Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-22 15:16:26

Description: Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Search

Read the Text Version

daha acı gelir. Bahar mevsimi bütün Sibirya’da,Rusya’da ilk tarla kuşuyla birlikte serseriliği degetirir: Allahın günü hapishanelerden kaçılır,ormanlara gizlenilir. Havasız delikten,mahkeme, pranga, değnek cezalarından sonra,şimdi keyiflerine göre, hoşlarına giden, işlerinegelen yerlerde dolaşırlar; gittikleri yerlerde Tanrıne verdiyse onu yiyip içer, geceleri de ormanınya da tarlanın bir köşeciğinde kaygısız,hapishanedeki hüzünden uzak, orman kuşlarıgibi Tanrı’nın göğü altında yalnızca yıldızlara iyigeceler diyerek, iç rahatlığıyla yatıp uyurlar.Karışan, görüşen de yoktur! “GeneralKukuşkin’e hizmet” bazen ağır, açlığa,yorgunluğa katlanmayı gerektiren bir hizmettirelbette. Günlerce bir lokma ekmek bulamadan,herkesten kaçıp saklanmak, yeri gelince öteberiaşırmak veya soygunculuk etmek, hatta adambıçaklamak gerekir. Sibirya’da sürgünler içinşöyle bir atasözü söylenir: “Sürgün bebekgibidir; ne görse ister.” Bu atasözü serseriler içinde söylenebilir, üstelik daha da uygun düşer.Hırsızlık etmeyen bir serseriye binde bir

rastlanır; genellikle de hırsızlığa meyilliolduklarından değil, ihtiyaçtan çalarlar. Bir demüzmin serseriler vardır. Bunların bazısı kürekcezasını tamamladıkları halde sürgündenkaçarlar. Böyle bir adamın nesi eksiktirsürgünde? Her istediği elinde sayılır, ama işinaslı öyle değildir… Onu çeken, sanki bir yereçağıran bir kuvvet vardır. Ormandaki hayatyoksulluklar, korkular içinde geçer, ama hür,maceralarla dolu olduğundan bir defa tadınıalanlar için çekici bir şeydir. Esrarlı bir güzelliğivardır. Bir de bakarsın, akıllı uslu, sakingörünüşlü bir adam, evini barkını bırakıpormana kaçıverir. Aralarında, evlenip çolukçocuğa karışarak beş yıl kadar aynı yerdeoturduktan sonra, günün birinde durup dururkenkarısını, çocuklarını, kayıtlı olduğu bucağışaşkınlık içinde bırakarak kayboluverenler deolur. Hapishanemizde bana böyle kaçaklardanbirini göstermişlerdi. Öyle olağanüstü suçlarişlediği de yoktu; bu konuda hiçbir şeyduymamıştık, ama hep kaçardı. Ömrünükaçmakla geçirirdi. Nerelere gitmemişti ki…

Güney Rus sınırına, Tuna’nın öbür kıyısına,Kırgız steplerine, Doğu Sibirya’ya,Kafkasya’ya… her yeri dolaşmıştı. Kim bilir,belki başka şartlar altında seyahat tutkunu buadamdan yeni bir Robinson Crusoe çıkabilirdi.Bununla beraber, onun için bütün bildiklerimibaşkalarından öğrenmiştim. Kendisihapishanede pek az konuşuyor, ancak pekgerekli olan şeyler için arada bir ağzını açıyordu.Ufak tefek, elli yaşlarında, bön denecek kadarsakin yüzlü, uysal bir mujikti. Yazıngüneşlenmeyi pek sever, oturduğu yerdemutlaka bir şarkı mırıldanırdı, ama o kadaryavaş söylerdi ki, beş adım öteden bileduyulmazdı. Yüzü bir heykel gibi hareketsizdi.Keçe gibi sert yüz hatları vardı. Az yer, ekmeğiher yemeğe yeğ tutardı; ne kalaç, ne de ufak birşişe şarap aldığı olmuştu. Besbelli meteliksizinbiriydi, sanırım sayı saymayı da bilmiyordu. Herolayı sessizce karşılardı. Bazen hapishaneköpeklerini kendi eliyle beslerdi. Oysa bizdekimse hapishane köpeklerine yiyecek vermezdi.Zaten Rus halkı köpek beslemekten pek

hoşlanmaz. Evliymiş, hem de iki kere evlenmiş;bir yerlerde çocukları olduğunu da işitmiştik…Hapishaneye hangi suçtan geldiğinibilmiyordum. Bizimkiler, hep onun buradan dakaçmasını beklerdi, ama ya eşref saati gelmemişya da yaşı ilerlemişti; adamcağız kendi halindeoturur, bu garip çevrede bir seyirci gibi yaşayıpgiderdi. Bununla beraber, pek güvenilemezdiona… Hoş, ne diye kaçacaktı zaten? Kaçıncaeline ne geçecekti? Ama ormandaki serserihayatı, hapishanedekine göre bir cennettir. Hattakıyas bile kabul etmez. Yaşama şartları ağırdır,ama hürlüğün verdiği zevk yanında hiç kalır.İşte bunun için Rusya’da ilkbaharda, baharın ilktatlı ışıklarıyla her mahpus nerede olursa olsunbir tedirginlik duymaya başlar. Bununla beraber,kaçmak her babayiğidin harcı değildir: Kesinolarak denebilir ki, güçlüğünden,sorumluluğundan ötürü buna ancak yüz kişidebir kişi kalkışabilir. Kalan doksan dokuzu danasıl, nereye kaçabileceği hakkında hayal kurar,arzularıyla, tasarılarıyla gönül avutmakla yetinir.Bazılarıysa hiç olmazsa vaktiyle nasıl kaçmış

olduğunu hatırlar… Yalnız, burada hükümgiymişlerden söz ediyorum. Şüphesiz henüzyargılanmakta olanlar arasında kaçma olaylarıdaha çok, daha sıktır. Kürek cezası giyenler,kaçsalar bile bu işi ancak hapisliklerinin ilkyıllarında yaparlar. İki üç yılın sonundabulundukları yerin değerini anlamaya başlarlar;başarısız olma riskine atılıp kendilerinimahvetmektense verilen cezayı tamamlayıpsürgüne çıkmayı yeğ tutarlar. Başarısızlıkihtimali her zaman vardır.Kaderini değiştirmeyibecerebilenlerse ancak onda birdir. Hükümgiymiş mahpuslar arasında kaçmaya kalkışanlargenellikle cezaları uzun olanlardı. On beş, yirmiyıl, onlara bir sonsuzluk kadar uzun görünür;böyle bir mahpus on yılı geçirdikten sonra bilekaderini değiştirmeyi düşlemekten vazgeçmez.Mahkûmlara vurulan damgalar da kaçmagirişimlerine biraz olsun engel olurdu.Kaderdeğiştirme,mahpusların kullandığı teknik birdeyimdir. Yakalanan bir kaçak, sorguyaçekilirken bunu kaderini değiştirmek içinyaptığını söyler. Biraz kitabi olan bu deyim, bu

konuya tam anlamıyla uygun düşer. Hiçbirkaçak, kaçışı sırasında bu hareketiyle büsbütünkurtulmayı aklından geçirmez –bunun hemenhemen imkânsız olduğunu pekâlâ bilir– amaonun amacı da sadece ya başka bir yere ya dasürgüne gidebilmek, serseriliği yüzündenyeniden yargılanabilmektir; kısacası artık gınagetirdiği şu eski hapishaneye gitmesin de neolursa olsun. Bütün bu kaçaklar daha yazdan,kışın kafalarını sokabilecekleri bir yeriayarlamaz, kaçaklara yataklık etmekle geçinenbiriyle karşılaşmazsa ya da sonunda bir cinayetpahasına da olsa bir kimlik kâğıdı eldeedemezse, daha önce yakalanmamış bile olsa,sonbaharda çoğu zaman kafile halinde şehirlere,hapishanelere gelir teslim olurlar. Böyleliklegelecek yaz tekrar kaçmak umuduyla kışıhapishanelerde geçirirler.55Paskalya haftası.Bahar beni de etkiliyordu. Bazı günleravludaki şarampol kazıkları arasından dışarıyanasıl bir özlemle baktığımı hiç unutmam. Bazen

de başımı duvara dayayarak uzun zamanböylece kalır, donuk, doymak bilmez bakışlarlakalemizin surlarında yeşeren otlara, uzaklardagöğün gitgide koyulaşan maviliğine dalardım.Tedirginliğim, iç sıkıntım günden güne artıyor,hapishanemizden gittikçe tiksiniyordum. İlkyıllarda mahpusların bana soylu oluşumyüzünden gösterdikleri sertliğe artıkdayanamıyordum; hayatım zehirleniyordu adeta.Hasta olmadığım halde sırf hapishanedekalmamak, bu inatçı, hiçbir şekilde yatışmayangenel sertlikten kaçmak için kendimi hastaneyeatışım da bu ilk yıllara rastlar. Mahpuslaryüzüme karşı, “Demir burunlarınızla56gagalayagagalaya bizi delik deşik ettiniz!” diyehomurdanıyorlardı. O zamanlar, hapishaneyegelen ve halktan olan mahkûmları ne kadarkıskanıyordum! Onlar gelir gelmez, hemenherkesle arkadaş oluyorlardı. Bunun için baharlabirlikte beliren hürlük hayalinin ruhlardadoğurduğu neşe, sevinç, sadece hüzün veriyor,sinirlendiriyordu beni. Büyük Perhiz’in sonunda,galiba altıncı haftasında ben de günah

çıkartmaya gittim. Başçavuş bütün mahpuslarıPerhiz’in daha ilk haftasında, hafta sayısına göreyedi partiye ayırmıştı. Her partide otuz kişi kadarbulunuyordu. Perhiz haftasından pekhoşlanmıştım doğrusu. Bir kere perhizdekimahpuslar işten azat ediliyorlardı. Hepimizgünde ikişer, üçer defa hapishaneye yakın olankiliseye gidiyorduk. Kiliseye çoktandırgitmemiştim. Ta çocukluğumdan, ana babaevimden beri bildiğim bu Büyük Perhiz ayinleri,okunan dualar, yapılan tören, yere kapanmalaruzak geçmişimin anılarını, çocuklukizlenimlerimi canlandırıyordu. Bu nedenlesabahları, daha geceden tamtakır buz tutmuşyollardan, tüfekleri doldurulmuş muhafızlarlabirlikte Tanrı evine giderken duyduğum sevincihiç unutmam. Muhafızlar kiliseye girmiyorlardı.Biz de kapının yanında, en arkada kümelenerekduruyorduk; diyakozun çınlayan sesini zar zorduyuyor, arada bir önümüzdeki kalabalığınarasından papazın siyah cübbesini, kel kafasınıseçebiliyorduk. Çocukluğumda kilisedeykenkapıda sık bir kalabalık halinde yığılmış duran

basit halka şaşkınlık içinde bakışımıhatırlıyordum; bunlar önlerinden geçen kocamanapoletlilere, şişman kibar baylara ya da süslüpüslü olmakla beraber, çok dindar bir bayanaezile büzüle yer verirlerdi. Bu bayanlar mutlakaen öndeki yerlere geçmeyi ister, hatta bunun içinaralarında didişmeyi göze almış görünürlerdi. Ozamanlar bana şu kapıda duranların dua edişleribile bizimkinden farklı görünürdü; onlarkendilerinden geçerek, canla başla yerlerekapanarak, küçüklüklerini tamamıyla anlayarakdua ederlerdi.56Eskiden genellikle yüksek rütbeli, soylu Russubaylarının taktığı miğferlerin biçimindenesinlenerek, mahpusların soylular içinkullandıkları lakap. (Rd.n.)İşte şimdi ben de onların arasındaydım, amaaynı durumda bile değildim; biz prangalı,damgalıydık… Herkes bizden çekiniyor, hattakorkuyordu. Her seferinde sadakalar veriyorlardıve aklımda kaldığına göre nedense bundan pekhoşlanıyordum; bu zevkin kendine göre

bambaşka bir inceliği vardı. “Mademki budurumdayım, versinler bakalım!” diyedüşünüyordum. Mahpuslar canla başla duaederlerdi. Her biri, kiliseye her gelişinde mumalmak ya da yardım için bir kaç meteliğini debirlikte getirirdi. Herhalde bunları verirken,mahpusun içinden, “Ben de bir insanım,Tanrı’nın karşısında herkes birdir…” diye birdüşünce geçiyordu. Priçastiye’ye57sabah erken,ilk kez yapılırken gitmiştik. Papaz elinde tasla58,duanın, “… beni de haydudu kabul ettiğin gibisinene kabul et…” sözlerini söyler söylemezhemen bütün hükümlüler prangalarınışangırdatarak yere kapandılar. Belki de her biri,duanın bu sözlerini tamamıyla kendi üzerinealmıştı.57Günah çıkartma töreninden sonra yapılanayin.58İsa’nın kanını temsil eden kırmızı şarapbulunan tas.Nihayet Paskalya haftası da geldi. Yönetimbize birer yumurta, birer dilim beyaz tatlı çörek

dağıttı. Şehirliler hapishaneyi yine bağışaboğdular, yine haçıyla papaz, amirlerimiz geldi;yine yağlı çorba çıktı; yine tıpkı Noel’de olduğugibi sarhoş sarhoş dolaşmalarla vakit geçirildi.Yalnız şu farkla ki, bu defa hapishane avlusundagezip güneşte ısınabildik. Ortalık daha aydınlık,daha ferahtı, ama kışa göre daha hüzünlüydü.Bitmek bilmeyen uzun yaz günü, bayramdadaha sıkıcı oluyordu. Sıradan iş günlerinde buuzunluk o kadar anlaşılmazdı hiç değilse.Yaz işleri, gerçekten kış işlerinden daha güçtü.İşlerin çoğu istihkâm yapılarındaydı.Mahpuslardan kimi yapılarda çalışır, kimi toprakkazar, tuğlaları istif ederdi. Kimi de resmidairelerin onarılmasında marangozluk,çilingirlik, badanacılık işleriyle uğraşırdı.Üçüncü bir kısım fabrikaya tuğla kesmeyegiderdi. Bu iş bizde pek güç sayılırdı. Tuğlafabrikası kaleden üç dört verst uzaktaydı. Bütünyaz boyunca her sabah saat altıda elli kişilik birmahpus kafilesi, oraya tuğla yapımı için giderdi.Bu iş için kaba işçiler, yani hiçbir mesleği,zanaatı olmayan kimseler seçilirdi. Gidenler,

ekmeklerini de beraber götürürlerdi, çünkü okadar uzak yoldan, sekiz verst daha yürüyüpöğle yemeğine gelmek pek de kolay değildi;bunun için yemeği akşam dönüşünde yerlerdi.Verilen günlük ödev de mahpusun ancak birgünde başarabileceği kadardı. İlkin balçıkhalindeki toprağı kazıp bir miktar çıkarmakgerekirdi. Sonra mahpus kendisi su taşıyacak,toprağı, çukurda ayaklarıyla yoğuracak, sonrada bu çamurla epeyce, iki yüz mü, iki yüz elli mituğla kesecekti. Ben fabrikaya sadece iki keregittim. Fabrikada çalışanlar yorgun, bitkin birhalde, ancak akşamüzeri gelirlerdi; bütün yazyaptıklarını, “En güç iş bizim üzerimizde.”diyerek arkadaşlarının başlarına kakarlardı.Galiba sadece bununla avunurlardı. Bununlaberaber, aralarında işine oldukça istekle gidenbirkaç kişi de yok değildi: Öyle ya, her şeydenönce çalışma yeri şehir dışında, İrtiş kıyısında,açık, serbest bir yerdi. Hiç olmazsa insançevresine bakınca sıkıcı resmiyetiyle kaleyigörmüyor! Serbestçe tütün içip yarım saat kadarkeyifli keyifli sırtüstü uzanılabilir de… Ben

eskisi gibi kâh atölyeye, kâh kireç işine gider,bazen de yapı işlerinde tuğla taşımadakullanılırdım. Bir defasında gene bu işteçalışırken tuğlaları yeni yapılan koğuşa , yaniİrtiş kıyısı boyunca giderek kale surlarındanyetmiş kulaç kadar öteye taşımam gerekiyordu.Bu iş kesintisiz iki ay sürdü. Tuğlaları taşıdığımip omzumu fena halde kesiyordu, ama bu ödeviyine de pek sevmiştim. Hoşuma giden nokta, buçalışmanın beni gitgide kuvvetlendirmesiydi.Önceleri her biri on ikişer funt olan sekiz tuğlaparçasını ancak taşıyabiliyordum; zamanlayüklenebildiğim tuğla sayısını on ikiye, dahasonraları on beşe çıkarınca öyle sevinmiştim ki!Sürgünde bu kötü hayatın türlü türlü sıkıntılarınadayanabilmem için hem manen, hem bedenenkuvvete ihtiyacım vardı.Çünkü ben hapishaneden çıktıktan sonra dayaşamak istiyordum…Tuğla taşımayı yalnızca vücudumkuvvetleniyor diye sevmezdim, İrtiş kıyısındaçalışmaktan da çok hoşlanırdım. Tanrı’nın

dünyasını, temiz, açık ufukları, hür, bakirstepleri ancak oradan görebildiğim için ikide birbu kıyıdan söz ediyorum. Steplerin üzerimdepek garip bir etkisi vardı. Kale yalnızca kıyıda,ona sırt dönünce görülmezdi; diğer bütünçalışma yerlerimiz ya kalenin içinde ya dahemen yanı başındaydı. Daha ilk günlerimdenberi bu kale ve özellikle içindeki bazı yapılaraifrit olmuştum. Hele mevki komutanımızın evibana pek lanetli ve uğursuz bir yer olarakgörünürdü. Her önünden geçişimde ona nefretlebakardım. Kıyıdaysa bunları unutabiliyordum.Bazen hapishanenin penceresinden bakarkenuzaklara, ucu bucağı görünmeyen bu çölünenginliğine dalıverdiğim olurdu. Ötelerdeki herşey canıma yakın, değerliydi benim için…Göğün sonsuz maviliğindeki parlak ve sıcakgüneş, Kırgız kıyısından gelen bir Kırgızınuzaklardan işitilen şarkısı… Uzun zamanbaktıktan sonra yoksul, kararmış bir çadırıseçmeye başlarsın; çadırdan çıkan dumanı, ikikoyunuyla uğraşan Kırgız kadını fark edersin.Hepsi fakir, yabanidirler, ama serbesttirler de.

Mavi, saydam havada bir kuş beller, uzunzaman gözden kaçırmadan uçuşunu izlersin; iştesuyun üstünden süzüldü ve işte göğünmaviliğinde kayboldu, hah, işte yenidengüçlükle seçilen bir noktacık halindebeliriverdi… Baharın ilk günlerinde kıyıdakikayalardan birinin yarığında keşfettiğim zavallı,cılız bir çiçekle bile hastalıklı bir bağkurmuştum. Sürgün hayatımın ilk yılında bütünbenliğimi saran özlem duygusu dayanılmayacakkadar şiddetliydi; beni hırpalıyor, zehirliyordu.Bu ilk yılda, sırf bu duygu yüzündençevremdeki birçok şeyin farkında değildim.Çoğu zaman olanları görmezden gelir, dikkatetmek istemezdim. Fena saydığım, nefret ettiğimpranga arkadaşlarımda, onları dıştan kaplamışiğrenç kabuğun altındaki düşünebilen, duygulu,iyi insanları bir türlü fark edemez, iğneleyen,zehirli sözler arasında bazı tatlı ve içtengelenlere kulak asmazdım. Oysa çoğu zamanhiçbir çıkar gözetmeksizin, yalnızca söyleyeninruhundan, belki de benimkinden daha çokyıpranmış, daha ıstıraplı ruhundan kopan bu

sözlerin değeri ne kadar da büyüktü… Fakatneden bu kadar uzatıyorum ki? Çok yorulduğumgünler büyük bir memnunlukla dönerdim eve:Kolayca uyuyabilirdim belki! Çünkü yazgeceleri bizim için kış gecelerinden daha azaplıolurdu. Ama akşamüzerleri ortalık gerçekten pekgüzel görünürdü. Bütün gün hapishaneninavlusundan gitmeyen güneş sonunda batardı.Hava biraz olsun serinler, sonra da gündüzegöre soğuk bir step gecesi başlardı. Mahpuslariçeriye kapatılma zamanını beklerken avludagruplar halinde dolaşırlardı. Ama yine de çoğumutfakta toplaşırdı. Burada hapishaneye aitönemli meselelerden, bazen pek saçma sapan,fakat dış dünyayla ilişkileri kesilmiş olan buinsanları epey ilgilendiren türlü türlüsöylentilerden söz edilir, dereden tepedenkonuşulduğu da olurdu; mesela durup dururkenmevki komutanımızın atıldığı haberi ortayaatılırdı. Mahpuslar çocuk gibi çabucak her şeyeinanırlar; hatta bu haberin uydurma olduğunu,haberi getirenin herkesçe bilinen bir geveze,“dangalak” Kvasov olduğunu bildikleri halde

gene inanırlar. Kaşla göz arasında bin yalanuyduran Kvasov inanılırlığını çoktan yitirmiştir,ama yine de yumurtladığı haberi ağızdan ağzadolaştırıp önemseyerek kendi kendilerine gelingüvey olmaktan bir an geri kalmazlar. Sonundada kendilerine hem kızar, hem de Kvasov’ainandıkları için utanırlar.Birisi öteden bağırıverdi:— Onu atarlar mı hiç? Ensesi kalındır onun,direnir.Genç, ateşli (oldukça da kafalı), feleğinçemberinden geçmiş, ama müthiş iddiacı birmahpus hemen karşılık verdi:— Ne olsa onun da amirleri var!Masanın bir ucunda tek başına çorbasınıbitirmeye uğraşan ak saçlı bir başka mahpus,kendi kendine söylüyormuş gibi:— Karga karganın gözünü oymaz! diyehomurdandı.Balalaykasının tellerine hafiften dokunmaktaolan bir başkası, kayıtsız bir tavırla:

— Kodamanların sana gelip değiştirelim mi,değiştirmeyelim mi diye soracak halleri yok ya!İkinci mahpus öfkeyle karşı çıktı:— Neden sormasınlar? Bütün zavallılarınisteği bu. Sorulduğu vakit, hepiniz ağız birliğiedip söylesenize… Ama bizde önce bağırıpçağırırlar, iş başa gelince herkes kıvırmayabakar!Balalayka çalan:— Ne sandın ya? dedi. Buna sürgün derler.İddiacı mahpus ona kulak vermeden aynıheyecanla devam etti:— Geçen gün biraz un kalmıştı. Köşe bucaktane varsa topladılar, çarşıya satmaya yolladılar.Ama duyulmuş; mutemet müzevirlemiş, hemengeri aldılar. Böylece tasarruf edilmişmiş. Doğrumu bu yani?— Kime şikâyet edeceksin ki?— Kime mi? Yeni gelen levizora!5959Levizor: Revizor (müfettiş).

— Hangi levizor?— Doğru kardeş, bir levizor geliyor.Bunu söyleyen genç, şakrak, oldukçaokumuş, şimdi de DüşesLa Vallièreya da onabenzer bir şey okuyan yazıcılardan birmahpustu. Daima neşeliydi, şakacıydı, amagörgülü, işten anlayan bir adam olduğu içinsayılırdı. Müfettiş konusunun uyandırdığı genelilgiye zerre önem vermeyerek doğruca aşçıyagitti, ciğer istedi. Aşçılarımız bazen ciğer vebuna benzer şeyler satarlardı. Çarşıdan kendiparalarıyla ciğer alıp kızartır, sonra da parçaparça mahpuslara satarlardı.— Birlik mi, yoksa iki meteliklik mi istersin?diye sordu aşçı.Mahpus:— Kes bir ikilik de el âlem bakıp kıskansın…dedi. General geliyormuş beyler; hem dePetersburg’dan bir generalmiş. Bütün Sibirya’yıdolaşacakmış. Haber doğru.Komutanlıktakilerden duydum.

Bu haber dehşetli heyecan uyandırdı. Birçeyrek saat kadar sorup soruşturdular: Kimmiş,hangi generalmiş, buradaki generallerden dahamı büyükmüş? Mahpuslar rütbe meselelerinden,komutanlarla ilgili konulardan pek hoşlanır,kimin kimden daha büyük olduğunu, birinin birbaşkasını ezmeye gücünün yetip yetmeyeceğinikonuşur, bunun için tartışmalara bile girişir,generaller adına kavgalara tutuşurlardı. Bundançıkarları ne olabilirdi? Mahpusun sürgün öncesihayatındaki zekâsı ve iş bilirliği, generallerin,amirlerin rütbelerine dair bilgisiyle ölçülürdü.Kısacası, yüksek komutanlarla ilgili konularhapishanedeki en seçkin, en ciddi sohbetlerinana malzemesiydi.Binbaşı hakkındaki haberi getiren ufak tefek,kırmızı yüzlü, daima heyecanlı, son dereceakılsız bir adam olan Kvasov da söze karıştı:— Demek gerçekten binbaşıyı değiştirmeyegeliyorlar, ha?Çorbasını bitiren ak saçlı, asık suratlı mahpuskısaca:

— Onları da kafese koyar o, diye karşılıkverdi.Başka biri:— Elbette koyar; dedi. Az mı para çaldı ki?Biz gelmeden önce tabur komutanıymış.Geçenlerde başpapazın kızını istedi.— Alamadı ama, parasız diye kapıdansepetleyivermişler. Evlenecek adam mı o!Kumar masasına oturdu mu tüm parayı harcar.Paskalya haftasında nesi varsa kumara vermiş,Fedka söyledi.— Bilmez miyiz; sefahati sever, ama beşkuruşu da yok.Konuşma sırasında bir köşeden beliriverenSkuratov da lafa karıştı:— Eh kardeş, ben de evliydim. Fakir adamınneyine evlenmek: Fakirin zifaf gecesi bile kısaolur!Serbest tavırlı yazıcı bozması:— Sorduk mu birader, dedi. Sanki sendenbahseden var. Sana da bir şey söyleyeyim mi

Kvasov? Sen aptalın birisin. Bizim binbaşımızböyle bir generalin gönlünü edecekmiş de, sırfbinbaşımızı teftiş etmek için, ta Petersburg’dangeneral müfettiş gelecekmiş de… Aklına turpsıkayım senin, aptal!Mahpus kalabalığından biri, güvensiz birtavırla:— Neden olmasın? dedi. General diye rüşvetmi almayacak yani?— Elbette almaz, alırsa da okkalı alır.— Tabii, rütbesine layık alır…Ama Kvasov kesin bir sesle kesip attı:— General de olsa alır.Mutfağa birdenbire giren Bakluşin alayla:— Ne biliyorsun, vermişliğin mi var? dedi.Sen ömründe general görmemişsindir be!— Öyle bir gördüm ki!— Atma be yalancı.— Sensin yalancı.— Gördüyse işte burada, hepimizin yanında

söylesin bakalım çocuklar: Hangi generalitanıyormuş? Haydi, söyle bakalım; benimtanımadığım general yoktur ha!Kvasov biraz duraksayarak:— General Zibert’i görmüştüm, diye karşılıkverdi.— Zibert mi? Öyle bir general yok… Galibabu Zibert yarbaydı da senin sırtını okşarkenkorkundan onu general sandın.Skuratov:— Beni dinleyin, evli bir adamım ben! diyebağırdı. Moskova’da gerçekten Zibert diye birgeneral vardı, Alman ama Ruslaşmıştı. Her yılRus papazına günah çıkartırdı. Hep kadınmeselesi tabii… Herif ördek gibi de hep suiçerdi. Her gün Moskova Nehri’nin suyundanlıkır lıkır tam kırk bardağı gövdeye indirirdi. Birhastalığı varmış da bu suyla tedavi oluyormuş;bunları uşağından duydum.Balalaykalı mahpus:— Karnındaki suda balık çıkmıyor muydu?

dedi.Telaşlı bir yaradılışta olan yaşlı süvari eriMartinov meraklanmıştı:— Gevezeliği bırakın be! El âlem iştenbahsediyor, bunlarsa… Bu levizor nasıl biriacaba kardeşler?Öyle her şeye çabucak inanmayanlardan biri:— Hepsi yalan millet! dedi. Neredenuydururlar bilmem… Hepsi saçma.Şimdiye kadar kurumlu kurumlu susanKulikov, önemli bir hüküm veriyormuş gibi:— Hiç de saçma değil! dedi.Kulikov ellisine yakın, sevimli yüzlü,gösterişli, aynı zamanda kibirli tavırlı biradamdı. Halini bilir, üstelik bundan gurur daduyardı. Biraz çingeneliği, biraz da baytarlığıvardı; şehirde parayla atları muayene eder,hapishanede şarap satardı. Görmüş geçirmiş,akıllı bir adamdı. Sözleri ağzından, sanki herbirinde büyük hikmetler varmış gibi teker tekerdökülürdü. Ağır ağır sözüne devam etti:

— Doğrudur çocuklar, ben geçen haftaduymuştum; bir general geliyormuş, hem debüyüklerinden. Bütün Sibirya’yı teftişedecekmiş. Tabii kuşkunuz olmasın onu dakandırırlar, ama bizim Sekizgözlü’nün yiyeceğihalt değil bu: Cüret bile edemez. Generaldengenerale fark var çocuklar. Onlar da çeşit çeşit.Yalnız sözüme mim koyun, bizim binbaşı neolursa olsun, kesinlikle yerinden kıpırdamaz.Bizden gık çıkmaz, amirler de birbirlerini şikâyetetmez. Müfettiş hapishaneye şöyle bir bakıpgider sonra da her şeyin yolunda olduğunubildiren bir rapor verir…— Ama binbaşının ödü patlamış galiba:Sabahleyin öyle bir içmişti ki!— Gece de bir parti daha yapmış… Fedkasöylüyordu.— Alışmış kudurmuştan beter. İlk defa sarhoşolmuyor ya.Mahpuslar heyecanlanmış, konuşmaya devamediyorlardı:— Bu ne biçim iş! General de bir şey

yapmazsa, ne olacak halimiz? Herifineşekliklerine göz yumduğumuz yetti artık.Müfettiş geleceği haberi bir anda hapishaneyeyayılıverdi. Avluda dolaşanlar haberi heyecanlabirbirine aktardılar. Bazıları işittiklerini ötekileresöylemekten kaçınıyor gibiydi; böyle yaparakkendilerini önemli hissediyorlardı anlaşılan.Bazılarıysa büsbütün ilgisiz kalıyordu. Bir kısımmahpus da koğuşların basamaklarına oturmuş,balalayka çalıyordu. Kimi de gevezeliğe devamediyordu. Şarkı söyleyenler de vardı, ama buakşam genel olarak herkeste bir coşkunlukseziliyordu.Gece saat ona doğru, hepimizi saydıktan sonrakoğuşlara tıkar, sabaha kadar kilitlerlerdi.Geceler kısaydı. Sabahın beşi olmadankaldırırlardı, fakat on birden önce uyumakolanaksızdı. O saate kadar bir kaynaşma, birkonuşmadır giderdi; bazen de kışın olduğu gibi“meydan” kurulurdu. Geceleri ortalığıdayanılmaz bir sıcaklık, bir havasızlık kaplar.Bir camı açık pencereden gece azıcık serinlik

girse de mahpuslar ranzalarında nöbete tutulmuşgibi çırpınır dururlar. Milyarlarca pirekaynaşmaktadır. Kışın bile eksik olmayanpirelerimiz, baharda öyle bir çoğalırlar ki,insanın gözüyle görmeden inanamayacağı birhale gelirler. Hele yaz yaklaştıkça dehşetliazarlar. Doğrusu, pirelere de alışılabilir, bunudenedim; ama alışmak ne de olsa pek zor, pekazaplıdır. Pireler bazen insanı öyle hırpalar ki,ateşli bir hasta gibi serilir kalır, sayıkladığınıkendin bile hissedersin, uyuklamak falansa hakgetire.. Sonunda tam sabaha karşı ortalığınserinlediği, pirelerin biraz aman verdiği birsırada, yani tam şöyle gerçekten tatlı tatlıuyumaya başladığın anda, bu defa dahapishanenin kapısında trampetin acımasızvuruşu duyulur. Gocuğuna sarılıp lanetokuyarak, bu kulak tırmalayan, acımasızvuruşları sayar gibi dinlersin; öte yandan bu yarıuyku arasında ıstırap verici bir düşünceninkafana çakılıverdiği de olur: Yarın da, öbür günde, daha birkaç yıl hürriyete kavuşana kadar hepböyle olacak… “Ne zaman bitecek bu? Ne

zaman hür olabileceğim?” diye düşünürdurursun. Ama artık kalkma vaktidir. Her günküdolaşmalar, itiş kakış başlıyor… Mahpuslargiyinip işlerine gitmek için acele ediyorlar. Öğlepaydosunda da bir saat kadar uyuyabilirdik.Müfettiş için söyledikleri doğruydu.Söylentilerin gerçek olduğu günden güne ortayaçıkıyordu; sonunda kesin olarak Petersburg’danbütün Sibirya’yı teftiş etmek üzere büyük birgeneralin geleceği, hatta şimdi Tobolsk’taolduğu öğrenildi. Hapishanede her gün bir başkasöylenti dolaşıyordu. Şehirden bazı haberleringeldiği de oluyordu: Herkes korkuyor,telaşlanıyor, kendini göstermek istiyordu. İdareamirlerinin kabul töreni, balo, ziyafetlerhazırladıkları söyleniyordu. Mahpuslar büyükgruplar halinde sokakları onarmak, yolüstündeki tümsekleri kaldırmak için harıl harılçalışıyor, duvarları, direkleri boyuyor, dökülmüşsıvaları, badanaları yeniliyordu. Kısacası,gösterilmesi gereken şeylerin bir anda yapılmasıiçin olanca çaba harcanıyordu. Bizimkiler debunun pekâlâ farkındaydılar; bu da onların

konuşmalarını daha hararetli, daha coşkun halegetiriyordu. Hayallerinin genişliğine de diyecekyoktu. General yiyecekleri sorunca şikâyet yollukarşılıklar vermeyi bile tasarlıyorlardı. Bu aradabirbirleriyle tartışmalara girişip kavga etmektende geri durmuyorlardı. Öte yandan mevkikomutanı adamakıllı telaş içindeydi.Hapishaneye daha sık geliyor, mahpusları dahasık haşlıyor, inzibat karakoluna götürüyordu.Genel temizlikle intizama da eskisine göre dahaçok önem veriyordu. Aksi gibi o aralıkhapishanede ufak bir olay yaşandı, amabeklediğimiz gibi olmadı; bu olay binbaşıyımemnun bile etti. Mahpuslardan biri kavgasırasında başka bir mahpusun göğsüne, tamkalbinin altına bir şiş saplamıştı.Suçu işleyen mahpusun adı Lomov’du, yaralıda bizde Gavrilka diye çağırılan serserininbiriydi. Başka bir adı olup olmadığınıbilmiyorum. Aramızda Gavrilka aşağı, Gavrilkayukarı giderdi.Lomov, zengin bir kasabanın, K. kasabasının

T. köyündendi. Lomov ailesi, ihtiyar baba, üçoğlu ve amcaları, hep birlikte otururmuş. Varlıklımujiklermiş. İlde söylendiğine göre, üç yüz binkâğıt rublelik servetleri varmış. Lomovlarçiftçilik ediyor, deri işleyip ticaret yapıyorlarmış,ama daha çok serserilere yataklık, çalınmışeşyaları saklamak ve bunun gibi işlerleuğraşıyorlarmış. Kasaba köylülerinin yarısınınonlara borcu varmış ve Lomovların kölelerigibiymişler. Akıllı, kurnaz adamlarmış, amazamanla burunları büyümüş, hele o bölgeninçok büyük bir adamı, yolculuğu sırasındaevlerinde misafir kalalı beri çalımlarındanyanlarına varılmaz olmuş. Bu adam ihtiyarLomov’la tanışmış, onun zekâsını, dirayetini pekbeğenmiş. Artık Lomovlar, tam ne oldum delisiolmuşlar. Kimseden korkmamaya, çekinmemeyebaşlamışlar; kanunsuz, yolsuz işlerini artıkaçıktan açığa yapıyorlarmış. Herkes yakasilkiyor, söyleniyor, lanet ediyormuş.Lomovlarsa kabardıkça kabarıyormuş.Komiserlere, yargıçlara aldırış ettikleri yokmuş.Sonunda onların da ayağı kaymış,

mahvolmuşlar. Hem de yaptıkları kötülükler,işledikleri gizli suçlar yüzünden değil, pisipisineokka altına gitmişler. Lomovların köyden onverst uzakta, Sibiryalıların “zaimka” dedikleritürden bir çiftlikleri varmış. Bir sonbahar orayaeskiden beri evlerinde çalışan altı Kırgızyanaşmasını yerleştirmişler. Bir gece bunlarınaltısı da öldürülmüş. Lomovlara dava açılmış.Dava çok uzun sürmüş. Bu arada bazı başkatatsızlıklar da ortaya çıkmış. Lomovlarıyanaşmalarını öldürmekle suçlamışlar.Kendilerinin anlattıklarına, bütün hapishaneninde bildiğine göre, yanaşmalarına epeyborçlanmış olan Lomovların, zenginliklerinerağmen açgözlü olduklarından, borcu vermemekiçin yanaşmalarını öldürdüğündenkuşkulanmışlar. Soruşturma, yargılama sırasındabütün servetleri de kül olup gitmiş, ihtiyarLomov ölmüş. Oğulları mahkûm olup sürülmüş.Oğullardan biri amcasıyla beraber on iki yılamahkûm edilip bizim hapishaneye ağır hizmeteyollanmış. Meğer işin aslı böyle değilmiş.Lomovlar Kırgızların ölümünde tamamıyla

suçsuzmuş. Sonraları hapishanemize düşenGavrilka adlı serseri bir düzenbaz, neşeli,açıkgöz bir herif, bu işi kendisinin yaptığını itirafetmişti. Gerçi bunu kendi ağzındanduymamıştım, ama bütün hapishane Kırgızlarıöldürenin Gavrilka olduğuna emindi. Gavrilka,serserilik zamanlarında Lomovlarla iş yapmışmeğer. Hapishaneye asker kaçaklığı, serseriliksuçlarından kısa süreliğine gelmişti. Kırgızlarıkendi gibi üç kopukla birlikte, çiftliği soyupkârlı bir iş yapma amacıyla haklamışmış…Lomovları nedense kimse sevmezdi. Yeğen,akıllı uslu bir çocuktu, ama Gavrilka’yı şişleyenamcası aptalın, şamatacının biriydi. Daha öncede başka mahpuslarla dalaştığı, bu yüzdenepeyce dayak yediği olmuştu, Gavrilka’ysaneşeli, cana yakın olduğu için pek sevilirdi.Lomovlar gerçek katilin Gavrilka olduğunu,onun işlediği suç yüzünden buralara düştüklerinibildikleri halde onunla takışmazlardı. Pek yüzyüze geldikleri yoktu; Gavrilka da onlarlailgilenmiyordu. Bir gün nasılsa, durup dururkenamca Lomov’la kavgaya tutuştular; hem de

çirkef, murdar bir karı yüzünden… Gavrilka buyosmanın iltifatlarıyla övündükçe mujikkıskançlıktan deliye dönmüş; güzel bir gününöğleden sonrasında da Gavrilka’ya şişisaplayıverdi.Lomovlar, dava sırasında neleri varsakaybetmişlerdi, ama hapishanede gene zenginsayılırlardı. Gerçekten de paraları var gibiydi.Çay için bir semaverleri bile vardı. Binbaşımızda bunu bilir, Lomovların ikisinden de sonderece nefret ederdi. Onlara açıktan açığa dişbiler, ayaklarını kaydırabilmek için fırsatkollardı. Lomovlar, binbaşının bunu rüşvetalmak için yaptığını söyler, ama rüşvet vermeyede hiç yanaşmazlardı.Amca Lomov, şişi biraz daha derince saplasa,Gavrilka’yı öldürecekmiş. Ama iş önemsiz biryarayla bitti. Binbaşıya haber verdiler. Hiçunutmam, derhal, soluk soluğa koştu geldi; pekmemnun olduğu anlaşılıyordu. Gavrilka’yaadeta baba şefkati gösterdi.— Hastaneye kadar yürüyebilecek misin

oğlum? İstersen bir araba gönderelim. Evet,evet, arabayı hazırlayın! diye telaşla başçavuşaemir verdi.— Ama bir şeyim yok komutanım,hissetmiyorum bile… Azıcık bir şey sapladıkomutanım.— Sen bilmezsin oğlum, sen bilmezsin; bakşimdi… Yaranın yeri fena; tehlikeli bir yer…Baksana tam kalbinin altına nişan almış haydut!Sonra Lomov’a dönerek kükredi:— Senin hakkından gelirim ben!.. Götürünkeratayı karakola!Gerçekten de hakkından geldi. Lomov’umahkemeye verdiler; yara neredeyse bir iğnedeliği kadar küçüktü, ama bu işte bir kastıolduğu açıktı. Suçlunun esas cezasının süresiartırıldı, bin değneklik sıra dayağı verildi.Binbaşı da zevkten dört köşe oldu.Sonunda şu müfettiş de geldi.Şehre indikten iki gün sonra hapishanemizegeldi. Bayram günlerinden biriydi. Daha birkaç

gün önce bütün eşya yıkanmış, derleniptoplanmış, her yan bal dökülse yalanacak kadartemizlenmişti. Mahpuslar tıraş olmuş, beyaz,tertemiz elbiseler giymişlerdi. Yazın, usule göre,keten ceketle beyaz pantolon giyilirdi.Ceketlerin sırtına, iki verşok çapında siyah biryuvarlak dikilmişti. Mahpuslara, büyük konukonları selamlayacak olursa, nasıl cevapvereceklerini bir saat kadar talim ettirdiler.Provalar yapıldı. Binbaşı çılgın gibiydi.Generalin gelmesine bir saat kala, mahpuslaryerlerinde put gibi, hazır ol vaziyetindeduruyorlardı. Nihayet öğleden sonra saat birdegeneral geldi. Pek azametli bir generaldi;gelişiyle Batı Sibirya’daki bütün idarecilerinheyecandan yürek çarpıntısına tutulmalarıboşuna değildi. Sert, heybetli bir tavırla koğuşagirdi; birkaç generalle albaydan mürekkepmaiyeti ve bir sürü yerli amirimiz de onuizlediler. Aralarında frak, iskarpin giymiş uzunboylu, yakışıklı, sivil bir bey de vardı. O daPetersburg’dan gelmişti; duruşu, davranışları çokserbestti. General büyük bir nezaketle, ikide bir

onunla konuşuyordu. Mahpuslar bu alışılmamışdurumu gözden kaçırmadı: Bir sivilin, hem debir generalden bu kadar saygı görmesi olacak işdeğildi! Sonradan adamın adını, kim olduğunuöğrendiler, ancak bu konunun dedikodusu uzunzaman sürdü. Turuncu yakalı daracık birüniforma giymiş, gözleri kan çanağına dönmüş,yüzü de mosmor kesilmiş binbaşımız, generalinüzerinde pek de iyi bir izlenim bırakmamıştıgaliba. Sırf yüksek konuğa saygısındangözlüğünü de çıkarmıştı oysa. Biraz ötede, hazırol vaziyetinde duruyor, bütün varlığıylaekselansın en ufacık emrini yerine getirmek içincanla başla koşmaya hazır olduğunu göstermeyeçabalıyordu. Ama hiçbir şeye ihtiyaç olmadı.General, hiç ses çıkarmadan bütün kışlayıdolaştı, mutfağa uğradı, galiba lahana çorbamızıda tattı. Herhalde soylulardan olduğum için benigösterdiler ona.General ilgilenmişti:— Ya! dedi. Şimdiki durumu nasıl?— Şimdilik zararı yok ekselans, diye cevap

verdiler.General başını salladı ve bir iki dakika sonrahapishaneden çıkıp gitti. Mahpusların gözlerikamaşmış, aptala dönmüşlerdi; bir süretereddütte kaldılar. Binbaşıyı şikâyet edebilmekiçin en ufak bir fırsat bile çıkmamıştı. Amabinbaşı böyle olacağını biliyordu zaten.VI: Hapishanenin HayvanlarıBu olaydan kısa süre sonra hapishaneyeGnedko’nun60satın alınması, mahpuslar içinyüksek konuktan çok daha tatlı bir eğlenceolmuştu. Hapishane kadrosuna su taşımak, çöpve benzeri pisliklerin dışarıya atılmasındakullanılmak için bir at alınmıştı. Bu hayvanınbakımıyla ayrı bir mahpus görevlendirilmişti.Arabayı süren de –tabii muhafızlar eşliğinde–aynı mahpustu. Atımızın sabahtan akşama kadarişi hiç eksik olmuyordu. Gnedko’muz

hapishanenin emektarıydı. İyi, ama haylihırpalanmış bir hayvancağızdı. Pyotr Günü’ne61yakın bir günün sabahında, akşam için su fıçısınıgetirdikten sonra Gnedko yere yığıldı, her şeybirkaç dakikada oluvermişti. Hayvancağıza çoküzülmüştük. Çevresinde toplanarak uzun boylukonuşulup tartışıldı. Aramızdaki emeklisüvariler, çingeneler, baytarlar vb. atçılıktakiçeşitli bilgilerini ortaya döktüler, hattabirbirleriyle kavga bile ettiler, ama Gnedko’yudiriltemediler. Hayvan herkesin bir keredokunmadan duramadığı şiş karnıyla cansızyatıyordu; atın eceliyle ölümü binbaşıyabildirildi, o da hemen yeni bir at almaya kararverdi. Pyotr Günü kilisedeki sabah ayinininardından, bütün mahpuslar bir aradayken satılıkatlar getirildi. At satın alınmasını mahpuslarabırakmak, şüphesiz pek yerinde bir fikirdi.Mahpuslar arasında bu işin gerçek uzmanlarıvardı. Vaktiyle bu işi meslek edinmiş en aşağıiki yüz elli kişiyi aldatmak kolay iş değildi.Kırgızlar, at cambazları, çingeneler, şehirlilerileri çıktı. Mahpuslar her yeni atın gelişini

sabırsızlıkla bekliyorlardı. Çocukça bir neşeiçindeydiler. En çok hoşlarına giden şey, hür birinsan gibi,kendiceplerinden,kendileriiçin bir atalıyorlarmış gibi hissetmeleriydi. Üç at getirilipgötürüldü, sonunda dördüncüde karar kılındı.Gelen cambazlar biraz şaşkın, biraz da ürkekbakışlarla çevreyi süzüyor, hatta arada birkendilerini getiren muhafızlara yan yanbakıyorlardı. Kafaları kazıtılmış, damgalı,prangalı iki yüz kişilik bir kalabalığın, kimseninayak basmadığı evlerinde, bu sürgün yuvasında,kendine göre heybetli bir görünüşü vardı.Bizimkiler de her yeni hayvanı denerken, türlütürlü kurnazlıklar icat ediyorlardı. Hayvanın heryerine bakıyor, her şeyini muayene ediyorlardı;hem de bunu öyle telaşlı, öyle ciddi bir tavırlayapıyorlardı ki, sanki bütün hapishanenin refahı,mutluluğu bu alışverişe bağlıydı. Çerkezler atınüstüne atlıyor, o anda gözleri alevleniyor, beyazdişlerini göstererek sırıtıyorlardı. Sonra esmer,kanca burunlu kafalarını sallayarak aralarındaanlaşılmaz dilleriyle çabuk çabuk bir şeylerkonuşuyorlardı. Rus mahpuslardan bazısı, bu

tartışmaları adamların ağızlarına düşecek gibidikkat kesilerek dinliyordu. Tek kelime bileanlamıyorlardı, ama hiç olmazsa gözlerindenatın işe yarayıp yaramadığı hakkında verdiklerihükmü kestirmeye çalışıyorlardı. Durumadışarıdan bakan birine bu kadar heyecan, böylebir ilgi tuhaf gelirdi muhtemelen. Herhangi birmahpus, belki de sessiz, arkadaşları arasındaağzını dahi açmaya çekinen miskinin biri, nediye bu kadar telaşa düşüyordu sanki? Neden atona alınıyormuş gibi, hangisinin alınacağı çokda umurundaymış gibi ilgileniyordu?Çerkezlerden başka, çingenelerle sabıkcambazlar da öne çıkıyordu: İlk söz hakkı onlarabırakılıyordu. Hatta iki mahkûm arasında saygıuyandıran onurlu bir çekişme bile oldu:Rakiplerden biri, eski at hırsızı, cambaz, mahpusÇingene Kulikov’du; ötekiyse kendi kendiniyetiştirmiş bir baytar; kurnaz bir Sibiryalımujikti. Mujik hapishaneye yeni geldiği halde,Kulikov’un şehirdeki bütün müşterilerinikendine çekmeyi becermişti. Şehirde amatörbaytarlarımıza pek değer verilirdi. Yalnız yerli

halkla esnaf değil, atları hastalanınca şehrin ilerigelenleri bile oradaki diplomalı baytarlardanevvel hapishanemizdeki çekirdekten yetişmebaytarlara başvururlardı. Sibiryalı mujik Yolkingelinceye kadar, Kulikov rakip tanımaz,müşterisi hiç eksik olmazdı; emeğine karşılıkolarak para alırdı tabii. Aslına bakılırsa Kulikovçingenelik, şarlatanlık ederdi, yoksa göründüğükadar bilgisi yoktu. Kazancı bakımından,mahpuslar arasında aristokrat sayılırdı.Tecrübesi, zekâsı, yürekliliği, sert yaradılışıylakendini öteden beri hapishanedeki bütünmahpuslara hiçbir yadırgamaya yol açmadansaydırmıştı. Sözlerine önem verilir, daima itaatgörürdü. Ayrıca Kulikov pek az konuşurdu:Sözleri ağzından adeta dirhem dirhem çıkar,yalnızca çok önemli hallerde konuşurdu. Tamanlamıyla bir ukalaydı, ama gerçek, kesinlikleyapmacık olmayan bir enerjisi vardı. Olgun, amaçok yakışıklı, çok zeki bir adamdı. Bizlerle, yanisoylularla çok ince bir nezaketle, aynı zamandaolağanüstü bir ağırbaşlılıkla konuşurdu.Kulikov’u şöyle temiz giydirip de büyük

şehirlerin birinin bir kulübüne, bir kontmuş gibigötürsek, orada bile pot kırmaz, vist oynar,güzel, kendinden emin konuşur, akşam boyuncahiç kimse onun kont değil de kopuğun biriolduğunu fark etmezdi sanırım. Bunu gayetciddi söylüyorum: Çünkü o derece zeki,anlayışlı, çevreye kolay uyabilen bir adamdı.Bundan başka davranışları da güzel, inceydi.Epey görmüş geçirmişti herhalde. Yine dekaranlık, gizemli bir geçmişi vardı. Hapishanedeözel bölümdeydi. Yolkin’se bir mujik, ama sonderece kurnaz bir mujikti; elli yaşlarında birStaroverdi. Gelişiyle, Kulikov’un baytarlıkkonusundaki ünü sönüverdi. Yolkin bir iki ayiçinde, Kulikov’un şehirdeki, aşağı yukarı bütünmüşterilerini kendine çekmişti. Kulikov’uneskiden tedavi edemediği atları, hem de kolaycaiyi ediyordu. Dahası, şehir baytarlarının tedaviedemediklerini bile iyi ediyordu. Adamcağızbirkaç arkadaşıyla birlikte kalpazanlık suçuylagelmişti. Bu yaştan sonra böyle bir işe burnunusokarken hangi akla hizmet etmişti Tanrı bilir!Kendisi bile üç gerçek altından ancak bir tane

sahte çıkarabildiklerini anlatırken kendi kendiylealay ederdi. Yolkin’in baytarlık alanındakibaşarıları Kulikov’u epey üzmüş, hattamahpuslar arasındaki şöhretine de ağır bir darbevurmuştu. Şehirde bir metresi bile olan Kulikovpilili kaftan giyer, halka şeklinde gümüş birküpe takar, afili kunduralarla gezerdi. Gelirininazalması yüzünden şarap satmak zorundakalmıştı. İşte bizimkiler de yeni Gnedko’nunsatın alınışı sırasında iki rakibin tutuşmasını,hem de merakla bekliyorlardı. İkisinin detaraftarları vardı. İki grubun da ön sıralardaduranları gitgide heyecanlanıyor, yavaştanbirbirleriyle atışmaya başlıyordu. Yolkin kurnazsuratını alaylı bir gülümsemeyle buruşturmuştu.Ama hiç beklenmedik, bambaşka bir şey oldu:Kulikov hiç dalaşmadan, işi pek ustalıkla idareetti. Önce alttan aldı; üstelik rakibinineleştirilerini saygıyla dinledi. Ancak Yolkin’inboş bulunup söylediği bir sözden onuyakalayıverdi. Aşağıdan alarak, ama genedirenerek, yanıldığını karşısındakine söyledi vedaha Yolkin toparlanıp da söylediğini

düzeltmeye vakit bulamadan, yanıldığı diğernoktaları da bir bir saydı. Kısacası, Yolkin’ibirdenbire, hiç beklenilmedik bir şekilde, pekustaca şaşırttı; birincilik her ne kadar Yolkin’dekaldıysa bile, Kulikov’un yandaşları da memnunkalmıştı.60Gnedko, Gnedoy: Doru at.61Pyotr ve Pavel havariler günü olan 29Haziran, Ortodoksların dini bayramıdır.Bazıları:— Yok çocuklar, onu yenmek kolay değil,işini iyi bilir: Ne kurttur o! diyorlardı.Öbürleri de, ama bu defa alttan alarak:— Yolkin daha bilgili! diye karşılıkveriyorlardı.İki grubun konuşması birdenbireyumuşayıvermişti.— Bilgisinden değil canım; eli hafif onun.Hem Kulikov da hayvanlar üstüne bilgisiyönünden ondan aşağı kalmaz.— Orası öyle!

— Elbette kalmaz…Sonunda yeni Gnedko da seçilip alındı.Sevimli, genç, güzel, sağlam yapılı, şirin mişirin, neşeli görünüşlü bir attı. Şüphesiz diğeryanlarıyla da kusursuzdu. Pazarlığa girişildi:Onlar otuz ruble istiyorlar, bizimkilerse yirmibeş veriyorlardı. Uzun süren pazarlığa hararetlebaşlandı. Alıcılar fiyatı indirmeye çalışıyorlar,ötekiler de yavaş yavaş yola geliyorlardı. Bir arabizimkiler güldüler. Birkaç mahpus:— Yahu, para kendi cebinden mi çıkacak ki,bu kadar pazarlık ediyorsun? diye söylendi.Başkaları da hak verdi:— Devletin parasına mı acıyacağız?— Ama para, demirbaş paramız kardeş…— Demirbaşmış! Hey gidi hey… bizim gibiahmaklar ekilmeden bitiyor galiba…Sonunda yirmi sekiz rublede pazarlığıbağladılar. Binbaşıya haber verildi; atın alınmasıkararlaştırıldı. Tabii, hayvana hemen tuzlaekmek sunuldu, yeni Gnedko törenle

hapishaneye alındı. Hayvanın yüzünüsevmeyen, boynunu okşamayan bir tek mahpusyoktu. Aynı gün Gnedko’yu su arabasınakoştular; herkes merakla yeni Gnedko’nun fıçıyınasıl çekeceğini seyre koyuldu. Sakamız Romanyeni beygiriyle pek gururlanıyordu. Bu, elliyaşlarında, sessiz, ağırbaşlı bir mujikti. Zatenbütün Rus arabacıları gayet ağırbaşlı, sessizadamlardır; galiba hep atlarla düşüp kalkmak,insana özel bir ağırlık, hatta onurlulukveriyordu. Roman da pek sessiz, boynuzundasakladığı enfiyesini çekmeyi pek seven, herkesletatlı dille, ama az konuşan bir adamdı; ötedenberi hapishanemizin Gnedko’larıyla uğraşırdı.Yeni alınan üçüncü atı oluyordu. Hepimizhapishanemize doru donlu atın pek yakıştığındahemfikirdik; bu renk tamevimizegöreydi.Roman da böyle düşünürdü. Mesela, alaca donlubir atı dünyada almazlardı. Sakalık, kim bilir buhakkı nasıl elde ettiyse, her zaman Roman’dakalırdı; hiç kimsenin de bu hakkı onun elindenalmayı düşündüğü yoktu. Eski Gnedkoöldüğünde hiç kimse, hatta binbaşı bile Roman’ı

bu işten sorumlu tutmayı aklından geçirmedi:Tanrı’nın emriydi bu, işte o kadar. Roman harikabir arabacıydı. Gnedko pek kısa zamanda bütünhapishanenin sevgilisi oldu. Mahpuslar sertadamlardı, ama sık sık yanına gidip onuseverlerdi. Bazen Roman dereden dönünce,başçavuşun açtığı kapıyı kapatırken, Gnedkohapishane avlusuna girer, su fıçısıyla durur, yangözle bakıp onu beklerdi. Roman ona, “Hadi,tek başına git!” diye bağırınca, Gnedko arabayıtek başına, ta mutfağın kapısına kadar çeker,orada durur, kovalarıyla su almaya gelenaşçılarla meydancıları beklerdi. Her yandan, “Neakıllı be! Tek başına getirdi! Nasıl da sözdinliyor!” diye bağırırlardı.— Gnedko’muz hakikaten yaman ha!— Aferin Gnedko!Gnedko başını sallar, burnundan solurdu;gerçekten her şeyi anlar, bu övgülerden hoşlanırgibiydi. O zaman mahpuslardan biri ona mutlakatuzla ekmek getirirdi. Gnedko ekmeği yer, yinebaşını sallamaya başlardı. Sanki: “Bilirim ben

seni, bilirim! Ben iyi bir atım, sen de iyi birinsansın!” demek isterdi.Gnedko’ya ekmek vermeyi ben deseviyordum. Güzel yüzüne bakıp, avucumuniçinde ekmek kırıntılarını çabuk çabuk toplayanyumuşak, sıcak dudaklarını hissetmekten pekhoşlanırdım.Genel olarak mahpuslarımız hayvanlarıseverdi; izin verilse, hapishanede seve sevebirçok ev hayvanı ve kuş beslerlerdi. Hem bencemahpusların sert, vahşi yaradılışlarını bu kadaryumuşatıp inceltecek başka bir meşgale yoktur.Ama buna izin vermezlerdi. Buna yönetmelikde, yerimiz de elverişli değildi.Gene de ben hapishanedeyken bir rastlantıolarak birkaç hayvanımız vardı. Gnedko’danbaşka, köpeklerimiz, kazlarımız, Vaska adındada bir tekemiz olmuştu; bir süre aramızda birkartal bile yaşadı.Hapishane köpeği olarak, önce de söylediğimgibi, Şarik adlı köpeğimiz vardı; zeki, iyi huylubir hayvandı, onunla iyice arkadaş olmuştuk.

Ama basit halk arasında köpek ilgiye değmez,tiksinti verici bir hayvan sayıldığından, bizdeŞarik’e değer veren yoktu. Hayvan kendihalinde yaşardı; avluda yatar, mutfak artıklarıylabeslenir, kimsede özel bir ilgi uyandırmaz, amaherkesi tanır, hapishanedeki herkesi efendisibilirdi. Mahpuslar akşamları işten dönerken dışkarakoldan, “Onbaşılar!” bağırışı duyulurduyulmaz Şarik hemen kapıya koşar, gelen hergruba ayrı ayrı yaltaklanır, kuyruk sallar, ufakbir sevgi işareti bekleyerek herkesin gözününiçine bakardı. Ama uzun yıllar boyunca bendenbaşka kimseden sevgi görmemişti. Bunun içinbeni diğerlerinden daha çok severdi. Neredençıktığını hatırlamıyorum, ama sonralarıhapishanede Belka62adında başka bir köpekdaha türedi. Üçüncüsünü, Kultyapka’yı63henüzenikken, bir gün işten dönerken ben evegetirdim. Belka garip bir yaratıktı. Birisiarabasıyla hayvanın üstünden geçtiğinden beli okadar çukurlaşmıştı ki, koşarken uzaktanBelka’yı birbirine yapışık iki beyaz hayvan

sanırdınız. Zaten uyuz gibi bir şeydi, gözleriakardı, daima kıstığı kuyruğunun tüyleridökülmüştü. Feleğin sillesini yediği için olacak,her zaman boynu eğik durmaya karar vermişgibiydi. Cesaret edemiyormuş gibi, hiçbirzaman, hiç kimseye havlamazdı. Koğuşlararasında, verilen ekmek artıklarıyla yaşardı.Bizden birisini görür görmez, adam daha birkaçadım ötedeyken, hemen “Ne istersen yap,teslimim.” der gibi sırtüstü yatıverirdi. Önündeyuvarlandığı her mahpus da, sanki yapılmasıgereken bir ödevmiş gibi mutlaka hayvanınkarnına bir tekme sallar, “Tüh rezil!” diyesöylenirdi. Belka gıkını çıkarmaya bile cesaretedemez, ancak canı çok yandıysa, boğuk, acıklıbir sesle ulurdu. İhtiyaçları için hapishane avlusudışına çıkan Şarik ve diğer köpeklerin önündede böyle yuvarlanırdı. Bazen uzun kulaklı kocabir köpek hırlayarak, havlayarak üzerine atılıncaBelka hemen sırtüstü yatıverir, hiç kıpırdamadanöylece dururdu. Ama köpekler, kendi cinslerininboyun eğip teslim olmalarından pek hoşlanırlar.Haşin köpek o anda sakinleşir, bir şeyler


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook