derecelerine, yani suçlar için belirlenen yılsayısına göre ayrılırdı. Burada her türden suçluvardı. Sivil sınıftan küreğe mahkûm olanlar(mahkûmların masum deyimiyle,tepedentırnağa kadar prangalılar) hapishaneningediklilerini oluşturuyordu. Bunlar her haklarıellerinden alınarak toplum dışına atılmış ve buatılışın sonsuza dek çıkmayacak bir belirtisiolarak yüzleri damgalanmış canilerdi. Bunlarasekiz yıldan on iki yıla kadar kürek cezasıverilir, sonra da Sibirya’nın adı sanı belirsizköylerine göçmen olarak yerleştirilirlerdi. Askersınıfından da suçlular vardı; bunlara genel olarakbütün Rus askeri hapishanelerinde olduğu gibibazı haklar tanınıyordu. Kısa bir süre içingelirler, sürelerini doldurduktan sonra, yineasker olarak geldikleri yere, Sibirya huduttaburlarına giderlerdi. Bunların çoğu, aradan çokgeçmeden ikinci kez işledikleri ağır suçlardanötürü yeniden hapishaneye dönerlerdi, fakat budefa kısa bir zaman için değil, yirmi yıl hükümgiyerek. Bu sınıfa, “temelliler” denirdi. Ama“temelliler” de haklarından bütün bütüne yoksun
edilmiyordu. Bir de en korkunç canilerden,oldukça kalabalık ve çoğu asker olan ayrı birsınıf vardı. Bu sınıfa “özel bölüm” deniyordu.Rusya’nın her köşesinden caniler vardı içlerinde.Ömürlerinin sonuna kadar oranın malı olduklarıinancındaydılar ve cezalarının süresini bilebilmezlerdi. Kanuna göre, gördükleri işlerin,ötekilere oranla ikişer, üçer kat artırılmasıgerekliydi. Bunlar, Sibirya’da en ağır kürekcezalılarının yeri açılıncaya kadarhapishanemizde kalırlardı. Diğer mahpuslarlakonuşurken, “Sizin gününüz belli, bizse uzunpranga yolunun yolcularıyız.” derlerdi. Sonralarıbu bölümün kaldırıldığını duydum. Bundanbaşka, kalemizde sivil düzen kaldırılarak genelaskeri hapishane bölüğü kuruldu. Tabii budeğişikliklerle beraber, amirler de değişti. Sizinanlayacağınız, burada yazdıklarım, eskiden,çoktan olmuş bitmiş şeylerdir…Evet, çok önceden olmuştu bunlar; şimdi banahepsi rüya gibi geliyor. Hapishaneye girişimihatırlıyorum. Bir aralık akşamıydı. Ortalıkkararıyordu; işten dönen mahkûmlar yoklamaya
hazırlanıyorlardı. Bıyıklı bir çavuş, ömrümünnice yıllarını geçireceğim, tecrübe etmemişolsam tahmin bile edemeyeceğim oncaduyguları yaşamak zorunda kalacağım bu garipevin kapısını açtı bana. Mesela, on yıllık sürgünhayatımda bir kerecik olsun yalnız kalamamanınne korkunç, ne azaplı bir şey olduğunuanlayamazdım. Daima konvoylar halindeçalışmaya gider, iki yüz arkadaşla berabergecelersin; hiçbir zaman, bir kerecik olsunyalnız kalamazsın! Bunun yanında öyle çokşeye alışmam gerekmişti ki!Kazara katil olanlar, adam öldürmeyi meslekedinmiş katiller, haydutlar, haydutlarınelebaşıları, hepsi buradaydı. Basit hırsızlar,serseriler, soyguncular, devleti dolandıranlar da.Aralarında buraya nasıl düştüklerinin anlaşılmasıgüç olanları da vardı. Hemen herkesin,akşamdan kalma birinin sersemliğini andıranbulanık, ağır birer hikâyesi vardı. Genel olarakgeçmişlerinden az konuşurlar, anlatmayısevmezlerdi; besbelli geçmişi düşünmemeyeçalışırlardı. Aralarında son derece neşeli, öyle
havai katiller tanırdım ki, vicdanlarının onlarıkesinlikle rahatsız etmediğine bahse girilebilirdi.Ama asık suratlı, neredeyse hiç ağzınıaçmayanlar da vardı. Mahpuslar hayatlarını pekanlatmazlardı. Zaten orada merak modası dayoktu; alışık oldukları bir şey değildi ve hoşkarşılanmazdı. Nadir de olsa kimi zaman birisi,iş güç olmadığı zaman laf açar, öbürü de onusoğukkanlılıkla, asık suratla dinlerdi. Burada hiçkimse diğerlerini hiçbir şeyle şaşkınlığadüşüremezdi. Tuhaf bir gururla sık sık, “Bizokuryazar adamlarız!” derlerdi. Hiç unutmam,bir defasında caninin teki sarhoş kafayla(sürgünde bazen içki içmek mümkündü), beşyaşında bir çocuğu nasıl öldürdüğünü, onu öncebir oyuncakla aldattığını, sonra boş bir odunluğagötürüp kestiğini anlatmıştı. Latifelerine o anakadar gülen bütün kışla, tek bir adam gibibağırınca cani susmak zorunda kaldı; amakışladakilerin bağırışları, duydukları öfkedenfalan değildi,bu konudakonuşmakgerekmiyor,uygun da görülmüyordu ondan. Şunu dasöylemek isterim ki, bu adamlar gerçekten, hem
de kelimenin tam anlamıyla okuryazarkimselerdi. Belki yarısından fazlası okumayazma biliyordu. Rus halkının büyük kitlehalinde bulunduğu başka hangi yerde,aralarından ayıracağınız iki yüz elli kişinin yarısıokuma yazma bilir? Sonraları birisi, buna benzerbir noktaya dayanarak okuryazarlığın halkıbozduğu sonucunu çıkarmıştı. Ama bu doğrudeğildir; okuryazarlığın halkta aşırı bir kendinegüven geliştirdiğine katılmamak imkânsız olsada bozulmanın nedenleri bambaşkadır. Ama buda sonucu bakımından kusur sayılamaz. Mahpussınıfları birbirinden elbiseleriyle ayırt edilirdi:Bazılarının ceketlerinin yarısı koyu boz,bazılarının kurşuni renkteydi; pantolonlarının dabir bacağı kurşuni, öbürü boz renkteydi. Birgün, kalaç1satan kız, iş arasında mahpuslarınyanına sokuldu. Bana uzun uzun baktıktan sonrabirdenbire bir kahkaha salıverdi.1Pide hamurundan bir tür ekmek.— Tüh!.. Bir halta benzemiyor be! diyebağırdı. Kumaşın kurşunisi de, siyahı da
eksikmiş!Bazılarının ceketleri gri, yalnız kolları koyuboz renkteydi. Tıraş biçimleri de başkabaşkaydı. Bir kısmının başlarının yarısı,kafatasının eninden; öbürlerinin de boyundantıraş edilmişti.Bu garip ailenin bir örnekliği ilk bakıştaaçıkça göze çarpıyordu. En sivri, en orijinal,diğerlerine farkında olmadan hükmeden kişilerbile, hapishanenin toplu ahengine uymayaçalışırlardı. Kısaca şunu söyleyeyim ki –daimaneşeli olan ve bu yüzden herkesçe hor görülenbirkaç kişi haricinde– bütün bu kalabalık,kasvetli, kıskanç, müthiş gösterişçi, övünmeyiseven, alıngan, son derece teşrifata düşkünkimselerdi. Hiçbir şeye şaşırmamak, aralarındaen övülecek erdem sayılırdı. Hepsi, takınacaktavırlara verdikleri aşırı önemle akıllarınıbozmuşlardı. Ama görünüşte en kabadayı olanı,çok defa şimşek hızıyla değişerek en tabansızıoluverirdi. Birkaç tane de gerçekten kuvvetliadam vardı; bunlar sade adamlardı ve asla
kırıtmazlardı. Ancak işin garip yanı, gerçektenkuvvetli olan bu insanlar arasında birkaçıhastalığa varan ölçüde fiyakacıydı. Genellikleböbürlenme ve gösteriş ön plandaydı. Çoğununahlakı bozulmuş, bayağılaşmıştı. Dedikodular,birbirinin arkasından fısıldaşmalar bitiptükenmezdi; burası kapkaranlık, tam anlamıylacehennem gibi bir yerdi. Lakin kimse,hapishanenin iç düzenine ve geleneklerine karşıkoymaya cesaret edemez, hepsi itaat ederdi.Diğerlerinden göze çarpacak şekilde ayrılan vegüçlükle boyun eğen bazı karakterler bile bunakarşı koyamazlardı. Hapse gelenler arasında hersınırı aşmış, serbest yaşayışta her ölçüden dışarıtaşmış kimseler vardı; suçlarını akıllarıbaşlarında değilken, niçin yaptıklarınıbilmeyerek, bir nöbet halinde ya da kafalarıdumanlıyken, hatta çok defa son haddine kadarkışkırtılan o yalancı gurur yüzünden işlemişlerdisanki. Ama bizde hadleri derhal bildirilirdi, hemde içlerinden bazıları hapishaneye girmedenönce birçok köy ve şehre dehşet salan kimselerolmasına rağmen. Yeni gelen, çevresine
bakınırken, burada alışık olduğu gibikarşılanmayacağını, kimseye çalımsatamayacağını çabucak anlar ve mutlaka alttanalarak genel ahenge uyardı. Bu genel ahenginözünü, görünüşte kendilerine özgü ve hemenhemen her hapishane sakininin taşıdığı bir onurduygusu teşkil ederdi. Sanki pranga mahkûmusıfatı, bir rütbe, hem de onurlu bir rütbeoluyordu. En ufak bir utanç ve pişmanlık alametiyoktu! Bununla beraber, dıştan bakılınca birçeşit boyun eğişleri, kendilerine özgü, hani nasıldenir, resmi, sakin bir düşünüş tarzları vardı:“Biz mahvolmuş insanlarız.” derlerdi. “Hüryaşamayı beceremedin, şimdi düş kodese, girsıraya.” – “Ananın babanın sözünü dinlemedin,şimdi ye bakalım zılgıtı.” – “Sırma kılaptanlanakış işlemeyi istemedin, çekiçle taş kırbakalım.” Bu sözler, kâh ibret olsun diye, kâhsadece bir atasözü ya da vecize niyetine sık sıktekrarlanıyor, ama hiçbir zaman ciddiyealınmıyordu. Kuru laftı. Tek bir kişinin yaptığıkanunsuzlukları açık yürekle itiraf ettiğinizannetmem. Hele sürgün olmayan bir kimse, bir
mahpusun suçunu başına kakacak, azarlayacakolsa (gerçi Ruslarda canileri azarlamak âdetiyoktur ya) sonsuz küfürler işitir. Hepsi de küfürustasıydı! İnce anlamlar taşıyan, ustaca küfürlerederlerdi. Küfür, mahpuslar arasında bir sanathaline gelmişti; hasımlarını ağır sözlerden ziyadesözlere yükledikleri anlamlarla aşağılamayaçalışırlardı ki, böylelikle küfürler daha ince,daha zehirli olurdu. Bitmez tükenmez kavgalar,bu sanatın daha da gelişmesine yardım ederdi.Tüm bu mahpus milleti, sırf sopa korkusuylaçalıştığı için tembel, ahlaksızdı; önceden ahlaklıolanları da sürgünde ahlaksızlaşırdı. Burayakendi istekleriyle toplanmamışlardı; birbirlerineyabancıydılar. Kendileri, “Şeytan, bizi burayatoplayıncaya kadar, üç çift çarık eskitmiştir.”derlerdi; işte bunun için bu zifiri karanlık hayattadedikodular, entrikalar, kocakarı iftiraları,kıskançlıklar, şamatalar, hınçlar daima önplandaydı. Hiçbir kocakarı, bu canavarlarınbazıları kadar kocakarılık edemezdi. Ama tekrarediyorum, aralarında kuvvetli insanlar, hayatlarıboyunca her şeyi çiğneyerek emretmeye alışmış,
gözü pek ve korkusuz karakterler de vardı.Böylelerine gayriihtiyari saygı gösterirlerdi;berikiler de çok defa, şöhretlerini kıskanmaklaberaber, diğerlerini rahatsız etmemeye çalışır,olur olmaz kavgalara girişmez, son dereceonurlu durur, ağırbaşlı hareket eder veekseriyetle amirlerine boyun eğerlerdi, amabunu itaat prensiplerine ya da hislerine uyarakdeğil, bir anlaşma üzerine ve her iki tarafınçıkarını kavrayarak yaparlardı sanki. Amirler deonlara karşı ihtiyatlı davranırlardı doğrusu. Bumahpuslardan korkusuz, kararlı, amirler arasındavahşi eğilimleriyle tanınmış bir tanesinincezalandırılışını hâlâ anımsıyorum. Bir yazgünüydü, iş de yoktu. Hapishanenin amiri olanbinbaşı, ceza yerine getirilirken orada hazırbulunmak üzere nizamiyeye bizzat gelmişti. Bubinbaşı bütün mahpusları korkutup önünde tir tirtitreten aksi bir adamdı. Müthiş sertti;mahkûmların dedikleri gibi, “insanlarasaldırırdı”. Her şeyden çok adamın keskin,vaşak bakışından korkarlardı; bu bakıştan birşey gizlemek imkânsızdı. Bakmadan görürdü
sanki. Hapishanenin eşiğinden girerken öbürucunda ne olduğunu görürdü. Mahpuslar ona,“Sekizgözlü” adını takmışlardı. Nahoşyöntemleri vardı. Bu kudurgan, sert davranışları,zaten hırçınlaşmış mahkûmları büsbütün çiledençıkarırdı; üstü olan, asil, ağırbaşlı ve bazen onunvahşi hareketlerine gem vuran hapishanekomutanı olmasa, bu yönetim biçimi büyükfelaketlere yol açabilirdi. Bu adamın nasıl olupda başını belaya sokmadan buradan ayrıldığınıanlamıyorum doğrusu; gerçi mahkemeyeverilmişti, ama kazasız belasız emekliyeayrılmıştı.Mahpus çağrılınca sarardı. Her vakit sopaaltına sessiz, kararlı bir tavırla yatan, cezasını gıkdemeden çeken, başına geleni soğukkanlılıkla,filozofça bir talihsizlik sayan ve bir şey olmamışgibi kalkan bir adamdı. Yine de ona karşıihtiyatlı davranırlardı. Ama bu defa kendini haklıgörüyordu nedense. Sarardı, İngiliz kundurabıçağını gizlice ceketinin yenine sokaraksessizce çıktı. Hapishanede bıçak ve benzerisivri aletler bulundurmak kesinlikle yasaktı. Sık
sık, ansızın, şakaya gelmez aramalar yapılırdı;cezası amansızdı, ama saklamaya azmetmiş birhırsızda bir şey bulmak kolay iş değildi, üstelikbıçak ve diğer aletlere hapishanede her zamangerek duyulduğundan, aramalara rağmen eksikolmuyorlardı. Toplasalar bile yerlerine hemenyenileri tedarik edilirdi. Hapishane halkıduvarlara yapışıp tahta aralıklarından solukalmadan bakmaya başladı. Petrov’un bu defasopa altına yatmak istemediğini ve binbaşınınsonunun geldiğini hepsi biliyordu. Ama enönemli anda bizim binbaşı arabasına bindi vecezanın infazını başka bir subaya devrederekgitti. Mahpuslar, bu olaydan sonra, “Tanrıkurtardı onu.” dediler. Petrov’a gelince, cezasınısessizce çekti. Öfkesi, binbaşının gidişiylesönmüştü. Mahkûmlar son derece itaatkâr veuysaldılar aslında, ama her şeyin bir sınırı vardır.Şu sabırsızlık ve karşı koyma parlamaları kadarilginç bir şey olamaz. Birçok kere adam birkaçyıl dayanır, en gaddar cezalara katlanır, sonrabirdenbire, ufak, önemsiz, hiç denecek birşeyden patlayıverir. Bir açıdan buna delilik
denebilir; sonları da budur zaten.Bu adamlar arasında yaşadığım birkaç yıliçinde, en ufak pişmanlık, işledikleri suçlardanötürü bir parçacık olsun acı düşünce görmedim;üstelik büyük kısmı, içten içe kendilerinitamamıyla haklı görürdü. Bu bir gerçektir. Tabiiçoğunda bunun sebebi onur, kötü örnekler,kabadayılık, yanlış anlaşılmış, bir esasadayanmayan utançtır. Öte yandan, kim bumahvolmuş kalplerin derinlerine inip bütündünyadan saklanmış şeyleri okuduğunusöyleyebilir ki? Bu mümkün olsaydı, onlarlageçirdiğim bunca yıl içinde bu kalplerde içtengelen bir kedere, bir acıya tanık olabilir, birşeyler fark edebilir, bir şeyler yakalayabilirdim.Lakin böyle şey yoktu, kesinlikle yoktu. Evet,suç belirli, basmakalıp bir görüşten doğmazsanırım; suç felsefesi tahmin edildiğinden birazdaha güç anlaşılır. Şüphesiz hapishane ve kürekcezaları caniyi düzeltmez, ancak onucezalandırır ve beri yandan topluluğu dasuçlunun ileride işleyeceği muhtemel suçlardankorur. Suçluda da hapishane ve en ağır kürek
mahkûmluğu ancak kin, yasak zevklere karşıarzu ve müthiş bir havailik geliştirir. Amasarsılmaz kanaatime göre, meşhur ayrı hücreyöntemi de yanlıştır, aldatıcıdır, ancak görünüşteamaca ulaştırır. O, insanın hayat özünü emer,ruhunu hırpalar, zayıflatır, sindirir; sonra da buyarı delirmiş haldeki ruhça kurumuş insanmumyasını, bir düzelme, pişmanlık örneğiolarak sunarlar. Tabii, topluma karşı gelen bircani, ondan nefret eder ve hemen hemen herzaman kendini haklı, toplumu da suçlu görür.Bundan başka, verilen cezayı da çekmiş; buyüzden kendini aşağı yukarı temizlenmiş,topluma karşı borcunu ödemiş sayar. Bugörüşler sonunda caniyi aklamaktan başka yolkalmayacak galiba. Ama türlü görüşlere rağmen,bazı suçların dünya kurulalı beri her yerde, herkanunda su götürmez suçlar olduğunu herkeskabul eder ve insan, insan olarak kaldığı sürecede böyle sayılacaktır. Ancak en korkunç, engayritabii hareketlerin, en dehşetli, en canavarcacinayetlerin, hapishanede en neşeli çocukçakahkahalar arasında anlatıldığını da duydum.
Hele bir baba katili vardı ki, bir türlü hatırımdançıkmaz. Soylu bir memurdu; altmış yaşındakibabası da onu bir nevi piç sayarmış. Hareketleri,doğru yoldan sapmış bir adamın hareketleriydi;gırtlağa kadar borçlanmıştı. Babası onu sıkmayaçalışır, öğütler verirmiş; babasının bir evi ve birçiftliği varmış, parası olduğu da zannediliyorduki, oğlu da onu miras hırsıyla öldürmüş zaten.Cinayet ancak bir ay sonra meydana çıkmış.Katil, babasının kaybolduğunu polise kendisihaber vermiş. Bir ay boyunca da hep sefahatlevakit geçirmiş. Sonunda polisler, evde olmadığıbir zamanda cesedi bulmuşlar. Avlununuzunluğuna, üstü tahtalarla örtülü bir lağımçukuru varmış. Ceset de bu çukurun içindeymiş.Giyinik, derli toplu bir haldeymiş; ak saçlı kafasıkesilmiş ve yerine konmuş; katil, cesedin başıaltına bir de yastık koymuş. Cinayetini itirafetmemiş; soyluluk unvanı ve rütbesi alınarak,yirmi yıl kürek cezasına çarptırılmış. Beraberkaldığımız süre onu daima gayet keyifli,olağanüstü neşeli gördüm. Aptal olmamaklaberaber, son derece delibozuk, zıpırın,
düşüncesizin biriydi. Ondan hiçbir zamanolağanüstü bir zalimlik görmemiştim. Mahpuslaronu aşağı görüyorlardı, ama işlediği suçyüzünden değil –suçu anmıyorlardı bile–aptallığı, kendini idare etmesini bilmediği için.Konuşurken, bazen babasını hatırlardı. Birkeresinde bana ailesinin ve tüm soyunun sağlıklıolduğunu anlatırken şöyle demişti: “İştebabamdaölünceye kadar hiçbir hastalıktan şikâyetetmemişti.” Bu kadar hayvanca duygusuzlukelbette mümkün değildir. Bu ya bir yaradılışkusuru ya da bilimin henüz bilmediği herhangibir beden veya ruh sakatlığı olan garip biryaratıktı; suçu basit bir cinayet değildi. Şüphesizki, ben bu cinayete inanmıyordum. Amahikâyesini ayrıntılarıyla bilen memleketlileribana bu olayı anlattılar. Olaylar o kadar açıktı ki,inanmamak elden gelmiyordu.Bir kere mahpuslar onun gece, uykudayken:,“Tutun onu, tutun! Kafasını kes, kafasını!..” diyebağırdığını duymuşlardı.Mahpusların aşağı yukarı hepsi geceleri
konuşuyor, sayıklıyorlardı. Bu sayıklamasırasında dillerine en çok gelen şey, küfürler,hırsızlık deyimleri, bıçaklar, baltalardı. “Bizdayak yiyen milletiz, dövüle dövüle içimizkopmuş da geceleri ondan bağırıyoruz.”derlerdi.Sürgünlere kalede verilen beylik işler birmeşgale değil, angarya olarak görülürdü.Mahpus ya verilen belli bir görevi yapardı ya dabelirlenen iş saatlerinde çalışıp sonrahapishaneye dönerdi. İşten nefret ederlerdi. Tümzihnini meşgul eden, çıkarını ilgilendiren kişiselbir uğraşısı olmadıkça insan hapisteyaşayamazdı. Erişkin, gönlünce yaşamış ve hâlâyaşamak isteyen bu kitlenin, zorla toplumdan,günlük hayattan uzaklaştırılmış bu insanlarınburada tabii bir şekilde, düzen içinde, kendiiradeleri ve istekleriyle yaşamalarına imkân varmıydı? Bazılarında o vakte kadar hiçbilmedikleri, vahşice eğilimlerin gelişmesineoradaki işsizlik yeterdi. Kanuni ve tabii birşekilde mülk sahibi olamayan, işsiz insanyaşayamaz; ahlakça düşer, hayvanlaşır. Bunun
için hapishanede herkes tabii bir ihtiyaçla, birçeşit kişisel korunma duygusuyla kendisine birsanat, bir uğraşı bulurdu. Uzun yaz günlerininaşağı yukarı tamamı beylik işlerle geçirilirdi;kısa gecelerse ancak uykuyu almaya yeterdi.Ama kışın mahpuslar, nizama göre, ortalıkkararmaya başlayınca hapishaneyekapatılmalıdır. Uzun, sıkıcı kış gecelerinde neyapılırdı ki? Bunun için hemen hemen herkoğuş, yasaklara rağmen, kocaman bir atölyehalini alırdı. Aslında iş ve meşgale yasakedilmezdi; yasaklanan, mahpusların üzerinde vehapishane içinde alet bulundurmalarıydı, amabunlarsız da hiçbir iş yapılamazdı. Gene degizliden çalışırlardı ve galiba amirler de bazenbuna göz yumardı. Hapishaneye girerken hiçbirşey bilmeyen mahpuslar, başkalarındanöğrendikleriyle iyi birer usta olarak çıkarlardı.Burada kunduracı, ayakkabıcı, terzi, marangoz,çilingir, hakkak, yaldızcı her meslekten adamvardı. İsay Bumşteyn adında bir Yahudi vardı,kuyumcu ve tefeciydi. Herkes çalışır, beş onkapik kazanırdı. Şehirden siparişler verilirdi.
Para, darphaneden çıkmış bir hürriyettir; buyüzden hürriyetten tamamıyla yoksun bırakılmışbir insan için paranın kıymeti on kat fazladır.Sarf etmeyip yalnız cebinde şıngırdatmakla bilekalsa, yarı yarıya kendini avutmuş olur. Amapara her vakit, her yerde harcanabilir, ayrıcayasak meyve iki kat tatlıdır. Sürgünde şarap bilebulunabilirdi. Çubuk içmek şiddetle yasakedilmişti, ama herkes içiyordu. Parayla tütün,mahpusları iskorbütten ve başka hastalıklardankoruyordu. Bir işle uğraşmaları da cinayetten;işsiz kalan mahpuslar, şişeye kapatılmışörümcekler gibi birbirlerini yerlerdi yoksa. Bunarağmen iş de, para da yasaktı. Birçok defa,geceleri ani aramalar yapılır, yasak edilen herşey toplatılırdı; para da bütün saklamalararağmen, arayanların eline geçerdi. Biraz da busebepledir ki, bu paralar biriktirilmez, hemeniçkiye verilirdi; hapishanede şarap bulunması dabu yüzdendi. Her aramadan sonra suçlu,varından yoğundan mahrum edildikten başka,âdet olduğu üzere, adamakıllı cezalandırılırdı da.Ama aramalardan sonra, eksilen şeyler hemen
tamamlanır, derhal yeni eşya alınır, her şeyeskisi gibi yürürdü. Amirler bunu bilirler,mahpuslar da cezalardan şikayet etmezlerdi;Vezüv Dağı’nda yaşayanların hayatına benzerbir hayat doğrusu.Elinde sanatı olmayanlar, başka bir geçimyolu tutarlardı. Oldukça orijinal tarzları vardı.Mesela, bazıları yalnız vurgunculukla geçinirdi;bazen öyle mallar satılırdı ki, hapishane dışındaalınıp satılmaları şöyle dursun, maldan bilesayılmazlardı. Ama sürgündekiler çok yoksul veolağanüstü hünerliydi. Onlar için adi bir paçavraparçası bile değerliydi ve bir iş için kullanılırdı.Hep bu fakirlik yüzünden hapishanede paranındeğeri, dışarıdakine göre bambaşkaydı. Büyükve çetin bir iş, yok pahasına yapılırdı. Bazılarıtefecilikte büyük başarı gösterirdi. Sıkıntıyadüşmüş ya da iflas etmiş bir mahpus, elinde sonkalan eşyayı tefeciye götürerek korkunç birfaizle birkaç mangır alırdı. Bu eşya zamanındakurtarılmazsa derhal ve merhametsizce satılırdı;tefecilik o denli gelişmişti ki, bazen teftişlerdegiyilen beylik elbise, çamaşır, kundura gibi, her
mahpusun her an ihtiyacı olabilecek eşyalar dahikabul edilirdi. Ama bu gibi olaylarda zamanzaman iş bambaşka şekil alırdı ki, bu da pekbeklenilmedik bir şey değildi: Eşyasını rehineyatırmış ve parasını almış mahpus hemen, uzunboylu laf etmeden, hapishanede en yakın amiriolan başçavuşa giderek geçit resmindekullanacağı eşyayı rehine koyduğunu haberverir, eşya da derhal tefeciden geri alınır, hattaüstlere dahi haber verilmezdi. İşin ilgi çekiciyanı, bu gibi olaylarda bazen en ufak birtartışma bile yaşanmazdı: Tefeci eşyayı asıksuratla, fakat sessizce geri verirdi; hatta böyleolacağını beklerdi sanki. Belki içinden rehinegetirenin yerinde olsaydı, aynı şeyi yapacağınıitiraf etmekten kendini alamazdı. Bu yüzden,arkasından kavga çıkarsa bile, bunu öfkeyledeğil, sırf âdet yerini bulsun diye yapardı.Genellikle, herkes birbirinin eşyasını çalardı.Hemen hemen herkesin beylik eşyayı saklamakiçin birer kilitli sandığı vardı. Buna izin verilirdi,ama sandıklar da hırsızlığı önleyemezdi. Artıkoradaki hırsızların ne kadar usta olduklarını
tahmin edebilirsiniz. Bana çok bağlı olan (bunubütün içtenliğimle söylüyorum) bir mahpus,hapishanede bulundurulması yasaklanmamışyegâne kitap olan kutsal kitabımı çalmıştı, amaaynı gün bunu itiraf etmişti; bu itirafı da pişmanolduğundan değil, kitabı çok aradığım için banaacıdığından yapmıştı. Şarap satanlar çabucakzenginleşirdi. Şarap satışını fırsat bulunca ayrıcaanlatırım; oldukça ilginç bir konudur bu.Hapishaneye gelenler arasında birçok kaçakçılıksuçlusu vardı; bunun için bütün araştırmalara,muhafızlara rağmen, şarabın hapishaneye nasılsokulduğuna hiç hayret etmemelidir.Kaçakçılığa gelince; bu, mahiyeti bakımındanbambaşka bir suçtur. Mesela, bu işte bazımahpuslar için para ve çıkarın ikinci derecederol oynadığı, ikinci planda olduğu düşünülebilirmi hiç? Oysa tam olarak böyle olurdu işte.Kaçakçı içten gelen bir istekle, tutkuyla çalışır.Bir bakıma sanatçıdır da. Her şeyini ortayakoyar; gözünü budaktan sakınmaz, kurnazlıklaryapar, bir şeyler icat eder, güçlüklerdensıyrılmaya çalışır; hatta bazen bir tür ilhamla
hareket eder. Bu ihtiras, kumar tutkusu kadargüçlüdür. Hapishanede tanıdığım bir mahpusvardı; dev gibi bir şeydi, ama o kadar iyi, sessizve uslu bir adamdı ki, hapishaneye nasılgirdiğine kendisi de akıl erdiremezdi. Yumuşakbaşlılığıyla uysallığından ötürü, hapishanedekaldığı süre içinde kimseyle kavga etmemişti.Batı sınırından, kaçakçılık suçuyla gelmişti veelbette burada da dayanamayıp gizlice şarapgetirmeye başlamıştı. Kaç defa ceza yemişti;üstelik sopadan da öyle korkardı ki! Oysa buşarap kaçakçılığı ona çok az bir kâr bırakırdı.Şaraptan yalnız müteşebbis kâr ederdi.Adamcağızsa bu sanatı, sanat adına severdi.Kadın gibi sulu gözlüydü de; kaç kere cezadansonra tövbe etmiş, bir daha kaçakçılıkyapmayacağına yemini basmıştı. Bazen dişinisıkıp bir ay dayandığı bile olurdu, ama sonundayine kendini tutamazdı… İşte bu gibilerinsayesinde hapishanede şarap hiç eksik olmazdı.Mahpusları zenginleştirecek kadar olmasa dasağlam ve düzenli bir geçim yolu daha vardı. Buda sadakaydı. Toplumumuzun yüksek tabakası,
tüccarların, alt tabakanın ve bütün halkımızın“zavallılar”la ne kadar ilgilendiğini bilmez bile.Sadaka hemen hemen hiç kesilmeden akargelirdi; en çok da ekmek, kalaç verirlerdi, paraveren azdı. Sadaka olmasaydı, birçok yerdemahpusların, hele hüküm giymişlerden daha çoksıkıntıda olan sanıkların durumu çok güç olurdu.Sadaka, mahpuslar arasında dindarcapaylaşılırdı. Sadaka kalaçlardan adam başınabirer tane düşmese bile eşit parçalara, hattabazen altı kısma bölünür, her mahkûm mutlakapayını alırdı. ilk defa para sadakasını nasılaldığımı hiç unutmayacağım. Hapishaneyehemen hemen ilk geldiğim sıralardaydı. Sabahkiişimden yalnız olarak, muhafızımla beraberdönüyordum. Yolda on yaşlarındaki melek gibikızıyla beraber yürüyen bir kadınla karşılaştım.Onları bir kere daha görmüştüm. Annesi dul birasker karısıydı. Genç bir asker olan kocası, benhastanede hasta yattığım sıralarda bizimmahkûmlar koğuşunda ölmüştü. Yargılandığıiçin bizim koğuştaydı. Ana kız son görevleriniyapmak üzere geldikleri zaman acı acı
ağlamışlardı. Beni gören çocuk kızardı, annesinebir şeyler fısıldadı; öteki hemen durdu,çıkınından bir çeyrek kapik çıkardı ve kızınaverdi. Kızcağız arkamdan koştu. Önüme geçipparayı elime sıkıştırırken, “Ah ‘zavallı’, al şunuİsa aşkına!” diye bağırdı. Kapiği aldım, kız daçok memnun olarak annesine döndü. O kapiğiuzun zaman saklamıştım.
II: İlk İzlenimlerİlk ayın ve hapishane hayatının ilk izlenimlerihayalimde olanca canlılığıyla yaşıyor. Sürgünhayatımın ondan sonraki yıllarının anılarımdakiizleri epey siliktir. Hatta bazıları sanki büsbütünsilindi gitti, birbirine karıştı ve ağır, tekdüze,boğucu bir izlenim yığını olarak kaldı.Ama sürgünde geçirdiğim ilk günler gözümünönüne, sanki dünkü olaylarmış gibi geliyor.Zaten böyle olması da gerekti.Sürgün hayatına ilk adımımı attığımdaolağanüstü, daha doğrusu umulmadık bir şeyolmadığını ve bunun da beni şaşkına çevirdiğinihatırlıyorum. Sibirya’ya giderken, kaderimianlamaya çalıştığım sıralarda, hayalimden gelipgeçenler bunlardı sanki. Ama kısa zaman sonra,bir yığın sürpriz ve olağanüstü olaylar, hemenher adım başında dikkatimi çekmeye başladı.Zaman geçip hapishanede epeyce kaldıktansonra, bu hayatın bambaşka olduğunu kavradımve şaşkınlığım da arttı. Bu şaşkınlığın uzun
sürgün hayatım boyunca devam ettiğini itirafederim, bu hayatla sonuna kadar bağdaşamadım.Hapishanedeki ilk izlenimlerim genel olarakpek berbattı; fakat –tuhaf iş doğrusu!– hapishanehayatı yolda düşündüğümden daha katlanılırgeldi bana. Mahpuslar, prangalı oldukları halde,hapishanenin her yanında serbestçe geziyor,kavga ediyor, şarkılar söylüyor, kendi işlerinigörüyor, çubuk tüttürüyorlardı; hatta (pek azı daolsa) şarap da içiyor, bazen geceleri kumaroynuyorlardı. Mesela, bana oradaki angarya bileo kadar ağır, o kadarsürgün işigibi gelmedi;ama epey zaman geçince, bu hizmetin ağır,sürgün işigörünmesinin, güçlüğünden, aralıksızsürüp gitmesinden değil, mecburi oluşundan,zorlave sopa tehdidiyle yapılmasından ilerigeldiğini anladım. Bir köylü dışarıda belki dahaçok çalışır, hatta yazın geceleri bile didinir, amao kendisi için ve makul bir amaçla çalışır; busebeple, onun çalışması zoraki ve kendi gözüylefaydasız gördüğü sürgün işinden daha kolaydır.Bir keresinde aklıma şöyle bir fikir geldi: Birinsanı ezip mahvetmek, ona en korkunç bir
katilin bile duyunca titreyeceği kadar ağır birceza vermek isteyenlerin, insana yaptığı işintamamen anlamsız, faydasız olduğu duygusunuvermesi yeterlidir. Bugünkü sürgün hizmeti ilgiçekmeyen can sıkıcı bir iş olduğu halde, aslındamakuldür: Mahpus tuğla keser, toprak kazar,badana yapar, inşaatlarda çalışır; bu işlerin de biranlam ve amacı vardır. Sürgün kendini bazenbuna kaptırır, daha iyi, daha becerikli olmakister. Ama bir kovadan öbürüne su dökmek,kum elemek, bir yığın toprağı bir yerden başkabir yere taşımak gibi işleri ona zorlayaptırırsanız, sanırım birkaç gün sonra yakendini asar ya da bu küçülmeden, utançtan veazaptan kurtulmak için, “öleyim bari” diyebinlerce cinayet işler. Böyle bir cezanın ancakişkence, intikam aracı olacağına şüphe yoktur;bu ceza hiçbir makul amaca hizmet etmediği içinanlamsızdır. Ama her zorlama işte muhakkakbiraz anlamsızlık, hakaret ve bir utanç telakkisivardır; yani zora dayanan sürgün hizmeti deserbest hayatta yapılan işlerden daha ağır veazaplıdır.
Gerçi ben hapishaneye kışın, aralık ayındagirmiştim ve beş misli ağır olan yaz işinin nedemek olduğunu henüz bilmiyordum. Zatenkalemizde beylik iş kışın azdı. Mahpuslar, İrtişNehri kıyısına eski beylik sandalları yıkamayagider, kasırgaların resmi binalar önüne yığdığıkarı temizler, kireç söndürüp döverlerdi vs. Kışgünleri kısa olduğu için iş çabuk biter,mahkûmlar da kendi işleri olmasa işsiz güçsüzoturacakları hapishaneye erken dönerdi. Fakatmahpusların ancak üçte biri kendi işleriyleuğraşır, geri kalanlarsa boş boş dolaşıphapishanenin bir koğuşundan öbürüne geçer,kavga eder, aralarında birtakım dolaplar çevirir,meseleler çıkarır, bir yerlerden para bulmuşlarsaiçer, geceleri de sırtlarındaki gömleği bilekumara verirlerdi. Bunları can sıkıntısından,tembellik ve işsizlikten yaparlardı. Sürgünhayatında hürriyet yokluğundan ve zorlaçalıştırmadan başka, belki diğerlerinden dahakorkunç bir azabın olduğunu zamanla öğrendim:Zorunlu ortak hayat. Ortak hayat başka yerlerdede vardır tabii, ama hapiste öyle insanlar var ki,
onlarla bir arada yaşamak herkesin arzuladığışey değildir ve eminim sürgünlerin çoğu,bilinçsiz de olsa bu azabı duymuştur.Yemekleri oldukça iyi bulmuştum. Mahpuslar,Avrupa Rusya’sının hiçbir hapishanesinde böyleyemek verilmediğini iddia ederlerdi. Bu konudabir şey söyleyemem, çünkü oralara gitmedim.Bundan başka mahpuslardan çoğunun kendiceplerinden yemeleri de mümkündü. Etin birfuntu2iki, yazın ise üç kapikti. Fakat ayrıyemeği yalnızca düzenli para bulanlar yerdi;sürgünlerin çoğu kazandan yerlerdi. Bunun içinmahpuslar, yemeklerini överken yalnızekmeklerini över, ekmeğimizin tartılarak değilde, ortak verilmesine de şükrederlerdi. Tayınusulü onları ürkütürdü, çünkü ekmek tartıylaverilmiş olsaydı, adamların üçte biri aç kalırdı;ortak yedikleri için herkese yetiyordu.Ekmeğimiz kendine özgü bir lezzetteydi; hattabütün şehirde ün salmıştı. Bu özelliği hapishanefırınlarının elverişli yapılmasına yorarlardı.Çorbalara gelince, pek kötüydü. Kazanda
kaynatılarak, içine atılan bulgur ve benzeriyleterbiye edilirdi; haftanın altı gününde sulu veyağsızdı da. İçindeki hamamböceklerininçokluğu beni dehşete düşürmüştü. Mahkûmlarsahiç umursamazdı.2Bir funt, 410 gr.İlk üç gün işe gitmemiştim; her yeni geleneaynı usul uygulanır, yol yorgunluğunu çıkarmafırsatı verilirdi. Ama ertesi gün prangalarımıdeğiştirmek üzere hapishaneden çıkmak zorundakaldım. Benimkiler hapishane yönetmeliğineuygun olmayan halkalı, mahpusların “inceçıngırak” dedikleri zincirdendi. Dıştan takılırdı.Hapishanenin beylik, çalışmaya elverişliprangaları halkalardan değil, neredeyse birparmak kalınlığında, dört halkayla birbirinebağlanmış demir çubuklardan yapılmıştı.Pantolon altına takılırdı. Orta halkaya bir kayışbağlanırdı. Bu kayış, gömlek üzerine takılankemer kayışıyla birleştirilirdi.Kışladaki ilk sabahımı hatırlıyorum.Karakolda, hapishane kapısının önünde kalk
trampeti çalındı ve on dakika sonra, nöbetçisubay koğuşları açmaya koyuldu. Uyanmayabaşladılar. Mahpuslar titreyerek kalkıyorlar,altılık içyağı mumunun3donuk ışığı altındaranzalardan iniyorlardı. Çoğu uyku sersemliğiylekonuşamıyor, somurtuyordu. Esniyor, geriniyor,damgalı alınlarını buruşturuyorlardı. Bazılarıistavroz çıkarıyordu; bazıları da hemen kavgayabaşlamıştı. Boğucu bir havasızlık vardı. Kapıaçılır açılmaz, içeriye temiz kış havası girdi vebir buhar bulutu gibi koğuşu doldurdu.Mahpuslar su kovaları önünde toplandılar.Sırayla maşrapayı alıyor, ağızlarına sudolduruyor, suyu ağızlarından dökerek elleriniyüzlerini yıkıyorlardı. Suyu paraşnik dahaakşamdan hazırlamıştı. Usule göre, her koğuştamahpusların kendi aralarından seçtikleri birarkadaş, koğuş hizmetini görürdü. Bunlaraparaşnik denirdi ve işe gitmezdi. Görevikoğuşun temizliğine bakmak, ranzaları ve yerleriovmak, gece ihtiyacı için kova getirip götürmek,temiz su sağlamaktı; biri sabahları yıkanmakiçin, biri de gündüzleri içmek için, iki kova su
getirilirdi. Topu topu bir tane olan maşrapayüzünden hemen kavgalar başlamıştı.3O tarihte mumlar ağırlıklarına göreadlandırılırdı.Asık suratlı, uzun boylu, zayıf, esmer ve tıraşlıkafatası birtakım garip şişkinlikler dolu birmahpus, pembe, neşeli yüzlü, şişman, tıknazolan bir mahpusu itti:— Nereye be, damgalı kafa, çekil!— Ne bağırıyorsun be? Haybeye çekilmeyizbiz; sen yıkıl git! Kazık gibi dikildi karşıma.Yani kardeşler, herifte şu kadarcık “akıltohumu” yok.“Akıl tohumu” sözü epey etki yaptı; çoğugülüştü. Neşeli şişkonun da zaten istediği buydu.Kışlanın bir nevi gönüllü soytarısıydı galiba.Uzun boylu mahpus ona derin birküçümsemeyle baktı. Kendi kendinesöyleniyormuş gibi:— Agop’un kazı! dedi. Hapishanenin hassomunuyla bak nasıl da semirdi. Paskalya aşı
için on iki domuz yavrusu doğuracağınaseviniyor.Şişko sonunda kızmıştı. Birdenbire kızararakbağırdı:— Ne ötüp duruyorsun kuş gibi?— Kuşum ya, ne olacak?— Ne kuşusun?— Öyle kuş işte.— Ne kuşu?— Öyle dedik ya.— İyi de ne kuşu?Birbirlerine gözlerini diktiler. Şişko hem cevapbekliyor, hem de dövüşe hazırlanmış gibiyumruklarını sıkıp duruyordu. Ben de gerçektendövüşeceklerini sandım. Bunlar benim içinyepyeni şeylerdi ve merakla seyrediyordum.Ama buna benzer sahnelerin çok masum şeylerolduğunu, komedilerde olduğu gibi, topluluğueğlendirmek için oynandığını sonralarıöğrendim; işi hemen hemen hiçbir zamandövüşe kadar vardırmıyorlardı. Bunlar oldukça
tipik şeylerdi ve hapishane âdetlerinigösteriyordu.Uzun boylu mahpus sessiz, azametli azametliduruyordu. Etraftakilerin ona baktıklarını,vereceği karşılıkla rezil olup olmayacağınıbeklediklerini hissediyordu; mahcup olmamalı,gerçekten bir kuş, hem de nasıl bir kuş olduğunugöstermeliydi. Tarifi imkânsız bir küçümsemeylehasmını süzdü; bakışlarının daha da aşağılayıcıolması için ona omzunun üstünden, yukarıdanaşağı, bir böceğe bakıyormuş gibi baktı. Sonraağır ağır, tane tane:— Kağan! dedi.Yani kuşların kağanı olduğunu söylemekistedi. Mahpuslar, bu buluşu kahkaha tufanıylaödüllendirdi. Her bakımdan mat olduğunuanlayan şişko, fena halde köpürdü:— Kağan mağan değil, alçak keratanın birisinsen! diye kükredi.Ama kavga ciddileşmeye başlayınca,kabadayılarımızı hemen yatıştırdılar.
Dışarıdakilerin hepsi birden bağırmayabaşladılar:— E, ne bağırıyorsunuz?Köşeden:— Bağırmaktansa dövüşün yahu! diye bir sesduyuldu.Birisi karşılık olarak:— Çok beklersin dövüşmelerini! dedi. Biz deyaman milletiz hani; ancak yedi kişi birleşincebir kişiden korkmayız…— Al birini vur ötekine! Biri bir funt ekmekyüzünden hapse düştü, öteki de zamparalıktan;bir karının yoğurdundan tattı, ama arkasındankırbacı yedi.Kışlanın düzeninden sorumlu olduğundan, birköşede özel yatakta yatan bir sakat söze karıştı:— Eee, yeter artık!— Su getirin çocuklar! Nevalid4Petroviçuyandı. Öz kardeşimiz Nevalid Petroviç’e sugetirin!
4Sakat; Fransızca “invalide” sözcüğünden“invalid” olarak Rusçaya geçmiştir. Mahpuslar,“invalid”i nevalid şeklinde söylüyorlar.Sakat hem kaputunu sırtına geçiriyor, hem desöyleniyordu:— Kardeşmiş… Nereden kardeşin oluyorum?Birlikte bir rublelik bile içmedik ki kardeşolalım!Yoklamaya hazırlanıyorlardı; ortalık ağarmayabaşlamış, mutfak tıklım tıklım dolmuştu.Gocuklu, iki renk şapkalı mahpuslar, ekmekkesen aşçının çevresinde toplanmışlardı. Hermutfak için iki aşçıyı mahpuslar seçerdi. Etleekmeğin kesilmesi için her mutfağa birer taneverilen bıçakları da aşçılar saklardı.İşe çıkmak üzere hazırlanmış şapkalı,gocuklu, kuşaklı mahpuslar, köşelere vemasaların etrafına yerleştiler. Bazılarının önündekvasla dolu tahta çanaklar vardı. İçine ekmek5doğradıkları kvası içiyorlardı. Ortalıkdayanılmaz bir gürültü patırtıyla uğulduyordu;
ama bazıları da köşelerde alçak seslekonuşuyorlardı.5Kvas: Muhtelif tahıllardan yapılan mayalı biriçki.Genç bir mahpus, suratı asık, dişsiz birmahpusun yanına oturarak:— Afiyet şeker olsun İhtiyar Antoniç,merhaba! dedi.Beriki gözlerini kaldırmadan, dişsiz ağzıylaekmeği çiğnemeye çalışarak:— Dalga geçmiyorsan, merhaba! dedi.— Yemin olsun, ben seni ölmüş biliyordumbe Antoniç.— Yok canım sırada sen varsın, sonra ben…Yanlarına oturdum. Sağımda iki ağırbaşlımahpus konuşuyordu, ikisinin de birbirlerinekarşı ölçülü davranmaya çalıştıkları belliydi.Biri:— Benden bir şey çalamazlar, ama ben bir şeyçalacağım diye korkuyorum, diyordu.
— Eh, bana da destursuz pek yanaşma,yakarım.— Nasıl yakacaksın? Sen de herkes gibihaydudun birisin; başka adımız yok… Karı senisoyar; üstelik teşekkür de etmez. Bizimparacıklarımız da bu yolda suyunu çekti kardeş.Geçen gün kendisi geldi. Nereye gidersin kionunla? Cellat Fedka’ya yalvardım; hanivaroşlarda, uyuz Yahudi Solomonka’dan aldığıbir ev vardı… hani şu sonradan kendini asanSolomonka…— Biliyorum. Evvelsi yıl meyhanecilikyapıyordu, lakabı da Kara Meyhane Grişka’ydı— E, bilmiyorsun işte; Kara Meyhanebaşkasıydı.— Nasıl başkası? Ta kendisiydi! Hem bensana istediğin kadar tanık getiririm…— Getirirmiş! Sen kim oluyorsun yahu, âlâsınıbizden sor!— Ben mi kim oluyorum? Seni patakladığımgünler oldu, ama övünmüyorum. Sen de,
“kimsin” diye kabarıyorsun.— Sen mi pataklıyordun beni? Benipataklayacak adam daha anasından doğmadı; birkere pataklayan oldu, o da kara toprağın altındayatıyor.— Seni Bender vebası seni!661765-1772 yılları arasında Bender Kalesi’ndeetkili olan veba salgını; halk ağzına argo olarakgeçmiş. (Rd.n.)— Sibirya ülserine tutulasın!— Boynuna Türk kılıcı insin!Kavga kızıştı. Etraftan bağırmaya başladılar.— Hey, hey! Çok bağırmayın be!— Dışarıda yaşamasını beceremediniz; hassomunu bulunca kuduruyorsunuz…Derhal susturdular. Atışmaya, çeneyarıştırmaya izin verilirdi. Hatta bu kısmenbaşkaları için de eğlenceydi. Ama çok keredövüşe vardırmalarına meydan vermezler,hasımlar ancak binde bir dövüşürlerdi. Dövüş
olursa da binbaşıya haber verirler, soruşturmayapılır, binbaşı bizzat gelir; sözün kısası,ağızlarının tadı kaçar, işte bu yüzden dövüşe izinvermezlerdi. Zaten hasımlar da daha çok eğlenceiçin ve küfür talimi yapmak amacıyla ağızdalaşına girişirlerdi. Çoğu zaman hırsla, ateşlekavgaya başlayıp kendilerini aldatırlar… hanineredeyse, birbirlerinin üstüne atlayacaklarınızannederdiniz, ama hiç de öyle olmazdı: Bellibir noktaya kadar gelir ve derhal dururlardı. Buhaller beni ilk zamanda son derece hayretedüşürüyordu. Burada örnek olarak gösterdiğimkonuşmalar, sürgün hayatının en basitkonuşmalarındandır. Zevk için kavgaedilebileceğini; bunun bir eğlence, hoş biridman, keyifli bir uğraş olabileceğini önceleriaklım almıyordu. Bu arada gurur meselesini deunutmamalı. Usta bir küfürbazı herkes sayardı.Aktörlerden farkları, bunlarınalkışlanmamalarıydı.Akşamdan beri, bana yan yan baktıklarını farketmiştim.
Birkaç düşmanca bakış bile yakalamıştım.Ancak bazı mahpuslar da paralı olduğumutahmin ederek etrafımda dolaşıyorlardı. Bunlarhemen bana yaranma telaşına düşmüşlerdi: Yeniprangaların nasıl kullanıldığını öğretmeyebaşladılar, elbette para karşılığında, bana verilenbeylik eşyayla, getirdiğim birkaç parça çamaşırısaklamam için kilitli küçük bir sandık buldular.Ertesi günse, çamaşırımı çaldılar ve satıpparasıyla sarhoş oldular. Sonraları bunlardan biribeni her fırsatta soymakla beraber, bana candanbağlı bir adam olmuştu. Hırsızlığı hiççekinmeden, hemen hemen bilinçsizce, sanki birvazifeymiş gibi yapardı ve ona darılmak yersizolurdu.Bir çaydanlık sahibi olmamı, kendi çayımıalmamı öğütlediler ve birisinden emanet birçaydanlık bile buldular; dışarıdan erzak alıpyemek isteyecek olursam, bu işi ayda otuzkapiğe yapacak olan aşçılarından birini de salıkverdiler… Elbette benden ödünç para da aldılar;daha ilk gün hepsi ayrı ayrı üçer defa gelip paraistediler.
Sürgünde eski soylulara genellikle düşmanca,yan yan bakarlar.Her haktan yoksun, öteki mahpuslarlatamamıyla aynı mevki ve düzeydebulunmalarına rağmen, mahpuslar onları hiçbirzaman arkadaş saymazlar. Bunu bilinçli bir kötüniyetle değil, tam bir içtenlikle, gayriihtiyariyaparlar. Gayet içtenlikle bizi asil saymaklabirlikte düşmemizle alay etmeyi de severlerdi.“Yağma yok, bitti artık! Pyotr’un Moskovasokaklarında çalım sattığı günler oldu; şimdihapiste ip bükecek.”7gibi övgüleriesirgemezlerdi.7Kafiyeli bir Rus atasözü.Onlara göstermemeye çalıştığımızıstıraplarımızı zevkle seyrederlerdi. Hele ilkzamanlarda, işte onlar kadar kuvvetliolmayışımızı ve onlara yeterince yardımedemeyişimizi… Halkın (hele bu türlüinsanların) güvenini, sevgisini kazanmak kadargüç şey yoktur.
Sürgünde birkaç soylu vardı. İlkin beş tanePolonyalı vardı. Onlardan sırası gelince ayrıcasöz ederim. Mahpuslar, Polonyalıları hiç ama hiçsevmezlerdi; hatta sürgün Rus soylularındandaha çok. Polonyalılar (yalnız siyasi suçlulardansöz ediyorum) öteki mahpuslara aşağılayıcı birkibarlık, nezaket göstererek uzak durur, onlarakarşı duydukları nefreti bir türlüsaklayamazlardı; ötekiler de bunu gayet iyi anlarve aynı şekilde karşılık verirlerdi.Bazı mahpusların yakınlığını ancak iki yılsonra kazanabilmiştim. Ama çoğu sonunda benisevdi ve “iyi” bir adam olarak kabul etti.Benden başka dört Rus soylusu daha vardı.Biri adi, alçak, tamamıyla ahlaksız bir yaratıktı;işi gücü ispiyonculuk, fesatçılıktı. Dahahapishaneye girmeden önce adını duymuştumve daha ilk günlerde onunla ilgimi kestim. Öteki,notlarımda sözünü ettiğim baba katiliydi.Üçüncüsü Akim Akimiç’ti. Hayatımda bu AkimAkimiç gibi acayip adam görmedim. Hafızamdaderin izleri kalmıştır. Uzun boylu, oldukça zayıf,
zekâsı kıt, gayet cahil, ukala ve bir Alman kadarintizama düşkün bir adamdı. Mahpuslar onunlaalay ederlerdi, ama bazıları onun kavgacı, titizve hırçın tabiatından korkardı. Hapse girdiğigünden beri mahpuslarla senli benli olmuştu;kavga eder, hatta dövüşürdü. Son derecenamusluydu. Bir haksızlık gördü mü, üstünevazife olmayan olaylara bile karışırdı. Pek desaftı: Mahpuslarla tartışırken onları hırsızoldukları için azarlar, gayet ciddi olarak, birdaha bir şey çalmamaları için sözle yolagetirmeye çalışırdı. Kafkasya’da asteğmenmiş.Daha birinci gün ahbap olduk ve Akim Akimiçhemen hikâyesini anlattı. Askerliğe bir piyadealayında, yunker olarak başlamış, subay rütbesi8alıncaya kadar hayli beklemişti; rütbe alınca daküçük bir istihkam komutanlığına atanmış. Barışyapılmış komşu prenslerden biri, kalesinekundak sokup gece baskın düzenlemiş, amabaşaramamış. Akim Akimiç’se suçluyubilmesine karşın bunu belli etmemiş. Kabahatisavaş halinde olanların üstüne atmışlar; bir aysonra Akim Akimiç, prensi arkadaşça kalesine
davet etmiş. Öteki hiçbir şeyden şüphelenmedenkaleye gelmiş. Akim Akimiç bölüğünü sırayadizmiş; bölüğün önünde kabahatini prensinyüzüne vurup azarlamış ve adama kalelerekundak sokmanın ayıp bir şey olduğunuörneklerle anlatmış. Barışta bulunan bir prensinnasıl hareket etmesi gerektiğine dair öğütlerverdikten sonra da adamı kurşuna dizmiş; buyaptığını derhal ve bütün ayrıntılarıyla üstlerinerapor etmiş. Bu yaptıkları yüzünden savaşdivanında yargılanmış ve idam kararı verilmiş;ama bu karar sonradan hafifletilmiş ve AkimAkimiç Sibirya’da, kalede ikinci derece sürgünolarak on iki yıla mahkûm edilmiş. Bana prensiöldürmeden önce de kanunsuz hareket ettiğinibildiğini söylemişti; barış yapılmış bir prensikurşuna dizmesi yüzünden normal kanunlaragöre yargılanacağını da biliyordu, amakabahatini de gereği gibi anlamıyormuş gibiydi.8Junker: Askeri okul öğrencisi.Benim itirazlarıma karşılık olarak şöylediyordu:
— İnsaf edin ama! Herif kalemize kundaksokmadı mı? Ona bir de teşekkür mü etseydim!Mahpuslar, Akim Akimiç’in tuhaflığıyla birazalay etmekle beraber, aşırı titizliği, gözü pekliğinedeniyle onu sayarlardı.Akim Akimiç’in bilmediği zanaat yoktu.Marangoz, kunduracı, pabuççu, badanacı,yaldızcı, tesviyeciydi ve hepsini de sürgündeöğrenmişti. Her şeyi kendi kendine becerirdi: Birişi bir kerecik görmesi hemen kavramasınayetiyordu. Kutular, sepetler, fenercikler, çocukoyuncakları yapıp şehirde satardı. Böylece deelinde birkaç kuruşu bulunurdu; Akim Akimiçbu parayla fazla bir kat çamaşır ya da yumuşakbir yastık alırdı; bir de açılır kapanır döşekalmıştı. Aynı koğuştaydık; sürgün hayatımın ilkgünlerinde bana epey yardımı dokunmuştu.İşe gitmek üzere hapishaneden çıkanmahpuslar nizamiye kapısının önünde iki sıradizilir, muhafız askerler de ellerinde dolutüfeklerle mahpusların önlerinde ve arkalarındadururlardı. Sonra istihkam subayıyla bir kılavuz
ve işlere bakan birkaç istihkam birliği eri gelirdi.Kılavuz mahpusları ayırarak, gereken yerlere,takım takım işe gönderirdi.Ben de bir grup arasında istihkam tezgâhınagittim. İstihkam tezgâhı, türlü türlü gereçlerledoldurulmuş büyük bir avlunun ortasında, basık,taş bir yapıydı. İçinde demirhane,marangozhane, çilingirhane ve badanacılık,boyacılık vs. bölümleri vardı. Akim Akimiç deburaya gelir, badanacılık, boyacılık bölümündeçalışırdı; beziryağı kaynatır, boya karıştırır,masalara, sandalyelere ceviz taklidi boyavururdu.Prangalarımın değişmesini beklerken, AkimAkimiç’e hapishane hakkındaki ilkizlenimlerimden söz açtım. Bana:— Evet mahpuslar, soyluları sevmez efendim,hele siyasi suçluları; ellerinden gelse, yerleronları, bunda şaşacak bir şey yok, dedi. Bir defasizler bambaşka, onlara hiç benzemeyeninsanlarsınız, sonra mahpusların bazıları vaktiyleya mülk sahiplerinin, ya asker sınıfının
adamlarıydılar. Kendiniz takdir buyurun, sizinasıl sevsinler? Doğrusunu söyleyeyim, sizinburada yaşamanız zor. Ama Rushapishanelerinde yaşamak, Sibirya’ya göre dahagüçtür. Aramızda oradan gelenler var,hapishanemizi öve öve bitiremiyorlar;cehennemden cennete gelmiş gibiler. Oranınkötülüğü, işlerin ağırlığından değil efendim.Dediklerine göre, orada birinci derecehükümlülere uygulanan yönetim biçimibütünüyle askeri değilmiş efendim ya da buhareket tarzı bizimkinden farklıymış efendim.Mesela, oradaki sürgünler kendine evaçabiliyormuş efendim. Gerçi ben orayagitmedim efendim, ama öyle söylüyorlar.Kafalarını tıraş etmiyor, hükümlüler de bir örnekelbise giymiyorlarmış, ama doğrusu bizdeolduğu gibi tıraşlı, üniformalı gezmeleri dahaiyidir; hem intizam bakımından daha iyi, hem degöze daha hoş geliyor efendim. Yalnızhükümlüler bundan hoşlanmıyorlar, o da başka.Oradaki hapishaneden gelenler de karmakarışıkkimseler efendim! Biri Kantonistlerden , öteki9
Çerkezlerden, üçüncüsü Raskolniklerden10,dördüncüsü memleketinde çoluk çocuğunubırakmış Ortodoks bir mujik, beşincisi Yahudi,altıncısı Çingene, yedincisi de ne idüğübelirsizin biri; hepsi de her ne pahasına olursaolsun, burada birlikte yaşamaya, birbirleriyleanlaşmaya, aynı kaptan yemek yemeye, aynıranzalarda yatmaya mecburdurlar. Hürriyetegelince, fazla bir lokma yemek istersen, bunuancak gizli yiyebilirsin; eline geçen her meteliği,kunduranın içine saklamalısın. Hepsi bu işte, ehne olsa hapishane hapishanedir… İster istemez,kafana saçma sapan şeyler gelmeye başlar.9Eski Rusya’da daimi askerlerin çocuklarınınokuduğu okulun öğrencisi.10Raskolnik; XVII. yüzyılda din kitaplarındayapılan düzeltmeleri kabul etmeyenler.Bunları zaten biliyordum. Ben, binbaşımızhakkında bilgi edinmek istiyordum. AkimAkimiç de bu konuda fazla ağzı sıkıdavranmadı, ama anlattıklarının üzerimdebıraktığı etkinin pek de hoş olmadığını
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 677
Pages: