İşe beraber başladılar. Bu onun yerini bilealamadı. Nasıl ıstırap çekiyor, anlıyorum.Hepimize, bütün dünyaya küskün. Ne iyiliğidokunsun istiyor artık kimseye ne kötülüğü.Ne korkunç şey bu ilgisizliği, Simsiyah birkurt kımıldanıyor bu pembe beyaz, tombulgövdenin içinde. Ve bunun acısı kendineyalnız. Bize ne? Fakat neden muzafferolamadı? Neyi eksik bu adamın? Belki kâfiderecede hergele değil.»Ansızın yirmi beş yıl önceki bir geceyi gördüTahsin: ««Bir erkek bir kadını kucaklıyor.Sırtüstü, yüzükoyun, tüylü bir halınınüzerindeler. Kadının çıplak omuzlan esmer,eti sıcak. Gaz lambası söndü.Kadın bir kerre balık gibi döndü sonra teslimolurken yükseldi kulağına erkeğin bir soluktanefretle fısıldadı:HERGELE... Kadının kalbi erkeğin altındaayrı, ikinci bir vücut gibi atıyordu.
Ve bitişik odada kadının kocası ölümdöşeğinde hasta yatıyordu. Hergele, bendim.En yakın dostumdu ölüm döşeğinde yatan. Üçgün sonra öldü zaten. Ama şimdi bütünbunlar neden? Akıl ermez bu melun hafızanınişine... »Tahsin'in buruştu yüzü: mantarlı file-minyonun salçası kaçmıştı çürük dişine.Üç demir iki yıldıza sordu Burhan Özedar:« Sivaslı Ahmet Paşa tarihini okudunuz mu,paşam?Bizim Sivaslı Ahmet Paşa içinyazdırılmıştır?» « Okumadım.» « Bir nüshatakdim ederim.Fakat Ahmet Paşayı tanırsınız, değil mi,paşam?» Birasının köpüğüyle meşguldü üçdemir iki yıldız, boş bulundu: « Hayır,tanımam, hangi Ahmet Paşa bu?
Bizim sınıfta bir Ahmet Sivas vardı,yüzbaşıyken şehit düştü Balkan harbinde... »Şaşırdı Burhan.Kocaman gövdesi ufaldı, büzüldü.Yuvarlak burnunu kaşıdı büyüklerden insan.O çocukluğundan beri böyle yapardıbaşkasının hesabına utandığı zaman.Tahsin'in siyah bıyıkları güldü:« Bu Sivaslı paşa eski Osmanlılardanolacak,» dedi, «Yavuz devrinde filân... »Birdenbire doğruldu Burhan:« Hangi Yavuz devri, Tahsin Bey?Kanunî Sultan Süleyman'ın en yiğitaskerlerinden.Devşirme değil, cetbecet Türk, özüm gibi
halis Sivaslı, aslan gibi kumandan.» Üç demirİki yıldız konuştu bu sefer kesin olarak,ipince sesini kalınlaştırmaya lüzumgörmeden: · Tanımıyorum.Harp tarihimizde adı geçmez böyle birkomutanın.» Üç demir iki yıldıza bakıpdüşündü Tahsin: «Neden işi alaya döküp geriçekilmiyor. Cesareti askerce de ondan mı?»Dudakları kanıyormuş gibi konuşuyorduBurhan: « Bugün çocuklara okutulan tarihlergibiymiş yeni harp tarihlerimiz de, paşam.Fatihleri, Selimleri, Süleymanları bile inkâredeceğiz.Çocukların haberi yok koskoca Osmanlıİmparatorluğu'ndan.Padişah dendi mi umacı sanıyorlar.Bana öyle geliyor ki yıkacağımız kadar yıktık,burda durmalıyız, yeter artık.
Demokratlıkta İngiliz'den ileri gitmeyelüzum yok, anane kuvvetine bakınheriflerde.Biz mevlût okumayı unuttuk.İnkılâpsa yaptık, kâfi.Biraz da maziye sarılıp kökleşelim.Çocuklarımızın rüyasına şahane heybetiylegirmeli Yavuz Sultan Selim.» Heyecanlandı üçdemir iki yıldız:« Bu fikirlerinize iştirak ederim, haklısınız...» Konuştu büyüklerden insan: « Meselekalmadı demek... »Tahsin düşündü:« Başka bir devre giriyoruz, yorulduk...» Yineçöktü içine o deminki mahzunluk. Kaşıkladıkompostosunu ve gözlerini kırpıştırıp ilerdekimasaya baktı: orda üç kişiydiler:
Mösyö Düval Cazibe HanımOsman Necip.Tahsin'in ahbabıydı üçü de.Osman Necip büyük aydınlardandı.Tahsin'in kendine baktığını gördü.Gülümsedi belli belirsiz. Esner gibi uzattıkolunu sonra, maden suyu şişesini aldıCazibe'nin önünden ve kaldırıp şişeyiyumuşak salıntılarla döktü suyu bardağınabayanın.Osman Necip kolları ve bacakları çok uzunbir adamdı. Her yerde, her zaman insanberrak ve derin bir suyun içinde görürdüOsman Necip'i: orda tembel bir denizmahlûku gibi rehavetli ve ağır kımıldanır. Okadar uzar ve yumuşardı ki hareketleribazan siz seyrederken onu,kansız,
soğuk,iğrenç bir şeylerin sarıldığını duyardınızetinize.Onu bir parça daha hızlı bir parça dahainsanca kımıldatmak için kamçılamak.Osman Necip çalıştığı yere geldiği günler(az gelir, nadiren çalışırdı) düşerdi gölgesiyapının içine kemiksiz ve kederli. Ve kendikendini odasına kilitlerdi Osman Necip.Koltuğunda arka üstü devrilip uzunbacaklarını masanın kristaline koyardı.İmzalı fotoğraflar vardı duvarlarda:Gökalp Talat Paşa Atatürk ve İnönü. Necipöyle olduğu yerde saatlarca kımıldamadangözleri yarı açık duvarları seyrederdi.Hocasıydı Ziya Gökalp. Dürkhaym'ın adınıilkönce ondan duydu. Talat Paşanın emriylealdı tahsisatı mestureden ilk yardımı.Mustafa Kemal'di yükselten onu, veİnönü'ydü elinden tutan. Osman Necip
hepsine karşı saygılı ve kibar fakat içininiçinden hepsiyle alay etti. Gökalplüzumundan fazla hantaldı Osman Necip'egöre, Talat Paşa lüzumundan fazlakabadayı ve cahil, lüzumundan fazlahareketliydi Mustafa Kemal ve İnönülüzumundan fazla inatçı ve perhizsever. Vedördü de (Osman Necip böyle düşünürdü)büyük bir ciddiyetle bir şeylere gerçekteninanmış ve dövüşmüşlerdi. Halbuki budünyada hiçbir şey yoktu (Osman Necipiçin) gerçekten ciddiyetle inanılmaya değer.Kızmak, kıskanmak, inat etmek vedövüşmek, gülmek kahkahalarla veağlamak hıçkıra hıçkıra (Osman Necip'egöre) boş ve gülünç şey. Gürültüsüz,rehavetle zahmetsiz gelen para zahmetsizgelip giden kadın, otomobil, kalorifer vealay ettiğini göstermeden gülen gözler(Osman Necip için) altmış senelik ömreyeter. Gerisi lâfü güzaf, (Osman Necipböyle düşünürdü). Dünyaya bir defageleceğiz ölümü istediğimiz kadar
düşünmeyelim öleceğiz.Osman Necip'in karısı durmadan aldattı onu.Osman Necip bunu bilir.Aşıklar evin sofrasında resmen otururlar.Ve akşam yemeğinden sonra Osman Neciprehavetle içerken pürosunu artıkihtiyarlayan karısı (fakat bacakları hâlâharikulade güzeldir) küçük salonda âşığıylakavga eder.Ve güler alaycı gözleri Osman Necip'in,güler, gülüşlerini belirtmeden. OsmanNecip'in metresleri vardır. Her yıl eskisigider her yıl Avrupa'dan yenisi gelir. Buişte bilhassa İsviçre mamulatı kullanırOsman Necip. Onlar güzel, sıhhatli veihtirassız oluyorlar, kolayca kurulan birsaat gibi işlemesini biliyorlar.Yemekli vagon ısınmıştı iyice pencereler
açılamadığından. Ve havada ispirtoalafıranga yemek pudra ve istimkokusu vardı. Bir operetdekorundanmış gibiydiler küçükkırmızı abajurlar sevinçli sahte lirik.Fıransızca konuşuyorlardı MösyöDüval'le Cazibe Hanım. Ondakikadan beri ufacık bir portakalısoyup dinliyordu Osman Necip.Zengin Osmanlılar fildişi âletlerkullanırlardı sırtlarını kaşımak için:bunlar, başlarında el gibi bir şeylerolan ince uzun sapları işlenmişkaşıklardı. O kaşıklara benziyorduCazibe Hanım: fildişi gibi sarı-beyaz;kaşık sapı gibi ince uzun ve göğüssüzve küçük kafası o el gibi bir şeylerintıpkısıydı. Ressam Ömer Paşakerimesiydi Cazibe Hanım. 1310'dadoğdu: Kandilli. Boğaziçi. İstanbul.Bir yaşında Sultan sarayınagötürüldü. Babası resmini yaptı üçyaşında. 318'de piyanoya başladı.
On yaşında Fıransızca konuştu. On beşindenyirmisine kadar:«Kandilli yüzerken uykularda mehtabısürükledi sularda.» Evlendi. (331).Kocası Hariciyede Müfit Beydir. 1332 Viyana.35'de İstanbul'a döndüler.1336 Paris. 38'de Ankara'yı ziyaret. Aynı yılBerlin. Berlin'de dört sene. Tokyo.Tokyo'da iki sene. Ankara'yı ziyaret,(1928). 929'da Roma'ya doğru.Akdeniz, Loyd Triyestino. Müfit Beyyolda sekteden öldü. İstanbul'a avdet.Cenaze merasimi (gözyaşları ve beyazeldivenli polisler arasında.) 1930'unsonuna kadar hatıralar, 31'in yılbaşında evlendi banka memurlarındanŞefik Beyle. Kocası kendindenküçüktür biraz.Nihayet portakalı soyabildi Osman Necip.
Portakalı soymuş olmasından kendinden vedünyadan memnundu. Kemikli uzun vehemen bükülecekmiş gibi yumuşakparmaklarının üzerinde İsviçreli metreslerigibi uslu ve sarışın duruyordu çıplakportakal. Gülümsedi Osman Necip bellibelirsiz. Nice'de Düşes dö Rohan'ın bir öğleyemeğini anlatıyor Mösyö Düval'e CazibeHanım.Tek parmakla çalınan piyano sesleri gibigeliyor Osman Necip'e yemek isimlerive kelimeler: «... Langust alamorney... Şevröy ala sentüber...setün bonör...delis... koze...Sos grand vönör.Şampayn roze...» Terbiyeli ve birazmahzundinliyordu Mösyö Düval. Kumralgüzel iri bir adamdı.
IIIBembeyaz bir gece geçiyordu mavi camlarındışından.Ay vardı, deniz vardı dışarda dışarda birbahtiyarlıktı ayın altındaki toprak.Farkında değildi bunun yemeklivagonda mavi camların içindekiler.iki adam oturuyor en diptekimasada.Elbiseleri siyah.
Biri sarışın, biri esmer.Esmeri, Mösyö Düval'ı gösterdi:« Şu Fıransızı... »Dışarda ay vardı, deniz vardı,dışarda bir rüya yelkenlisi vardıdenizin üzerinde.«.. . tanıyor musunuz?»« Hangi Fıransızı?»« Osman Necip'in masasındaki.Mösyö Düval dö Tor.Mülti milyonerdir.Luvar nehri üzerinde nefis bir şatosu var,halis Ortaçağ yapısı.» « Şimdi Alamanlaryerleşmiştir içine.» « Belki, ama ne çıkar.Herif burdan telgırafla sütünü taahhüt etti bir
Alaman kolordusunun.» « Sütü bizden mialacak?»« Yok canım Fıransa'daki çiftliklerinden.» «Düşmanlarını sütle besliyor demek?» « Yokcanım para kazanıyor.»Dışarda bir bahtiyarlıktı ayın altındaki dünya.« Ne zamandan beri bizde bu herif?» « On beşsenedir gelir gider.Yakın ve orta şarkla iş yapan bir şirketin reisi.Bizde çimento, pamuk ve barutla uğraştılar.Elektrik çıkarmak istediler Sakarya'dan vemerinos yetiştirmek Dalaman çiftliğinde.Ankara'nın en büyük oteli onlarındır.Fakat devlet baruta el koydu inhisar.Devlet aldı üzerine merinos işini Bursa'dasiyah damlı sarı bir fabrikası var.
Sakarya'dan elektrik hâlâ bir öntasarı.Ve Ziraat Bankası'na geçti pamukları.» «Ne kaldı bunlara?» « Çimento ve otel.Müthiş para kırıyorlar.Harp kapımızdadır.Müstahkem hatlarda çimentonundiplomaside otelin rolü büyük.»Dışarda ay vardı, deniz vardı, dışarda birrüya yelkenlisi vardı denizin üzerinde. insanayalnız büyük şefkatli güzel şeyler düşündüren.Dışarda denizin kıyısında kırların ve ağaçlarındünyası.« Bu Mösyö Düval Osman Necip'in dostumudur?» « Dostu yoktur Osman Necip'in,sadece para alır Düval'in şirketinden.» «Tahsin'le Düval tanışırlar mı?»« Bebek'deki villasının çimentosunu
Düval'den aldı Tahsin tek metelikvermeden haraç.»Dışarda ayın altında kıyısında denizinyapraklar ve kuşlarla yüklüydü bir ağaç.« Biraz mahzun duruyor sizin MösyöDüval.» « Yine bir türlü doğmayançocuğunu düşünüyordur. Karısı kısır.Herif dehşetli Katolik. Karıyı boşayamıyor.Hüzünlü bir şey olsa gerek giderken budünyada milyonlar bırakıp bir tek çocukbırakmamak.»Bembeyaz bir gece geçiyordu mavi camlarındışından. Farkında değildi mavi camlarıniçindekiler.Bir tuhaf güldü siyah elbiselerin esmeri. Sivriburnu kısıldı yukarı doğru.Sordu arkadaşına:
« Mösyö Düval'in masasında kaç kişi var?»« Üç .» « Hayır, dört. Düval, bir, Cazibe, iki,Osman Necip, üç. Ve Şinasi Bey dört. Fakatsiz Şinasi Beyi göremezsiniz çünkü vefatetmiştir kendileri. Kendileri kendi elleriyleöldüler bembeyaz şakaklarına bir kurşunsıkıp. Altmış yaşındaydı ölen. İhtiyar birinsanın intiharıİhtiyar bir insanın ağlamasına benzer, ikisi dekepazece yeisli bir şey. Eski Şûrayı Devletazasındandı Şinasi Bey.Aynı zamanda eski süferadan. Onu barutişinin idare meclisine aldı Düval (yanlış birhesapla bizde yeni insanların geldiğinidüşünmeden) sonra barut inhisara geçti.Şinasi Beyi başından attı Düval (doğru birhesapla bizde yeni insanların geldiğinianlayarak.) Fakat bu doğru hesap ŞinasiBeye bir parça yanlış görünür. Ve bir sabahşafak bummm Şinasi Bey sizlere ömür.Diyorlar ki odasına kapanıp merhum ta be
sabah o geceAyda operasını çalmış gıramofonda.»Ay ışığında karanlık bir tiren geçiyordu,karanlık bir tiren.Yalnız lokomotifin tekerlekleri arasındandüşen ateş parçaları kıvılcımlar.Siyah elbiselerin sarışını sordu esmerine: «Şu bodur, şişman, kıllı adam kim?Gözleri yağlı zeytin tanelerine benzeyen?Ne kadar telâşla konuşuyor.» « Gördüm.Kasım Ahmedof.Mülteci Azeri kardeşlerimizdendir.Ne yalan söyleyeyim ama henüz Berlin'dengelmiş bir Turancı bile olsam kardeşimdiyemem böyle adama» « Bu kadar rezil mi buherif?» « Yok canım kurnaz.
Yüksek finans ve endüstri bahislerinianlayacak kadar akıllı.Ve dolandırıcı biraz.Bundan yirmi iki yıl kadar önce mitralyözsesleriyle dolu bir gece Kaptan Vasilyef'inşilebine atlayıp Batum'dan Bolşeviklerdenkaçıyor. (Bolşevikler bazı meziyetleri takdiretmiyor anlaşılan).Karadenizin ortasında ölüyor kaptan. Çatalsakallı bir ihtiyar imiş zaten.Ve İstanbul'a ulaştığında şilep Batum'unbavulsuz ve biraz telâşlı yolcusu Ahmedofcebinde bir senetle geminin sahibi olarakGalata rıhtımına basıyor ayak. İstanbul'daişgal kuvvetleri vardı o zaman.Bundan dolayı senet tasdik ediliyor yüksekİngiliz komiserliği tarafından. İki ay sonraşilep satıldı İtalyanlara ve Ahmedof'ladumanlı bir pipo arasında bölüşüldü para.» «
Kepazelik.» « Yok canım bir transfermuamelesi. Hem size bir şey dahasöyleyeyim.» « Söylemeyin, anladım. Ordakaç kişi var? dört, Hayır beş, diyeceksiniz.Kaptanın ölüsü beşincisi.» « Çokanlayışlısınız.Fakat gözleriniz iyi seçmiyor uzaktan. Ordada bir ölü var bir intihar eden doğru. Hattâeğilmiş Ahmedof'un viski bardağına. Fakatiyice bakın çatal sakallı ihtiyar bir kaptanabenziyor mu? Benzemez.Genç, uzun boylu, kuru matruş bir ölü bu.Ölebilmek için gizlice üç denizden aşmasılâzım geldi:bir okyanusbir açıkdenizbir içdeniz.Bir Amerikan petrol kumpanyasındamühendisti. Şikago'da çalışıyordu büro
işlerinde. Gangıster olmayı belkidüşünmüştür fakat ölmeyi düşünmediBoğaziçi'ndeki otele gelene kadar. Vematruş, uzun yüzünden bir tıraş makinasıgibi çizgisiz geçip gidecekti senelerGelibolu'da petrol keşfedilmeseydi eğer. Veresmen mühürlü vesikalarla şişelerdemahsul nümunesiyle beraber petrolkumpanyası bu keşfi alınca haber İstanbul'agönderdi onu. Kasım Ahmedof'du petrolükeşfeden. Gizlice otomobille Gelibolu'yagittiler. (Petrol sırları devlet sırları gibidir).Sondaj yapıldı o akşam, bol ve temiz çıktımahsul. (Petrol işlerinde vakit kaybetmeyegelmez), derhal telgırafı çekti mühendis:«Üç yüz bin dolar yollayın. Nokta.Tamam.»Belki biraz sarhoştu çekerken telgırafı, hattâsondaj yapılırken. Fakat o yıllar içki yasaktıAmerika'da ve Ahmedof Coni Valker'ledoldurmuştu otomobili. Hikâyemin sonu belli.Ahmedof aldı üç yüz bin doları, (yine lâzım
gelenlerle bölüşüldü yarı be yarı). Mühendissekiz yüz kilo petrol çıkarabildi ancak. ÇünküAhmedof her ne kadar vaktiyle toprağıkazdırıp içine bin kilo petrol döktürmüş idiysede her halde sondajda çekilmiştir elli kilosu veyüz elli kilosunu toprak emmiş olacak.» PekiMühendis?» Dedim ya, malum: Boğaziçi'ndebir otel. Bir şafak. Amerika elveda.BuuummmNe tuhaf şeyşafak zamanları renkler ve pırıltılarlauyanması aydınlığın ölüme daha kolayçekiyor gidecek insanları.» Korkunç adambu Ahmedof.» Evet, ama, dazlak kafasıeskisi gibi işlemiyor artık. Yanındaki gençkıza bakın. Ne ince şey, değil mi? Her haldebir mandalina dilimi gibidir tadı. AmaAnkara'ya artık onu boşuna götürüyorAhmedof.Ankara ihtiyarladı.»Gümrah bir erkek sesi güldü masalardan
birinde. Siyah elbiseler sesten yana baktılar.Hikmet Alpersoy'du gülen. Yakışıklı, diri,elli beş yaşlarında bir adam. Geniş omuzlarısarsılıyor kahkahadan kırılıyordu yeşilgözleri.Siyah elbiselerin sarışını dedi esmerine: « Nesıhhatli şey.Belli ki bir tek hastalık geçirmemiş.» « Yokcanım müzmin belsoğukluğu vardır.Ama bu belki hastalıktan sayılmaz.» « Nefena insansınız.» « İyi insan olduğumu iddiaettim mi size?» « Kızmayın.» « Adetimdeğildir.»Karşıda Hikmet Alpersoy bir daha güldü.Siyah elbiselerin sarışını dedi esmerine: «Gülmesi hoşuma gidiyor bu adamın. Açık genişrahat. Her halde aydınlık bir kalbi vardır.» «Eh, pek de karanlık değil.Elektrik ampulü gibidir insanın yüreği
cereyan alırsa ışık verir, cereyansız ampuliyi olsun istediği kadar ne ışıl ışıl yanar nekendini gösterebilir.» « Alayı bırakın.» «Etmiyorum ki.» « Kim bu adam? « BayHikmet Alpersoy. Müteahhit.Hattâ fabrikatör. Dehşetli zampara.Fıransızların dediği gibi:«Bon enfan bon vivör.» SeferberlikteHarbiye Nezareti'ndeydi, fakat kız kardeşiAlaman zabitleriyle fazla ahbaplık ediyordiye azledildi yerinden. (Enver Paşatarafından. Enver Paşa sofuydu biraz helemuhadderatı islâmiye bahsinde.) Fakatmütareke yetişti imdadına HikmetAlpersoy'un: Ve arkasından AnadoluKurtuluş Hareketi iki yılda yarım milyonliralık yaptı Hikmet'i.» « Nasıl?» « Silâh veeski asker postalı kaçakçılığı ile.Bunları Anadolu Hükümetine gönderiyorduHikmet: vatana hizmet. Ucuz alıyor, pahalısatıyordu: ticaret.» « Ne çirkin
konuşuyorsunuz.» « Güzelleştirmeztahtakurusunu adını değiştirmek onun.Mamafi itiraf edeyim bir parça ukalâyım.»« Hayır, tek taraflı.» « Demek birçok tarafvar.Ben hangisindenim?» « Hikmet Alpersoy'uanlatıyordunuz.» « Evet.Anlatacak çok bir şey kalmadı fakat...Fıransa ve İtalya'yla iş yaptı zaferden sonraHikmet.Ve nihayet Alamanya'da karar kıldı.Yine Ankara'ya silâh satıldı.Fakat artık ne millî kaçakçılık ne vatanahizmet, kanun dairesinde tek taraflı,düpedüz ticaret. Hikmet gayet güzelotomobil kullanır. Küçük cici bir apartımanıBerlin'de
Paris'de garsonyeri vardır.Hattâ kendi şevrolesiyle dolaştırdı Avrupa'daİstanbul valilerinden birini.Hikmet, zaman zaman kederli dalgınlıklargeçirmesine rağmen aynı cömertlikle harcarneşeyi ve parayı.Fakat yazık iki yıldır bir Yahudi kızı zaptettibu müthiş zamparayı.Yeşil gözleri ondan başka kadın görmüyorartık.» « Enteresan adam.» «Enteresandır.Konserve fabrikasından bahsettim mi size?»« Hayır.» « Beş altı yıl evvel bir Bulgarlaberaber bir konserve fabrikası açtılar.» «Ne olacak?» « Hiç...Fakat bu gece ölüler basmış bu vagonu.» «Yine mi başladınız?» « Sözümü kesmeyinsize göstereyim onu.» « Hikmet'in
masasında oturuyor, değil mi?» « Evetfakat masaya sokulamıyor.» « Bu da kendikendini mi öldürdü?» « Hayır doktorlukçamesele bir intiharsa da bence düpedüzöldürülmüş sayılır.» « Hoş adamsınız.» «Teşekkür ederim.» « Bu müntehir, yahutmakbul genç mi, ihtiyar mı?» « Genç.Fakat hakkınız var.Bunu anlamak biraz güç.Ölülerin uzaktan belli olmaz yaşı, bacaklarıkırılmışsa hele kaburga kemikleri birbirinegeçmişse hele hele, dağılmışsa başı.» Yüksekbir yerden düştü demek?» Öyle oldu.Konserve fabrikasında çalışıyordu ölen,Hikmet Alpersoy'la Bulgarin fabrikasında.Yirmi beş kuruştu gündelik, İş müddeti ondört saat.» Rezalet.» Yok canım mesele-ifazla-ı kıymet.» Anlamadım.»Bunu öztürkçe söylesem de anlamazsınız. Bizhikâyemize gelelim. Selim (ölünün adı) yirmi
beş kuruşa on dört saat dayanamadı. Ellikuruş ve on saat, dedi. Öteki işçiler de aynıfikirdeydiler. Derin, felsefî bir fikir değilelbet. Fakat tehlikeli bir fikir. Ve bundandolayı Bulgarla Hikmet hemen polise ihbarettiler bu fikri. Derhal tevkifat yaptı polis.Müdüriyete on kişi götürüldü: dört kadın,altı erkek (elebaşılar) ve Selim komünist.Halbuki komünist değildi Selim.Düşünmemişti komünizmin ne olduğunu bile.O sadece on sekiz yaşındaydı ve yirmi beşkuruş yerine elli kuruş istiyordu ve on dörtsaat yerine on saat. Polis bu kanaatta değildifakat. Yatırdılar Selim'i yere. Selim kalktığızamanbasamıyordu döşemelere. YatırdılarSelim'i yere. Selim kalktığı zamangöremiyordu önünü artık. Yatırdılar Selim'iyere Selim kalktı ve yığıldı. Selim'inkoltuklarına girip karanlık bir odayagötürdüler. Ve duvarda bir çiviye bağladılarsaçlarından, o suretle ki döşemeye ancakayak parmaklarının ucu dokunuyordu. Birtıramvay geçti sokaktan gıcırtılarla. Yakın
bir yerde yatsı ezanı okunuyordu. ÇözdülerSelim'i çividen, yatırdılar Selim'i yere. VeSelim kalktığı zaman bir pencere gördüuzaktan çok uzaktan ama perdesiz karanlıkbir pencere. Atıldı ona doğru. Camlar kırıldışangırdayarak. ilkönce kayboldu bir insanbaşı sonra kayboldu iki ayak.» « Ne müthişşey; korkulu bir rüya gibi.» « Şükredin kirüyayı gören siz değilsiniz.» « Fakat bütünbunları nasıl öğrendiniz, Faik Bey? İsminizFaik'di, değil mi?» Siyah elbiselerin esmerigüldü: « Evet, Faik bendeniz. Bilgi meselesinegelince biraz merak saikasıyla biradedikoduseverlik ve biraz da meslek icabı.Polis müdüriyeti doktorlarındandım. Şimdideğilim.Bir bozkır hastanesinin başhekimliğini aldık.Ve bundan dolayı size bir şey daha söylersembir meslek sırrını, faş etmiş sayılmam artık.Şu bizim sıradaki üçüncü masaya bakın.Gördünüz mü? Bir erkek, bir kadın. Beyaz,mavi, sarı. Ancak bu kadar biçimli olabilir
genç Şimal ilâhları.» « Sahiden öyle.Ama Türk değil bunlar.» « Hayır Alaman.»« Sefaretten mi?» « Hayır.»« Komisyoncu filân mı erkek?» « Hayır.»« Bar artisti olmasınlar?» « Yok canım.» «Seyyah?» « Değil.»« Peki burda işleri ne?» « Masalarına dikkatlebakın, anlarsınız.» « Orda bir ölüyü mügöreceğiz yine?» « Bir değil, bin iki bin üç binölüyü. Fakat sayısı çoğaldıkça ölülerin facia -değerleri düşer. Hele bir tayyarebombardımanında ölmüşlerse eğer.» «Anlamıyorum.» « Halbuki mesele gayet basit:şu ölü çocuk, şu ölü kadın, şu ölü ihtiyar, el eleverip iki Şimal ilâhının masasını kuşatanlar,Roterdam bombardımanınınmahsullerindendir. Ve o mavi gözlü ak iki ilâhişaret verdiler ölüm kuşlarına avlarını daha iyiseçmeleri için.» « Şair gibi konuşuyorsunuz.» «Evet maalesef.
Ve bu bahse şiir girince kepazelik oluyor.Hele bu çeşit şiir. Ama ne yaparsınız, insandehşetli bir şeylerle doluyor, müthiş kızıyorbir şeylere, gel gör ki bacağınızdan bağlısınızolduğunuz yere.Kımıldanmak ne mümkün?O zaman gelsin lakırdı şairanelik hem desözde alaycı biraz hafifçe liriko-romantik.Hem de en kötü soyundan.Bizim de masamızda bir ölü var beyim.Ne müntehir, ne maktul, ne debombardımanzede.Durmadan konuşuyor ve çekiyor bal gibişarabı.Her şeye rağmen memnun kendi kendinden.» «Ben mi?» « Hayır, ben...»
Ay ışığında karanlık bir istasyona girdikaranlık bir tiren.Siyah elbiselerin sarışını baktı pencereden:mavi camdan bakılınca bu karanlık istasyonışıksız insanlar hazin ve telâşlıydılar bir katdaha. Orda sanki fısıltılarla bir şeylerkonuşuluyor: ölüm için, ayrılık için, sabahsızgeceler için. Ve havada şıkır şıkır ay ışığıolduğu halde yerde rayların pırıltısı yoktu:ancak beş on adım görünüpkayboluyordular. Yalnız iki direkte elektrikyanıyordu arka yola çekilmiş açık yükvagonlarının üzerinde (ve bunlarınmühimmat yüklü oldukları belliydibrandalarından.) İstasyon yapısı vemüştemilâtı öyle yığınla simsiyah,karmakarışıktı ki yolcular vagonlarını vebirbirlerini kaybederek koşuşuyorduperonda. Bir kadın çığlığı geldi yemeklivagona kadar: « Hatice kız nerdesin?»Siyah elbiselerin sarışını sordu esmerine: «
Faik Bey, nereye gidiyoruz?» «Ben bir bozkıra gidiyorum siz Eskişehir'egaliba.» « Onu demek istemedim.» « Malum.Kovadis Domino?» « Bir roman ismi, değil mi,Doktor Faik Bey?» « Evet.»« Ne münasebet?» « Benim dediğim, DoktorFaik Bey, deminki sözleriniz, bu karanlıkistasyon, içimde ansızın kırıldı bir şey, birinkisarı hayal, bir tuhaf mahzunluk, sanki bugece mutlaka ölecekmişim de, hayır sankihepimiz bu gece ölecekmişiz, ben siz bütünbu insanlar bu karanlık istasyon. Yani birtaraftan kendi kendimin acısı düştü içime,fakat bir taraftan da bütün insanların acısı.Böyle bir şey başıma ilk defa geliyor. Yaniilk defa düşünüyorum, yani sahidengerçekten elle tutulacak gibi düşünüyorum:bu dünyada benden başka da insanlarınyaşadığını. Laf diye değil öyledir diye değilâdeta birdenbire derimin üzerinde duymakbunu düşünmek anlamak. Ne dersiniz?» «
Duydunuz: muhakkak, düşündünüz: belki,anladınız: zannetmem. Ne olacak hem,anlasanız da unutacaksınız. Bir andı, geldigeçti, yahut geçmek üzeredir. Geçmese dealışılır. Alışıldı mı, mesele yok. Alışkanlıkgetirir eski yerine hiçbir şey duymamışdüşünmemiş anlamamış olmanın rahatlığını.İlk seferkine göre belki miskin bir rahatlık,rahatlık fakat.» « Haklısınız Faik Bey.Lâkin...»Lâkin nereye gidiyoruz, değil mi?» Evet,nereye gidiyoruz? Dünya nereye gidiyorböyle?İnsanlar nereye gidiyor?» Bence bunuanlamak, Bay... » Şekip Aytuna... »Bence bunu anlamak için, Bay ŞekipAytuna... Soyadınızı kendiniz mi seçtiniz?»Hayır, bizim müdür.» Güzel seçmiş. Bencebunu anlamak için nerden gelip nerdeolduğumuzu anlamak lâzım.» Çok
doğru...» Çok doğru ama, siz ben anlayıpda ne yapacağız?» Evet.» Evet» Evet» birçıkmaz sokak bîr...» Dikkat ettiniz mi, BayŞekip Aytuna: ben demin sizi dinlerken defarkına vardım; biz münevverler hepbirbirimiz gibi konuşuyoruz, aynı renklicümlelerle aynı edâ.Tuhaf değil mi?» « Bilmem...»« Acınız geçti mi, Bay Şekip Aytuna?» «Geçmek üzere.» « Çok güzel.Evli misiniz?» « Bekâr.»« Bekârlık sultanlıktır.» « Nişanlıyım,Doktor Faik Bey.» « Tebrik ederim.Şarap?» « Mersi, ben...» « Alkolle başınızhoş değil.» « Evet dokunuyor.» « Herşeyin ifratı muzurdur zaten...»
IVAy ışığında lokomotifi buhar saçarak karanlıkbir istasyondan çıktı Anadolu sürat katarı.Yemekli Vagon.Mutfak.Aşçıbaşı konuşuyor Garson Mustafa'yla.Aşçıbaşı Mahmut Aşer:İnkılâpçı yeni büyük mutfağımızın «neo-klasik» tipiydi, yani bir Amerikan filmindeSingapur'a giden bir şilebin aşçıbaşısıgibiydi, güleryüzlü, şişman ve beyaztakkesi biraz derbeder ve matruş: «
Ankarapalas'a, yavrum, Ankarapalas'aKaliforniya'dan elma gelirdi.» (GarsonMustafa dinliyordu.) « Yavrum,Kaliforniya memleketinden elma,tayareyle Paris'e Paris'den bize.Kaliforniya elmaları görmüşlüğün varmı?» « Yok.» « Kaliforniya elmaları,yavrum, iri, kırmızı olurlar, hem de birboyda hepisi, tornadan çıkmış gibi birörnek.» « Bizimkilere tenezzül etmezdinizdemek?»« Hâşâ etmezdik.Sokmazdı kapıdan en seçme Amasyaelmalarını bile Müsyü Fernan.» « O da necioluyor?»« Nasıl neci?Adını olsun duymadın mı?» « «Duymadım.» «Yazık öyleysem, bir de garson diye gezersin,yavrum.» « Gezemez olsam.» « Neden?» «
Hiç.Sen herifi anlat.Kimdi bu?» « Müsyü Fernan ustamızdı,gâvur olmasa pirimiz diyesim gelir.Paris'dengetirttiler,aşçılarınbaşvekili,erkânıharp.Ayda sekiz yüz alırdıAnkarapalas'dan, yavrum, sekizyüz kâat.Helâl olsun fakat, adam derin, sanatkâr.Haftada bir, Fıransız sefiri inerdi yanınaKont di Şambürün, mutfağa kadar.» « Nekonuşurlardı?» « Zannıma kalırsasalçalardan.
Malumun ya alafıranga yemek: salçademek.Biz Ankarapalas'da, yavrum, bir salçayapardık, sos gran di vönür, Türkiye'de başkayerde emsali yok.Turuf denir bir çeşit mantar lâzım buna,kara bir mantar.Toprağın dibinde yetişirmiş.Fıransızlar domuzlara buldurtup çıkartıyorbunu.Sırf bu işe alışkın terbiyeli domuzlar.Bize turuf mantarı Paris'den gelirdi,yavrum, kutular içinde.» « Burdayetişmiyor demek?» « Hâşâ o cinsiyetişmiyor.Konya'da uğraşılmış diye duyduk. Hattâköpek kullanmışlar domuz yerine. Nafile
fakat, turuf dediğin siyah olacak yaKonya'nınki beyaz çıkıyor.» « MüsyüFernan Ankara'da mı hâlâ?» «Konturatosu bitti ûç yıl önce gitti. Fakatbiz yetiştik. Çaldık elinden hünerinigâvurun. Hattâ Kastamonulu İbrahimyeni bir salça icadetti yaban domuzufiletosuna. Zaten bir kerre ucunu görsünşıp diye kapıp öğrenir Türk milleti.Akıllıyızdır.Fakat itibar görmeyiz kendi milletimizden.Şimdi yüz elli kâat veriyorlarAnkarapalas'daki Türk ustaya. MüsyüFernan'dan neyi eksik? gâvurluğu mu?»« Mustafa, kahve hazır... »Garson Mustafa aldı kahveyi çıraktançıktı. Verdi kahveyi.« Garson.»
Hikmet Alpersoy'du Garson Mustafa'yıçağıran (Hikmet Alpersoy gümrah kahkahalımüteahhit, fabrikatör adam): « Garson, üçşişe Kavaklıdere getir.» Mardanapal itirazetti: « Üç şişe çoktur, beyim yeter bir şişe.» «Yetmez üç şişe gelsin.» Mardanapal güldü(ihtiyar bir kurbağa gibi gülüyordu): « Bastıyaşın elliye, Hikmet Bey, vazgeçmezsinhuvardalıktan.»Dört kişiydiler masada.Mardanapal mümessilidir yirmi yıldan beri birAlaman firmasının.Mardanapal Leh yahudisiydi.Büyük bir rahatlıkla satabildiğinden elektrikmalzemesiyle beraber eksiltmelerde büyük veküçük memurlarımızın vazife namusunuHitlerciler eline bir «temiz kanşahadetnamesi» verip eski yerinde bıraktılaronu. Genç karısı bir harikadır Mardanapal'ın,İnce uzun bir çift bacak ham incir gibi bir çift
meme, kocaman, karanlık, kadife gözler vepembe mermer gibi bir alın.Şarapları getirdi Garson Mustafa.Baktı Mardanapal (tüylü kaşların altındaakları patlak mahzun gözleri vardı), baktıMardanapal «büyüklerden» insanınmasasından tarafa: « Hikmet Bey,» dedi, «şuadama bir sualim var şimdi, bir doğru cevapverse yüz bin lira veririm.» « Ne soracaksın?»« Harbe giriliyor mu?» « O söylemez.Tahsin'e sor.» « Tahsin de söylemez.» «Bilmez de ondan.»« Ben bilirim neyi söyler, ney! söylemezTahsin. Bilse de söylemez bunu.»Fehim konuştu: « Bu işi Türkiye'de yalnızbir kişi bilir. Başkasının sözüne bakma.»Müddeimuaviniydi Fehim, yakışıklı, genç vebiraz peltek. Fehim'in yüz elliliklerden
babası Paris'de öldü. Fehim'in karısı birKürt derebeyi soyunun kızıdır. Karı kocaüç senede bir apartıman bir konak venakten altmış beş bin lira yediler. Hâlâfakat evlerinde bir Fıransız «dam dökompani» vardır, Fehim'in bir Fordarabası üç bin lira kumar borcu ve hâlâunutulmayan beş yıllık bir şöhreti ki birgece Akıntıburnu'nda, gazinoda, rezaletçıkarıp bir Saray'da tokatlandığına dairdir.Saraydakinin emriyle silâhşorlardan enmeşhuru atmıştı Fehim'e tokadı. Fehimilkönce ürktü, kızdı, afalladı, fakatsaraydakinin ayakları dibinde, sonra, yerekapanıp yüzükoyun hıçkıra hıçkıra çaresizbir çocuk gibi ağladı. Halbuki daha o günsabah mahkeme salonunda sırmalı siyahcübbesinin içinde levent, yükselerekölümünü istemişti bir insanın.Hikmet Alpersoy sordu:« Harbe giriliyor mu diye merakın neden,
Mardanapal?»« Bir hesap meselesi, Hikmet Bey.»Fehim sordu:« Hitler'in kazanmasını istiyor musun,Mardanapal?Kalbin ne diyor?» Gümrah kahkahalarlagüldü Hikmet Alpersoy: « MardanapalYahudi sayılmaz.» Mardanapal konuştuyumuşacık: « Pasaportum değil, beyim,fakat Mardanapal Yahudidir.Yahudi'yim, çok şükür.» « Hitler duymasın.» «Duysun.Ben onlara para kazandırıyorum.»« Hitler'i eline verseler ne yaparsın,Mardanapal?»« Ortak alırım.»
« Kazıklamak için mi?»« Öldürmez miydin?»« Bu dünyada hangimiz ölmeyecek?»« Yahu hiç mi kızmıyorsun Alamanlara?»Bunu soran Aziz Beydi. Mardanapal güldücevap vermedi Aziz Beye. Elleri pantolonceplerindeydi Aziz Beyin. Bu cepler yanlardadeğil öndeydiler, çapraz, ağızları uzun ve eğri.Aynı cepleri taşır Aziz Beyin smokinpantolonları bile. (Çetelik devrinden kalmadırbunlar). Çerkezdi Aziz Bey. Orman bekçisiydibabası. Fakat bugün Aziz Beyin bir sömürgetoprağı kadar ormanı var; İstanbul'a odun vekömür veren ormanlar.Yaz günleri ormanın ortasında ona, köşkünmerdivenlerinde rastlarsan Hindistan'dabir İngiliz valisidir: bembeyaz kolonyalşapkasından asaletli tebessümüne kadar.Ve kış geceleri ormanda kurtlar dolaşıp
ağaçlar ulurken köşkün sofrasında misafirolmuşsan eğer (on metredir uzunluğu busofranın) masanın başında altın sarı ve kankırmızı görürsün onu, kızarmış av etlerine,şaraba ve dostlara ikram eder. Ve buhavalide orman memurlarıyla jandarmakomutanlarının karıları (hemen hepsi çirkinkadınlardır) bileklerinden dirseklerinekadar dizerler altın bilezikleri. Yalnız birnahiye müdürü kafa tuttu ve üç gün sonraevi basılıp dövüldü bayılıncaya dek. Bazanormanda, yarde, kırmızı meşeyapraklarının üzerinde altında boğumboğum kalın, uzun dalların başları birkurşunla delinmiş cesetlere takılır ayağınızBunlar odun kaçakçısı köylülerdi. Aziz Beyormanlarındaki işçilerin bilmez sayısını.Zaten Aziz Bey hesap bilmez. Muhasebeservisi alt kapağıdır cıgara paketinin.Hısım ve akrabaları ki korucubaşıları vesilâhşorlarıdır çalarlar hayasızca AzizBeyden.
Aziz Bey bilir ses çıkarmaz. Çünkü on mislidaha, daha yüz mislî çoğunu cıgara paketimuhasebesi işçilerden çalar. Bazanormanda bir veremli kızdan konuşulur birzamanlar ağaçların altında hayalet gibidolaşan bir kızdan. Kız ölmüştür en kırmızıgürgenlikte mermer bir mezar ve ağaçlarlaağaçlar dolusu miras bırakıp Aziz Beye.Fakat balık suya Aziz Bey ağaçlaradoymaz. Daha çok ağaç, daha çok ağaç,hiçbir insanın sahip olmadığı ve hiçbirkuşun göremediği kadar.Aziz Bey sordu:« Niye güldün, Mardanapal?Yine ben sana hayırlı bir haber vereyim:Alamanlarla anlaşacağız görürsün.Sevindin mi, Mardanapal?» « Sevinelim hepberaber, Aziz Bey.
Tamamlanır yarı kalan işin.» « Vay, bunuda mı duydun?» « Biz her şeyi duyarız,Yahudiyiz.Alaman şirketi bir milyon veriyor, değil mi?Güzel para.Bizimkiler iş bilir.Bütün vilâyeti iki senede alırsınız ortakolurlarsa senin ağaçlara.Set ün bon afer, doğrusu değer. Anlaşalım,Aziz Bey, sevinelim hep beraber.»Bir şeyler hazırlanıyordu mavi camlarındışında farkında değildi mavi camlarıniçindekiler.Dışarda ay kızarıyordu, çevresinde incebeyaz bir duman.İçerde beşinci masada üç kadın ve bir
erkektiler.Tombul ve gençti erkek.Kadınlar ihtiyar ve boyalıydı.Ve çenelerinin altında sarkıyordu etleribeyaz ve harap. Kadınlardan üçüncüsü(dişleri takma olanı) uzattı yüzüklerle dolubiçare elini (altında masanın) ve soktuerkeğin pantolon cebine.Dışarda gecenin doğusunda bulutlar kabarıyorve yağmuru, yıldırımı, rüzgârı taşıyaraksimsiyah, kırmızı, ıslak yürüyorlar batıya. Vebu alçalıp yaklaşan bulutlara doğru âdetayükselen toprağın üzerinde koşuyor telgırafdirekleri ve karanlık bir tiren:Anadolu sürat katarı.Yemişlerini çoktan yiyip kahvelerini içmiştiyemekli vagon. Aşçıbaşı Mahmut Aşermetrdotel ve garson camlı bölmenin
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 838
Pages: