahkûmlar ondan korkuyordu. Öte yandanonlara karşı, Polonyalıların yaptığı gibi soğukdurup delinmez bir nezaket zırhına bürünmeyide istemiyordum. Nazlanıp kırıtmadan onlarlabirlikte çalışmak istediğim için beniküçümseyeceklerini de, sonradan hakkımdakidüşüncelerini değiştirmek zorunda kalacaklarınıda biliyordum; bununla beraber, iş zamanındaonlara yaltaklanmak istediğimi sanıp beni horgörecekleri düşüncesi de son derece üzüyordubeni.Akşam, öğleden sonraki işten hapishaneyeyorgun dönünce, beni yine derin bir üzüntüsardı. “Önümde bunun gibi daha kaç bin günvar, kim bilir?” diye düşündüm, “Hep aynı, hepbirbirine benzeyen günler!” Ortalık kararınca,tek başıma koğuş binasının arkasındaki duvarboyunca dolaşmaya başladım. Birdenbire banadoğru koşan Şarik’i23gördüm. “Şarik”
hapishanemizin köpeğiydi, askeri bölüklerde vetopçu bataryalarında bulunan köpekler gibi birköpekti. Çok eskiden beri hapishanedeydi,kimsenin malı değildi. Herkesi sahibi biliyor,mutfak artıklarıyla besleniyordu. Şarik, beyazlakarışık siyah tüylü, irice, henüz pek yaşlıolmayan, zeki bakışlı, kuyruğu tüylü bir köpekti.Onu kimse sevip okşamaz, umursamazdı.Hapishaneye geldiğim ilk gün sırtını okşamış,elimle ekmek vermiştim. Severken uslu duruyor,yüzüme tatlı tatlı bakıyor ve memnuniyetinibelirtmek için kuyruğunu sallıyordu. Şimdi debeni –yani birkaç yıldır onu okşamayı ilk defaakıl eden insanı– uzun zaman göremeyincemahpuslar arasında dolaşarak aramayabaşlamıştı, koğuşun arkasında karşılaşıncahafifçe inleyerek bana doğru koştu. Birdenbire,bana ne oldu bilemiyorum, ama köpeğe sarılıpbaşını göğsüme bastırdım ve öpmeye başladım;Şarik ön ayaklarını omuzlarıma koymuş,yüzümü yalıyordu. “İşte kaderimin banayolladığı dost!” diye düşündüm ve o gündensonra da bu ilk ve en ağır gelen acıklı
dönemimde, her işten dönüşümde, koğuşagirmeden hemen koğuşun arkasına gitmeyebaşladım; orada, sevincinden önümde ince birsesle inleyip boyuna zıplayan Şarik’in yanınaçömelir, başını ellerimle sararak öper, öperdim.Bu anlarda bütün varlığımı hem tatlı, hem deazap veren tuhaf bir duygu kaplardı. Duyduğumbu acıdan adeta övündüğümü hâlâ unutmam;bütün dünyada beni seven, bana bağlı olan tekbir yaratığın sadık dostum Şarik olmasıylaövünürdüm.23Şarik: Topaç.
VII: Yeni Ahbaplıklar – PetrovZaman geçiyor, ben de yavaş yavaşalışıyordum. Artık yeni hayatımın her günküolayları beni eskisi kadar şaşkınlığadüşürmüyordu. Olaylara, koşullara, çevremdekiinsanlara alışıvermiştim. Bu hayata katlanmakbelki mümkün değildi, ama bunu bir oldubittisayıp boyun eğmek gerekti. Henüzçözemediğim birçok meseleyi bir yanabırakmıştım. Artık hapishanede kendimikaybetmiş gibi dolaşmıyor, kederimi açığavurmuyordum. Mahpusların vahşice bir merakladolu bakışları, üzerimde eskisi kadar sıkdurmuyor, kasıtlı arsızlıklarıyla beni tedirginetmeye kalkışmıyorlardı. Anlaşılan onlarıngözleri de bana alışmıştı ki, bu beni epey mutluediyordu doğrusu. Artık hapishanede kendievimdeymişim gibi geziniyordum, ranzama veasla alışamayacağımı sandığım birçok şeyealışmıştım. Haftada bir gün şaşırmadan, başımınyarısını tıraş ettirmeye gidiyordum. Her
cumartesi, paydos saatinde bizi sıraylanizamiyeden çağırırlardı (tıraş olmayan, buhareketinden sorumlu tutulurdu); oradataburlardan gelen berberler soğuk suylasabunladıktan sonra, kör usturalarıylabaşlarımızı öyle bir kazırlardı ki, bu işkenceyihatırlayınca şimdi bile tüylerim diken dikenoluyor. Ama kısa sürede bunun da çaresibulunmuştu: Akim Akimiç bana bir kapikkarşılığı herkesi kendi usturasıyla tıraş edenasker mahkûmlardan birini gösterdi. Hapishaneberberlerinin eline düşmemek için mahkûmlarınçoğu onda tıraş olurdu, oysa hapishane milletiöyle hanım evladı da değildir hani. Bizimmahpus-berberebinbaşıdiyorlardı, binbaşınınhangi özelliğini çağrıştırdığından böyledendiğini hiç bilmiyorum. Şimdi şu satırlarıyazarken, gözümün önüne geliyor bu adam:Uzun boylu, zayıf, sessiz, oldukça da aptal birdelikanlıydı; daima işiyle uğraşır, kayışlabilenmekten incelmiş usturasını sabahtanakşama kadar ha bire biler ve bu işe o kadardalardı ki, hayatının biricik uğraşısı buydu
herhalde. Gerçekten, usturası iyi bilendiğindebirisi tıraş olmaya gelirse müthiş seviniyordu:Suyu daima sıcak, eli hafifti; ustura elinde yağgibi kayardı. Sanatıyla övündüğü, tıraş ücretiolan bir kapiği önemsemeden aldığı belliydi;paraya değil, sanata değer veriyor görünürdü.Bir gün binbaşıya hapishanedekileri fitleyenA.’nın hapishane berberimizden de söz edeceğitutmuş, konuşurken de farkından olmadanondanbinbaşıdiye bahsedivermiş. Son dereceöfkelenen, gücenen binbaşı, A.’nın adamakıllıcanını yakmış. Bir yandan ağzından köpüklersaçarak cezasını verirken, bir yandan da,“Binbaşının ne demek olduğunu biliyor musunalçak! Binbaşı ne demek, bundan haberin varmı? Hem adi sürgünün birine nasılbinbaşıdersin, hem de bunu yüzüme karşı söylemeyenasıl cüret edersin!..” diye bar bar bağırmış. Bubinbaşı gibi bir adamla ancak A. geçinebilirdidoğrusu.Hapishaneye ayak bastığım günden beri,hürriyeti hayal etmeye başlamıştım. Sürgünhayatımın ne vakit biteceğini bin türlü şekilde
hesap etmek en sevdiğim işti. Hatta başka hiçbirşey üzerinde düşünemiyordum neredeyse vehürriyetinden bir süreliğine mahrum edilmişherhangi birinin de böyle düşüneceğineemindim. Öteki sürgünlerin de benimdurumumda olup olmadıklarını bilemem elbette,ama onların umutlarındaki farklılık beni daha ilkadımımda şaşkınlığa düşürmüştü. Hürriyetsiz birmahpusun umutları, sıradan hayat süren biradamınkilerden bambaşkadır. Hür bir adam,tabiidir ki, hayatının gidişindeki bir değişikliği,düşlerini gerçekleştirmeyi umut eder, ama oyaşarken, hareket ederken, günlük hayatınakışına kapılmışken düşünür bunları. Birmahpus için iş öyle değildir. Burada da bir hayat–hapishane, sürgün hayatı– var diyelim; hangisiolursa olsun, ne kadar müddetle sürülmüşbulunursa bulunsun bütün sürgünler içgüdüyle,hayatının bu döneminin kesinlikle gelip geçicibir şey olduğuna inanır. Her sürgün buradaevinde olmadığınıher an hisseder, misafirliktedirsanki. Yirmi yılı iki yıl gibi görür ve elli yaşındahapishaneden çıkarken otuz beş yaşındaki gibi
dinç olacağını sanır. “Daha önümüzde koca birömür var!” diye düşünür ve bütün can sıkıcıkaygıları inatla kovar. Süresi belli olmaksızınözel bölüme gönderilenler bile bazenumutlanırlar; olur a, belki Petersburg’dan izinçıkar: “Nerçinsk madenlerine gönderilip süreleribelirlenir.” Eh, o vakit gel keyfim gel: Bir kereNerçinsk’e kadar aşağı yukarı altı aylık bir yolvardır ve hapishanenin ters yönünde yürümekdaha iyidir! Nerçinsk’te süreyi doldurduktansonra da… Kimi ak saçlı ihtiyarlar bile bu hesabıyaparlardı!Tobolsk hapishanesinde duvara zincirlenenlerigörmüştüm. Bir tanesine baktım: Bir kulaçuzunluğundaki zincire bağlı oturuyor, yatağı dayanında. Bunları Sibirya’da işledikleri sonderece ağır suçlardan dolayı böyle zincirevururlardı. Beş on yıl bu durumda kaldıklarıolurdu. Çoğu haydutlardandı, aralarında adamabenzeyen yalnız bir kişi görmüştüm. VaktiyleSibirya’da memurmuş. Yavaş yavaş, fısıltıylakonuşuyordu; tatlı bir gülümsemesi vardı. Bizeyatakta zincirle rahat etmek için ne yapmak
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 677
Pages: