Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Memleketimden İnsan Manzaraları-Nazım Hikmet RAN

Memleketimden İnsan Manzaraları-Nazım Hikmet RAN

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-18 15:49:18

Description: Memleketimden İnsan Manzaraları-Nazım Hikmet RAN

Search

Read the Text Version

gerisinde kendi masalarında birleştiler.Oldukları yerden vagon boydan boyagörünüyordu.Orda konuşuyordu insanlar fakat sesgelmediğinden açılıp kapanıyordu ağızlarıbalıklarınki gibi ümitsiz.Dışarda bir şimşek çaktı gecenin doğusunda.Dışarda bir çocuk çömeldi olduğu yere vekulaklarını ıslak elleriyle kapayıp saydı:«Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi.»Gök gürledi.Her halde yakın bir yerlere düştü yıldırım.İçerde, yemekli vagonda, çok ihtiyar birerkek hesaplar yapıyor üzerinde pembe birkâadın bu dünyaya yakın ve bakıyor birbaşına bu dünyadan uzak mavi camlardayağmurun yağışına.

Damlalar sicim gibi iniyorlar yağmurkamçılıyor camları.Fırtınada karanlık bir tiren götürüyoradamları.Garson Mustafa sildi masalarını koluyla sarıyapraklı bir defter çıkarıp cebinden koyduaçtı yavaşça birinci yaprağını Sordu AşçıbaşıMahmut Aşer: « Neyin nesi oluyor, yavrum,bu defter?» « Burda bir destan yazılı,Mahmut Usta.» « Böyle işlere merakın varöyleysem?» « Var.» « Benim de vardır.Kim yazmış bunu?» « Mahpus bir adam.» «Tamam.Hapisane destanı severim, yavrum.» « Buöylesi değil.» « Yazık hapisane destanlarıyanıktır.Zaten sesin de, sevdanın da yanığı güzel.Herif söyleyecek, sen acıyacaksın.

Yürekte acımak olacak insanlık yani,yavrum.Acınacak bir şey yok mu bunda?» « Hem var,hem yok.Bu Köroğlu Destanı gibi bir şey.»« Onu da severim. Haydi bismillah başlabakalım.. »Dışarda son kertesindeydi fırtına. Rayların veyağmurun sesini, saatlerce uzaklaragötürüyordu rüzgâr, ve kilometrelercemesafeden uğultular getiriyordu. Artık yalnızgecenin doğusunda değil çakıyordu şimşek hertarafında karanlığın. Ve âdeta ölçülü aralarladüşüyordu yıldırımlar...Mustafa destanı okumaya başladı: «Onlar kitoprakta karınca suda balık havada kuş kadarçokturlar,korkak

cesurcahilhakîmve çocukturlar ve kahredenyaratan ki onlardır,destanımızda yalnız onların maceraları vardır.Onlar ki uyup hainin iğvasına sancaklarınıelden yere düşürürler ve düşmanı meydandakoyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nicemürtede hançer üşürürler ve yeşil bir ağaçgibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avratküfreden ki onlardır destanımızda yalnızonların maceraları vardır.Demir kömür ve şeker ve kırmızı bakırve mensucat

ve sevdave zulümve hayatve ezcümle sanayi kollarının ve gökyüzüve sahrave mavi okyanus ve kederli nehir yollarınınsürülmüş toprağın ve şehirlerinbahtıbir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti,karanlığın kenarındanonlar ağır ellerini toprağa basıpdoğruldukları zaman.En âlim aynalaraen renkli şekilleri aksettiren onlardır.Asırda onlar yendi, onlar yenildi.

Çok sözler edildi onlara dairve onlar için:zincirlerinden başka kaybedecek şeyleriyoktur denildi.»Sustu Mustafa.Mahmut şaşırmıştı biraz:« Tuhaf bir destan,» dedi,«Tuhaf bir destan yazmış bu mahpus adam.Bir şeyler karıştırır. fakat, yavrum, seninsesin yanık makamlı da okuyorsun insanadokunuyor. Bitti mi?» * Hayır, bu başıdaha.» « Peşrev gibi bir şey öyleysem. Bizsonuna bakalım.»Mustafa destana devam etti: « YIL 918 VE 19YE HİKAYEİ KARAYILAN.»Mahmut sordu: « Hıkâyenin adı mı bu?» «Evet.

Okuyorum.» « De bakalım.» « Ateşi veihaneti gördük ve yanan gözlerimizle durdukbu dünyanın üzerinde. İstanbul 918Teşrinlerinde, İzmir 919 Mayısında, veManisa, Menemen, Aydın, Akhisar Mayısortasından Haziran ortalarına kadar (yani,tütün kırma mevsimi yani, arpalar biçilipbuğdaya başlanırken) yuvarlandılar...AdanaAntepUrfaMaraş: düşmüş dövüşüyordu...Antepliler silâhşor olur. Uçan turnayıgözünden kaçan tavşanı ard ayağındanvururlar.Ve Arap kısrağının üstünde taze yeşil selvi gibiince uzun dururlar.

Antep sıcakAntep çetin yerdir. Antepliler silâhşor olur.Antepliler yiğit kişilerdir.KarayılanKarayılan olmazdan önce Antep köylüklerindeırgattı.Belki rahatsızdı, belki rahattı (bunudüşünmeye vakit bırakmıyordular)yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi ve korkaktıbir tarla sıçanı kadar.«Yiğitlik» atla, silâhla, toprakla olur onunatı, silâhı, toprağı yoktu.Boynu yine böyle çöp gibi ince ve böylekocaman kafalıydı Karayılan Karayılanolmazdan önce...Gâvurlar Antep'e girince Antepliler onukorkusunu saklayan bir fıstık ağacından alıp

indirdiler. Altına bir at çekip eline birmavzer verdiler.Antep çetin yerdir. Kırmızı kayalarda yeşilkertenkeleler. Sıcak bulutlar dolaşır havadaileri geri...Gâvur tutmuştu tepeleri gâvurun topu vardı.Antepliler düz ovada sıkışmışlardı. Gâvurşarapnel döküyordu, toprağı kökündensöküyordu. Gâvur tutmuştu tepeleri akanAntep'in kanıydı.Düz ovada bir gül fidanıydı Karayılan'ınKarayılan olmazdan önceki siperi. Bu fidanöyle küçük korkusu ve kafası öyle büyüktü kionun namluya tek fişek sürmeden yatıyorduyüzükoyun...Antep sıcakAntep çetin yerdir.Antepliler silâhşor olur.

Antepliler yiğit kişilerdir.Fakat gâvurun topu vardı.Ve ne çare kader düz ovayı Anteplilergâvura bırakacaklardı.Karayılan olmazdan önce umrunda değildiKarayılan'ın kıyamete dek gâvura verselerAntep'i. Çünkü onu düşünmeyealıştırmadılar. Yaşadı toprakta bir tarlasıçanı gibi ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.Siperi bir gül fidanıydı onun gül fidanı dibindeyatıyordu ki yüzükoyun ak bir taşın ardındankara bir yılan çıkardı kafasını. Derisi ışıl ışılgözleri ateşten al dili çataldı. Birden birkurşun gelip kafasını aldı. Hayvan devrildikaldı.KarayılanKarayılan olmazdan önce kara yılanınencamını görünce haykırdı avaz avaz

ömrünün ilk düşüncesini:«İbret al, deli gönlüm, demir sandıktasaklansan bulur seni ak taş ardında karayılanı bulan ölüm... »Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp bir tarlasıçanı kadar korkak olan fırlayıp atlayıncaileri bir dehşet aldı Anteplileri seğirttilerpeşince.Gâvuru tepelerde yediler.Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıpbir tarla sıçanı kadar korkak olana:«Karayılan» dediler...Ve biz bunu böylece duyduk.Ve çetesinin başında yıllarca namı yürüyenKarayılan'ı ve Anteplileri ve Antep'i aynenduyup işittiğimiz gibi destanımızın birincibâbına koyduk... »

« Yavrum, yaşasın Karayılan aşkolsunAntepliler. Bak bunu iyi yazmış, beğendim.»Daha bir hayli şeyler söyleyecekti MahmutAşer fakat seslendiler içerden:« Garson.»Hikmet Alpersoy'du çağıran gümrahkahkahalı adam konserve fabrikatörü vesilâh taciri. « Maden suyu getir bana.Galiba sahte sizin Kavaklıdere şarapları,okudu midemin canına...» « Hayır, beyim,şaraplarımız...» « Kes.Çabuk maden suyu getir.» Dudakları titrediGarson Mustafa'nın, kızardı esmer elmacıkkemikleri, kendini zor tuttu küfretmemekiçin. Zaten bir yıldır hapisanedekini ziyaretettiği günden beri kirli, ıslak bir ten fanilasıgibi taşıyordu garsonluğu sırtında.Tellerin ve demirlerin arkasında görmüştü

içerdekini.Çocuk yüzlü bir adamdı.Garsonluğunu öğrenince sözlerindenMustafa'nınacır gibiüzülür gibihattâ biraz ayıplar gibibir şey geçmişti gözlerinden.Belki yoktu böyle bir şeyve o anda belkibir demirin gölgesiydi düşen gözlerinehapistekinin.Ne olursa olsun fakat garsonluk saygıdeğerbir meslek değildi artık. Mustafa'ya göre»uşaklık gibi bir iş.Metrdotele kızgın bir sesle söylendi Mustafa:

« Şuradaki bay, şarabı beğenmemiş, nazikmidesi bozulmuş pezevengin.Maden suyu istiyor.Götür.» Metrdotel yataklı vagonlarüniforması içinde kibirli bir adam birçok şeyebirden o kadar şaşırdı ki götürdü madensuyunu» Fakat giderken: « Mustafa, bengelmeden,» dedi,«okuma şunu... »Dışarda ıslak bir toprak gibiydi karanlık.Anadolu sürat katarı yağmur ve rüzgârlaitilerek inanılmaz bir süratle akıyordurayların üzerinde.Döndü Metrdotel.Mustafa devam etti destanına:« 1920 YILI VE HİKAYEİ ARHAVELİİSMAİL

Ateşi ve ihaneti gördük.Düşman ordusu yine başladı yürümeye.Akhisar, KaracabeyBursa ve Bursa'nın şarkında Aksu çarpışarakçekildik.920'nin 29 AğustosuUşak düştü. Yaralı ve dehşetli kızgın fakattoprağımızdan emin Dumlupınarsırtlarındayız.Nazilli düştü...Ateşi ve ihaneti gördük.Dayandık dayanmaktayız.1920 Şubat, Nisan, Mayıs, Bolu, Düzce,Geyve, Adapazarı:

İçimizde Hilâfet ordusuAnzavur isyanları.Ve aynı sıradan 3 Birinciteşrin Konya.Sabah.Beş yüz asker kaçağı ve yeşil bayrağıylaDelibaş girdi şehre. Alaeddin Tepesinde üç günüç gece hüküm sürdüler. Ve Manavgatistikametlerinde kaçıp ölümlerine giderkenterkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler...Ve 29 Birincikânun Kütahya. Dört top vebin sekiz yüz atlı bir ihanet yani ÇerkezEthem, bir gece vakti kilim ve halı yüklükatırları koyun ve sığır sürülerini önünekatıp düşmana geçti. Yürekli karanlıkkemerleri ve kamçıları gümüşlüydü atları vekendileri semizdiler...Ateşi ve ihaneti gördük.

Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değilinanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriylesilâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.Beygirler çirkindiler bakımsızdılar hasta birfundalıktan yüksek değillerdi. Fakat bozkırdakişneyip köpürmeden sabırlı ve doludizginkoşmasını biliyorlardı. İnsanlar uzun askerkaputluydu, yalnayaktı insanlar... İnsanlarınbaşında kalpak yüreklerinde kederyüreklerinde müthiş bir umut vardı... İnsanlardevrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler. İnsanlaretlerinde kurşun yaralarıyla köy odalarındaunutulmuştular. Ve orda sargı deri ve askerpostalları halinde yan yana, sırt üstüyatıyorlardı. Koparılmış gibiydi parmaklarısaplandığı yerden eğrilip bükülmüştü veavuçlarında toprak ve kan vardı...Ve asker kaçakları korkulan, mavzerleri,çıplak ölü ayaklarıyla karanlıkta köylerinüstünden geçiyorlardı.

Acıkmıştılarmerhametsizdilerbedbahttılar.Şosenin ıssız beyazlığına inip, nal sesleri veyıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor ve Boludağında ekmek bulamadıkları içindeviriyorlardı uçurumlara şayak, cıgarakâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları...Ve çok uzak çok uzaklardaki İstanbullimanında gecenin bu geç vakitlerindekaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laztakaları hürriyet ve ümit su ve rüzgârdılar.Onlar suda ve rüzgârda ilk denizyolculuğundan beri vardılar. Teknelerikestane ağacındandı üç tondan on tonakadardılar ve latin yelkenlerin altındafındık ve tütün getirip şeker ve zeytinyağıgötürürlerdi. Şimdi büyük sırlarınıgötürüyorlardı. Şimdi denizde bir insansesinin ve demirli şileplerin kederini, ve

Kabataş açıklarında sallanan samankayıklarının fenerlerini peşlerinde bırakıpve karanlık suda düşman taretlerinönünden akıpküçükkurnazve mağrur gidiyorlardı Karadeniz'e.Dümende ve başaltlarında insanları vardıki bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayışehvetle seven insanlardı ki sırtı laciverthamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi içinhiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin birşarkı söyler gibi ölebilirdiler...Karanlıkta kurşunî derisi kırmızıyaboyanan baltabaş gemi düşmantorpitosudur. Ve dalgaların üstündesallanarak alev alev yanan Şaban Reisinbeş tonluk takası...

Kerempe fenerinin yirmi mil açığında geceninkaranlığında dalgalar minare boyundaydılarve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu...Rüzgâr:yıldız - poyraz.Esirlerini bordasına alıp kayboldu düşmantorpitosu. Şaban Reisin teknesi ateştendireğiyle gömüldü suya.Arhaveli İsmail bu ölen teknedendi. Ve şimdiKerempe fenerinin açığında batan tekneninkayığında emanetiyle tek başınadır, fakatyalnız değil: rüzgârın bulutların ve dalgalarınkalabalığı İsmail'in etrafında hep bir ağızdankonuşuyordu.Arhaveli İsmail kendi kendine sordu: «Emanetimizle varabilecek miyiz?» Kendinecevap verdi: «Varmamış olmaz.» Gece Tophane

rıhtımında kamacı ustası Bekir Usta ona: «Evlâdım İsmail,» dedi, «hiç kimseye değil,»dedi, «bu sana emanettir.» Ve Kerempefenerinde düşman projektörü dolaşıncatakanın yelkenlerinde İsmail, reisinden izinisteyip,« Şaban Reis,» deyip,«emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip atladıgeminin patalyasına, açıldı...Allah büyük ama kayık küçük, demiş Yahudi.İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi birsağnak daha, peşinden üç kardeşler. Vedenizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğeralabura olacaktı.Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor:Sıvastopol'a giden bir geminin sancak feneri.

Elleri kanayarak İsmail çekiyor kürekleri.İsmail rahattır. Kavgadan ve emanetindenbaşka her şeyin haricinde. İsmail, unsurununiçinde. Emanet: bir ağır makinalı tüfektir.Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerinita Ankara'ya kadar gidip onu kendi eliyleteslim edecektir.Rüzgâr bocalıyor.Belki karayel gösterecek.En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.Fakat İsmail ellerine güvenir. O eller ekmeği,küreklerin sapını, dümenin yekesini veKemeraltı'nda Fotika'nın memesini aynıemniyetle tutarlar.Rüzgâr karayel göstermedi. Yüz kerte birdenatlayıp rüzgâr bir anda bütün ipleri bıçaklakesilmiş gibi düştü.İsmail bunu beklemiyordu.

Dalgalar bir müddet daha yuvarlandılarteknenin altında sonra deniz dümdüz vesimsiyah durdu. İsmail şaşırıp bıraktıkürekleri. Ne korkunçtur düşmek kavganınharicine.Bir ürperme geldi İsmail'in içine. Ve birbalık gibi ürkerek bir sandal bir çift kürekve durgun ölü bir deniz şeklinde gördüyalnızlığı. Ve birdenbire öyle kahrolupduydu ki insansızlığı elleri yıldılar:yüklendiler yüreklere.Kürekler kırıldılar.Sular tekneyi açığa sürüklüyor.Artık hiçbir şey mümkün değil. Kaldı ölü birdenizin ortasında kanayan elleri veemanetiyle İsmail, İlkönce küfretti.Sonra elham okumak geldi içinden. Sonragüldü eğilip okşadı mübarek emaneti. Sonra,sonra malûm olmadı insanlara Arhaveli

İsmail'in akıbeti...»Aşçıbaşı Mahmut Aşer kocamanyumruklarının tersiyle ovuşturdu gözlerini,sesi doluydu:« Ben bu İsmail'i tanırım, yavrum.»Güldü Metrdotel:« Amma da yaptın, usta, sahiden İsmail diyebir adam yok.Böyle bir insan yaşamamış.Bu dinlediğin masal... »Mahmut Aşer âdeta kızdı bu itiraza: «Yavrum, masal olur mu?Hâşâ!..Destan denildi, duymadın mı?Köroğlu da mı yaşamamış?

Tahir'le Zühre de mi yalan?Hem ben tanırım dedim sana Arhaveli İsmail'i.Fakat yirmi yıldır gördüğüm yoktu.Ölmüş daha o zaman yazık erkekçocuktu.» Sustu Mahmut Aşer.Yemekli vagondakilere cam bölmeninarkasındakilere bakıyordu GarsonMustafa: öfkesi yükseliyorduyüreğinden boğazına doğru. Konuştutekrar Mahmut Aşer, sanki konuştukendi kendine; « Doğrusun, yavrum,hikâye oldu Arhaveli İsmail.Eski zamanlar bütün hikâye oldu gayrı.O günler ayrı, bu günler ayrı.O günün adamları, yavrum, bir başka çeşitbir başka çeşit, yavrum, bugünün adamları.Mustafa bana bak, harplerden de yazıyor mu

bu?» « Yazıyor.»« İnönü harbini de anlatıyor öyleysem?» «Anlatıyor.» « Ben bulundum orada...Sonra o harbe Birinci İnönü dediler.»Garson Mustafa hayretle sordu: « Sen demuharebe ettin demek?» « Ettik elbette.İnönü meydanı, yavrum, rüzgâr, soğuklarinsanı arı gibi haşlıyor.Zemheriler bitti diyelim hamseyn yabaşladı, ya başlıyor.Muharebe beş gün beş gece sürdü.Kan gövdeyi götürdü.Ve nihayetinde gâvurlar karın üstünde toparabaları, sandıklar dolusu konyak, altıkamyon bıraktılar.Sonra kaçarlarken, yavrum, biz mi kaçtık,

onlar mı, pek belli olmadı ya, fakat onlarkaçarlarken köyleri, köprüleri yaktılar.»Aşçıbaşı Mahmut Aşer inkılâpçı yeni büyükmutfağımızın «neo-klasik» tipi birdenbiregöründü Mustafa'nın gözüne büsbütünbambaşka bir adam gibi, burnunun biçiminekadar hattâ. Ve beyaz takkesi kayboldu.Sonra Mustafa'ya Metrdotel: « Kimden aldınbu yazıları?» « Kardeşimden.» « Bu şiirleriyazan mahpusu kardeşin tanıyor mu?» «Arkadaşıdır.Bir gün ben bile gittim ziyaretine?» «Kimin? Hapisteki şairin mi?» « Evet.»« Kardeşin ne iş yapar senin?» « Amele... »Fırtınada karanlık bir tiren götürüyoradamları. Yağmur kamçılıyor mavicamları, damlalar sicim gibi iniyorlar.Mustafa devam etti destanına: « Birinciİnönü, sonra ikincisi. 23 Mart 921 günüdüşmanın Bursa ve Uşak grupları üstümüze

yürüyor. Onlardaki topçu ve piyade bizdenüç kere fazla, bizim atlımız yok. Atlarınmakanizması hartucu namlusu yoktur vekılıç çıplak, ucuz bir demirdir. 28 Mart.Akşam.Sağ cenah ilerimize yanaştılar. 27 Mart: bütüncephelerde temas. 28, 29, 30: kavgaya devam.Ve Martın 31'inci gecesinde (ay ışığı varmıydı? bilmiyorum) İnönü karanlığı sesler vekıvılcımlarla doluydu. Ve ertesi gün 1 Nisan,Metristepe aydınlanıyor. Saat altı otuz:Bozöyük yanıyor.Düşman muharebe meydanını silâhlarımızaterketmiştir. Sonra 8 Nisandan 11 Nisanakadar: Dumlupınar. Sonra Haziran. Bir yazgecesi. Dünyada yalnız pırıltılar veböceklerin sesi. Sakarya'yı üç yerindensallarla geçiyoruz. Basarak aldıkAdapazan'nı. Ve dolaşıp Sapanca Gölününsazlıklarını yanaştık İzmit'in şarkında çuhafabrikasına. Düşman kısmen gemilere

binerek denizden ve kısmen Karamürselüzerinden Bursa'ya çekilip boşalttı İzmitşehrini gece yarısı.Sonra 23 Ağustos.Sakarya melhameyi kübrası ki devamı 13Eylül gününe kadardır. Bizim kırk binpiyademiz dört bin beş yüz atlımız, düşmanınseksen sekiz bin piyadesi üç yüz topu vardır.Harp meydanının şimal yanı Sakarya vedağlardır. Keskin ve dik yamaçlarıyla, kireçlitoprakları ve kayalarında tek başlarınabirbirinden uzak haşin ve münzevi çamağaçlarıyla Abdüsselâm Dağı Gökler Dağıdağlar. Ve Sakarya'dan bu havalide yalnızçatal tırnaklı karacalarsu içmektedir. Ankarasuyunun döküldüğü yerden Eskişehir şimaligarbisine kadar Sakarya mecrası uçurumlariçinden geçmektedir. Cenupta ve cenubuşarkîde yapraksız ve hazin geniş ve uzun veinsana bıraktığı hiçbir şeye acımadan ölmekarzusu veren Cihanbeyli Ovası: çöl... Bu çölün

bu dağların bu nehrin ve bizim önümüzdeyirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp düşmanordusu ricata mecbur kaldı.Buna rağmen sene: 1ve on beş vilâyet vesancak ve dokuz büyük şehir düşmanelindedir. İnanılmaz şeyler düşmandadır kibunların arasında: yedi göl, on bir nehir veköklerinde baltamızın yarası veyangınlarıyla bizim olan yüz kere yüz bindönüm orman, bir tersane, iki silâhfabrikası, ve on dokuz körfez ve liman kibelki birçoğunun rıhtımı mendireği kırmızıyeşil fenerleri yoktur ve belki sularında ateşkayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı,fakat onlar tahta iskeleleri ve kederlibalıkçılarıyla bizimdiler. Sonra üç deniz altıkol tiren hattı; sonra göz alabildiğine yol:sılaya gittiğimiz gurbette göründüğümüz veneden ve niçin olduğunu sormadan çöle,Çanakkale'ye ölüme gittiğimiz yol; ve sonratoprak ve o toprağın insanları:

Uşak tezgâhlarının halı dokuyanları,klaptan işlemeli eyerleriyle meşhur Manisalısaraçlar, yol kenarlarında ve istasyonlardaaçlar, ve kurnaz cesur ağırbaşlı ve çapkınve kütleleriyle delikanlı İstanbul ve İzmirişçileri, ve zahire ve kantariye tacirleriyleeşraf ve âyan, kıl çadırlı Yürükleri Aydın'ınve sonra ırgat ortakçı maraba, davarlı vedavarsız yarım meşin çizmeli ve ham çarıklıköylüler.On beş vilâyet ve sancak ve dokuz büyükşehir düşman elindedir... »

VAnadolu sürat katarı yaklaşıyorduSapanca'ya.Siyah elbiselerin sarışınısiyah elbiselerin esmerine dedi ki:« Deminden beri bakıyorum, Faik Bey, aşçı,metrdotel ve garson şurda camın arkasındabir şeyler okuyorlar.» « İyicebakmamışsınız.Garson okuyor, dinliyor ötekiler.» « Evet.Ne okuyorlar acaba?» « O garson neokuyabilir? diye düşünüyorsunuz.

Garson ve okumak.Aşçıbaşı ve okunan bir şeyi dinlemektuhafınıza gidiyor.» «Doğru.Karagöze benziyor okudukları şey.» « NiyeKaragöz geldi aklınıza?» « Bilmem.Fakat başka bir şey de olabilir.» « AhmetHaşim'in şiirleri niye olmasın?» «İmkânı yok.Hayır.Aşçıbaşı anlayamaz Haşim'i.» « Haklısınız,Bay Şekip Aytuna, aşçıbaşıya anlatacak açıkkorkunç cesur haklı ve umutlu bir tek sözüyoktur Ahmet Haşim'in.» « Şiir bunlardan mıibaret yalnız, Doktor Bey?» « Şiir dünyadanibaret.Ve bugünkü dünyada yalnız bu dediklerimanlatılmaya değer.»« Ne garip fikirleriniz var.» « Gariptirler,

hattâ bir bakıma komik, hattâ bir bakımamürai, züppe ve alçak sadece bol bolgevezelik edip dövüşmedikleri,dövüşemedikleri için...»Yağmur dinmişti dışarda rüzgâr aynı hızlaesiyordu fakat. Zifiri karanlıkta belirdiSapanca Gölünün pırıltısı. Anadolu süratkatarı yavaşlıyor. Geçiliyor yanındansırılsıklam, simsiyah ağaçların. Veyavaşlayan tirenin azaldıkça gürültüsürüzgârın uğultusunda yeni bir ses duyulmayabaşlıyor: bu ses suyun ve sazlıklarındır...Tiren durdu.Haykırışmalar oldu dışarda.Yemekli vagonun mavi camlarına dışardan birşeylerle yüklü ıslak kadın ve çocuk ellerivurdu. Baktı bu tırmanan mavi ellere yemeklivagondakiler. Bir tek elma almadan fakatkalktı Sapanca'dan Anadolu sürat katarı.Yirmi biri elli yedi geçiyordu saat.

Ve 108 kilometre cenubunda Anadolu süratkatarının giriyordu Bilecik İstasyonu'na birbaşka tiren: Haydarpaşa'dan 15.45'de kalkankatar. Burda ne yağmur, ne rüzgâr kargibiydi ay ışığı. Ve 510 numaralı üçüncü mevkivagonun camları değil maskelendiğindenampulleri koridorda bir açık pencereden ikiyolcu mehtabı seyrediyordu: Nuri Öztürk(Bakımevi kaleminde muhasebeci) ve KartallıKâzım.Bir dümdüz beyazlığın üzerinde sarsıntısızve kolay kızakla çekiliyormuş gibiydi ay.Mahkûmların bölmesindeydi Üniversiteli.Son harbin ekonomiko-sosyal sebeplerinianlatıyordu mahkûm Halil.Yuvarlak sayılar ve kupkuru kelimelerlekonuştuğu halde kavga ediyormuş gibiheyecanlı. Ve miyop gözleri gözlükleriniyenmişti. Ve ölen insan sayıları yıkılan şehirisimlerine rağmen umutlu iki el gibi bu gözleri

alnının üstünde duyuyordu Üniversiteli. Fakatdehşetli umutsuzdu Çavuş.Mırıldandı kendi kendine: « Asi geldiler, âsigeldiler Allaha. Amma da olur şimdikimuharebe ha, ana baba günü vaveylâ günü.Vaveylâ çalkanır böyle arzla semanınarasında. Hayat meselesi.»Sonra mahkûm Süleyman'a döndü: «Süleyman Bey,» dedi,«Süleyman Bey, Uveyk kuşu şöyle feryadedermiş ilânihaye: keşke beniyaratmasaydın! Bu dünyaya gelip ilk defaölümü gördüğünden; sonsuzluk yani. Hayfelek, hay felek, devri âleme bak, bir yükselişdevri sonra bir alçalış devri geliyormuhakkak. Dünyaya sahip olan bir rüzgâr.Haydi bakalım toprağa kalboldun... »Mahkûm Fuat kendi İstanbul'u yüreğinde açıkpencereden geceyi seyrediyordu. Kızınıdüşünüyordu mahkûm Melahat: «İki kat

entarisi, dört çift çorabı var, patikleri eskidi,kış gelirse yün atkısı yok.»Uyukluyordu jandarma Haydar.Mahkûm Halil'i dinliyordu jandarma Hasan.Gökyüzünde kızakla çekiliyormuş gibiydi ay,yaklaşmayıp uzaklaşmayarak değirmi veparlak hep aynı mesafede tirenle birlikteyürüyordu, tirenle birlikte yavaşladı, tirenlebirlikte durdu Bilecik Istasyonu'nda.Koridorda üç kerre derin nefes aldı NuriÖztürk, hazin bir şarkı söyler gibi konuştu:« Mâhitaba bakamam yâr gelir hatırıma.»Ay ışığıyla doluydu sarı kurt gözleri KartallıKâzım'ın.Kartallı Kâzım konuştu:« Benim eski yıllar gelir hatırıma, Kuvvayı

Milliye yılları.» Sustu ve devam etti hemen: «Kaç yıl geçti üzerinden, tıpkı böyle mehtaplıbir gece.Yine böyle bir gümüş kutunun içindesin ortalıköyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız. Ya çokseslidir. ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.Ben tek başıma yüzükoyun yatıyorumarkasındayım filintamın, kız gibi Osmanlıfilintası. Parlıyor arpacık namlunun ucundayüz yıllık yoldaymış gibi uzak bir damlacık. Ogün merkezden emir aldık: Gebze'deki İngilizyüzbaşının tercümanı vurulacak. Köylerdeteşkilât kurmuş tercüman Mansur satıyorbizimkileri... İyi hesaplamışım herifin geçeceğiyeri. Söküldü karşıdan. Beygirin üzerinde.Beygir yüksek İngiliz kadanası.Kendi halinde yürüyor hayvanortasında demiryolunun sallana sallanaağır ağır. Tercüman her halde bırakmışdizginleri onun da başı sallanıyor belkide uyuyor üzerinde beygirin.

Yaklaştıkça büyüyor herif. Zatenmehtapta heybetli görünür insan.Aramızda kaldı kalmadı dört yüz adım,namluyu kaldırdım biraz Mansur'unsallanan başını nişanladım. Soldakiyamaçtan düştü bir taş parçası. Bir kuşuçtu sağımdaki ağaçtan; ağaç çınar, kuşürkmüş olacak. Kafam çevrildi kuşunuçtuğu yana mehtapla yüz yüze geldik,tıpkı işte bunun gibi kocamandesdeğirmi bembeyaz Gözümü aldıâdeta.Zaten bu yüzden tekrar göz, gez, arpacıkhedefi bulup ateşlediğim zaman ilk kurşunMansur'un başını delecek yerde galibaomzuna girdi. Herif «Hınk» dedi bir,kulağımın dibinde sesini duydum.Beygirin başını çevirdi dört nal kaçıyor.Yetiştirdim ikinci kurşunu. Beygirin üstündesola yıkıldı.Üçüncü kurşun. Düştü beygirden. Fakat bir

ayağı üzengiye takılmış biraz sürüklendipeşinde kaçan hayvanın. Sonra kurtuldu kiayağı Mansur yıkılıp kaldı olduğu yerde,yamaca sardı beygir. Kalktım.Yürüdüm herife doğru. Üzerinden kâatlarıalacağım, casuslarının isimleri vardır.Aramızda dört telgıraf direği yalnız, ellişerdeniki yüz metre eder. Tercüman doğrulduapansızın yana attı kendini kaçıyor bayıraşağı. Filintayı omuzladım. Dördüncü kurşun.Yıkıldı herif. Başladım koşmaya. Doğrulduyine. Aramızda yüz adım. Mansur yürüyorönünde sarhoş gibi sallanarak kaçmıyor artıkyürüyor. Ben de koşmayı bıraktım. Denizkıyısına indik. Orda boş bir fabrika vardır. Birde beyaz bir ev, tahta iskelesi iner denizin içinekadar. Baktım ki herif suya giriyor. Kâatlarıslanacak. Beşinci kurşunu yaktım. Suya düşüpkalktı önde giden. Ve ben tazelerken şarjörübir ışık yandı evde, bir pencere açıldı, galibabir kadın baktı dışarıya. Boğazlanıyormuş gibibağırdı tercüman. Pencere kapandı. Işık

söndü.Tercüman ayakları kırılmış bir hayvan gibisürünüp tırmanıyor. Hâlâ gitmez gözümden.Hay anasını. Ay da denize düşmüş: dağılıptoplanıyor toplanıp dağılıyor. Velhasıluzatmayalım Mansur'un işini bıçaklabitirdik.Kâatlar kan içindeydi, fakat kan kapatmıyoryazıyı... »Sustu birdenbire Kartallı Kâzım sonradevam etti hemen:« Herif namussuzun biriydi, muhakkak.Düşmana satılmıştı, orası öyle. Kaç tane dinkardeşinin başını yedi, biliyorum. Ama ne deolsa mehtapta herif beygirin üzerindeuyumuş geliyordu. Demek istediğim öylegünlerde bile böyle bir adamı bile bu çeşitöldürüp ortalık durulduktan yıllarca sonramehtaba baktığın vakit üzüntü çekmemekiçin ya insanda yürek dediğin taştan olacak

yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin.Bizimkisi taştan değil çok şükür, fakatnamuslu. Ne malûm? dersen: dövüştük piraşkına yaralandık birkaç kere ve saire. Vekavga bittiği zaman ne çiftlik aldım, neapartıman. Kavgadan önce Kartal'dabahçıvandık kavgadan sonra Kartal'dabahçıvan. Yalnız işte ara sıra yerli yersizböyle anlatırız... »Nuri Öztürk:« Anlatmazsın övünürsünmamafi böbür böbür,»diyecekti az daha. EsasenKuvvayı Milliye hikâyeleriasabını bozardı NuriÖztürk'ün:Anadolu'ya zamanında geçmediğinden...510 numaralı üçüncü mevki vagon.Alaca karanlığında uykusundaydı beşinci

bölme.YalnızSakaryalıŞakir'diuyumayan(sirozluhasta),çöpgibiboynununüzerinde(birmantıkyanlışlığıolarak)dimdikduruyordubaşı.Karnınınüstünekoymuştuellerini.

Buyamruyumruellerdüşünüpkonuşabilseydieğer:«Şakirherdakkaartıyorkarnındakisu,düştüyüreğineölümuykusugözyummaknemümkün?»diyebilirdiler.

Demedilerfakat.Çünkü artık düşünmeyetenezzül etmiyor Şakir.Ve duymuyor artık:yaylı bir karyoladaölmenin hasretini bile.510 numaralı üçüncü mevki vagon.Koridor.Koridorda iki yolcu mehtabı seyrediyor.Gökyüzünde sarsıldı bir kerre sonra kızaklaçekiliyormuş gibi rahat ve kolay yürümeyebaşladı ay. Bilecik İstasyonu'nu arkada bıraktıtiren. Ve 90 bu kadar kilometre şimalinde butirenin bir başka katarAnadolu sürat katarı koşuyordu rüzgârlıkaranlıkta cenuba doğru.

Boşalmıştı yemekli vagon yarı yarıya.Garson Mustafa daha bir hayli okumuştudestandan:«HİKAYEİ İMALATI HARBİYEFABRİKASI»,«HİKAYEİ HASAN»,«HİKAYEİ ÜÇ İNSAN»ve «HİKAYEİ MUSTAFA SUPHİ VEARKADAŞLARI». Metrdotelin kaşlarıçatılmıştıbilhassa bu son hikâyede ve kararmıştıiçinde üniformasının.« Yavrum, Mustafa,» dedi Aşçıbaşı MahmutAşer, «yoruldun. Gerisini birazdanokuruz, biz bize kalınca... »Ve Mustafa soktu sarı yapraklı defterinicebine.

22'yi 36 geçiyordu saat. Büyüklerden insankalktı masadan. Yanındakiler de kalktılar. «Ben yatmaya gidiyorum,müsaadenizle, siz rahatsızolmayın.» Düşündü Tahsin(Mebus Doktor): « Zekâ bu kadar erkenuyurmu?»22'yi 36 geçiyordu saat:Mösyö Düval konuşuyordu Cazibe Hanımla:«Sizinköylülerinizdenmemnunum,kanaatkârvesabırlıinsanlar.Tüccarlarınız

dafenadeğil,memurlarınızzararsız,beğenmiyorumfabrikatörlerinizifakat.Size her şeyden önce ziraat lâzım.Sonra devletçiliği de bırakmalısınız.»22'yi 36 geçiyordu saat.İzmirlitacirlerdenEmin UlviAçıkalın'ınaklındayüz binsandıkkadarüzüm ve

incirinhesabıvar.Geğirdi Kasım Ahmedofve tadı birmandalinadiliminebenzeyenkızıntitredidudakları.Hikmet Alpersoy:« 350.000 ,» diye bitirdi sözünü.Mardanapal:« 400.000'e çık, yalnız bir mesele var,» diyebaşladı sözüne. C. M. Muavini Fehim:« Mardanapal'dan 500 lira borç

isteyebilirim,» diye düşündü.22'yi 36 geçiyordu saat.Ve Anadolu sürat katarında bir delikanlıduruyordu sahanlığında birinci mevkiin.Tıp Fakültesi'nde talebeydi.Eskidenbir köyağasıydıki babasısahibiolmuştuson on beşyıl içindeüç çiftliğinve ikiçeltikfabrikasının.Duruyordukederlesahanlıkta


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook