tıptalebesi.Altaydağlarınıdüşünmüyordu,o dağlaraki bir günyalın kılıçgitmekniyetindediryedi tuğtaşıyanatlılarlave başındademirmiğferi.Şimdiyüreğindekikeder yinemacerasızgeçen butirenyolculuğundandır.
Halbukitirenlerene kadargüzel22'yi 36geçiyordusaat.Anadolu sürat katarında iki kadınkonuşuyordu ikinci mevkide bölmelerin birindeElli yaşındaydılar.Elli yıl elle tutulacak gibi belliydi ikisinin deüzerinde. Soldaki bir profesör karısıydı. Geniş,uzun yüzü ağlamaktan kızarmış, şapkasınıçıkarmış buruşuk elleriyle ak saçlı şakaklarınıtutuyordu. Durmadan konuşuyordu sağdakikadın: « Herifin bu kadar kahrını çektin,kardeş.Boyunca iki evlât yetiştirdin.Ne demeye boşanacaksın?
Bakmaya mecbur sana.Baksın.Şimdi gidip elinle tutsan bile boşanayımdeme sakın...Boşanmak onun canına minnet Herifi rezilet bir temiz fakat, sonra dön, keyfine bak,köşene kurul.»22'yi 36 geçiyordu saat.Aynı bölmedeydi Nimet Hanım.Genç bir kadın.Bir vekâlette memurdur.Güzel değil, başka bir şey, bir acayip sıcaklık.Güzel olmadığı için güzel.Yakınları ona mutlaka «canım» derler.
Bir mektup okuyordu.Çok uzaklardakine yazmıştı bu mektubuAnkara'dan atacaktı postaya, belki deatmayacaktı, hayır, atacaktı muhakkak.Şöyle başlıyordu mektup: «Orhan, sanadün aşağılık bir mektup yazıyordum,vazgeçtim.Ama şimdi ne diye söylüyorum bunu? Kimbilir? Kancıklığım zahir.Halbuki ben onu yazabilseydim sonuna kadarsen bir hayli sinirlenecek sevinecekiştahlanacak falan filân olacaktın. Şu kadarifşa edeyim: seni istedim dün dün dehşetlicanım çekti seni. Ve bütün münasebetsizliğinerağmen horozluğunu özledim. Bu fizik açlıkbende yoktu. Bir krizdi geldi geçti. Ama kaçpara eder, ben eminim ki artık bu krizlerdaima sen yanımda olmayınca tutacak. Bufizik açlık bende yoktu.Ve tahammül edemem böyle bir şeyin
başlamasına. Bu olmamalı, sevgilim. Etimiyenmesi lâzım kafamın.Ama insanda öyle mahrem bir an oluyor kikafasız bir vücutla kalıyor insan. Tek birarzusu var işte o zaman. Ama bu herhangi birerkeğe ait sanma. Hayır, daha o kadarolmadım. Ben seni istedim sadece. Ama netürlü istemek nasıl merhamete lâyık, nekorkunç, nasıl âciz ve yapayalnız bir şey.Fakat gülünç değil. Ve korkum burdanbaşlıyor.Benim için dua et, sevgilim, madem kiyanımda yoksun. Dün hırsımdan birbardağı kırdım elimde. Ne boktan, isterikbir hal. Niye bu kadar uzaksın? Fakatgelme sakın, zaten gelemezsin, istemiyorumolduğun yerde sittin sene kal... »Mektubu zarfına koydu Nimet Hanım.Başını dayadı cama.
Baktı boyalı camdan dışarı.Bir köyün yanından geçiyordu Anadolu süratkatarı.Ve saat 22'yi 36 geçiyordu.Bir kadın yatıyordu köyde üst katındakerpiç bir evin yalın kat bir döşekte birkaranlık odada. Dinledi tirenin gürültüsünüHatice kadın. Sanki evin içinden gelip geçtitiren. Abraş öküz böğürdü aşağıda.Döşekte soldan sağa döndü Hatice kadınınkocası. Düşündü Hatice kadınkurnaz bahtiyar: « Kocam bu harman sonukızını alacak Çopur Ekrem'in. İmam nikâhıkıyacaklar. Kız diri karıdır Osmanlı karı.Taze gelinlik eder Kasıma kadar sonra işekoşarız.» Hatice kadının yorgun bacaklarıgevşedi yorganın altında saadetle. Ve düşündüHatice kadın: « Çapada bu kadar yorulmamgayrı.» Ve sevincinden çatlayacakmış gibi
çarptı kalbi, kolsuz kalmış sızlayankollarından ebediyen kurtulmuş gibi.22'yi 36 geçiyordu saat.Hatice kadının köyünden on kilometreiçerde kahveleri henüz kapanmamıştıkasabanın; birisinde gıramofon çalıyordu,radyo birisinde.Ve sobacı Hakkı Usta az evvel indirdiğikepenklerin gerisinde bir teneke borukesiyordu, elmas yontar gibi dikkatli ve titizdi.Gidiyordu peşince aklından geçenlerin.Hakkı Ustanın aklından geçenler gözüküpkayboluyor yumuşak yüzünde.Dört yıl önce karısını boşadı Usta.Kadın vardı kunduracı Rıfat'a.Fakat şimdi usta tekrar istiyordu eski karısını.
Bir ay önce rüyasında göründü kadın divaneyedöndü Usta.Nihayet kadınla sözleştiler.Bu gece yatağında urganla boğupkunduracı Rıfat'ı kuyuya atacaklar veçekip gidecek kendileri Balıkesirtaraflarına.Hakkı Usta baktı dükkânının raflarına, ordaurganın yanında bir çalar saat vardı. ve22'yi 36 geçiyordu.Ve 22'yi 36 geçiyordu aynen elli kilometreuzakta Ferit Beyin kol saati da. Yeşilçamnahiye müdürü Ferit Bey ve jandarmakarakol kumandanı Seyfi Çavuş ŞeriflerKöyü'ne yanaşmışlardı.Cıgaraları gizliydi avuçlarının içinde.Çömelmişlerdi.
Ağız dolusu nefes alıyorlar köyü kokluyorlardıkaranlığın arasından: (halbuki yağmuryağmıştı bir saat önce ve sırılsıklamdı toprak),ne ışıklı bir pencere, ne yürüyen bir şey,insanlar ve hayvanlar köyü bırakmışlardısanki, ve rüzgârdan başka ses yoktu. SeyfiÇavuş sol elinin şahadet parmağını çamurasoktu köküne kadar. Konuştu Ferit Beyfısıldayarak: « Boşuna bekliyoruzgelmeyecek.» « Gelir, çocuklar uyulmamıştırda ondan.» « Kaç çocuğu var?» « Üç .»Sustular.Yarım saat kadar geçti. Parmağı hâlâçamura gömülüydü çavuşun. Köylüydü SeyfiÇavuş çömelip sabretmesini bilen birsoydandı. Hattâ böyle olduğu yerde dahasaatlarca bekleyebilir Ferit Beyle tek kelimekonuşmadan ve sonra rahatça kalkıpgidebilirdi. Nahiye müdürü Ferit Beykonuştu: « Daha fazla bekleyemem.Ben gideceğim, çavuş.» « Sen bilirsin.» «
Peki sen?» « Ben burdayım.Madem ki geldik.» Sustular.Ferit Bey gitmedi. Korkuyordu.Geçti bir müddet daha. Yine Ferit Bey sordu:« Demek senin karakola boyuna geliyor?» «Gelir.Benden önceki çavuş alıştırmış.Bir kerre bir gecede bütün karakol geçtiküzerinden, bana mısın demedi. Sabahleyinçoraplarımızı bile yamadı. Adam başına beşerkuruş verdik.» Esmerdi Seyfi Çavuş ve kemikligenç burnunun altında kendinden emin vekibirliydi ağzı. Esmerdi Ferit Bey de, külrengibir elbise giymişti. Bir köpek uludu köyüniçinden, fakat başka köpekler ona cevapvermediler, uludu ve sustu. Seyfi Çavuşçıkardı parmağını çamurdan vedoğrulmaksızın:
«Geliyor,» dedi. Ferit Bey hızla kalktı ayağave ne yaptığını düşünmeden düzeltti kıravatını.Emine'ydi gelen. Kalındı ve uzun boyluydu.Telâşsız çekinmeksizin geliyordu karanlığıiteleyerek. İyice yaklaşmasını bekledi SeyfiÇavuş sonra doğruldu, kalktı. Ferit Beysıkılarak kadına baktı. Yalnız gözleri çıplaktı.Çıplaktı her halde ayakları da, fakat Ferit Beybiliyordu ki köylü kadınlarda ayakçıplaklığının çıplaklıkla ilgisi yoktur. Bir keçevardı koltuğunda Emine'nin, rüzgârdaçırpınarak uçları dövüyordu sağrısını. Kadınlakonuşmadılar. Seyfi Çavuş yürüdü Ferit Beyikolundan çekip.Emine yürüdü peşlerinden on beş adımaralıkla ve koltuğunda keçesi. Yürüdüler birçeyrek kadar alınlarında rüzgârlı ıslak birilkbahar gecesi. Ve çamlığa ulaştıklarında(burcu burcu kokuyordu heybetli çamlar)Seyfi Çavuş bir düzlükte durdu ve yükseksesle Ferit Beye sordu: « önce sen
istiyorsan? Ben çekileyim.» Ferit Beykekeledi: « Ben ben hiçbir şeyistemiyorum.» Güldü Seyfi Çavuş: « İpeklidöşek mi lâzımdı beyimize? öyleyse senuzaklaş bakalım... » Uzaklaştı Ferit Beykayboldu karanlıkta. Ve ancak ve ancak ozaman Seyfi Çavuş baktı arkasına. Kalın vedimdik duruyordu kadın. Yaklaştı Emine,eğildi öne doğru. Ve çocuğuna döşekseriyormuş gibi koltuğundaki keçeyi ıslaktoprağa yaydı ve uzanıp sırt üstü üzerinekeçenin baktı yukarıya, başucunda durançavuşa...Yirmi dakka sonra çamlıktan çıktılar: öndeSeyfi Çavuşla nahiye müdürü arkadaEmine. Yürüdüler biraz. Dönemeçte solasaptı kadın tuttu Şerifler Köyü'nün yolunukoltuğunda keçesi. Erkekler farkına bilevarmadılar bu ayrılığın. Yürüdülernahiyeye doğru alınlarında rüzgârlı ıslakbir ilkbahar gecesi.
Bir tiren gürültüsü geldi uzaktan. « Süratkatarı,» dedi Ferit Bey. «Şimdi içindeolsaydık yemekli vagonda rahat... » SeyfiÇavuş mırıldandı:« Demek kî on ikiyi geçiyor saat... »VIAnadolu sürat katarında yemekli vagonda24'ü 10 geçiyordu saat.Yemekli vagonda üç kişiydiler:
Garson Mustafa, Metrdotel ve AşçıbaşıMahmut Aşer.Oturmuşlardı birinci masaya, orayabüyüklerden insan oturmuştu bir saat önce.Masaların beyaz örtüleri kaldırılmıştı.Kırmızı abajurlar sönmüştü, şimdi sadece eskikumaş parçalarıydılar.Terkedilmiş bir meyhane kokuyordu.Ve Garson Mustafa destanı okuyordu: 922SENESİ AĞUSTOS AYI ve HİKAYEİKADINLARIMIZ ve ALTI AĞUSTOS EMRİve HİKAYEİ BİR ÂLETLE BİR İNSAN...»Sordu Aşçıbaşı Mahmut Aşer: « Burda mıkaldıktı, yavrum?» « Evet.Hikâyei Mustafa Suphi ve Arkadaşları'nıokuduk en son , sonra burası geliyor.» «Peki öyleysem, oku.» « Okuyorum:
«Ayın altında kağnılar gidiyordu. Kağnılargidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.Toprak öyle bitip tükenmez dağlar öyleuzakta sanki gidenler hiçbir zaman hiçbirmenzile erişmeyecekti. Kağnılar yürüyorduyekpare meşeden tekerlekleriyle, ve onlarayın altında dönen ilk tekerlekti.Ayın altında öküzler başka ve çok küçük birdünyadan gelmişler gibi ufacık kısacıktılarve pırıltılar vardı hasta kırık boynuzlarında,ve ayakları altında akan toprak,toprak,ve topraktı.Gece aydınlık ve sıcak ve kağnılarda tahtayataklarında koyu mavi humbaralarçırılçıplaktı. Ve kadınlar birbirlerindengizleyerek bakıyorlardı ayın altında geçmişkafilelerden kalan öküz ve tekerlekölülerine... Ve kadınlar bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleriince küçük çeneleri, kocaman gözleriyleanamız, avradımız, yârimiz,ve sanki hiç yaşamamış gibi ölenve soframızdaki yeriöküzümüzden sonra gelen, ve dağlarakaçırıp uğrunda hapis yattığımız, ve ekinde,tütünde, odunda ve pazardaki, vekarasapana koşulan ve ağıllardaışıltısında yere saplı bıçakların oynak ağırkalçaları ve zilleriyle bizim olankadınlarbizim kadınlarımız şimdi ayın altındakağnıların ve hartuçların peşinde harmanyerine kehribar başaklı sap çeker gibi aynıyürek ferahlığı aynı yorgunalışkanlık içindeydiler. Ve on beşlik
şarapnelin çeliğindeince boyunlu çocuklar uyuyordu.Ve ayın altında kağnılar yürüyordu Akşehirüstünden Afyon'a doğru.Altı Ağustos emri verilmiştir.Birinci ve İkinci Ordu, kıtaları, kağnıları,süvari alaylarıyla yer değiştiriyordu, yerdeğiştirecek 98.956 tüfek 325 top 5 tayyare2.800 küsur mitralyöz 2.500 küsur kılıç ve186.326 tane pırıl pırıl insan yüreği ve bununiki misli kulak, kol, ayak ve gözkımıldanıyordu gecenin içinde. Geceniniçinde toprak. Gecenin içinde rüzgâr.Hatıralara bağlı, hatıraların haricindegecenin içinde: insanlar, âletler ve hayvanlardemirleri, tahtaları ve etleriyle birbirinesokulup korkunç ve sessiz emniyetlerinibirbirlerine sokulmakta bulup kocamanyorgun ayakları topraklı elleriyle
yürüyorlardı. Ve onların arasında BirinciOrdu İkinci Nakliye Taburundan İstanbulluşoför Ahmet ve onun kamyoneti vardı. Biracayip mahlûktu üç numrolu kamyonet:ihtiyar cesur inatçı ve şirret. Kırılıpdağlarda kalan sol arka makası yerineşasinin altına, dingilin üzerine budaklı birgürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen vekalp ağrılarıyla ve on kilometrede birkaranlığa yaslanıp durduğu halde, vevantilatöründe dört kanattan ikisi noksaniken şahsının vekarlı kudretini resmenbiliyordu, 6 Ağustos emrinde ondan vearkadaşlarından «... ihzar ve teşkil edilmişbulunan «ve cem'an 300 ton kabiliyetindekabul olunan «yüz kadar seri otomobil...»diye bahsediliyordu. İhzar ve teşkilolunanlar bu meyanda Ahmet'in kamyonetiinsanların, silâhların ve kağnıların yanındangeçip Afyon - Ahırdağları ve imtidadınadoğru iniyorlardı. Ahmet'in kafasında uzakbir şehir ve bir şarkı vardı.
Bu şarkı nihaventtir.Ve beyaz tenteli sandallarısiyah mavnalarıgüneşli karpuz kabuklarıylabir deniz kıyısındadır şehir.Vantilatörde adedi devir düşüyor gibi.Arkadaşlar ileri geçtiler. Ay battı. Manzarayıldızlardan ve dağlardan ibaret...Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,Çınar dibinde iki mars bir oyunla yenipbücürü, kalk sıra kahvelerin önünden yürü,çeşmeyi geç, mektep bahçesi, medreseler,orda, Harbiye Nezareti'nin arka duvarındasiyah çarşaflı bir kadın çömelip yere darıserper güvercinlere.Ve papelcilerşemsiye üstünde papaz açarlar.
Motor mızıkçılık ediyor, bizi dağ başlarındabırakacak meret...Ne diyorduk oğlum Ahmet? Dökmecilersağda kalır. Derken, Uzun Çarşı'yasaparken köşede, sol kolda seyyar kitapçı:Hikâyei Billur Köşk altı cilt TarihiCevdet,ve Fenni Tabahat. Tabahat mutfaktangelirmiş, yani yemek pişirmek.Hani uskumru dolmasına da bayılırım pek.Yaldızlı kuyruğundan tutup bir salkım üzümgibi yersin. İlerde bir süvari kolu gidiyor,saptılar sola...Uzun Çarşı'yı dikine inersin.Sandalyacılar, tavla pulcuları,tesbihçiler, ve sen İstanbullu sen kendiellerinin hünerine alışmış olduğundanşaşarsın İstanbullulara: ne kadar ince,
ne çeşitli hünerleri var, dersin.Rüstem Paşa Camii.Urgancılar.Urgancılar'da yüz parça yelkenligemiyi ve hesapsız katır kervanlarınıdonatacak kadar urgan, halat vedökme tunçtan çıngıraklar satılır.Zindankapı, Babacafer.Uzakta Balıkpazarı.Kuruyemişçiler.Yemiş İskelesi'ndeyiz:o, sandalları, mavnalarıgüneşli karpuz kabuklarıylayüzüne hasret kaldığım deniz...Sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?İnip baksam...
Yemiş İskelesi'nden dilenci vapuruna binipEyüp'de niyet kuyusuna gittikti.Elleri yumuk yumuk,bacakları biraz çarpıktı ama,yeşil zeytin tanesi gibi gözler.Kaşları hilâl gibi çekikti.Tam Kasımpaşa'ya yaklaştık, beyazbaşörtüsü...Lastik hava kaçırıyor.Derdine deva bulmazsak eğer...Dur bakalım Babacafer.Üç numrolu kamyonet durdu.Karanlık.Kriko.
Pompa.Eller.Küfreden ve küfrettiğine kızan ellerilastikte ve ihtiyar tekerlekte çalışırkenAhmet hatırladı:bir gece nüzüllü babaannesinisedirden sedire taşırkenkadıncağız...İç lastik boydan boya patladı.Yedek?Yok.Dağlarda avaz avazimdat istemek?
Sen Süleymaniyelisin oğlum sana tek başınaverilmiştir üç numrolu kamyonet.Hem hani bir koyun varmış kendi bacağındanasılan bir koyun. Süleymaniyeli şoför Ahmetsoyun...Soyundu.Ceket, külot pantol, don, gömlek ve kalpakve kırmızı kuşak Ahmet'i postallarının üstündeçırılçıplak bırakarak dış lastiğin içine girdiler,şişirdiler...Bu şarkı nihaventtir.Deniz kıyısında bir şehir, beyaz başörtüsü.Saatta elli yapıyoruz.Dayan ömrümün törpüsü,dayan da dağlar anadan doğma görsün
şoför Ahmet'i. dayan aslan...Hiçbir zamanböyle merhametli bir ümitle sevmedihiçbir insanhiçbir âleti... »Güldü keyifle Aşçıbaşı Mahmut Aşer: «Pardon şoför Ahmet'e, yavrum,» dedi,«doğrusu pardon.Açıkgöz millettir İstanbullular,yiğitleri de, yavrum, yiğittir.Şimdi şoför Ahmet nerde kim bilir?Belki şoförlük eder, Ankara'da, belediyeotobüslerinde, yahut Mudanya-Bursayolunda kaptıkaçtılarda çalışır .İster misin bizim tirende olsun? Üçüncümevkide tabiî...»
Garson Mustafa kötümser konuştu: «Ölmemişse eğer... » Birdenbire ciddileştiMahmut Aşer: « Allah rahmet eylesin.Doğrusun.Belki sonradan öldü, belki de şehit düştü dahao zaman.» Tekrarladı Garson Mustafa :« Belki de şehit düştü daha o zaman üçnumrolu kamyonetiyle beraber...Bilir misin bir resim vardır, Mahmut Usta;kahvelerde duvarlara asarlar:Arabistan çölünde güneş batar, vurulmuşbedevi Arap al kanlar içinde kumlarda yatarve herifin ceylan gibi atı durur başucundakoklar ağlayarak sahibini.» «Bildim.» « Bildin demek?Usta, öyle sanıyorum ki ben, şoför Ahmet şehitdüşmüşse daha o zaman başucunda durup
ağlayarak üç numrolu kamyoneti dağlardakuşa kurda karşı beklemiştir Ahmet'i... » «Doğrusun yavrum, beklemiştir.Lâkin insanoğlunun tez dağılır cesedi, şimdio dağlara varsan şoför Ahmet'den eseryoktur lâkin demiri, tekeri filân kalmıştırkamyonetin. Kahbe felek bu...» Hızlaburnunu çekti Mahmut Aşer: « Neysem, helesen şunun sonunu oku.» Sordu Metrdotel: «Çok var mı daha?» « Yok.Beş altı yaprak.Başlıyorum.» Ve başladı Garson Mustafa: «HİKAYEİ 26 AĞUSTOS GECESİNDESAATLARİKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR...Saat iki otuz.Kocatepe yanıkve ihtiyar bir
bayırdır,ne ağaç, ne kuşsesine toprak kokusuvardır.Gündüz güneşingece yıldızların altında kayalardır.Ve şimdi geceolduğu içinve dünyakaranlıkta dahabizimdaha yakın daha küçük kaldığı için ve buvakitlerde topraktan ve yürekten evimize,aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği içinkayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi okşayarakgülümseyen bıyığını seyrediyorduKocatepe'den dünyann en yıldızlı karanlığını.Düşman üç saatlik yerdedir. Ve HıdırlıkTepesi olmasa Afyonkarahisar şehrinin ışıkları
gözükecek. Şimali garbide Güzelim Dağları, vedağlarda tek tek ateşler yanıyor. OvadaAkarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklınöbetçinin hayalinde şimdi yalnız sularınyaptığı bir yolculuk var. Akarçay belki birakarsu belki bir ırmak belki küçücük birnehirdir. Akarçay Dereboğazı'ndadeğirmenleri çevirip kılçıksız yılan balıklarıylaYedişahitler Kayası'nın gölgesine girip çıkar,ve kocaman çiçekleri eflatun kırmızı beyaz vesapları bir, bir buçuk adam boyundakihaşhaşların içinden akar. Ve Afyon önündeAltıgözler Köprüsü'nün altından gündoğuyadönerek ve Konya tiren hattına rastlayıpyolda Büyük Çobanlar Köyü'nü solda veKızılkilise'yi sağda bırakıp gider.Düşündü birdenbire kayalıklardaki adamkaynakları ve yolları düşman elinde kalanbütün nehirleri, kimbilir onlar ne kadar büyükne kadar uzundurlar? Birçoğunun adınıbilmiyordu, yalnız Yunan'dan önce veSeferberlik'den evvel Selimşahlar Çiftliği'nde
ırgatlık ederken Manisa'da geçerdi Gediz'insularını başı dönerek.Dağlarda tek,tek,ateşler yanıyordu.Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar kişayak kalpaklı adam nasıl ve ne zamangeleceğini bilmeden öcalıcı, güzel ve rahatgünlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyladuruyordu mavzerinin yanında.Kocatepe'de gözetleme yerinde...Saat üç uçuk.Halimur-Ayvalı hattı üzerinde mangamevziindedir. İzmirli Ali Onbaşı karanlıktagöz yordamıyla sanki onları bir daha hiçgörmeyecekmiş gibi baktı manga efradınabirer birer: Sağda birinci nefer sarışındı,ikincisi esmer, üçüncü kekemeydi, fakat
bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen.Dördüncünün yine mutlak bulamıç istiyorducanı. Beşinci vuracaktı amcasını vuranıtezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.Altıncı inanılmayacak kadar büyükayaklı bir adam memlekette toprağınıve tek öküzünü bir ihtiyar muhacirkarısına bıraktığı için kardeşleri onumahkemeye verdiler vebölüktearkadaşların yerine nöbete kalktığıiçin ona «Deli Erzurumlu» derdiler.Yedinci Mehmet oğlu Osman'dı.Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'dayaralandı, ve gözünü kırpmadan dahabir hayli yara alabilir ve dimdikayakta kalabilir. Sekizinci İbrahimkorkmayacaktı bu kadar bembeyazdişleri böyle tıkırdayıp böyle birbirinevurmasalar. Ve İzmirli Ali Onbaşıbiliyordu ki tavşan korktuğu içinkaçmaz.kaçtığı için korkar.
Saat dört.Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.12'nci piyade fırkası.Gözler karanlıkta, uzakta,eller yakında, makanizmalar üzerinde,herkes yerli yerinde.Tabur imamımevzideki biricik silâhsız adamölülerin adamı, kıbleye doğru kırılmış birsöğüt dalı dikerek durdu boyun büküpel kavuşturup sabah namazına, İçirahattır.Cennet, ebedî bir istirahattır. Veyenilseler de, yenseler de âdayı meydanıgazadan o kendi elleriyle verecektir
cenabı rabbülâlemine şühedayı.Saat dört kırk beş.Sandıklı civarı.Köyler.Sarkık siyah bıyıklı süvariçınar dibinde beygirinin yanında duruyordu.Çukurova beygirikuyruğunu karanlığa vuruyordu, dizkapaklarında kan kantarmasında köpük.İkinci Süvari Fırkasından DördüncüBölük atları, kılıçları ve insanlarıylahavayı kokluyor. Geride, köylerde birhoroz öttü. Ve sarkık siyah bıyıklı süvariellerinin tersiyle yüzünü örttü. Karşıdağlar ardında, gâvur içinde kalan birbaşka horoz vardır, balta ibik, sütbeyazbir Denizli horozu, gâvurlar her hal onu
çoktan kesip çorbasını yapmışlardır...Saat beşe on var.Kırk dakika sonra şafak sökecek. «Korkmasönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.»Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe cenubundaOn Beşinci Piyade Fırkasından iki ihtiyatzabiti ve onların genci, uzunuDarülmuallimin mezunu Nurettin Eşfakmavzer tabancasının emniyetiyleoynayarak konuşuyor: « Bizim İstiklâlMarşında aksayan bir yan var, bilmem,nasıl anlatsam. Akif, inanmış adam. Fakatonun ben inandıklarının hepsineinanmıyorum. Beni burda tutan şey şehitolmak vecdi mi? sanmıyorum. Meselâbakın'Gelecektir sana vaadettiği günlerHakkın' Hayır. Gelecek günler için göktenâyet inmedi bize. Onu biz kendimizvaadettik kendimize. Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair... Kim bilir belkiyarın...'»Saat beşe beş var. Dağlar aydınlanıyor. Biryerlerde bir şeyler yanıyor.. Gün ağardıağaracak. Kokusu tütmeye başladıAnadolu toprağı uyanıyor. Ve bu anda kalbibir şahin gibi göklere salıp ve pırıltılargörüp ve çok uzak çok uzak bir yerlereçağıran sesler duyarak bir müthiş vemukaddes macerada ön safta en ön sıradaşahlanıp ölesi geliyordu insanın.Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın yaşı yirmibirdi. Kumral başını gökyüzüne çevirdi kalktıayağa. Baktı, yıldızları ağaran muazzamkaranlığa. Şimdi bir hamlede o kadar büyüköyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütünömrünü ve hatırasını ve yedi buçuklukbataryasını ağlanacak kadar küçükbuluyordu.Yüzbaşı sordu:
« Saat kaç?»« Beş.»« Yarım saat sonra demek...»98.956 tüfek ve şoför Ahmet'in üç numrolukamyonetinden yedi buçukluk şinayderlere, onbeşlik obüslere kadar bütün aletleriyle vevatan uğrunda yani toprak ve hürriyet içinölebilmek kabiliyetleriyleBirinci ve İkinci Ordular baskınahazırdılar.Alacakaranlıkta, bir çınar dibinde,beygirinin yanında duran sarkık siyahbıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.Nurettin Eşfak baskı saatına: Beş otuz... Vebaşladı topçu ateşiyle ve fecirle birliktebüyük taarruz...Sonra.
Sonra düşmanın müstahkem cepheleri düştü,bunlarKarahisar cenubunda 50 ve şarkında 20-30kilometreydiler. Sonra.Sonra düşman ordusu kuvvayı külliyesiniihata ettikAslıhanlar civarında30 Ağustosa kadar.Sonra.Sonra 30 Ağustosta düşman kuvvayı külliyesiimha olundu.Ve 31 Ağustos 1922 günü ordularımız İzmir'edoğru yürürken, serseri bir kurşunla vurulanDeli Erzurumlu'ydu. Devrildi,kürek kemikleri arasında toprağı duydu.Baktı yukarı baktı karşıya. Gözleri
hayretle yandılar, önünde sırt üstü, yanyana yatan postalları her seferkinden dahakocamandılar. Ve bu postallar daha birhayli zaman üzerlerinden atlayıp geçenarkadaşların arkasından seyredip güneşligökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısınıdüşündüler. Sonra. Sonra sarsılıp ayrıldılarbirbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürkenkederinden yüzlerini toprağa döndüler.»Sustu Garson Mustafa.Sordu Aşçıbaşı Mahmut Aşer:« Bitti mi?»« Bitti.»« Sahiden bitti demek.»« Sahiden bitti, usta.Daha neyi bekliyordun ki yazsın?» «Bilmem.
Doğrusun, yavrum.Daha neyi yazacaktı.Gâvuru yendik, girdik İzmir'e.Sonra.Sonra Cumhuriyet oldu.Velâkin... »Konuştu Metrdotel:« Dilinin altında bir şey var,Aşçıbaşı, çekinme söyle.» «Kimden çekineceğim.Yani, destan bitmesine bitti, biraz acı bittilâkin. Yüreğim üzüldü bayağı. Şöyle ferah,şöyle yiğitçe koşarken kapana tutulmuş gibioluyor insanın ayağı.»Metrdotel bir tuhaf güldü.
Ses çıkarmadı Garson Mustafa.Bilecik İstasyonu'na girdi tiren.Ve yataklı vagonda, ikinci bölmede, üst kattahorluyordu Hikmet Alpersoy. Güzel kahkahalıadamdan eser kalmamıştı uykuda. Uykuihtiyarlatmıştı onu gözlerinin rengini örtüpışıksız bırakarak yüzünü. Ve şimdi ipekpijamasının içinde altmış yaşında bir sarhoştuhorlayan. Ve aynı bölmede, alt katta Burhansırtında pamuklu hırkası (hiçbir zamanvazgeçmedi bu hırkadan) oturmuştu yatağınınkıyısına. Sivaslı Ahmet Paşa tarihini okuyordu.Kafasında bir öntasarı: vagon atelyesinibüyütmek. Tiren Bilecik'de fazla duruncabaktı pencereden Burhan, pencerenin altındakonuşuyordu tiren polisiyle Metrdotel: ikimasmavi adamdılar. Bu sırada altmışkilometre kadar güneyinde Bilecik'in çoktangeçmişti İnönü'nü yaklaşıyordu Eskişehir'eHaydarpaşa'dan 15.45'de kalkan katar.
510 numaralı üçüncü mevki vagon.Koridor.Koridora çıktı mahkûm Süleyman.Karşılaştı Kartallı Kâzım'la.İkisinden başka kimse yoktu.Fısıldadı Kartallı Kâzım:« Merhaba, Süleyman.»« Merhaba, köylüm.»« Sahanlığa gel, Süleyman, rahatçakonuşalım.»« Burası daha iyi.Tanışmayan iki yolcuymuşuz gibi yan yanapencereden bakıyormuşuz gibi yaparız.» Veöyle yaptılar. Sordu Süleyman: « Sen nereyeböyle, köylüm?» « Ankara'ya. Sonra Halil'in
gittiği yere.O hapisanesine, ben oteline.» « Öyle misöylediler?» « Kimse bir şey söylemedi, bendüşündüm.Ne olur, ne olmaz.Hapisanenin duvarını bir de dışardan ölçeriz.Fena mı?» « İyi .»« Bizim şairden ne haber, Süleyman?» «Onu bizden beş ay önce gönderdiler.» «Biliyorum.D...'ye gitti.Yani mektup geliyor muydu?» « Geliyordu.Köylüm, onu da mı selâmetledin yoksa?» «Elbette yerine kadar. Fakat berbat bir şeyD...'nin hapisanesi. Duvarları dehşetli yüksek.Ama aşılmayan duvar mı vardır?» Süleyman
güldü: « Peki, sen böyle tek başına icabedersehani hangisini ilkönce aşıracaksın?» « İlkönceCelâl'!.»« Demek daha çok seviyorsun onu?»« Sevgi meselesi değil, herif şair.» «Halil de âlim.»Kartallı Kâzım düşündü cevap vermedenönce: « Doğru, o da ilk postalık olacakzaten. Ama evvelâ Celâl. Dedim ya şiiryazıyor, şiir yazıyor, boru değil. Senin şiiryazdığın var mı? Yalnız yazılanı güldürgüldür okursunuz. Ben gördüm nasılyapıldığını bu işin, bahçıvanlıktan beter birşey turfanda sebze yetiştirmekten bile zor.Şiir yazarken dikkat ettin mi Celâl'e, herseferinde sanki herif on beş yaşında kızolmuş da kıvrana kıvrana kemikleri açılıpçatırdayarak ağrılar içinde çocukdoğuruyor, sanki her seferinde dünyayıyaratıyor yeniden.» Süleyman içerledibiraz: « Nerdeyse Celâl'e tapacaksın, be
köylüm.Zaten bizde halkın bir garip hayranlığıvar şairlereNamık Kemal'den beri.Fakat senin muhabbetinde bir sebepdaha görüyorum: Seni de sokacaktıdestana, fakat sokmamış.» « Sokmasın.Daha iyisini, daha doğrusunu bulmuştur.Yoksa bitirmiş mi destanı?» « Bitirdi.» « Güzeloldu mu?» « Elbette.İçerde bizde üç kopyası var.Sana birini vereyim.Yalnız sen hâlâ vazgeçmedin köylüce,anarşistçe düşünmekten.» « Ne gibi?» « Kendikendine işlere kalkışıyorsun kimseyedanışmadan.Eğer düşündüğün şey lâzım olursa sen, bendeğil, bunun mesulleri söyler önce kimden
başlanacağını.» Somurttu Kartallı Kâzım.Acayip bir üzüntü geçti sarı kurtgözlerinden: « Peki, anladık.Halil'le oraya gitmek de mi hata?Eskişehir'de inip döneyim mi?» « Hayır,köylüm, hattâ benim hapisaneyiFuat'ınkini de bir yokla.» Bahtiyar; yayıldıdişsiz çocuk ağzı Kartallı Kâzım'ın, bağırdıâdeta:« Seni gidi, bulgur pilavı Süleyman, seni.»Süleyman telâşlandı: « Bağırma, köylüm.»Sonra sessizce güldü.Bütün arkadaşlar bilirdi bulgur pilavıhikâyesini.Sekiz yıl önceye ait bir hikâye:Süleyman'a verilmişti konuşup anlaşmak işi
Kartallı Kâzım'la.Bulutsuz bir yaz günüydü.Yorulmuştu ve dehşetli acıkmıştı SüleymanKâzırn'ın bahçesine vardığı zaman.Burda güneşin altında sebze bahçesi yeşilfasulya sırıklarının sessizliğiydi gözalabildiğine. Ve toprağın üzerinde ıslak suarklarıyla kırmızı domatesler.Kâzım oturuyordu altında çardağın.Uzakta, mısırların arasında eğilip kalkıyordubeyaz başörtülü bir kadın.Mavi bir duman tütüyordu çardağınarkasından.Bol zeytinyağlı ve sirkeli diri yeşil bir salatave kızaran bir et kokusu vardı havada.Çardakta bir saat kadar konuştular:
Süleyman ihtiyatlı ve kurnazKâzım alaycı ve cesur. Ve kızaran et kokusuhavada devam etti her dakka çoğaltarakSüleyman'ın açlığını. Nihayet mavi gözlü,yalnayak bir kız çocuğu bir tencere getirdi, ikitahta kaşık ve iki baş kuru soğan: «Buyrun,»dedi, açtı Kâzım tencerenin kapağını. Öyleyavan bir bulgur pilavıydı ki karşısına çıkanumutsuz bir yenilgiyle yüzünü buruşturduSüleyman ve darılmış gibi fısıldadı:« Teşekkür ederim, Kâzım Efendi, karnımtok.» Güldü sarı kurt gözleri KartallıKâzım'ın, her halde birçok sefer böylegülmüştür Hoca Nasreddin'in de gözleri.Bulgur tenceresini Kâzım gönderdi geri.Kızarmış et, salata ve irmik helvasıgetirdiler ve iki şişe kırk dokuzluk. Utanmış,fakat cesur ve bütün hücumlara hazıryemeğe başlarken Süleyman, konuştuKartallı Kâzım yavaşça: « Bizim köylününçoğu bulgur yer malûmunuz, siz de fakir
köylü için çalıştığınızdan...» Süleyman kestisözünü Kâzım'ın:«Haklısın, Kâzım Efendi,» dedi, «ama bende haklıyım, et kızartması yavan bulgurdaniyidir. Fakat istersen şimdi bulguru da getiryürütürüz helvadan önce... » Ve öyle yaptıSüleyman fakat bu kurtarmadı onu ogünden sonra «Bulgur pilavı Süleyman»diye anılmaktan. Bütün arkadaşlar bilirdibulgur pilavı hikâyesini.Kartallı Kâzım tekrarladı:« Seni gidi bulgur pilavı Süleyman, seni.»Ses çıkarmadı Süleyman.Tirenin penceresinden tükürdü gecenin içine.Sonra eğilip konuştu aşağıda topraktatirenle birlikte giden birine söylüyormuşgibi:
« Allahla aramız nasıl, köylüm?»Kâzım cevap verdi canı sıkılarak:« Bildiğin gibi.»Karşı taarruzundan memnundu Süleyman.Kâzım devam etti:« Allahsız yaşayabiliyor insan, ama Allahlıda yaşayabiliyor. Benimki gibi olursa hele,suya sabuna dokunmayan politikaylauğraşmayan bir Allah. Muska gibi bir şey,Süleyman, rahmetli babamı hatırlamak gibibir şey.» Süleyman güldü: « Görüşmeyelibu işi çok düşünmüşsün kaçacak bir de kapıbulmuşsun köylü kurnazlığıyla.» Cevapvermedi Kâzım. Her şeye rağmen Allahainanıyordu ve düşmandı Bulgarlara. Okadar ki (...) derhal dünyaya küser sonrahemen bulurdu tesellisini: «Ya BalkanHarbi'nde hamile kadınlara yaptıklarıyalandı bu mille tin,» diyerek,
(...)Bir ayak sesi geldi. Kâzım'la Süleymandöndüler, baktılar. Koridora çıkmıştıSakaryalı Şakir. Ve bölme kapılarınatutuna tutuna, ince bacakları üstünde sudolu karnını taşıyarak yaklaştı Kâzım'laSüleyman'a.Ağzının içinde ağlayan bir düdük varmışgibi konuştu: « Bilecik daha uzak mı?»Ürktü Süleyman.Güldü Kâzım.Süleyman cevap verdi:« Bilecik'i çoktan geçtik.»Kâzım karıştı söze:« Uykuda mıydın?»
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 838
Pages: