Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-22 15:16:26

Description: Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Search

Read the Text Version

sık dolaşmaya, daha sık aksaklıklar bulupçıkarmaya başladı. Çavuşumuz kaygılı, şaşkın,hâlâ kendine gelememiş gibi dolaşıyordu.Mahpuslar da uzun süre yatışmak bilmedi. Amaeskisi gibi heyecanlanmıyor, şaşkın, tetiktebekliyorlardı. Bazıları büsbütün yelkenleri suyaindirmişti. Homurdanarak, isteksiz isteksizbundan söz edenler vardı. Çoğu da öfkeyle,yüksek sesle bu şikâyet işi için kendilerine cezavermek istiyorlarmış gibi, kendi kendileriylealay ediyordu.Biri:— Hah işte kardeş, aldık mı şimdi yemeği!dedi.Başkası:— Tükürdüğümüzü yalıyoruz! diye ekledi.Bir üçüncüsü:— Kediye zil takacak fare mi var?— Bizim milletin sopasını eksik etmeyeceksindemek ki. Bereket versin hepimizi sıradangeçirmedi.

Aralarından biri, öfkeyle:— Önce öğren, sonra konuş, daha iyi! diyemırıldandı.— Sen kime akıl öğretiyorsun, öğretmen misinbe!— Öğretirim, öğretmem sana ne?— Sen de nesin ki be?— Şimdilik insanım, ya sen nesin?— Sen insan değil, köpoğlu köpeğin birisin.— Sensin.Öteden, çekişenleri susturmak için bağırdılar:— Eeh… Kesin be! Ne bağırıyorsunuz?Aynı akşam, yani şikâyet günününakşamında, koğuşların arkasında Petrov’lakarşılaştım. Beni arıyordu. Yaklaşınca iki üçanlaşılmaz kelime mırıldanacak oldu, amahemen dalgın bir tavırla sustu; gayriihtiyariyanımda yürümeye başladı. Meseleden dolayıhâlâ içim sızlıyordu. Petrov’un bana bazı şeyleraçıklayabileceğini düşündüm:

— Bana baksana Petrov, dedim. Sizinkilerdarıldı mı bize?Kendine gelmiş gibi silkinerek:— Kim darılmış? dedi.— Mahpuslar bize… soylulara…— Niye darılsınlar size?— Şey işte, şikâyete çıkmadığımız için.Petrov, söylediklerimi anlamaya çalışıyormuşgibi:— E, ama ne diye şikâyet edeceksiniz ki? diyesordu. Siz kendi cebinizden yiyorsunuz.— Sizin aranızda da kendi cebinden yiyenlervar, yine de çıktılar. Bizim de… Arkadaşlıkadına,çıkmamız gerekirdi.Petrov şaşkınlıkla bana baktı:— Ama… siz bizle nasıl arkadaş olursunuz?dedi.Hızla dönüp baktım. Beni kesinlikleanlamıyordu, neyin peşinde olduğumu daanlamamıştı. Ama ben onu o anda gayet iyi

anlamıştım. Uzun zamandan beri peşimibırakmayan, kafamı kurcalayan belirsizdüşünce, artık tamamen aydınlanmış, o ana dekkabaca sezdiğim şeyi birden kavrayıvermiştim.Mahpusların en iyisi olsam da, ömrümün sonunakadar özel bölümde kalebent olarak kalsam dabeni arkadaştan saymayacaklardı. Petrov’un odakikadaki halini hiç unutmayacağım. “Bizlenasıl arkadaş olursunuz?” sorusunda öyle içtenbir saflık, öyle candan bir şaşkınlık vardı ki…“Acaba bu sözlerde alay ya da kızgınlık varmı?” diye düşündüm. Hayır, hiçbir şey yoktu:Yalnızca arkadaş değildim; o kadar… Sen kendiyolundan, biz kendi yolumuzdan yürüyelim;senin işin başka, bizimki başka.Bense şikâyet meselesinden sonra bizi diri diriyiyeceklerini, yaşatmayacaklarını sanmıştım.Oysa hiçbir şey olmadı: En ufak bir takılma veyaima bile duymadık; bize karşı nefretleri deartmadı. Eskisi gibi fırsat buldukça sataşıyor,iğneliyorlardı, hepsi bu. Üstelik şikâyet etmekistemeyip mutfakta kalanlardan başka, herşeyden memnun oldukları yolunda bağıranlara

da en ufak bir kızgınlıkları yoktu. Hatta kimsebunu aklına getirmedi. Hele bunu hiçanlayamamıştım.

VIII: ArkadaşlarBeni doğal olarak, hele ilk zamanlarda, kendiçevrem, yani “soylular” çekiyordu. Amahapishanemizdeki üç Rus soylusundan AkimAkimiç, casus A., bir de aramızda baba katilidiye tanınan gençten, yalnız Akim Akimiç’lemünasebetim vardı. Şunu da belirteyim ki, AkimAkimiç’e de ancak canım pek sıkkın olduğuzaman, umutsuzluk içinde, ondan başkakonuşacak kimse bulamayınca yanaşıyordum.Bundan önceki bölümde, hapishane sakinlerinibelirli birtakım sınıflara ayırmaya çalışmıştım,ama Akim Akimiç’i hatırlayınca, yaptığımayrıma bir sınıf daha eklenebileceği aklımdangeçiyor: Yalnızca Akim Akimiç’ten ibaret birsınıf. Bu, her şeye karşı tamamıyla kayıtsız,ilgisiz mahpus sınıfıdır. Aramızda büsbütünkayıtsız olanlar, yani dışarıdaki hürlüklehapishane yaşamı arasında ayrılık görmeyenleryoktu elbette, olamazdı da. Ama Akim Akimiçbir istisnaydı sanırım. Hapishaneye ömrünün

sonuna kadar burada kalacak gibi yerleşmişti:Çevresindeki her şeyi, döşeğinden,yastıklarından başlayarak bütün öteberisini gayetsağlam, oturaklı, uzun zaman için yerleştirmişti.Hiç de geçici, misafir gibi bir hali yoktu.Hapishanede daha uzun yıllar geçirecekti, amabir gün bile buradan çıkışını düşündüğünüsanmam. Yalnız, bu gerçeğe boyun eğişişüphesiz gönülden değil, uysal yaradılışındanötürüydü; gerçi Akim Akimiç’e göre bunlarınikisi de birdi ya. Aslına bakılırsa, iyi bir adamdı,ilk zamanlarda öğütleri, ufak tefek hizmetleriyleepeyce yardımı da olmuştu bana; ama ne yalansöyleyeyim, hele önceleri onu görünce içime birkasvet basıyor, bütün benliğimi kaplamış kederbir kat daha artıyordu. Onunla konuşmaya iştebu can sıkıntısıyla başlıyordum. Benim için,birisinin ağzından bir laf çıksın da, bu ister sert,haşin, ister kötü olsun, hepsi birdi; yeter ki,söyleyenle birlikte kör talihimizilanetleyebilelim. Ama bizim Akim Akimiç yahiç ağzını açmadan yalnızca fenerleriniyapıştırmakla uğraşır ya da filan yıldaki teftişten

söz açar, tümen komutanının kim olduğunu,adını, baba adını söyler, geçit törenindenmemnun kalıp kalmadığını, öncülere verilenişaretin nasıl değiştirildiğini vs. anlatırdı. Hembunları öyle tekdüze, öyle ağır bir sesle anlatırdıki, damla damla akan su sesini hatırlardınız.Kafkasya’da başarı kazandığı bir seferi, seferdekılıcına “Kutsal Anna” nişanının nasıl takıldığınıanlatırken bile heyecanlanmıyor, yalnızcasesinde olağanüstü bir gurur, bir ağırbaşlılıkbeliriyordu; hatta “Kutsal Anna” sözlerini sesinialçaltarak, esrarlı bir hava içinde söylüyor, sonraiki üç dakika vakarla susuyordu… Bu ilk yıldaöyle manasız anlarım olurdu ki, kesinliklesebebini anlayamadan (ve hep birdenbire) AkimAkimiç’e karşı bir nefret duyardım.Ranzalarımız karşılıklı olduğu için kaderimelanet okuyordum. Genellikle hemen bir saatsonra bu yüzden kendi kendimi yiyordum. Amabütün bunlar ilk yılda olan şeylerdi; SonralarıAkim Akimiç’le ruhça tamamıyla bağdaşmış,eski manasız anlarımdan utanır olmuştum. Hiçaçıktan açığa kavga ettiğimizi hatırlamıyorum.

Hapishanede kaldığım süre içinde bu üçRustan başka, sekiz de Polonyalı gelip geçti.Hepsiyle değilse de bazılarıyla ahbaplığımızoldukça derindi,bundan memnunluk daduymaktaydım. Ancak en iyileri bile, hastalıklıgibi, kimseye benzemeyen, son derece titizinsanlardı. Sonraları ikisiyle ilgimi kestim.Aralarında eğitim görmüş olanlar ancak üçkişiydi: B., M. ve ihtiyar J. Vaktiyle J. bir yerdematematik profesörlüğü yapıyormuş; sevimli, iyikalpli, tuhaf bir ihtiyardı ve okumuşluğunarağmen son derece dar kafalıydı sanırım. M. ileB. ise bambaşka insanlardı. M. ile daha ilkgörüşmemizde uyuşmuştum; hiçbir zamankavga etmedik. Ona saygı duyardım, ama birtürlü sevip bağlanamadım. Son derece vesveseli,hırçın, pek büyük bir ustalıkla kendine hâkimolmasını becerebilen bir adamdı. Zaten hoşagitmeyen yanı da bu büyük ustalığıydı: Daha ilkbakışta, insanda kimseye karşı ruhunu kesinolarak açmayacağı duygusunu uyandırıyordu.Belki de yanılmışımdır. M.’nin sağlam, soylu birkarakteri vardı. Biraz Cizvitliğe kaçan kıvraklığı,

insanlarla temasında gösterdiği ihtiyat, ruhununderinliğinde gizlenmiş bir şüpheciliği açığavurmaktaydı. İşte bu şüpheciliğiyle bazı kişiseldüşüncelerine, umutlarına olan inancınındoğurduğu ikilik M.’nin ruhuna azap veriyordu.Bütün girişkenliğine rağmen, B. ve B.’ninarkadaşı T. ile bir türlü bağdaşamamıştı. B.hasta, vereme müsait, çabuk öfkelenen, sinirli,ama aslında gayet iyi, hatta yüce gönüllü biradamdı. Hırçınlığının bazen aşırı bir hal aldığı,türlü huysuzluklara yol açtığı olurdu. Bu huyunadayanamayarak, zamanla B.’den uzaklaştım.Bununla beraber, onu severdim. B.’denuzaklaşır uzaklaşmaz, nedense T.’den dekendimi çekmek zorunda kaldım. T. bundanönceki bölümde, şikâyetimizi anlatırken andığımgençti. Ayrılmamıza çok üzülmüştüm. T. pekaydın bir adam olmamakla beraber, iyi, mert,kısacası sevimli bir delikanlıydı. Bütün meseleonun B.’ye karşı olan aşırı sevgi ve saygısındançıkıyordu. Onu tapınırcasına sevdiği için, B. ilebozuşan herkesi derhal öz düşmanı sayardı.Galiba sonraları, uzun zaman kendisini tutmaya

çalıştığı halde, M. ile selamı sabahı da sırf buyüzden kesmişti. Ama bunların hepsi ruhçahasta, hırçın, kuruntusu eksik olmayaninsanlardı. Bunu da tabii görmek gerek:Durumları onlara pek güç, hatta bizden daha güçgeliyordu, çünkü memleketlerinden çokuzaklardaydılar. Bazıları on iki yıl gibi uzun birmüddetle sürülmüşlerdi, ama kederlerinin gerçeknedeni bu adamların çevrelerine karşı kinduymaları, prangalılara ancak hayvan gözüylebakmaları ve onlarda olumlu tek bir tarafgörmemeleriydi ki, bu da çok doğaldı: Kederleri,içinde bulundukları durum, onların bukaramsarlıkları için yeterli nedenlerdi. Şüphesiz,hapishanede sıkıntıdan boğuluyorlardı.Çerkezlerle, Tatarlarla, İsay Fomiç’le nazik,sevimli bir tarzda konuşuyor, ama ötekimahpuslardan nefretle, tiksintiyle kaçınıyorlardı.Yalnızca ihtiyar Starodublu Starover saygılarınıkazanmıştı. İlgi çekici bir şey de, hapishanedekaldığım süre içinde mahpusların bu adamlarınsoyluluklarını, farklı dinlerini, düşünce tarzlarınıbaşlarına kakmamasıydı. Halbuki bizde basit

halk bunu arada bir de olsa, yabancılara,özellikle de Almanlara karşı yapmaktan geridurmaz. Bununla beraber, Almanlarla da sadecealay edilir. Gerçekten Almanlar basit Rushalkının gözünde son derece gülünçyaratıklardır. Oysa mahpuslarımız bizdekiAlmanlara bizden, yani Ruslardan daha çoksaygı gösteriyor, hiçsataşmıyorlardı.Amaberikiler de bu noktayı görmezden geliyorlardıgaliba. T.’den söz açmıştım. Bu adam ilk sürgünyerinden kalemize gelirken, hemen hemen bütünyol boyunca B.’yi kucağında taşımıştı. Sağlıkçazayıf, vücutça da pek narin olan B. bir konaktanöbürüne gidiş sırasında, daha yarı yolda yorgundüşüyordu. Eskiden U.’dalarmış. Anlattıklarınabakılırsa, orada kalemize kıyasla çok dahaiyilermiş. Ama bir aralık başka bir şehirdekisürgünlerle bir mektuplaşma işi çıkarmışlar;tamamıyla zararsız olan bu mektuplaşmasonunda büyüklerimizin gözünün önündebulunmaları için üçünü kalemize göndermişler.Üçüncü arkadaşları J. idi. Onun gelişine dek M.hapishanedeki tek Polonyalıymış. Sürgününün

ilk yılında tek başına kim bilir ne kadar canısıkılmıştı!Bu J. bütün vaktini dua etmekle geçirdiğinisöylediğim ihtiyarın ta kendisiydi. Siyasisuçlularımızın hepsi genç, hatta bazıları pekgençti. Aralarında yalnız J. ellisini geçmişti.Garip bir adamdı, ama namusluydu. ArkadaşlarıB. ile T. onu hiç sevmez, onunla konuşmazlardıbile. İnatçı, kavgacı bir adam olduğunusöylüyorlardı. Bunda ne ölçüde haklı olduklarınıbilemiyorum. Bence hapishanede ya da herhangibir yerde, kendi iradeleri dışında bir arayatoplanmış insanların birbiriyle kavga etmesi,hatta nefret duyması, aynı şeyleri hürkenyapmaktan daha kolaydır. Çünkü birçok şartbuna yardım etmektedir. Bununla beraber, J.gerçekten zekâsı oldukça kıt, oldukça sevimsizbir adamdı. Zaten öteki arkadaşları da onunlapek geçinemiyordu. İkimiz hiç kavgaetmediğimiz halde, aramızda fazla bir yakınlıkda yoktu. Öğretmeni olduğu matematiği iyibiliyordu galiba. Bana bir ara yarım yamalakRusçasıyla kendisinin bulduğu bir astronomi

kuramını anlatmaya çalıştığını hatırlıyorum.Bunu bir yerde bastırdığını, ama bu yüzdenbilim dünyasında maskara olduğunusöylüyorlardı. Bence adamcağızın aklından zoruvardı biraz. Diz çökerek günlerce dua ediyordu,ölünceye kadar bütün mahpuslardan saygıgörmüştü. Ağır bir hastalığa tutularakhastanemizde, gözümün önünde öldü.Mahpusların saygısını kazanmasının asıl nedenihapishanemize ayak basar basmaz, binbaşımızlaarasında geçen bir olaydı. Bu üç arkadaşı,U.’dan kalemize getirilirken, yolda tıraşettirememişler; binbaşının huzuruna da o haldeçıkarmışlar. O da küplere binmiş ve bu disiplineuymayan harekette hiç suçu olmayanadamcağızlara haykırıp tepinmeye başlamış:— Bu ne hal be! Serseriler, eşkıyalar!O vakitler Rusçayı pek iyi anlamayan J.,binbaşının kendilerine serseri ya da eşkıya olupolmadıklarını sorduğunu sanmış:— Serseri değil, siyasi suçluyuz, diye karşılıkvermiş.

Binbaşı kükremiş:— Nee? Bir de karşılık mı veriyorsun? Banaha! Çekin karakola! Yüz sopa… hemen şimdi!İhtiyar cezaya yatırılmış. Sopa altına gıkınıçıkarmadan yatıp dişlerini etine daldırmış ve hiçkıpırdanmadan, bağırmadan, en ufak bir iniltibile çıkarmadan cezaya katlanmış. B. ile T.hapishaneye o aralık girmişler. Kapıda onlarıbekleyen M. hiç tanımadığı, kendilerini ilk defagördüğü halde boyunlarına atılmış. Binbaşınınkarşılamasından fena halde sarsılmış ikiarkadaşa J.’nin dayak yemesini anlatmış. M.’ninbana bunları anlatışını hatırlıyorum:— Çıldıracağım sandım! diyordu. Nedendirbilmem zangır zangır titriyordum. J.’yi kapıdabeklemeye başladım. Dayak cezasından sonradış karakoldan gelecekti. Birden kapı açıldı vesapsarı kesilmiş, dudakları titreyen J., birsoylunun cezalandırıldığını duyup toplanmışolan mahpusların arasından kimsenin yüzünebakmadan geçip koğuşa girdi; doğruca yerinegiderek tek kelime etmeden diz çöküp dua

etmeye başladı. Mahpuslar şaşkınlıkiçindeydiler, bu olay onlara dokunmuş gibiydi.Memleketinde karısını, çocuklarını bırakmış buak saçlı ihtiyarın böyle şerefsizcecezalandırıldıktan sonra, diz çöküp dua ettiğinigörünce koğuştan dışarı fırladım. İki saat kadarkendimi bilmez halde dolandım durdum;delirmiştim sanki…İşte mahpuslar da o zamandan beri J.’ye saygıgöstermeye başlamışlar. En çok, J.’nin sopaaltında bağırmaması hoşlarına gitmiş. Ama Rusolsun, Polonyalı olsun, sürgün soylularınSibirya’daki amirlerden gördükleri muamelehakkında böyle bir örneğe bakılarak yargıyavarılamaz. Bu örnek, ancak bu derece kötü biradama da rastlanabileceğini gösterir, o kadar.Tabii böyle kötü bir adam, herhangi bir yerdekendine bağımsız, yüksek bir komuta mevkiisağlayınca, mimlediği bir sürgünün vay haline!Ancak şunu da itiraf etmeliyiz ki,komutanlarımızın davranış ve yönetimbiçimlerini kendilerine göre ayarladıklarıSibirya’daki en büyük amirlerimiz, sürgün

soylulara karşı hassastır; hatta bazı işlerde onlarıhalktan mahpuslardan daha çok korurlar. Bununnedeni apaçıktır: İlkin kendileri de soyludurlar;sonra çok defa soylular dayak cezasına sessizcekatlanamaz, cezalandıranların üzerine atılıpdövüş çıkarırlar. Üçüncü ve bence en önemlisebebe gelince: Eskiden, aşağı yukarı otuz beşyıl önce Sibirya’ya büyük bir sürgün soylukafilesi gelmiş, işte bu sürgünler otuz yıl içindeöyle tutunmuşlar; kendilerini bütün Sibirya’daöyle tanıtmışlardı ki, benim zamanımda amirler,gelenekleşmiş bir âdete uyarak, suçlu soylularınbelli bir sınıfını gayriihtiyari öbür sürgünlerdenayrı tutuyorlardı. Daha küçük amirlerin deşeflerinin bu görüş ve hareket tarzlarını olduğugibi benimsemeleri, geleneğe uyma zorundan,itaat duygusundan kaynaklanıyordu. Bununlaberaber, bizdeki küçük komutanların çoğu dargörüşlü, üstlerinin emirlerini eleştiren adamlardı.Keyiflerine göre hareket edebilmek için canattıkları açıktı. Ama buna pek de meydanverilmiyordu. Bu konuyla ilgili kesin bir yargımvar. Aralarında benim de bulunduğum askeri

yönetim altındaki kalebent mahpuslarınoluşturduğu ikinci sınıf, kürek mahkûmlarınındiğer iki sınıfından, yani fabrikada çalışanüçüncü sınıfla, ocakta çalışan birinci sınıftankıyaslanmayacak derecede ağır bir durumdaydı.Bu ağırlık yalnız soylulara göre değildi; bütünmahpuslar için böyleydi. Çünkü bu sınıfın hemamirleri askerdir, hem de kuruluşları askeriesaslara dayanır; tıpkı Rusya’daki askeri mahpusbölüklerini andırır. Askeri idare amirleri dahasert, yönetim biçimleri daha şiddetlidir;mahpuslar daima zincirlidir, muhafızgözetiminde gezer, kilit altında tutulurlar; ötekiiki sınıfta da bunlar vardır, ama oldukçayumuşaktır. Bunun böyle olduğunu bütünmahpuslar kabul eder ki, aralarında mahpusluktapişmiş olanlar vardır. İzin verilse hepsi dekanunlara göre en ağır sayılan birinci sınıfa seveseve giderdi, hatta birçok defa bunu düşledikleride oluyordu. Bizimkilerden Rusya’nın askerimahpus bölüklerinde bulunanlar, bunlarıdehşetle hatırlar. Onlara göre, bütün Rusya’dakalelerdeki askeri mahpus bölükleri kadar kötü

yer yoktur. Sibirya oradaki hayata görecennettir. Şu halde, birinci ve üçüncü sınıftagörülmeyen, ama bizim sınıfta bulunan türlüengellere, yani askeri bir idare altında yaşamaya,genel valinin gözü önünde bulunmaya, eski yada yeni görevlilerin kıskançlık, işgüzarlık gibisebeplerle her an, “Filan bölükte, falancakomutan, mahpuslara iltimas geçiyor.” türündenfitnecilik edip ayak kaydırmaya çalıştığı birortamda bulunmaya rağmen, ikinci sınıftakisoylu mahkûmların, halktan mahkûmlardandaha iyi durumda oldukları açıktır. Hembulunduğum yeri örnek alarak bütün Sibirya içinyargılara varabilirim sanırım. Birinci ve üçüncüsınıf mahpuslarından kulağıma gelen türlü türlüsöylentiler, hikâyeler de bu yargımı destekleryöndeydi. Gerçekten, hapishanemizin idaresibütün soylu mahpuslara daha fazla dikkat veözen gösteriyordu. Bununla beraber, iş, bakımkonusunda bize hiçbir iltimas yapılmıyordu.İşlerimiz, prangalarımız, kilitlerimiz aynıydı.Kısacası, öbür mahpuslardan hiç farkımız yoktu.Daha fazla yumuşatamazlardı zaten. Bu şehirde,

üstünden henüz çok zaman geçmemiş olaneskidönemdeöyle jurnalciler, birbirinin kuyusunukazan o kadar çok insan vardı ki,idarecilerimizin her zaman ihbarlardankorktuklarını biliyorum. Oysa, “Falan sınıfmahpuslarına iltimas ediliyor.” şeklindeki birihbardan korkulacak ne vardı ki! İşte bu korkuyüzünden biz de öbür mahpuslarla eşit şartlardayaşıyorduk. Yalnız fiziksel cezalarda birdereceye kadar ayrı tutuluyorduk. Bununlaberaber, hak edince, yani bir suç işleyince, bizede gerektiği gibi sopa çekmekten geridurmazlardı. Bu hem görev gereğiydi, hem deceza sırasında herkes eşit sayılmaktaydı. Asılfark, bizim öyle durup dururken, kolay kolaydövülemeyişimizdeydi. Oysa bu gibi durupdururken meydana gelen haller, hele kendini,kudretini göstermeye heveslenen küçükamirlerle, sıradan mahpuslar söz konusu oluncagünlük işlerdendi. İhtiyar J.’nin meselesiniduyan kale komutanının binbaşıya ne kadarkızdığını, ileride de bu gibi aşırı davranışlardabulunmamasını öğütlediğini hepimiz biliyorduk.

Bunu herkes söylüyordu. Binbaşıyı çalışkanlığıve bazı yetenekleri yüzünden oldukça seven,ona güvenen genel vali bile, bu vakayı duyuncaonu bir hayli azarlamıştı; bunu da öğrenmiştik.Binbaşımızın da kulağına küpe oldu bu. A.’nınmüzevirliği yüzünden nefret ettiği M.’yeadamakıllı bir sopa attırmak istiyordu, amaaradığı bütün bahanelere, izlemesine,araştırmalarına rağmen fırsat çıkmıyordu. J.’ninmeselesi kısa zamanda bütün şehirde duyuldu.Herkes binbaşının aleyhindeydi. Sertçe eleştiren,hatta kötü sözler edenler de vardı. Mevkikomutanımızla ilk karşılaşmamızı hatırlıyorum…Bizi, yani beni ve sürgüne benimle birlikte gelenyol arkadaşım başka bir soylu mahpusu,binbaşının çekilmez huyunu anlatarak dahaTobolsk’ta korkutmuşlardı. Orada eski, yirmibeş yıllık soylu sürgünler bizi derin bir içtenliklekarşıladılar, konakladığımız handa kaldığımızsüre içinde bize ilgi gösterdiler. Müstakbelkomutanımızdan sakınmamızı söylüyor,tanıdıkları kimselerin yardımına başvurarak bizionun şerrinden korumak için ellerinden geleni

yapacaklarına söz veriyorlardı. Gerçekten, oaralık Rusya’dan gelen ve babalarında misafirkalan genel valinin üç kızı bu adamlardanmektuplar alarak babalarıyla bizim içinkonuşmuşlar. Ama o da ne yapabilirdi ki?Binbaşıya sağını solunu kollayarak hareketetmesini tembihlemiştir, o kadar. Öğleden sonrasaat üçte arkadaşımla şehre vardık,muhafızlarımız bizi doğrudan doğruyakomutanımızın huzuruna çıkardı. Antredebekliyorduk. O aralık hapishane çavuşuna dahaber verildi. Çavuş gelir gelmez mevkikomutanı da çıktı. Mosmor, çiçek bozuğu yüzüüzerimizde son derece sıkıcı bir tesir bıraktı.Ağına düşmüş zavallı bir sineğe hücum edenzehirli bir örümceği andırıyordu. Arkadaşıma:— Adın ne? diye sordu.Çabuk, sert, kesik konuşuyordu. Bizietkilemek istediği belliydi.— Falanca, diye cevap verdi arkadaşım.Gözlerini bana dikerek devam etti— Seninki?

— Filanca.— Çavuş! Derhal hapishaneye götür bunları,dış karakolda başları sivil usulü yarım tıraşedilsin… Prangaları da yarın değiştirilsin.Sonra birdenbire:— Ne biçim kaput bunlar? diye sordu.Nereden aldınız bunları?Tobolsk’ta verilen, gri renkli, sırtında birer sarıyuvarlak dikili kaputlarımızı gözlerinde neşelibir ifadeyle inceleyerek mırıldanıyordu:— Yeni kıyafet bu! Öyle, yeni bir kıyafetolmalı… Tasarı halinde galiba…Petersburg’dan…Sonra birdenbire muhafızımız jandarmayadönerek:— Üzerlerinde bir şey yok mu? diye sordu…— Kendi elbiseleri var, komutanım.Jandarma cevap verirken hemen, hatta biraztitreyerek esas vaziyet almıştı. Binbaşıyıbilmeyen, adını duymayan, ondan korkmayan

yoktu.— Neleri varsa, alın. Yalnız iç çamaşırlarıkalsın, o da beyazsa. Renklileri varsa, alınsın.Geri kalan her şey arttırmayla satılsın. Alınanpara gelire yazılsın.Sonra sert bir bakışla bize dönerek devam etti:— Mahpusun mal edinme hakkı yoktur. Usluduracaksınız! Anlaşıldı mı? Bir şey duyarsam!..Derhal dayak cezası veririm! En ufak suçunuziçin sopa!..Henüz alışmadığım için, bu karşılamayüzünden o gece adeta hasta olmuştum.Hapishanede gördüklerim de üzerimdeki kötüetkiyi bir kat daha derinleştirmişti. Amahapishaneye girişimi anlatmıştım zaten.Bize iş bakımından öbür mahpuslara göre enufak bir kayırma yapılmadığını, kolaylıkgösterilmediğini, buna cesaret edilemediğinidemin söylemiştim. Yine de bir defa bunudenediler. B. ile ben, tam üç ay istihkamkalemine yazıcı olarak gittik. Ama bu gizlikapaklı yapıldı. Yapanlar, istihkâmdaki

amirlerdi. Ötekiler de, yani bunu bilmesigerekenlerin de işten haberi vardı, amabilmezlikten geliyorlardı. Bu, G.’nin komutanlığızamanında olmuştu. Yarbay G. bize göktendüşmüştü sanki; başımızda çok kısa bir süre,yanılmıyorsam ancak altı ay, belki de daha azbir zaman kalmıştı. Bütün mahpuslar üzerindederin etki uyandırarak Rusya’ya gitti. Mahpuslaronu sadece sevmekle kalmıyor, deyimyerindeyse tapınıyorlardı da. Bunu nasılyapmıştı bilmiyorum, ama sürgünleri daha ilkgörüşte kendine bağlamıştı. G.’nin istihkâmkomutanlığı sırasında mahpusların ağzındanonun hakkında, “Baba, babamız! Öz babadan daiyi!” sözleri eksik olmazdı. Çok sefih bir adamdısanırım. Kısa boyluydu; küstah, kendinegüvenen bakışları vardı. Bununla beraber,mahpuslara şefkatli denecek bir tatlılıkladavranıyordu. Onları gerçekten baba gibiseviyordu. Mahpusları niçin bu kadar sevdiğinibilemiyorum, ama Yarbay G.’nin herhangi birmahpusla karsılaşınca, ona tatlı, neşeli birkaçsöz söylemeden, onunla birlikte gülmeden,

şakalaşmadan geçip gittiği olmazdı.Hareketlerinde hiçbir zaman amir edası yoktu;övgüleri asla amir övgüleri değildi. Bir arkadaş,son derece cana yakın bir insandı.Komutanlarının bu doğuştan demokratlığınarağmen, mahpuslar bir kerecik olsun ona karşısaygısızlık ya da laubalilik etmemişlerdi. Durumtam tersineydi. Komutanıyla karşılaşanmahpusun sanki yüzü aydınlanıyor, şapkasınıçıkarıp gülümseyerek onun yaklaşmasınıbekliyordu. Hele bir de onunla konuşursa,adamcağız kendine bir ruble bağışlanmış gibioluyordu. Dünyada böyle sevilen adamlar da varişte. Babayiğit tavırlıydı; yürüyüşü dik, bakışımertçeydi. Mahpusların dedikleri gibi, “kartalgibi”ydi. Mahkûmların yaşayış tarzları üzerindedeğişiklikler yapmak elinden gelmezdi şüphesiz.Görevi istihkâm amirliğinden ibaretti ve bu işlerde tıpkı diğer komutanların zamanında olduğugibi, bir kere konulmuş yönetmeliğe göreyürüyordu. Yarbayın yapabildiği, ancak,tesadüfen bir yerde işini bitirmiş bir mahpuskafilesini görünce, trampeti beklemeden onlara

dönme izni vermekti. Ama en çok sevilen yanı,mahpuslara gösterdiği güven, ince eleyip sıkdokumaması, hırçın olmaması, amir sıfatıylayaptığı işlerde kinci bir yan bulunmamasıydı.Öyle sanıyorum ki, kazara bin ruble kaybetmişve bunu en birinci hırsızlarımızdan biri bulmuşolsaydı, adam parayı hemen götürür yarbayaverirdi. Evet, böyle olacağından eminim. Kartal-komutanlarının nefret ettikleri binbaşıyla kanlıbıçaklı olduğunu duyunca, ne kadar derin ilgigöstermişlerdi. Olay yarbayın kaleye ilk geldiğiayda geçmişti. Binbaşımızla vaktiyle aynıalaydaymışlar. Arkadaşça buluştular, birlikteepey içip eğlendiler. Ama nedense, durupdururken görüşmeyi kestiler. Kavga ettiler. G. debinbaşının baş düşmanı kesildi. Dolaşansöylentilere göre, dövüşmüşler de; gerçi bubinbaşımız için olağan bir şeydi: Sık sıkdövüşürdü. Mahpuslar bunu duyar duymazsevinçlerinden ne yapacaklarını şaşırmışlardı.“Sekizgözlü böyle adamla bağdaşabilir mi hiç!O bir kartal; bizimkiyse…” Cümlenindevamında burada yazılmayacak sözler

geliyordu. Bu olayda herkesi en çok ilgilendirennokta, kimin kimi dövdüğü meselesi olmuştu.Eğer bu dövüş hakkında söylenenler asılsızçıksaydı (belki de öyleydi), mahpuslar bundanderin bir üzüntü duyardı sanırım. “Mutlakakomutan dövmüştür.” diyorlardı, “Ufak tefekolduğuna bakma; kendi küçük, ama gücübüyüktür… Öteki, ondan kaçayım diye,yatağının altına saklanmış…” Ama G. çokgeçmeden gitti. Mahpuslar gene ümitsizliğedüştüler. Zaten istihkâm komutanlarımızın hepsiiyi adamlardı. Benim zamanımda üç dörtistihkâm komutanı değiştirmiştik. Mahpuslar,“Gelenler de iyi, iyi ama onun gibisinibulamayız.” derlerdi, “Kartaldı, bizi koruyankartalımızdı o…” İşte bu G. bütün soylumahkûmları çok severdi. Sonunda B. ile bana,arada bir kaleme gelmemizi söyledi. O gittiktensonra da kaleme her gün devam ettik.İstihkâmda askeri mühendislerden bazıları (helebir tanesi), bize çok yakınlık gösteriyordu.Kaleme gidip orada yazı yazıyorduk, gitgide elyazılarımız da güzelleşmeye başlamıştı. Ne var

ki, o sırada yüksek makamdan birdenbire gelenbir emirle hemen eski işlerimize dönmemizistendi. Birisi müzevirleme fırsatınıkaçırmamıştı! Bununla beraber, bu biraz bizeyaradı. Çünkü ikimiz de kalem işlerindenbıkmıştık. B. ile hemen hemen iki yıl birlikteçalıştık, çoğu zaman atölyelere gidiyorduk. Bolbol gevezelik ediyor, birbirimize umutlarımızı,düşüncelerimizi anlatıyorduk Sevimli biradamcağızdı; yalnız düşünceleri bazen pekgarip, pek orijinaldi. Bir sınıf insan vardır ki,çoğu zaman gayet zeki oldukları halde, arada biralabildiğine soyut düşüncelere körü körünebağlanırlar. B. de bu yüzden hayatta o kadar acıçekmiş, bu düşünceler kendisine öyle pahalıyamal olmuştu ki, şimdi birdenbire vazgeçivermekonun için pek güç, hatta imkânsızdı. B.itirazlarımı ıstırapla dinler, iğneli sözlerle karşılıkverirdi. Gerçi birçok konuda belki ben değil, ohaklıydı, bilmiyorum; sonunda ayrıldık, bu dabeni çok üzdü. Çünkü ortak yönlerimiz pekçoktu.M.’yi ise geçen yıllar bir kat daha

mahzunlaştırıyor, karamsar yapıyordu. İçsıkıntısından boğuluyordu. Önceleri,hapishaneye ilk geldiğim sıralarda dahakonuşkandı; bana daha sık, daha fazla açılırdı.Ben geldiğim vakit, onun üçüncü yılıydı. İlkin,hapishaneye girdiğinden beri dünyada olupbitenlerle, onun bilmediği, göremediği şeylerleilgilendi; sorular sordu. O zamanlar beniheyecan içinde dinlerdi. Sonunda, yıllar geçtikçebütün duygularını içinde, kalbinde saklamayabaşladı. Ateş küllendi. Ruhunun derinliğindekihınç, nefret gittikçe büyüyüp kabarıyordu.Mahpusları nefret dolu bakışlarıyla seyrederken,“Je haïs ces brigands!” diye söyleniyordu. Buadamları daha yakından tanıdığım için, ne kadaronlardan yana çıkmak istesem de aldırmıyordu.Bazen, söylediklerimi anlamadığı için, dalgın birtavırla bana hak veriyor, ama ertesi gün gene,“Je haïs ces brigands!” deyip duruyordu… M.ile çoğu zaman Fransızca konuşuyorduk. Buyüzden, yapı işlerinde onbaşılık edenDranişnikov adında bir istihkâm eri nedense bize“ferşallar”71lakabını takmıştı. M. ancak

annesini hatırlarken canlanıyordu. “Hasta birihtiyardır.” diyordu, “dünyada en çok benisever; bense hayatta olup olmadığını bilebilmiyorum. Burada sıra dayağına çekildiğimiöğrense, kahrından ölür…” M. soylu değildi vesürgüne gönderilirken dayak cezası da almıştı.Bunu her hatırlayışında dişlerini sıkıyor,yüzümüze değil, başka yana bakmayaçalışıyordu. Son zamanda sık sık tek başınadolaşıyordu. Bir gün, öğleye doğru kalekomutanı çağırdı onu. Komutan onu neşeli birgülümsemeyle karşılamış.71“Feldşer” demek istiyor. Feldşer” aslında“sağlık memuru, askerlikte sıhhiye çavuşuanlamına gelir.— Bu gece rüyada ne gördün M.? diyesormuş.Dönüşünde bize bunları anlatan M., “Yüreğimhop etti, sanki kalbime bir hançer saplandı.”demişti. Komutana:— Annemden mektup geldiğini gördüm,

demiş.Komutan:— Sana ondan daha müjdeli bir haberim var:Artık serbestsin! demiş. Annen başvurudabulunmuş… dilekçesi kabul edilmiş. İştemektubu, bu da tahliye emrin. Hemençıkacaksın hapishaneden.M. yüzü sapsarı döndüğü zaman, aldığıhaberin şaşkınlığı henüz üstündeydi.Kutluyorduk. Buz kesilmiş, titreyen elleriyleellerimizi sıkıyordu. Başka mahpuslar da geliponu kutluyor, mutluluğuna seviniyorlardı.Hapishaneden çıkınca, sürgün olarakşehrimizde kaldı. Bir de işe yerleştirdiler. İlkzamanlar hapishanemizin kapısına sık sık gelir,fırsat buldukça bize havadis yetiştirirdi. Onu enfazla siyasi haberler ilgilendiriyordu.M., T., B. haricindeki diğer dört mahpustanikisi kısa süreyle gönderilen, eğitimleri az, amanamuslu, sade, dürüst gençlerdi. Üçüncüsü A.çok basit, hiçbir özelliği olmayan bir adamdı.Fakat dördüncünün, ihtiyar B.’nin hepimizin

üzerinde çok fena bir tesiri vardı. Onun bu sınıfsuçlular arasında nasıl olup da bulunduğunaşaşıyorum. Zaten suçunu inkâr ediyordu. Kaba,küçük burjuva ruhlu, hilekârlıkla zenginleşmişbir tüccarın alışkanlıklarını, düsturlarını almış biradamdı. Hiç eğitimi yoktu ve mesleğinden başkahiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Badanacıydı; amaöyle sıradan değil, yaman bir badanacıydı. Kısazamanda idaremiz B.’nin bu marifetini haberaldı. Bunun üzerine bütün şehir B.’yi evlerininduvarlarını, tavanlarını badanalatmak içinkapışmaya başladı, iki yıl içinde bütünmemurların evlerini boyadı, süsledi. Evsahiplerinden bahşiş aldığı için B.’nin geçimiyolundaydı. İşin hoş tarafı, B. çalışmayagiderken yanına yardımcı olarak başkaarkadaşlarını da katıyorlardı. Böylece daimaonunla birlikte gezen iki arkadaşı işi adamakıllıbelledi. Hele T., zamanla B. kadar iyi fırçakullanır hale geldi. Memur evlerinden birindeoturan mevki komutanımız binbaşı da B.’yiçağırtmış, evinin bütün duvarlarıyla tavanlarınıboyamasını emretmişti. B. bütün hünerini

göstermiş. Genel valinin evi bile bu kadar güzelboyanmamıştı. Binbaşının evi ahşap, tek katlı,oldukça eski, dışı pek harap bir yapıydı. Ama içboyası, bir saraya yakışacak cinstendi.Binbaşımız da pek memnundu. Elleriniovuşturarak, artık mutlaka evleneceğinisöylüyordu. Büyük bir ciddiyetle, “Böyle birevim olur da nasıl evlenmem?” diye ekliyordu.B. ile birlikte çalışan arkadaşlarını da hoştutuyordu. Boyama işi tam bir ay sürmüştü.Binbaşı bu bir ay içinde bizler hakkındakidüşüncesini tamamıyla değiştirdi. Hatta bizikorumaya başladı. Bir gün J.’yi hapishanedenevine çağırtmıştı:— J., demiş. Sana hakaret ettim. Sana haksızyere dayak attırdım, biliyorum. Bunu yaptığımapişmanım. Anlıyor musun,ben, ben, benpişmanım!J. anladığını söylemiş.— Amaben, ben,senin komutanın, senden afdilemek için seni çağırdım. Anlıyor musun?Hissediyor musun bunu? Pekisenbana göre

nesin? Bir solucansın! Solucandan da küçüksün:Bir mahpussun! Bense Tanrı’nın inayetiyle72birbinbaşıyım! Binbaşı! Anlıyor musun?72Zamanında yalnız binbaşının değil, küçükrütbedeki, çoğu alaydan yetişmiş bütünkomutanların kullandıktan bir söz. (YazarınNotu)J. bunu da anladığını söylemiş.— Öyleyse, barışıyorum seninle. Amabilemiyorum; bunu hissedebiliyor, kavrıyormusun? Bunu hissedip kavrayabilir misin?Düşün bir kere; ben, bir binbaşı… vs.Bu sahneyi bana J. kendisi anlatmıştı. Demekoluyor ki, bu ayyaş, zevzek, delibozuk heriftebile insanlık duygusu vardı. Düşünce tarzı,kültürü göz önüne alınacak olursa, bu oldukçasoylu bir hareket bile sayılabilirdi. Belki de teksebebi binbaşının o sırada epey çakırkeyifolmasıydı.Binbaşının hayali gerçekleşmedi, evlenemedi.Oysa evi boyandığı sırada kesin kararını

vermişti. Dünya evine giremedi, amamahkemeye düştü ve emekliliğini istemesiemredildi. Bu arada bütün eski suçları da ortayaçıkarıldı. Çünkü binbaşı vaktiyle bu şehirdebelediye başkanlığı da yapmıştı… Bütün bunlarbinbaşının başına gülle gibi indi. Hapishanedebu haber tam bir bayram havası estirmişti!Söylendiğine göre binbaşı bir kocakarı gibi ikigözü iki çeşme ağlıyormuş… Ama çare yoktu.Emekliye ayrıldı, bir çift boz atını, ardından danesi var nesi yoksa, bütün eşyasını sattı. Hattabu yüzden oldukça yoksul düştü. Ona sonralarıbazen sırtında eski bir redingot, başında rozetlibir kasketle, sivil olarak rastlıyorduk.Mahpuslara kızgın kızgın bakardı. Amaüniformasını çıkarmasıyla o büyülü etkisi de yokoluvermişti. Üniformasıyla binbaşımız bir fırtına,bir Tanrı’ydı. Redingot giyer giymez bir hiçolmuş, bir oda uşağına dönmüştü. Bu adamlardaüniformanın önemi şaşkınlık uyandıracak ölçüdebüyüktür.

IX: KaçışMevki komutanımızın değişmesinden kısa birsüre sonra hapishanemizde köklü değişiklikleryapıldı. Kürek cezası kaldırıldı, yerineRusya’daki askeri mahpus bölükleri esasalınarak bir askeri mahpus bölüğü kuruldu. Yanihapishanemize artık ikinci sınıf kürekmahkûmları getirilmeyecekti. Gelenler yalnızcaasker sınıfından mahpuslardı. Yani medenihaklarından yoksun tutulmayan, en çok altı yılgibi kısa bir süre için cezalandırılan erlerdi.Cezalarını çekince yine er olarak taburlarınadönerlerdi. Bununla beraber, ikinci bir suçlagelenler, eskisi gibi yirmi yıl giyerlerdi. Gerçihapishanemizde bu yenilikten önce de askerimahpuslara ayrılmış bir bölüm vardı, fakat başkayer olmadığından bunlar da bizimle birliktekalırdı. Şimdiyse bütün hapishane bu askeribölümden ibaretti. Eski kürek mahkûmlarıylamedeni haklarından yoksun, damgalı, kafalarıboydan boya yarım tıraşlı sivil kürek

mahkûmları, sürelerini dolduruncaya kadar tabiihapishanede kaldılar. Yeni gelen yoktu, eskilercezalarını tamamlayarak çıkıyorlardı. Böyleceaşağı yukarı on yıl sonra hapishanemizde bir tekkürek mahkûmu kalmayacaktı. Özel bölüm debırakıldı. Ağır askeri suçlular, Sibirya’da en ağırcezalara çarptırılmışlar için yeni yerleryapılıncaya kadar buraya gönderiliyordu.Kısacası hayatımız önemli hiçbir değişiklikolmadan devam ediyordu. Şartlar aynı, iş aynı,hatta nizamlarımız bile aşağı yukarı aynıydı.Ancak amirlerimiz hem değişmiş, hemçoğalmıştı. Bölük komutanı olarak bir subay,ayrıca hapishanede sırayla nöbet bekleyen dörtastsubay geldi. Sakatların yerini on iki çavuşlabir bölük emini aldı. Mahpuslar onar onarayrıldı. Başlarına da, sırf iş olsun diye kendiaralarından seçilen onbaşılar verildi. Elbettebizim Akim Akimiç hemen onbaşı oldu. Bütünbu yeni kuruluş, hapishanenin memurları,mahpusları, eskiden olduğu gibi en yüksek amirdurumundaki komutanın maiyetindeydiler.Değişenler onlardı. Şüphesiz, mahpuslarımız

önceden epey heyecan yaşadılar. Uzun uzadıyayorumlamalarda bulundular; ama yeni amirlerinitanıyıp, her şeyin eskisi gibi kaldığını görüncederhal rahatladılar. Böylelikle hayatımız eskiakışına döndü, ama işin en önemli yanı o mahutbinbaşıdan kurtuluşumuzdu; herkes sanki rahatbir nefes almış, canlanmıştı. Kimsede o ezik,korkutulmuş hal kalmamıştı; herkes bir ihtiyacıolunca amirine derdini anlatabileceğini, bir suçluyerine suçsuzun ancak yanlışlıklacezalandırılabileceğini biliyordu. Şarap bile,sakatların yerini şimdi çavuşlar almış olmasınarağmen, tıpkı eskiden olduğu gibi, aynı şartlariçinde alınıp satılıyordu. Hapishaneye gelençavuşların çoğu namuslu, akıllı, hadlerini bilenkimselerdi. Gerçi bazıları, tabii acemiliklerindenötürü başlangıçta horozlanmaya kalkmış,mahpusları da komutalarındaki erler gibikullanmak istemişlerdi, ama işin aslını çabucakkavradılar. Anlamakta gecikmiş olanlara da işinaslını doğrudan doğruya mahpuslar öğretti.Aralarında oldukça zorlu çatışmalar da oldu.Mesela, çavuşların birini sarhoş ederler, sonra,

herif ayılınca kendisine arkadaşça, her şeyiolduğu gibi anlatırlar: Mademki içenler arasındao da vardı öyleyse… Sonunda çavuşlarbağırsaklara doldurulmuş şarabın hapishaneyesokulmasına, şarap satışına aldırmamaya, hattabüsbütün göz yummaya başladılar. Dahası var:Sakatlarımız gibi bunlar da pazara giderekmahpuslara kalaç, et ve pek onurlarınadokunmamak şartıyla, bazı öteberi alıpgetiriyorlardı. Ama böyle bir değişiklikyapmaya, böyle bir askeri bölük kurmaya nedengerek duyulduğunu hiç anlayamadım doğrusu.Zaten bunlar hapishanedeki son yıllarımdaolmuştu. Bu yeni nizam konduktan sonrahapishanede iki yıl kalmıştım… Bütün bu hayatı,hapishanede geçirdiğim bütün yılları yazmamıngereği var mı acaba? Sanmıyorum. Bu yıllariçinde olanı biteni, gördüklerimi, duyduklarımıanlatmaya kalkarsam, şimdiye kadarkibölümlerin üç dört kat daha fazlasını yazmamgerekecek. Hem maceralar hep benzer olacak vesonunda, haliyle bir örnek görünecek. Heleokuyucu ilk bölümlerden ikinci sınıf kürek

mahkûmlarının hayatı hakkında ayrıntılı bilgiedindiyse… Hapishanemizi ve orada geçirdiğimyıllar boyunca duyup gördüklerimi açık, canlıbir tablo halinde göstermek istedim. Amabaşarabildim mi bilmiyorum. Hem de bu konudahüküm vermek pek bana düşmez. Kanımca,artık yazdıklarıma son verebilirim. Zatenanılarımın daha derinlerine daldıkça, bazen fenahalde can sıkıntısı duyuyorum. Bundan başka,her şeyi tam olarak hatırlayacağımdan da emindeğilim. Son yıllarım belleğimden silinmiş gibi.Bazı olayları bütünüyle unuttuğumdan da hiçkuşkum yok. Hatırladığıma göre bu yıllarbirbirine benziyor, hareketsiz, sıkıcı geçiyordu.O yılların yağmurdan sonra damdan şıp şıpdüşen bir örnek su damlaları gibi uzun, tatsızgünlerle dolu olduğunu hatırlıyorum. Yalnız, taiçimden gelen bir dirilme, yenilenme, yenihayata kavuşma isteğinin umutlanmak içinkuvvet, sabır verdiğini iyi hatırlıyorum. Ben dedayandım zaten; bekledim, her geçen günüsayarak bekledim… İleride daha binlercesiolduğu halde, günleri teker teker, zevkle

sayıyor, her geçeni uğurlayıp gömüyor, ertesigünün gelmesiyle bin değil de, dokuz yüzdoksan dokuz gün kaldığı için seviniyordum.Yüzlerce arkadaş arasında bulunduğum halde,kendimi ne kadar derin bir yalnızlık içindehissettiğimi hatırlıyorum. Sonunda bu yalnızlığıda sevmeye başlamıştım ya… Bu ruh yalnızlığıiçinde bütün geçmişimi gözden geçiriyor, herşeyi en ufak ayrıntısına kadar hatırlıyordum.Geçmişim üzerinde düşünürken kendimiamansız bir titizlikle suçluyor, hatta bu yüzdenbazen bana bu yalnızlığı bağışlayan alınyazımaşükran duyuyordum. Çünkü bu olmasaydı, neböyle kendimi yargılayabilir, ne de geçmişimibunca titizlikle inceleyebilirdim. O vakitlerkalbim ne umutlarla çarpmaya başlamıştı! Artıkileriki hayatımda geçmişte düştüğüm hataları,yanlışlıkları tekrarlamayacağımı kuruyor, kendikendime söz veriyordum. Kendime bir gelecekprogramı hazırlamış, harfiyen uymaya kesinkarar vermiştim. İçimde bütün bunları yerinegetireceğime dair körü körüne bir inanç vardı…Bir an evvel hürriyetime kavuşmayı bekliyor,

kendimi yeniden, yepyeni bir mücadelededenemek istiyordum. Bazen sabırsızlık içindekıvranıyordum. Ama ruhumun o zamanki halinihatırlamaktan çok acı duydum. Elbette bütünbunlar doğrudan doğruya beni ilgilendirenşeyler… Ancak gençliğin en parlak çağındauzun süreliğine hapse düşen her adamın başınaaynı şeyin geleceğini varsayarsak, herkes buduyguları anlayacaktır sanırım.İşte bunları bu nedenle yazdım! Damdandüşer gibi bitirmemek için bir şey dahaanlatayım daha iyi.Aklıma geldi de, belki “Sürgünden kaçmakhiç mümkün değil miydi? O yıllarda hiç kaçanolmadı mı?” diye soranlar olur. Önceleri deyazdığım gibi, bir mahpus hapishanede iki, üçyıl geçirdikten sonra yılların değerini anlamayabaşlar. Gayriihtiyari yaptığı hesaplarla buradadaha ne kadar zaman kalacağını bilir. Bu süreyitelaşsız, başını belaya sokmadan doldurupkanunun izniyle hapishaneden çıkarak sürgüneyerleşmeyi daha uygun bulur. Ama böyle bir

hesap, ancak uzun süreyle gelmeyenmahpusların kafasından çıkabilir… Uzun sürelicezalara çarptırılanlarsa, bazen “Öyle de battım,böyle de…” diye birtakım denemeleregirişmekten çekinmezler… Yine de bizde böyleşeyler pek olmazdı. Mahpusların korkaklığındanmı, denetimin sıkılığından mı, yoksa şehrimizinelverişsiz konumundan (göz alabildiğinedümdüz step) mı olmazdı, bilemiyorum.Söylemesi güç… Bence hepsinin etkisi vardı.Gerçekten, kaçmak oldukça zor bir işti. Yine deben oradayken bir kere böyle bir olay geçmişti.Hem de bunu deneyen, en önemli suçlulardaniki mahpustu…Binbaşının ayrılmasından sonra A. (binbaşınınispiyoncusu) yapayalnız, desteksiz kalmıştı.Henüz çok gençti, ama yaşı ilerledikçe tabiatı dasertleşiyordu. Küstah, girişken, çok da zeki biradamdı. Hürriyetine kavuşsa fitneciliğine, samanaltından su yürütmeye devam ederdi herhalde…Ancak bu kez, geçen seferki gibi, akılsızca,hesapsızca hareket ederek yakalanıp sürgünedüşmezdi. Hapishanede kaldığı sürede sahte

evrak hazırlamayı öğrenmiş güya. Bunu kesinolarak bilmiyorum, mahpuslar böylesöylüyorlardı. Anlattıklarına göre, bu işleri dahamevki komutanının mutfağına gittiği vakit bilebeceriyormuş; tabii kendine olağanüstü bir kârsağlayarak. Kısacası, durumunda bir değişiklikyaratabilmek için her şeyi yapabilecek biradamdı sanırım. Bir rastlantıyla iç dünyasını dabiraz öğrenebilmiştim: Son raddeye varmışküstahlığı, soğuk alaycılığı, hayasızlığı insandadehşetli tiksinti uyandırıyordu. Öyle sanıyorumki, bu genç, canı içki istediğinde bir şişe şarapuğruna kimsenin bilmeyeceğinden emin olunca,bir adamı öldürmekten hiç çekinmezdi.Hapishanede hesaplı olmayı da öğrenmişti. İştebu adam özel bölüm mahpusu Kulikov’undikkatini çekti.Kulikov’dan daha önce de söz açmıştım. Gençolmadığı halde tutkulu, canlı, kuvvetli,olağanüstü, çeşitli yetenekleri olan adamdı.İçinde yaşama isteğiyle doluydu. Bu tipteinsanlar, yaşları ne kadar ilerlemiş olursa olsun,hep yaşamak isterler. Bizde niçin kaçan

olmadığına şaşacak olsam, şüphesiz en baştaKulikov’a hayret ederdim. Ama Kulikov bu işiyapmaya karar vermişti zaten. A. mı Kulikov’u,Kulikov mu A.’yı daha çok etkilemişti, orasınıbilemem. Ama ikisi de birbirine denk ve bu işiçin gayet uygundular. Arkadaş olmuşlardı.Sanırım Kulikov, A.’nın kimlik belgelerinihazırlayacağını umuyordu. A. bir soyluydu,yüksek çevredendi. Bu bakımlardan ileride hayliişe yarayabilirdi, tabii Rusya’ya ulaşabilirlerse.Bunların nasıl anlaştığını, ne düşler kurduklarınıTanrı bilir. Herhalde umutları sıradan Sibiryaserserisininkinden daha kuvvetliydi. Doğuştanaktör olan Kulikov, hayatta çeşitli rollerioynayabilirdi, hiç değilse bu çeşitliliğegüveniyordu. Bu gibi adamları hapishane fenahalde sıkar. Kaçmak için sözleştiler.Ancak muhafızsız kaçmak da mümkündeğildi. Birini kendileriyle birlikte kaçmak içinayartmak gerekti. Kalede bulunan taburlarınbirinde bir Polonyalı vardı. Çok enerjik, belki dedaha iyi bir hayata layık, oldukça yaşlı,yakışıklı, ciddi bir adamdı. Gençlikte asker

olarak Sibirya’ya gelince memleket hasretinedayanamayıp kaçmış. Yakalanıpcezalandırıldıktan sonra iki yıl kadar askerimahpus bölüklerinde yatmış. Tekrar askeredönünce akıllanıp uslanmış, olanca çabasıylaçalışmaya başlamış; buna ödül olarak onbaşılığayükseltilmiş. Hırslıydı, kendine güveniyor,değerini anlıyordu. Duruşu da, konuşması dakendi değerini bilen bir adamınki gibiydi. Buyıllarda ona birkaç defa muhafızlarımızınarasında rastlamıştım. Bizim Polonyalılar dabana ondan söz etmişlerdi. Bana öyle geliyorduki, ondaki eskiye özlem, gizli, körletilmiş,sabitleşmiş bir kine dönmüştü. Bu adam her şeyiyapabilirdi. Kulikov arkadaş olarak onuseçmekte hiç yanılmamıştı. Polonyalının soyadıKoller’di. Sözleşip gün belirlemişler. Haziranayının sıcak günleriydi. Bu şehrin iklimi oldukçaılımandır; yazın hava hiç değişmez, daimasıcaktır: Serseriler için elverişli bir iklim… Doğalolarak, bizimkiler asıl yerlerinden, kaledenkaçamazlardı. Bütün şehir tabak gibi her yandanapaçık görünür. Çevrede oldukça uzun bir

mesafe boyunca orman yoktur. Şehirli kılığınagirmeleri gerekliydi. Bunun için de ilkinvaroşlara gitmek gerekti, Kulikov’un oradaöteden beri bir yatağı vardı. Varoştakiahbaplarının da bu sırdan haberleri olupolmadığını bilmiyorum. Olması gerekti, fakatsonra, mesele açığa çıkınca bu nokta iyiceanlaşılamadı. O yıl varoşun bir kenarında, genç,eli ayağı düzgün, alanında umut vaat eden(sonradan bu umutların boşa çıkmadığı anlaşıldı)Vanka-Tanka takma adlı bir kız “mesleğine”başlıyordu. Vanka-Tanka’nın bir adı da Ateş’ti.Kaçma işinde onun parmağı da vardı galiba.Kulikov bir yıldan beri varını yoğunu bu kızataşıyordu. Kaçış günü, bizim kabadayılarsabahleyin iş dağıtımında buluşmuş ve sobacı-badanacı mahpus Şilkin’le birlikte, çoktankampa sevk edilmiş askerlerin boşalttığı taburkoğuşlarını badana etme işine gitmeyiayarlamışlardı. A. ile Kulikov yardımcı olarakgidiyorlardı. Koller de onların muhafızıydı. Amaüç mahpusun yanına iki muhafız gerektiğinden,kıdemli bir er ve onbaşı olan Koller’e henüz

yeni gelen bir eri verdiler. Koller ona muhafızlıkgörevini öğretecekti… Kaçaklarımızın Kollerüzerinde müthiş bir etkisi vardı anlaşılan; zeki,olgun, iş bilir bir adam olmasına, bunca yıllık,hele son yıllarda pek başarılı olan hizmetinerağmen, bunların peşine takılmaya kararvermişti.Kışlaya varmışlar. Vakit sabahın altısıymış.Onlardan başka kimse yokmuş. Bir saat kadarçalıştıktan sonra, A. ile Kulikov, Şilkin’eatölyeye gideceklerini söylemişler: Hem birisiylegörüşecek, hem de eksik bir aleti alacaklarmışgüya… Şilkin karşısında olabildiğince kurnaz,yani doğal davranmak gerekirdi. Moskova’nınyerlisi, kurnaz, hilekâr, zeki, az konuşan birsobacıydı. Görünüşte cılız ve renksizdi. Şilkin,yeleğiyle ceketini giyerek ömrünün sonunakadar bu Moskovalı kılığında kalmalıydı, amayazgısı başka türlü yazılmıştı; uzundolaşmalardan sonra bize, özel bölüme, yani enkorkunç askeri suçlular arasına postu sermişti.Bu mevkii nasıl elde etmiş, bunu neyle haketmişti, bilemiyorum. Ancak hiçbir zaman fazla

aksilik etmez, uslu, sakin dururdu. Yalnız aradabir körkütük oluncaya kadar içerdi. Ama ozaman bile duruşunda bir fenalık yoktu.Şüphesiz ki, kaçma işinde onun parmağı yoktu.Gözleri pek keskin olduğundan, Kulikov ona,sanki dünden beri orada sakladıkları şarabıalmak üzere atölyeye gittiklerini ima eder gibibir göz kırpmış. Şilkin buna pek sevinmiş vehiçbir şeyden kuşkulanmadan, acemi erle tekbaşına kalmış.Yarım saat geçmiş; ne gelen var, ne giden…Şilkin düşünmeye başlamış. Feleğinçemberinden geçmiş bir adamdı. Her şeyihatırlamaya başlamış: Kulikov’da görülmemişbir hal vardı, A. da onunla iki defa fısıldaşarakbir şeyler konuşmuştu galiba… Öyle ya,Kulikov ona iki kere göz işareti yapmıştı; Şilkinbunu iyice görmüştü. Şimdi hepsini hatırlıyordu.Koller’de de bir başkalık seziliyordu. Helegiderken, ere kendisi gelinceye kadar neyapacağını falan anlatmış, birtakım öğütlervermişti. Bu da, hele Koller için doğalsayılmazdı. Kısacası, Şilkin bunları birer birer


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook