Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-22 15:16:26

Description: Ölüler Evinden Anılar-Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Search

Read the Text Version

buyurduğu gibi bir iş tutmamaya çabagöstererek hapishanede başıboş dolaştığını şimdide görür gibi oluyorum. Havradan herdönüşünde ne akla hayale sığmaz hikâyeleranlatırdı bana; öteki Yahudilerin güya güvenilirkaynaklardan öğrendikleri, aslında zırvalıktanibaret ne Petersburg havadisleri getirirdi…Ama İsay Fomiç hakkında epey gevezelikettim.Bütün şehirde ancak iki genel hamam vardı.Bir Yahudinin kiraladığı hamam özeldi ve ellikapiğe giriliyordu: Bu kodamanlar hamamıydı.Öbürü, halkın gittiği eski, kirli ve dar bir şeydi,bizleri de bu hamama götürürlerdi. Soğuk vegüneşli bir gündü. Mahpuslar kaleden çıkıp şehrigöreceklerine seviniyorlardı. Şakaların,gülüşmelerin yol boyunca ardı arkası kesilmedi.Tüfekleri dolu bir takım asker eşliğinde, şehirhalkının şaşkın bakışları arasında geçtik.Hamamda bizi hemen iki kısma ayırdılar: Birincikısım yıkanırken, ikinci kısım soğuk olangiyinme odasında bekleyecekti; hamamın

darlığından böyle yapılıyordu. Bu hamam okadar ufak bir şeydi ki, mahpusların yarısınınbile içine sığışabilmelerine şaşmıştım. Petrovbenden hiç ayrılmıyordu; çağırmadığım halde,yardım etmek üzere bana sokuldu, hatta beniyıkamayı teklif etti. Petrov’la beraber, özelbölüm mahpuslarının en neşelisi, en sevimlisidiye bahsettiğim, kazmacı lakaplı Bakluşin debana yardım etmek istedi. Onunla kişiselahbaplığımız vardı. Petrov, soyunmama bileyardım etti, çünkü tecrübesizliğimden pek yavaşsoyunuyordum; oysa oda çok soğuk, handiysedışarıdan farksızdı. Şunu da söyleyeyim ki, iyicealışmamış olan bir mahpusun soyunması zoriştir. İlkönce, zincirler altında bulunan kayışıçabucak çözmek lazımdı. Dört parmak enindekibu kayışlar, ayağı saran demir halkanın altınatakılır. Bir çift kayışın fiyatı altmış gümüşkapikten az değildir ve her mahpus bunlarıkendi parasıyla almak zorundadır, çünkükayışsız gezmeye imkân yoktur. Zincirin halkasıayağı sıkı sarmadığından, halkayla ayakarasında bir parmak girecek kadar boşluk kalır,

bu yüzden demir, ayağa vurup sürter; kayışsızgezen bir mahpusun ayağı bir gün içinde yaraolur. Kayışları çıkarmak o kadar güç bir işdeğildi. Asıl zor olan, demirlerin altındanustalıkla çamaşırı çıkarabilmekti. İşte bu tamanlamıyla bir beceriydi. İç çamaşırı, mesela, solayaktan çıkarıp önce ayakla demir arasındangeçirmeli, sonra ayağı kurtararak çamaşırı aynıhalkadan çekmeli ve sonra sol ayaktançıkarılanlara, bu sefer sağ ayak için aynı şeyleriyapmalıydı. Temiz çamaşırı giyerken de aynısırayı izlemek gerekiyordu. Bir aceminin bunlarıakıl etmesi zordur tabii; Tobolsk’ta bize bunu ilköğreten, beş yıldır zincire vurulmuş çete reisimahpus Korenev’di. Ama öbür mahpuslar artıkalışmışlardı ve hiç güçlük çekmiyorlardı.Petrov’a, sabun ve lif alması için birkaç kapikverdim; gerçi mahpuslara hapishaneden sabunda veriliyordu, ama bu sabun parçası ancak ikikapik boyunda ve “orta halli” evlerde akşamyemeğinde yenilen peynir dilimleri enindeydi.Sabun, soyunma odasında sbiten28, kalaç vesıcak suyla birlikte satılmaktaydı. Hamamcıyla

yapılmış anlaşmaya göre, her mahpusa ancak birtas sıcak su verilirdi; daha temiz yıkanmakisteyenler, yarım kapik vererek bir bakraç dahaalabilirlerdi. Bunlar soyunma odasında yapılmışözel bir pencereden yıkanma odasına uzatılırdı.Petrov beni soyduktan sonra demirlerinyürümemi pek güçleştirdiğini görünce kolumagirdi ve “Bunları yukarıya, baldırlarınıza çekin.Dikkat, burada eşik var.” gibi tavsiyelerdebulunarak bir lala gibi beni sürüklemeye başladı.Biraz utanıyordum doğrusu, Petrov’u kendibaşıma da yürüyebileceğime ikna etmeyeçalıştım, ama inanmadı. Bana dahaolgunlaşmamış, bir şey bilmeyen ve herkesinyardımına muhtaç bir çocuk muamelesiyapıyordu. Petrov bir uşak değildi, asla bir uşakolamazdı; kalbini kıracak olsam bana yapacağınıiyi bilirdi hani. Hizmetlerine karşılık ona para davaat etmemiştim, kendisi de istemezdi zaten.Neden bana bu özenle bakıyordu acaba?28Sbiten: Bir tür sıcak pekmez.Hamamın kapısını açtığımız zaman,

cehenneme girdiğimizi sandım. Gözünüzünönüne uzunluğu da, genişliği de aşağı yukarı oniki adım olan bir odayla, bu oda içinde yüzkişiyi getiriniz; hani yüz değilse de,hapishaneden iki yüz kişiye yakın mahpusayrıldığına ve bunların yarısı buradabulunduğuna göre, rahat rahat seksen olmalıydı.Her yeri doldurmuş buhar, kir, adımatılamayacak bir darlık. Korktum ve geridönmek istedim, ama Petrov bana güç verdi.Zorlukla, türlü türlü zahmetler çekerek ve yerdeoturanların bize yol vermeleri için üst üste ricalarederek sonunda peykelere ulaştık. Ne var ki,peykelerde bir tek boş yer yoktu. Petrov, bir yersatın almamız gerektiğini söyledi ve hemenpencerenin yanında oturan bir mahpuslapazarlığa girişti. Öteki, bir kapik karşılığındayerini vermeye razı oldu ve Petrov’un herihtimale karşı hamama gelirken yanına alıpavucunun içinde sımsıkı tuttuğu parayı alıralmaz, peykenin karanlık, çamurlu, yarımparmak kalınlığındaki yapışkan, vıcık vıcıkküfle kaplı altına giriverdi. Peykelerin altındaki

yerler bile doluydu; orası da insan kaynıyordu.Ortada çömelip büzülerek kovalardan sudökünen mahpuslardan bir karış boş yerkalmamıştı. Hatta kimisi bunların aralarında,kovalar ellerinde, ayakta yıkanıyorlardı. Kirlisular doğruca yerde oturanların tıraşlı kafalarınaakıyordu. Yüksekçe kısım ve basamaklar dayıkananların kıvrılmış vücutlarıyla doluydu.Ama öyle pek özene bezene yıkanmıyorlardı.Basit halk yalnızca sıcak su ve sabunlayıkanmaktan hoşlanmaz; onların yıkanması, bolbol terledikten sonra, kayın ağacı dallarıylavücutlarını haşlanıncaya kadar dövdürüparkasından soğuk su dökmek şeklindedir. Bütünhamamlarda böyle yıkanılır. Yüksek kısımda ellikadar dal demeti aynı anda kalkıp iniyordu;yıkananlar kendilerinden geçinceye kadarbunlarla vücutlarını haşlıyorlardı. Ocak taşınadurmadan su dökülerek buhar çıkarılıyordu.Böylece ortalık yalnızca sıcak değil, cehennemsıcağı oluyordu. Her yanda bağrışmalar,kahkahalar, yerde sürünen yüz zincirin şangırtısıduyuluyordu… Bazıları geçmek isterken

başkalarının zincirlerine takılarak alttaoturanların kafalarına çarpıyor, düşüp küfrediyorve çarptıklarını da sürüklüyordu. Her yandanpislik akıyordu. Herkes sersemlemiş, bir türheyecan içindeydi; soyunma odasında, suverilen pencerenin önünde sövgüler, itişipkakışmalar eksik olmuyordu. Alınan su,isteyenin eline değmeden yerde oturanlarınbaşına dökülüyordu. Pencereden ya da kapıaralığından arada bir, tüfek elinde bıyıklı birnöbetçi askerin yüzü görünüyordu; düzenibozacak bir şey var mı diye bakıyordu.Mahpuslar, tıraşlı kafaları ve kıpkızıl oluncayakadar haşlanmış gövdeleriyle artık eskisinden deçirkin görünüyorlardı. Gözenekleri açılmışsırtlarında, vaktiyle alınan kırbaç ve değnekizleri kabarmış, taze yaralara dönmüştü. Nekorkunç şeylerdi bunlar! Onlara baktıkçatüylerim diken diken oldu. Bir kova su daha…ocak başından çıkan sıcak, yoğun buhartabakası bütün hamamı sarıyor… Kahkahalar,haykırışlar devam etmekte. Arada bir, buhartabakasının arasında dayak izleri taşıyan sırtlar,

tıraşlı kafalar, kıvrılmış, büzülmüş kollar veayaklar görünüyor; yüksek kısımda İsay Fomiçavazı çıktığı kadar bağırıp kahkahalar atıyor.Kendinden geçinceye kadar sıcakta kalmış, amahiçbir sıcaklık onu doyuramaz sanırım; bir kapikvererek bir yardımcı çağırıyor, ancak ötekidayanamıyor ve İsay Fomiç’e vurduğu daldemetini fırlatıp aşağıya, soğuk su dökünmeyekoşuyor. Hiç istifini bozmayan İsay Fomiçikinci, arkasından da üçüncü yardımcıyıçağırıyor; böyle olağanüstü bir durumdamasraftan çekinmemeye karar vermiş olmalı ki,tam beş kişi değiştiriyor. Mahpuslar aşağıdan“Aferin İsay Fomiç! Amma da dayanıklıymışsınbe!” diye bağırıyorlar; bu anda herkesten yüksekolduğunu, herkese meydan okuduğunu hissedenve sevincinden kabına sığamayan İsay Fomiç,bütün gürültüyü bastıran çılgın ve keskin sesiyleher zamanki aryasını tutturuyor; la-la-la-la…Aklıma cehennemin de mutlaka burayabenzeyeceği düşüncesi gelmişti. Dayanamadımve buluşumu Petrov’a söyledim, çevresine birbaktı ve karşılık vermedi.

Ona da yanımda bir yer satın almak istedim,ama Petrov ayaklarımın dibine oturarak yerininçok rahat olduğunu söyledi. Biz yıkanırken,Bakluşin dışarıdan bize su satın alıyor,gerektikçe yanımıza taşıyordu. Petrov, tepedentırnağa kadar beni kendisinin temizleyeceğinisöyledi, “Tertemiz olacaksınız.” diyordu. Buharbanyosu yapmaya da çağırdı, ama ben bunugöze alamadım. Petrov beni adamakıllısabunladı, sonunda da, “Şimdi deayacıklarınızıyıkayıvereyim.” dedi. Ayaklarımı kendimyıkayacağımı söylemek istedim, amatartışmamak için ses çıkarmadan onun isteğineboyun eğdim. Böyle sevimlilik katarak“ayacıklar” deyişinde de en ufak biryaltaklanma, bir kölelik belirtisi yoktu; herhaldePetrov ayaklarıma “ayak” diyemiyordu, çünküayak tam insanlarda bulunurdu, benimkilerseancak ayacık olabilirdi.Yıkanmam bittikten sonra, beni aynı törenle,kolumdan tutarak ve porselenmişim gibi heradımda gözeterek soyunma odasına götürdü,sonra da çamaşırlarımı giymeme yardım etti;

işlerini bitirince de gerisin geri buhar banyosunakoştu.Eve dönünce ona bir bardak çay sundum.Kabul etti, içtikten sonra da teşekkür etti.Aklıma, bir cömertlik yapıp ona bir çeyreklikvotka ikram etmek geldi. Kışlada votkabulunabiliyordu. Petrov buna son derecememnun oldu. İçti, öksürdü, sonra onucanlandırdığımı söyleyerek sanki orada onsuzyapılamayacak işler varmış gibi aceleylemutfağa gitti. O gider gitmez, yerine başka birarkadaş Bakluşin (Kazmacı) geldi; onu dahahamamdayken çay içmeye çağırmıştım.Bakluşin’deki sevimliliği kimsede görmedim.Doğrusu başkalarına karşı pek yumuşak başlıdeğildi, hatta sık sık kavga eder, işinekarışılmasını sevmezdi; kısacası, kendinikorumasını bilirdi. Ama kavgaları uzunsürmezdi ve aramızda onu sevmeyen yoktusanırım. Her gittiği yerde memnunluklakarşılanırdı. Şehirde bile dünyanın en neşeli veneşesini hiçbir zaman kaybetmeyen adamı

olarak tanınmıştı. Uzun boylu, otuz yaşlarında,oldukça yakışıklı, saf, kabadayı, yüzünde et beniolan bir delikanlıydı. Onu bunu taklit eder,yüzünü gülünç bir biçimde kırıştırıpburuşturarak çevresindekileri kahkahadan kırıpgeçirirdi. Şakacıydı da; ama asık suratlı, gülmedüşmanlarımıza hiç yüz vermezdi ve bu nedenlekimse onu “boş ve yararsız” adam diyepaylamazdı. Hayat dolu, ateşli adamdı. Benimledaha hapishaneye ilk girdiğim gün tanışmış,Kantonistlerden olduğunu, sonra kazmacı olarakçalıştığını, görevinde kendini gösterip bazıbüyükler tarafından sevildiğini anlatmıştı; bubüyüklerin iltifatlarıyla hâlâ övünüyordu.Benden Petersburg hakkında epey bilgi istemişti.Bakluşin kitap da okuyordu. Bana çaya gelirgelmez, Teğmen Ş.’nin bu sabah mevkikomutanımızı nasıl bozduğunu anlatarak bütünkoğuşu güldürdü, sonra yanıma oturup gayetmemnun bir tavırla, bir temsil verme yolundakitasarılarının muhtemelen gerçekleşeceğini haberverdi. Hapishanede Noel bayramı dolayısıylatemsil hazırlanıyordu. Aktörler yavaş yavaş

ortaya çıkıyor, bir yandan da dekor işidüzenleniyordu. Şehirden sahne için kadınelbiseleri vermeyi vaat edenler bile vardı; ayrıcabir emir eri yardımıyla, kordonlu bir subayelbisesi bulmayı umuyorlardı. Bütün kaygıları,mevki komutanının geçen yılki gibi, piyeseengel olması ihtimaliydi. Ama geçen Noel’debinbaşının kumarda kaybettiği için neşesiyokmuş, bir de hapishanedekilerin bazıkabahatleri varmış; binbaşı öfkesinden temsiliverdirmemiş. Belki bu defa onları üzmeye gönlürazı olmayacaktı. Kısacası, Bakluşin pekheyecanlıydı. Bu temsili hazırlayanlardanolduğu belliydi; ben de mutlaka bu piyesigörmem gerektiğini düşünüyordum. Bakluşin’intiyatro işindeki başarıdan dolayı duyduğu temizsevinç çok hoşuma gitmişti. Laf lafı açtı. Şundanbundan konuşmaya başladık. Bakluşin sözarasında, Petersburg’dan başka yerlere degönderildiğini anlattı; bir suç yüzündenbaşçavuş rütbesiyle R.’deki garnizon taburunaverilmişti.Sözünü bitirirken,

— Oradan da buraya gönderdiler, dedi.— Ne sebeple? diye sordum.— Sebep mi? Tahmin edemediniz mi,Aleksandr Petroviç? Âşık olduğum için!Gülerek itiraz ettim:— Aman canım, sırf bunun için burayagöndermezler.Bakluşin ekledi:— Doğru, bu iş yüzünden bir de oralı Almanıpiştovla vurdum. Ama siz söyleyin AleksandrPetroviç, bir Alman için insan sürülür mü?— Nasıl oldu bunlar? Anlatsana, pek merakettim.— Çok gülünç bir hikâyedir bu AleksandrPetroviç.— Daha iyi ya. Anlat bakalım.— Anlatayım mı? Peki, dinleyin öyleyse…Böylece, gülünç değilse de, oldukça garip bircinayet olayını dinledim…Bakluşin:

— Bakın mesele nasıl oldu, diye başladı. BeniR.’ye göndermişlerdi; büyük, güzel bir şehirdi,yalnız sürüyle Alman var. Ben de genç,üstlerinin gözüne girmiş bir adamım; şapkamıyana yatırıp sokak sokak sürtüyor, vakitgeçiriyordum, yani Alman kızlarına göz kırpıpduruyordum. Sonunda Luiza adında birkızcağızdan pek hoşlandım. Teyzesiyle birlikteçamaşırcılık yapıyorlardı, ama yalnızca kıymetliçamaşırları yıkamak için alırlardı. Teyzesiihtiyar, kibirli bir karıydı; halleri vakitleriyerindeydi. Önceleri pencerelerinin önündepiyasa ettim, sonra da adamakıllı ahbap olduk.Luiza, dilinde azıcık çetrefillik olmasına rağmen,Rusçayı iyi konuşuyordu; öyle şeker kızdı ki,onun gibisini hiç görmemiştim. Hemenyanaşmaya başladım, ama ne mümkün, “Öyleşey olamaz Şaşa, sana yaraşır bir eş olmam içinkızlığımı korumak isterim.” deyip duruyordu;yalnız sokuluşu, gülüşü, sesi öyle tatlıydı ki…Öyle temiz bir kızdı ki, ondan sonra böylesinerastlamadım. Sırf onun yüzünden evlenmehevesine kapılmıştım. Nasıl evlenmeyeyim

düşünsenize! Bizim yarbaya dilekçeyi vermeyehazırlanırken… bir de baktım Luiza buluşmayerine gelmedi; ertesi sefer, hatta üçüncü seferyine gelmedi… Mektup yolladım, karşılık yok.Kendi kendime: “Ne oldu ki acaba?” diyordum,“Beni aldatmış olsa, hem mektubuma cevapverir, hem de buluşma yerine gelirdi. Hem yalansöylemeyi de beceremez, kestirip atar. Kesinteyzesinin işi bu.” Teyzesine gitmeye de bir türlücesaret edemiyordum; gerçi aramızdakileribiliyordu, ama biz yine işimizi usturuplu, açığavurmadan yapıyorduk. Çılgına dönmüştüm, sonbir mektup daha yazdım: “Gelmezsen, teyzenegideceğim.” diyordum mektupta. Korktuğu içingeldi. Ağlıyordu; Şultz isminde, yaşlı, zengin,uzaktan akrabaları olan bir saatçiyleevlenecekmiş. “Hem beni mutlu eder, hem deihtiyar haliyle kadınsız kalmaz; zaten öteden beriseverdi beni, ama söylemiyordu. Zengin biradam Saşa, benim için bulunmaz bir fırsat; mutluolmamı istemiyor musun?” diyordu. Hemanlatıyor, hem de ağlayarak boynumasarılıyordu… “Doğru söylüyor!” diye

düşünüyordum; çavuş da olsa, askere varıp dane olacaktı ki? “Eh, elveda Luiza, Tanrıyardımcın olsun.” dedim, “Mutluluğuna engelolacak değilim. Herif yakışıklı mı bari?” – “Yokcanım. Yaşlı, koca burunlunun biri…” dedi,hatta bu sözüne kendi de güldü. Ayrıldık; “Neyapalım, kısmet değilmiş!” dedim. Ertesi sabahherifin dükkânının karşısına dikildim; kızsokağını söylemişti. Camdan baktım: Kırk beşlikbir Alman öküzü, oturmuş, saat onarıyor;haşmetlice bir burnu, patlak gözleri vardı. Frakabenzer bir şey giymiş, uzun, kolalı yakatakmıştı. Azametinden yanına varılmazdı hani.Hırsımdan tükürdüm, şeytana uyup camınıindirecektim… ama sonra vazgeçtim. Kendikendime, “Kırıp da elime ne geçecek sanki!Kuşu kaçırdık işte!” diyordum. Akşamüstükoğuşa gidip yatağıma yattım. İnanır mısınızAleksandr Petroviç, öyle bir ağlama tuttu kibeni…İki üç gün böylece geçti. Luiza’yı hiçgöremiyordum. Tam o sırada Luiza’nın arada biruğradığı ihtiyar bir çamaşırcıdan, Almanın

aşkımızı duyduğunu, ondan kızı istemekte aceleettiğini öğrendim. Yoksa bir yıl iki yıl dahabekleyecekmiş. Luiza’ya bir daha benimlegörüşmeyeceğine dair yemin ettirmiş, Luiza’ylateyzesine henüz pek yüz vermiyormuş ve caymaihtimali varmış, zaten kararı da pek kesindeğilmiş… Kadın, herifin Luiza’yla teyzesini birgün sonra pazar günü kahve içmeye davetettiğini söyledi. Vaktiyle tüccar olup sonradanyoksul düşerek bir ardiyede bekçilik eden yaşlıbir akrabaları da gelecekti. Bunların belki dekesin kararı vermek için pazar günütoplanacaklarını duyunca öyle tepem attı ki, birtürlü kendime hâkim olamıyordum. Ertesi gün,daha ertesi gün kafam hep bununla doluydu. Birelime geçse, Almanı çiğ çiğ yiyecektim.Pazar günü kilisede sabah duası biter bitmez,kaputumu sırtıma attığım gibi, doğru Almanayollandım. Hepsini orada bastırmayıtasarlamıştım. Ama Almanın evine ne diyegidiyordum, orada ne diyecektim, bunlarıkendim de bilmiyordum. Yola çıkarken, herihtimale karşı piştovumu cebime soktum. Piştov

da kötü, eski zaman işi bir şeydi; ta çocukkenkullanırdım onu. Artık işe yarar halden çıkmıştı.Buna rağmen içine kurşun doldurdum.“Kovmaya, hakaret etmeye kalkışırlarsa çıkarıphepsini korkuturum…” diye düşünüyordum.Sonunda dükkâna vardım. Atölyede kimseyoktu, hepsi arka odada oturuyorlardı. Onlardanbaşka, hizmetçi filan da görünmüyordu. Adamınzaten bir hizmetçisi vardı; aşçılığını da yapan birAlman kadınıydı. Dükkândan geçtim. Baktım,öteki kapı kapalıydı. Daha doğrusu ufak birçengelle tutturulmuştu. Kalbim küt küt atmayabaşlamıştı, durup dinledim: Almancakonuşuyorlardı. Bir tekmeyle kapıyı ardınakadar açtım. Ortada bir masa vardı. Üstündekocaman bir kahve ibriği, ispirto ocağındakaynıyordu. Bir tabağa peksimet konulmuş;tepsi içinde de bir sürahi votka, ringa, sucuk vebir şişe şarap duruyordu. Luiza’yla teyzesisüslenmiş püslenmiş, kanepeye oturmuşlardı.Karşılarında, sandalyede, damat olacak Almanoturuyordu. Yıkanmış, taranmış, frakını giymiş,yakalığını takmıştı; yakalığın uçları da öne

doğru fırlamıştı. Yanındaki sandalyede şişman,ak saçlı, hiç konuşmaz takımından yaşlı birAlman vardı. Beni görünce Luiza’nın rengi attı.Teyzesiyse oturduğu yerden bile hopladı.Almansa kaşlarını çatmıştı. Öyle de öfkelendi ki!Ayağa kalkıp bana doğru yürüdü:— Ne istiyorsunuz efendim? diye sordu..Biraz bozuldum, ama benim de tepem atmıştı.— Ne mi istiyorum? dedim. Konuk geldim.Bir kadeh votka ikram et bari.Alman biraz düşündü:— Buyurun, oturun efendim, diye karşılıkverdi.2929Bakluşin, Almanın söylediklerini Almanşivesini taklit ederek anlatıyor.Oturdum.— Şu votkayı görelim bakalım, diye votkaistedim.— İşte votka, buyurun için, dedi.— Sen bana şunun iyisinden versene.

Dehşetli öfkelenmiştim.— Bu votka iyidir.Luiza’nın da bulunduğu bir yerde, herifin beniküçümsemesi içime öyle işlemişti ki, demegitsin! Ne diyeceksin, verdiğini içtik.— Bana baksana Alman, dedim. Benimleneden böyle ters ters konuşuyorsun. Arkadaşolalım seninle. Bak, ben sana arkadaş olalımdiye geldim.— Sizinle arkadaş olamam, diye karşılık verdi.Bayağı askerlerle işim yok benim.Bu defa kudurmuştum artık.— Seni koca korkuluk, sosisçi seni! Sana şuanda gönlümün istediğini yapabileceğimi biliyormusun sen? Geberteyim mi seni şu piştovla?Piştovu çıkardım, tam önünde durdum.Namluyu herifin kafasına dayadım. Ötekilerkorkudan nefes bile alamıyorlardı; bembeyazkesilen yaşlı akrabaysa, sesini çıkarmadanyaprak gibi titriyordu.Alman önce şaşırdı, sonra toparlandı.

— Sizden korkmuyorum, dedi. Şerefli biradam gibi rica ediyorum, bu şakadanvazgeçiniz. Ama yine de korkmuyorum sizden.— Yalan, ödün kopuyor! diye bağırdım.Adam namlunun altından kafasını kıpırdatıpkurtaramıyor, öylece oturuyordu.— Hayır, bunu yapamazsınız, dedi.— Neden yapamazmışım?— Çünkü bunu yapınca şiddetlecezalandırılacağınızı bilirsiniz.Şeytan dürtüyordu şu eşek Almanı! Benikışkırtmasaydı, şimdi sağ olurdu; iş inada bindi.— Demek yapamam, ha?— Evet.— Yapamam, öyle mi?— Bana bir şey yapmaya cüret edemezsiniz…— Al öyleyse sana sosisçi! diyerek ateş ettim.Alman sandalyeden yere yuvarlandı.Odadakiler bağırdılar. Ben de piştovumu cebimesoktuğum gibi, yallah… Kaleye girerken piştovu

kapıların önündeki ısırgan otlarının arasınaattım.Eve geldim, yatağıma uzandım. Kendikendime, “Az sonra gelip beni alırlar.”diyordum. Bir iki saat geçti, ne gelen var negiden. Ortalık kararınca içimi bir sıkıntı kapladıki, dayanamayıp çıktım, ille de Luiza’yıgörecektim. Saatçinin dükkânının önündengeçtim. Baktım, halk, polisler toplanmışlardı.Çamaşırcı ahbabımıza gidip “Luiza’yı çağır!”dedim. Biraz sonra Luiza koşa koşa geldi.Boynuma atıldı. İki gözü iki çeşme, “Kabahatbende. Teyzemin sözüne uydum.” diyeağlıyordu. Teyzesinin de eve gelip korkudanhastalandığını anlattı, o da kimseye bir şeysöylememişti; benim de ses çıkarmamamı adetaemretti. “Bizi hiç gören olmadı.” diyordu,“Saatçi korktuğu için hizmetçisini dışarıgöndermişti. Kadın, evleneceğini duysa,gözlerini oyardı. Çıraklardan da kimse yoktu,hepsine izin vermişti. Kahveyi mezeleri hepkendisi hazırladı. Akrabamıza gelince, dünyadaağzını açmayan bir adamdır, hiç konuşmaz.

Olaydan sonra şapkasını aldığı gibi, herkestenönce savuştu. Herhalde sesini çıkarmaz.”Nitekim böyle oldu. İki hafta boyunca ne beniistediler, ne de bir şeyden şüphelendiler. İşte buiki haftalık mutluluğumu hiç unutmamAleksandr Petroviç. Luiza’yla her günbuluşuyorduk. Öyle de bağlanmıştı ki bana!Ağlıyor, “Seni nereye sürerlerse sürsünler,peşinden ayrılmam; senin için her şeyimi fedaederim!” diyordu. Bu bana o kadar dokundu ki,kendime kıymayı bile düşündüm. Ama ikincihaftanın sonunda yakayı ele verdik. İhtiyarlaLuiza’nın teyzesi sözbirliği edip ele vermişlerdibeni.Bakluşin’in sözünü kestim:— İyi ama, sivil mahkemede bile bu suç içinsize on, on iki yıl ağır hapis cezası verilebilirdi;oysa siz özel bölümdesiniz. Bu nasıl oluyor?Bakluşin:— Bu da başka bir meseledir, dedi.Mahkemeye çıkarıldığımda yüzbaşımız oradabana sövdü. Ben de dayanamayıp, “Ne

küfrediyorsun be? Zertsalo’nun30karşısındaolduğumuzu görmüyor musun, namussuz!”dedim. Eh, suçumuz da ikiye katlandı tabii. İkisiiçin de yargılandım ve dört bin sopayla buraya,özel bölüme sürgün cezasına çarptırıldım; benhükmü giyip kodesi boylarken yüzbaşı dabelasını bulmuştu ama: Rütbesi alınmış ve erolarak Kafkasya’ya sürülmüş. Haydi hoşça kalınAleksandr Petroviç. Temsilimize mutlaka gelin.30Eski Rus mahkemelerinde bulunan armalı veher biri üzerinde “Büyük Petro’nun Kanunları”yazılı üç yüzeyli bir sütun.

X: Noel BayramıSonunda Noel bayramı geldi çattı. Mahpuslardaha bir gün önceden işleri iyice asmışlardı. Tektük dikimevine ve atölyelere gidenler oldu, gerikalanlarsa ancak yoklamada toplandılar; bazıişlere gönderilenler de oldu, ama aşağı yukarıhepsi, teker teker ya da ufak gruplar halindehemen hapishaneye döndüler. Öğleden sonrakimse dışarıda değildi. Zaten sabahleyin deçoğu, hapishane işleri yüzünden değil, kendiişleri yüzünden çıkmışlardı: Kimi bir parça dahaşarap ısmarlamak istiyor, kimi eşiyle dostuylagörüşmeye gidiyor, kimi de yaptığı hizmetlerekarşılık şunda bunda kalmış parasını toplamayıhesaplıyordu; Bakluşin’le temsilde rol alacakmahpuslar, kostümleri bulmak için bazıahbaplarına, en başta da emir erineuğrayacaklardı. Birçoklarında telaşlı, işleribaşından aşkın insanların hali vardı, ama sırfetraflarında gördükleri telaşlı ve meşgulinsanlara öykündüklerinden böyle bir tavır

takındıkları belliydi; bazıları da hiçbir yerde biralacakları olmadığı halde, para bekler gibigörünmekteydiler. Kısacası, herkes yarınkideğişikliği, olağanüstü olayı bekler gibiydi.Akşama doğru, mahpuslar hesabına alışveriş içinşehre inmiş sakatlar et, domuz yavruları, kazgibi bir sürü yiyecek getirdiler. Mahpuslarınçoğu, hatta bütün yıl tek kapiğini harcamaktankaçınan en sıkı, en idareli olanları bile, böyle birgün için kesenin ağzını açıp bol bolsavurmaktan, bir yıllık perhizlerini gerekenşekilde bozmaktan çekinmiyorlardı. Yarınmahpusların gerçek, kanunca da tanınanbayramıydı. O gün mahpuslar işegönderilemezdi, bir yılda hepi topu böyle üçgünleri vardı zaten.Böyle bir güne girerken, şu insan artıklarınınruhlarında ne gibi anılar canlanırdı kim bilir!Bayram günlerinin basit halk üzerinde, taçocukluklarından beri büyük etkisi vardır. Böylegünler, ağır işlerden bir anlığına da olsauzaklaşıp ailece bir araya gelmek için vesiledir.Hapishanede bütün bunları azap ve kederle

anıyorlardı. Mahpuslarda kutsal güne karşı olansaygı adeta resmiyet derecesindedir; çok azıeğlenir, genellikle hepsi ellerinde bir iş olmadığıhalde meşgul ve ciddi görünürdü. Boş gezenlerbile ciddiyetlerini korumaya çalışırdı… Gülmesanki yasak edilirdi. Böyle zamanda herkestitizleşiyor, hoşgörüsüz oluyordu; genel ahengikazara da olsa bozanlar şiddetle azarlanıyor, bukutsal güne karşı gösterdikleri saygısızlıktanötürü arkadaşları onlara bağırıyor, ağız dolususövüyordu. Mahpusların bu durumu çok ilgiçekiciydi, hatta dokunaklıydı. Herkes gibibayram yapmak, bu büyük güne saygıgöstermekle, biraz dünyevileşmiş olmalarındanbaşka, büsbütün insanlıktan çıkmış, mahvolmuşadamlar olmadıklarını, hapishanede olsalar bileöbür insanlarla aralarında bazı ortak noktalarbulunduğunu seziyorlardı. Bunu duyduklarıbesbelliydi, kolayca anlaşılıyordu.Akim Akimiç de bayrama hazırlanıyordu.Onun eski dönemlere, ailesine ait iç sızlatıcıanıları yoktu, çünkü el evinde öksüz büyümüş,on beş yaşını doldurur doldurmaz da hayata

atılmış, pek neşeli bir ömür de sürmemişti;hayatı hep düzenli, birbirine benzeyen günlerlegeçmiş, üzerine aldığı bütün görevlerdeyapılması gerekenden kıl payı kadarayrılmamıştı. Fazla dindar da değildi;saygınlığını sürekli koruyabilmek için gösterdiğiaşırı çaba, içindeki diğer insani özellikleri, iyikötü bütün tutku ve emelleri söndürmüş gibiydi.İşte bunun için Akim Akimiç kutsal günütelaşsız, heyecanlanmadan, yararı olmayankederli anılarla üzülmeden, sakince, abartmadanve bir geleneğe uyar gibi soğukkanlılıklakarşılıyordu. Zaten uzun boylu düşünmeyisevmediğinden, bu olayın anlamı ve önemiüzerinde hiç durmaz, uymak zorunda olduğuusule aşırı bir uysallıkla boyun eğerdi yalnızca.Ona ertesi gün, bugün yaptıklarına taban tabanazıt şeyler yapması emredilse, bu emre hiçduraksamadan boyun eğerdi. Hayatında yalnızcabir defacık kendi iradesince hareket etmekistemiş, bu da onun sürgüne düşmesine sebepolmuştu. Ama bundan aldığı ders boşagitmemişti. Yazgısının ona nasıl bir oyun

ettiğini, neden suçlu sayıldığını ölünceye kadaranlayamadıysa da, yaşadığı maceradan sonra,hiçbir zaman ve hiçbir koşulda olaylar üzerindeuzun boylu düşünmemek gibi hayırlı bir kararavarmıştı; her işin aslını astarını aramayakalkışmak, mahpusların kendi aralarındasöyledikleri gibi “aklının ereceği iş değildi”.Akim Akimiç, geleneklere o derece bağlıydı ki,Noel’de yenilecek domuza bile, her zamanalınıp kızartılması mümkün olmayan, bambaşka,bayramlık bir domuz yavrusuymuş gibi özel birsaygıyla bakıyordu. Akim Akimiç bunu kendieliyle, kaşa31ile doldurdu; bu işin ustasıolduğundan çok iyi de kızarttı. Belki dahaçocukluğundan beri domuz kızartmasınıyalnızca Noel sofrasında görmeye alıştığından,bunun sırf bu güne özgü bir yiyecek olduğukanısındaydı; kutsal günde bir defacık olsun bukızartmadan tatmayacak olsa, görevini boşladığıiçin ömrünün sonuna kadar vicdan azabı içindekıvranacağına da kalıbımı basarım. AkimAkimiç, bayrama kadar hep eski bir ceketle vepantolonla geziyordu; bunlar ustalıkla

yamandıkları halde, yine de pek hırpalanmışşeylerdi. Öte yandan dört ay önce verilen yenibir takım elbiseyi büyük özenle sandığındasakladığı da ortaya çıktı; üzerindeki eskileribayramda nasıl yenileyeceğini düşünerek içiniçin seviniyordu herhalde. Öyle de yaptı. Dahaakşamdan yeni elbisesini çıkarıp serdi, eviripçevirdi, tozlarını silkeledi ve sonra da bir defaüzerinde prova etti. Elbise üzerine oturuyordu;her şeyi iyi, güzeldi, baştan aşağıiliklenebiliyordu. Yakası mukavvadanmış gibiçenesine kadar geliyordu. Elbise, resmiüniformalarda olduğu gibi bele doğru hafifçedarlaşıyordu. Akim Akimiç keyiften sırıttı bileve kabadayıca bir tavırla minicik aynasınınkarşısında şöyle bir döndü. Bu aynayı epeyzaman önce bir boş vaktinde yaldızlı bir şeritleçerçevelemişti. Yalnız ceketinin yakasındakiçengellerden biri sanki pek yerinde değilgibiydi. Akim Akimiç bunun farkına vararakyerini değiştirmeye karar verdi. Değiştirip tekrargiydi: Şimdi her şey yerli yerindeydi. AkimAkimiç elbisesini katladı, yarına kadar yine

sandığına koydu. Kafası oldukça iyi tıraşedilmişti, ama aynada dikkatli bir incelemedensonra pek düzenli olmadığını, saçlarının birkısmının fazlaca uzamış olduğunu gördü. Bununüzerine, hemen düzgün ve usule uygun biçimdetıraş olmak için “binbaşıya” koştu. Ertesi günkimsenin onu muayene edeceği falan yoktu,ama sırf vicdanını rahatlatmak, tüm görevleritamamlamanın verdiği iç huzuruna kavuşmakiçin tıraş olmuştu. Parlak düğmelere, apoletlere,iliklere karşı ta çocukluğundan beri sarsılmaz birsaygı duyan bu adam, her değerli insanın ancaküniforması içinde güzelleşebileceğine yürekteninanmıştı. Akim Akimiç, bütün işlerinibitirdikten sonra koğuşumuzun baş mahpusuolarak içeriye kuru ot getirilmesini emretti, sonrada otun yerlere yayılmasına göz kulak oldu.Aynı şey öbür koğuşlarda da yapılmaktaydı.Sebebini bilmiyorum, ama her Noel’de koğuşuniçine kuru ot serilirdi. Akim Akimiç tüm işlerinibitirdikten sonra duasını etti, ertesi gün eldengeldiğince erken kalkmak üzere yatağına uzandıve hemen kaygısız, masum bir bebek uykusuna

daldı. Öbür mahpuslar da aynı şeyi yaptılar.Tüm koğuşlarda her zamankinden erken yatıldı.Bu akşamlık, her zamanki gece işlerindenvazgeçilmişti; meydanlar kimsenin hatırına bilegelmemişti. Herkes sabahı bekliyordu.31Kaşa: Karabuğday ya da kırık arpa taneleriylepişirilen bir tür pilav.Nihayet sabah oldu. Erkenden, henüz günağarmadan, kalk trampeti çaldıktan sonra,koğuşları açtılar ve mahpusları saymaya gelennöbetçi çavuş herkesin bayramını kutladı.Mahpuslar nazik, sevimli bir tavırla karşılıkverdiler. Sabah duasını çabucak bitiren AkimAkimiç’le, kızartmak için verdikleri kazlarınınve domuz yavrularının ne âlemde olduğunumerak eden bir sürü mahpus, aceleyle mutfağaakın etmeye başladı; mallarının kızartılışına,koyulacağı yere ve bunun gibi işlere nezaretedeceklerdi. Koğuşumuzun ufak, buz tutmuşpencerelerinden her iki mutfağın daha gündoğmadan yakılan altışar ocağının bacalarındantüten dumanlar görünüyordu. Alacakaranlık

avluda, gocuklarını giymiş ya da omuzlarınaatmış mahpuslar koşuşup duruyordu; hepsimutfağa gitmekteydiler. Bazıları da dahaşimdiden şarapçıları ziyaret etmişti. Bunlar ensabırsız olanlardı. Genellikle herkeste uslu,edepli, hatta her zamankinin tersine resmi birtavır vardı. Ne her günkü küfürler, ne kavgalarduyuluyordu. Herkes bugünün büyük birbayram olduğunu anlamış görünüyordu. Bazılarıarkadaşlarıyla bayramlaşmak üzere diğerkoğuşlara gitmişlerdi bile. Herkes birbirinedostça davranıyordu. Sırası gelmişken şunu dasöyleyeyim: Mahpuslar arasında arkadaşlıkhemen hemen yok gibidir; tabii genel anlamdaarkadaşlıktan –öylesi ister istemez olur zaten–değil, bir mahkûmun diğeriyle dost olmasındansöz ediyorum. Böyle dostluklara mahpuslararasında hemen hemen hiç rastlanmaz; bu dailginç bir noktadır, çünkü dışarıda iş hiç deböyle değildir. Zaten bizde bütün mahpuslar,istisnalar haricinde birbirine karşı soğuk veduygusuzdu; yani üzerimizde daima, resmi birkonuyu görüşmek üzere bir defaya mahsus

buluşanların hali vardı. Ben de koğuştan çıktım.Ortalık yavaş yavaş ağarıyordu, yıldızlarkaybolmaya başlamıştı. İnce, soğuk bir buğutabakası yukarıya doğru yükseliyordu.Mutfaktaki ocakların bacalarından hâlâ koyuduman sütunları yükseliyordu. Karşılaştığımbazı mahpuslar kendiliğinden, içten ve sevimlibir tavırla benimle bayramlaşıyorlardı. Onlarahem teşekkür ediyor, hem de kutlamalarınakarşılık veriyordum. Aralarında hapishanedebulunduğum şu bir ay içinde benimle tek lafetmemiş olanlar da vardı.Mutfağın yanında, asker koğuşundan gelen,gocuğu omuzlarında, genç bir mahpus banayetişti. Beni avlunun ta ortasından görmüş vebağırmaya başlamıştı: “Aleksandr Petroviç!Aleksandr Petroviç!” Acele acele bana doğrukoşuyordu. Durup bekledim. Bu henüz çokgenç, toparlak yüzlü, yumuşak bakışlı birdelikanlıydı; genellikle çok az konuşurdu,benimleyse şimdiye kadar tek laf etmemiş,hapishaneye gelişimden beri hiç ilgilenmemişti.Ben onun adını bile bilmiyordum. Çocuk soluk

soluğa koşup bana yaklaştı, bön ama sevimli birgülümsemeyle yüzüme bakarak karşıma dikildi.Çocuğun karşımda gözlerini benden ayırmadanve tek kelime etmeden sırıtıp durmasına birazşaşarak:— Ne istiyorsunuz? diye sordum.— Şey efendim… bugün bayram da… diyemırıldandı, sonra başka söyleyecek bir şeyolmadığı inancıyla yanımdan ayrılıp telaşlamutfağa gitti.Bu arada şunu da belirteyim: Bundan sonrada, ben hapisten çıkıncaya kadar bu çocuklabirbirimize bir çift lakırdı etmedik.Mutfakta harıl harıl yanan ocaklarınçevresinde itişip kakışan bir kalabalık vardı.Herkesin gözü malının üzerindeydi; aşçılargünlük yemeği hazırlamaya başlamışlardı,çünkü bugün yemek daha erken yenecekti. Hiçkimse ağzına tek bir lokma koymuyordu,bazılarının canı çekiyordu aslında, amabaşkalarının karşısında nezaketlerini kaybetmekistemiyorlardı. Papazı bekliyorduk, ondan sonra

perhiz bozulacaktı. Gün henüz iyice ağarmadanhapishanenin dış kapısından onbaşının,“Aşçılar!” haykırışları duyulmaya başlamıştı. Bubağırmalar hemen hemen hiç durmadan iki saatkadar sürdü. Aşçılar, şehrin her köşesindengönderilen bağışları toplamak içinçağırılıyorlardı. Bu bağışlar arasında bol bolkalaç, ekmek, peynirli börek, priyajenik, şanga,lalanga32ve benzeri hamur işleri bulunuyordu.Sanırım, bütün şehirde, bu mutlu gündeyiyeceğini biz “zavallılarla” paylaşmayan,dolayısıyla bayramımızı kutlamayan tek birtüccar ailesi ya da tek bir ev kadını yoktu. Hasunla yapılmış, bol yağlı, yumuşak çörekler gibideğerli bağışlar yanında, yirmi paralık kalaçlar,kara unla yapılıp biraz yoğurda bulanmışşangalar gibi, “yarım elma, gönül alma”gibisinden fakirce hediyeler de vardı: Bunlar dafakirin fakire verdiği hediyelerdi. Her şey aynıminnetle, bağış ve bağışlayan arasında farkgözetilmeden kabul edildi. Bağışları teslim alanmahpuslar şapkalarını çıkararak getirenleriselamlıyor, bayramlarını kutlayarak hediyeleri

mutfağa taşıyorlardı. Bağışlar yığıldıktan sonra,her koğuştan baş mahpus çağrıldı. Bunlar herşeyi eşit olarak koğuşlar arasında böldüler.Kavga, tartışma yoktu; dürüstçe, hakçapaylaştırıyorlardı. Koğuşumuza düşenleri debize pay ettiler; bu işi Akim Akimiç’le birliktebir mahpus halletti. Elleriyle bölüp, dağıtma işinide kendileri yapıyorlardı. Kimseden ne bir itirazyükseldi, ne de kıskançlık eden çıktı; herkesmemnundu, hatta bağışlar dağıtılırken, bir hileya da ayrı gayrılık gözetileceği kimsenin aklınagelmiyordu. Mutfak işlerini bitiren Akim Akimiçiliklenmemiş bir tek çengel veya düğmebırakmadan yeni elbisesini özene bezene sırtınageçirdi, giyinip kuşandıktan sonra da topluduaya katıldı. İbadet epeyce uzun sürdü. Duaya,çoğu yaşlıca olan epeyi mahpus toplanmıştı.Gençler uzun boylu dua etmiyor, bazıları dasabah kalkarken bir istavroz çıkarmaklayetiniyorlardı; bu da bayram günlerine özgüydü.Akim Akimiç duasını bitirdikten sonra, bir törenhavası içinde benimle bayramlaştı. Onu hemençay içmeye çağırdım, o da beni domuz

kızartması yemeye davet etti. Biraz sonra daPetrov bayramlaşmaya geldi. Sanırım içmişti;koşmaktan soluk soluğa kaldığından pek bir şeysöyleyemedi ve karşımda bir şey bekliyormuşgibi, biraz durduktan sonra hemen mutfağa gitti.Bu arada askeri koğuşta papazı karşılamak içinhazırlıklar yapılıyordu. Bu koğuşun içiötekilerden farklıydı: Ranzalar bütünkoğuşlardaki gibi koğuşun ortasında değil,duvarlar boyuncaydı, yani hapishanenin ortasıboş olan biricik koğuşu burasıydı. Herhaldemahpusları arada bir toplamaları için geniş biryere ihtiyaç olduğu göz önünde tutularak böyledüzenlemişlerdi. Odanın ortasına, temiz havluylaörtülmüş masa üzerine bir ikona koydular,ikonanın önünde kandil yakıldı. Nihayet haçıyla,yanında okunmuş su olduğu halde papaz geldi.Bir süre ikonanın önünde dua ettikten sonramahpusların karşısında durdu, onlar da dinekarşı içten bir sevgiyle birer birer papazınuzattığı haçı öptüler. Daha sonra papaz sıraylakoğuşlarımızı gezdi, okunmuş suyu serperekkutsadı; mutfakta, nefisliğiyle şehirde bile ün

salmış ekmeklerimizi övünce, mahpuslar hemenfırından yeni çıkmış ekmeklerden iki tanesiniseçerek sakatlardan biriyle papazın evineyolladılar. Papazla haçını, karşıladıkları gibi,aynı saygıyla uğurladılar. Hemen arkasındanmevki ve kale komutanları geldi. Kale komutanıaramızda sevilir, hatta sayılırdı da. Mevkikomutanıyla birlikte koğuşları gezdi, hepimizlebayramlaştı. Mutfağa uğrayıp lahanaçorbasından tattı. Çorba pek güzel olmuştu.Bugünün hürmetine adam başına hemen hemenbir libre et de çıkmıştı. Ayrıca bol yağlı darıkaşası vardı. Binbaşı, kale komutanınıuğurladıktan sonra, yemek yeme emrini verdi.Mahpuslar ellerinden geldiğince binbaşınıngözüne görünmemeye çalışıyorlardı.Gözlüklerinin altından çevresine fırlattığı sertbakışlarını kimse sevmezdi; şimdi bile birdüzensizlik görmek, birini suçüstü yakalamakister gibi sağa sola bakıyordu.32Sibirya’ya özgü çörekler.Yemeğe oturduk. Akim Akimiç’in kızartması

pek nefis olmuştu. Yalnız bu aradaaçıklayamadığım bir şey oldu: Mevkikomutanının gitmesinden beş dakika bilegeçmeden, ortalık sarhoş doluverdi, oysa dahabeş dakika önce hepsi tamamıyla ayıktı.Birdenbire, kızarmış, parlayan yüzler göründü,balalaykalar ortaya çıktı. Polonyalı kemancı,kendisini bugün için kiralamış bir hovardanınarkasında dolaşıyor, oynak havalar çalıyordu.Sarhoş gürültüleri gitgide konuşmalarıbastırmaya başlamıştı. Yine de yemek kazasızbelasız geçti. Herkes doymuştu. Yaşlılarla ciddiolanların çoğu hemen yatmaya gittiler, herhaldeyemek üzerine kestirmeyi büyük bayramınödevlerinden biri sayan Akim Akimiç de aynışeyi yaptı. Starodub ileri gelenlerinden birihtiyar, biraz uyuduktan sonra ocağın üzerindekisete çıkıp kitabını açtı ve hemen hemen başınıhiç kaldırmadan, gecenin geç saatlerine kadardua etti. Mahpusların “kepazelik” saydığıeğlencelerine bakmak adama azap veriyordu.Çerkezler koğuşumuzun merdiven başınaoturmuşlar, merak ve tiksintiyle sarhoşları

seyrediyorlardı. Nurra’yla karşılaştım: Dindarcabir isyanla başını sallayarak, “Yaman,yaman!”33dedi, “Allah gücenir bunlara!” İsayFomiç köşesinde mumunu yakmış, yortumuzaönem vermediğini göstermek ister gibi ters,kibirli bir tavırla çalışıyordu. Şurada buradameydanlar kuruldu. Sakatlardan kimseçekinmiyordu, ama zaten her şeye gözyummaya çabalayan çavuşun birdenbiregelivermesi ihtimaline karşı nöbetçi konmuştu.Nöbetçi subay bütün günde hapishaneyi ancaküç kez dolaştı. Ama subay görünür görünmez,sarhoşlar bir köşeye saklanıyor, meydanlarortadan kaldırılıyordu; gerçi o da ufak tefekyolsuzluklara kulak asmamaya karar vermişgibiydi. Bu günde sarhoş olmak da önemsiz birşey sayılırdı. Millet yavaş yavaş açılıyordu. Tektük kavgalar başladı. Ne var ki, büyük bir bölümayık olduğu için, sarhoşları pek gözdenayırmıyorlardı. Eğlenenler hesapsız şekildeiçiyorlardı. Gazin bugün kabına sığmıyordu.Memnun, mağrur bir tavırla ranzadaki yerininönünde geziniyor ve ardı kesilmeyen

müşterilerine bakarak sinsi sinsi gülümsüyordu;o vakte kadar koğuşların arkasında bir yerde,karın içine gömdüğü şarabı buraya getiripranzanın altına saklamıştı. Ama kendisi ayıktı,hatta ağzına bir damla içki bile koymamıştı.Niyeti yortunun sonunda, mahpuslarınceplerindeki paraları iyice sızdırdıktan sonraeğlenmekti. Koğuşlardan şarkı sesleri geliyordu.Ama içki âlemleri, kafalar tütsülendikçe, gitgideiç karartıcı olmaya başlamıştı; söylediklerişarkıları birdenbire ağlamaya çevirecekgibiydiler. Mahpusların çoğu gocuklarınıomuzlarına atmış, ellerinde kendibalalaykalarıyla dolaşıyor, pervasız bir tavırlatellere dokunuyorlardı. Özel bölümden sekizkişilik bir koro bile toplandı. Balalaykalarla,kitaralarla pek güzel eşlik ediyorlardı.Söylediklerinin pek azı halk şarkısıydı. Bana ençok dokunan, çok güzel okudukları:33Özgün metinde de Türkçe olarakkullanılmıştır. (Rd.n.)“Dün eğlencedeydim.

Gencim, tazeyim…”şarkısıydı.Hem burada, bu şarkının şimdiye kadarduymadığım bir yorumunu işittim. Şarkınınsonuna şu sözler eklenmişti:“Benim gibi bir tazeninDerli topludur evi;Kaşıkları yıkadım,Camları ovdum,Çorbam pişer tencerede,Açtım böreciğimi de.”Söylenen şarkıların çoğu hapishane şarkısıdenilen ve hemen herkesçe bilinen şarkılardı.Bunlardan, “Vaktiyle…” diye başlayan birindeadamın birinin hür dünyada bey gibi yaşarkenhapishaneye düşünce ne hale geldiği gülünç birbiçimde anlatılıyordu. Bunda önceleri “Börekbaklava yiyip şampanya içerdim.” şimdi de:“Suyla lahana verirlerse,Kulaklarımı oynatarak yiyorum…”deniyordu.Şu şarkı da pek ünlüydü:

“Gençken özgür yaşardımParam da vardı hani;Derken paralar suyunu çektiDoğru hapsi boyladım…”Böyle devam ediyordu, yalnız bazen “paramda vardı” yerine bir kelime oyunu yaparak “parada biriktirmiştim” diyorlardı. Hüzünlü şarkılar dasöylenirdi. Bir tanesi tam bir sürgün şarkısıydıki, o da ünlüydü galiba:“Göğün ışıkları yanacak,Kalk trampeti çalacak.Büyüğümüz kapıyı açıyor,Yazıcı çağırmaya geliyor.Duvarlar ardında görünmez,Nasıl yaşadığımız burada;Yeri göğü yaratan bizimledir ama,Bükülmez bileğimiz burada da…”Başka bir şarkının daha hüzünlü, ama çok hoşbir makamı vardı. Şarkının sözleri herhalde

sürgünlerden birinin elinden çıkmıştı, yavan veoldukça bozuk bir şiirdi:“Göremeyeceğim ufuklarını,Doğduğum ilin;Suçum yok ama mahkûmumÖmür boyu acı çekmeye.Damda baykuş ötecek,Sesi ormana yayılacak,Kalbim kederle sızlayacak,Ama ben orada olmayacağım.”Bu şarkı bizde sık sık, ama koro halinde değil,tek olarak söylenirdi. Bazen birisi paydossaatlerinde koğuşun kapısı önüne çıkıp oturur,başını eline dayayarak düşünceye dalar, birdentiz bir sesle bu şarkıyı tutturuverirdi. Bu şarkıyıdinledikçe insanın içi sızlardı. Aramızda oldukçaiyi sesliler de vardı.Neredeyse karanlık çökmüştü. Sarhoşları veeğlenenleri yavaş yavaş bir hüzün, keder veağırlık kaplamaya başlamıştı. Bir saat önce

kahkahalardan kırılan biri, biraz fazla kaçırmışolacak, şimdi köşede hıçkırarak ağlıyordu.Bazıları ikinci kavgalarını bile etmişlerdi.Bazıları solgun yüzleriyle, ayakta güçlükledurarak koğuştan koğuşa dolaşıyor, ha birebirileriyle dalaşıyorlardı. Sarhoşlukları daha hafifolanlarsa, içlerini boşaltacak, gözyaşlarıylabirlikte sarhoş kederlerini dökecek bir dostuboşuna arıyorlardı. Bütün bu zavallı insanlareğlenmek, büyük bayramlarını neşe içindegeçirmek istemişlerdi; ah Tanrım! Hemen hemenherkes için ne kadar acı, ne kadar kederli oldubugün! Herkeste, düş kırıklığına uğramış,aldatılmış gibi bir hal vardı. Petrov beni iki kereyokladı. Gün boyunca pek az içmişti, oldukçaayıktı. Ama günün sonuna dek hep önemli,olağanüstü, bayrama özgü, eğlenceli bir şeylerbekler gibiydi. Gerçi bunu söylemiyordu, amagözlerinden okunuyordu. Koğuşlar arasındayorulmak bilmeden mekik dokuyordu. Amaortalıkta sarhoşlardan, onların anlamsızkavgalarından, dumanlı kafalardan başka birşeye rastlanmıyordu. Yıkanmış, giydiği yeni

kırmızı mintanıyla pek fiyakalı olmuş Sirotkin dekoğuşları dolaşıyor, o da sessizlik ve saflıklasanki bir şeyler bekliyordu. Koğuşlar artık yavaşyavaş, dayanılmaz ölçüde iğrenç hale geliyordu.Tabii işin pek çok gülünç yanı da vardı, amaiçimin sıkıntısı nedense bir türlü dağılmıyordu;hepsine acıyor, aralarında olmaktan ağır,bunaltıcı bir sıkıntı duyuyordum. İşte, birbirineikram için çekişen iki mahpus. Uzun zamantartıştıkları, hatta bundan önce bir kavgayatutuştukları belli. Hele bir tanesinin öbürünekarşı öteden beri kini olduğu anlaşılıyordu.Sitem ediyor, dili dolaşarak arkadaşının onahaksızlık ettiğini ispat etmeye çalışıyordu; geçenyıl karnaval haftasında bir gocuk satılmış meğer,gocuğun parasının bir kısmını ondan gizlemişlerfalan. Daha başka şeyler de olmuş… Suçlayan,uzun boylu, iri pazılı, aptal sayılmayacak, sessizbir delikanlıydı, ama her içişinde mutlakadertlerini dökmek için bir dost arardı. Hattakavga ve sitem ederken bile, bunlarıkarşısındakiyle anlaşmaya varmak içinyapıyormuş gibiydi. Ötekiyse sağlam yapılı,

tıknaz, kısa boylu, yuvarlak yüzlü, kurnaz, hilecitavırlıydı. Belki de arkadaşından daha çok içtiğihalde, sarhoş sayılmazdı. İradesi oldukçakuvvetli bir adamdı, zenginceydi de. Nedensebu kez taşkın arkadaşını kızdırmak pek işinegelmiyordu. Onu şarapçının yanına götürdü.Arkadaşı, “Namuslu bir adamsan bana şarapısmarlarsın…” deyip duruyordu. Şarapçı, ikramedene karşı bir çeşit saygı gösterip, kendiparasıyla değil de el kesesinden içtiği için taşkınarkadaşı küçümseyerek bir tas şarap çıkardı.Taşkın arkadaş, sonunda istediğinin olduğunugörünce:— Yok Styöpka, ısmarlamak zorundasın,dedi. Çünkü borcun var.Styöpka karşılık verdi:— Hadi canım, seninle konuşup da boşuboşuna çenemi yoracak değilim.Öteki şarapçıdan tası alırken devam etti:— Ama sen yalan söylüyorsun Styöpka.Çünkü bana borcun vardı; vicdansızın birisin,gözlerini bile başkasından ödünç almışsındır

sen! Alçağın tekisin sen Styöpka! İşte o kadar:Alçaksın!Şarapçı, taşkın arkadaşı:— Eeh be, ne zırlıyorsun, bütün şarabıdöktün! diye azarladı. Adamdan sayıp şarapısmarlamışlar içsene şunu! Sabaha kadar başındabekleyecek değiliz ya!— İçeceğim be, ne bağırıyorsun?Sonra daha yarım dakika önce “alçak” olaraknitelediği Styöpka’ya dönerek başıyla hafifçeselamladı, kibarca:— Bayramınız kutlu olsun Stepan Dorofeyiç!dedi. Yaşadığınızdan başka, yüz yıl dahayaşayın.Şarabını dikti, öksürüp ağzını sildi. Sonrasanki birisine değil de ortaya anlatıyormuş gibiciddi, azametli:— Eskiden pek çok şarap kaldırırdımkardeşler, dedi. Şimdi besbelli yaşım ilerlemiş…Teşekkür ederim Stepan Dorofeyiç.— Bir şey değil.

— Ama bütün bunları sana ödeteceğimStyöpka; hem alçağın önde gidenisin, ayrıcaşunu da söyleyeyim ki…Sabrı tükenen Styöpka sözünü kesti:— Ben de sana bir şey söyleyeceğim mundarsuratlı sarhoş. Dinle, her sözüme iyi kulak ver:Şu koca dünyayı görüyorsun ya; gel, bir yarısısenin, bir yarısı da benim olsun. Haydi şimdiyıkıl karşımdan, bir daha da gözüme gözükme.Kabak tadı verdin be!— Paramı vermeyecek misin yani?— Daha ne parası istiyorsun be sarhoş herif!— Eh, öteki dünyada kendin vermeye gelsende ben almam artık. Bizim paramız alın teriyle,nasırlı ellerimizle kazanılmış paradır. Bendenaldığın para öbür dünyada bile sana rahatvermeyecek.— Yıkıl cehennemin dibine be herif!— Ne dürtüyorsun be, gitmiyorum.— Yürü git işine be!


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook