Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Memleketimden İnsan Manzaraları-Nazım Hikmet RAN

Memleketimden İnsan Manzaraları-Nazım Hikmet RAN

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-18 15:49:18

Description: Memleketimden İnsan Manzaraları-Nazım Hikmet RAN

Search

Read the Text Version

düşünüyorum. Kederli bir yalnızlık doluyoriçerime ölümünü düşünen bir insanın yalnızlığısevgisiz ve nefretsiz. Kopuyor insanlarlaalâkam anlıyorum ki ölümde bir başımayım.Sonra hesap ediyorum, kırk sekiz yaşındayım,en fazla yaşasam yetmiş beşine kadar dahayirmi yedi senem var demek. Ölçüyorumgeçen kırk sekizle kalan yirmi yediyikepazelik. Ne tuhaf şey, ne tuhaf şey en fazlayirmi yedi sene ve bir varmış bir yokmuşDoktor Faik Bey.Sustu.Sonra, imdat arıyormuş gibi adeta yalvarıpsordu Halil'e:« Kaç yaşındasınız?»« Otuz dokuz galiba.»« Galiba ne demek?»« Nüfus tezkereme göre otuz dokuz.

Ama annem 'Seni bir yaş büyük yazdırdık,'derdi.»Hernedense Halil'i tersleyerekkonuştu Faik Bey: « Annenizi bırakın,otuz dokuz diyelim.» Halil güldü:« Kırk da diyebilirsiniz.» « Hayırcömertliğe lüzum yok, bir sene birsenedir. Peki, hesapladınız mı, HalilBey?» « Neyi?» « Ne kaldığını?» «Hayır.»« Hesaplamanız lâzım. Otuz altı kalmış.Benden dokuz fazla. Artık bu hesabıyapacak yaştasınız, çoğu geçmiş elinizden.Geçenle kalanı kıyas edebilirsiniz.Otuzuna kadar seneler ve hattâ ölüm birnazariye, sonra hakikatlaşıyor. Ve ne kadarçabuk ne kadar az kaldı diye insan şaşıyor.Hiç duymadınız mı bu şaşkınlığı?» «Hayır.

Ama, sizi anlıyorum.» « Ne anlıyorsunuz?»« Bol bol düşünmeye vaktiniz ve imkânınızvar.» « Sizin yok mu?»« Benim de böyle bir imtiyazım var elbette.»« İmtiyaz ne demek?» « İmtiyaz şu demek ki,Faik Bey: demin ameliyat ettiğiniz kadın,sizin de dediğiniz gibi, gün doğarkenuyumanın mümkün olduğunu aklına bilegetiremeyen, yarı nebat, yarı hayvan hayatısürmeye mahkûm şu Dümelli'nin karısı, veDümelli'nin kendisi, memleketimde veyeryüzündeki insanların çoğu mahrumdurbol bol düşünebilmek saadetinden. Vakitlerive imkânları yok.O kadar çok çalışıyor öyle yorgundurlar kigece, altmış yaşında bile, yatağa girdiklerizaman uyku kurşun gibi bastırıyor.Belki uykuda rüya görülür, amadüşünülmez.»

Sustu.Sonra bahtiyar gülümseyerek ilâve ettiHalil: « Ve düşündükleri zaman hayatıdüşünüyorlar, ölümü değil... » « Peki, ölümüdüşünmeye vakitleri ve imkânları olsa?» « Ozaman da ölümü sizin gibidüşünmeyecekler.» « Neden?» « Şundan kiFaik Bey, siz hayatta bir başınıza olduğunuz,için ölümde de bir başınasınız. Bütünbağlarıyla kalsaydınız Polis Müdürlüğünündoktoru olarak, sınıfınızla aranızdaki iplerikesmeseydiniz, yahut bu ameliyattan sonrakarşı tarafa geçip başka bağlarla başkainsanlara bağlansaydınız, şimdi fasılasızgelişen bu müzmin hastalık nadiren tepen birkriz olurdu hiç olmazsa... »Faik Bey kahkahalarla güldü.« Doktorca konuşuyorsunuz,» dedi,«ama baksanıza nadiren de olsa yinetepermiş.» « Teperdi, evet, Faik Bey.

Ağaç yaşken bükülür,ve karargâh değiştirmek kolay değildir öyle.İçinde beşiğinden bir şeyler taşır insan. Vesonra...»Dümelli Memet belirdi ahlatın atlından. Halilgördü onu. Sevinçle kalktı yerinden. «Geliyor,» dedi. «Geldi işte...» Dümelli'yikarşıladılar.Ve kapıdan ve pencereden vuran sıcak sanışıkta durdular konuşmadan üç ağaç gibiayakta. Kucağında dolu, kocaman birkesekâadı Dümelli'nin.Düşürmekten korkuyormuş gibiydi bunu.Kesekâatlarına alışkın olmadığı belli. «Senden insana hayır gelmez, ama sen söyleyine,» der gibi bakıyordu doktorun yüzüne,ağlıyordu Dümelli. « Geçmiş olsun, gözünaydın kardeşim,» dedi Halil. Dümellidüşürdü kesekâadını kucağından.

Toprakta dağıldı bir çocuk sevinciyleelmalar. Halil'in yardımıyla Dümelli topladıelmaları koydu kesekâadına tekrar vebıraktı taş merdivenin üzerine. Sonra ikielma aldı içinden mintanının yeniyle sildi veikram etti Halil'le doktora. Dişsiz ağzı yarıyerinden gülüyor çipil mavi gözleri bâlâağlıyordu. Karşılıklı bir itişip kakışmayladoktorun elini öptü. Saldırdı ellerine Halil'in.Atik davrandı Halil, kucaklaştılar. VeHalil'in bağrındayken henüzDümelli yeni bir sevinçle irkilip kulak kabarttı.Sesler geliyordu, şehrin batısından yola çıkankağnı sesleri. Bir taş balta gibi işleyen ve ayınaltında ağır pırıltılarla genişleyen altedilmemiş bozkırın vahşi şarkısıydı bu.Halil de duydu.Ve toprağa yenilmiş insanın karanlığı vekederi sevgili memleketinin dolaştı ürpertilerle

üzerinde etinin.« Bizimkiler,» dedi Dümelli Memet, «varıpdurdurayım, demin ben gelirkene yolaçıktılardı. Kağnıya bindiririz, yorulmaz.(Doktora döndü)Efendi ağa, sen deyiver, hazırlansın.» Vedavrandı kağnı seslerine koşmak için.Doktor tuttu kolundan. « Dur,» dedi, «dahaayılmadı bile.» « Ben varıp gelene dekayılır.» « Belki ayılır ama, yola çıkamaz.»« Kağnıya binecek, yürüse yürüse burdanoraya...» « Olmaz.» « Etme, efendi ağa, ikibebesi var.Komşuya koyup geldik.Harman öylece durur.» «Olmaz baba.» « Haydi,varsın yürümesin, kağnıyıgetiririz buraya dek.» «Yataktan çıkamaz.

En aşağı on beş gün sırtüstü yatacak.» «Evde yatar.» « Olmaz.» « İki bebesi var.»« Deli etme insanı, olmaz dedik ya.» «Parmak basarım.» « Ne diye?» « Ma! senindemedin miydi?Malımı be temam aldım diye parmakbasarım.» « Olmaz.» « Mühür?»«Hanimührünyoktu?»«Kulunolayım,zevklenmeadamla,verçocuklarınanasınıgidelim,

harmanöylecedurur.(Ve Halil'e döndü Dümelli)Efendi, sen deyiver bari... » Halil zortutuyordu kendini göz yaşlarıylaboşanmamak için. « İçeri girelim,»dedi, «hastanı gör.Kımıldanacak hali var mı, yok mu, bakarsın...»Dahiliye, hariciye, vilâdiye, emrazı sariye,kadın, erkek, çocuk, elli dokuz yataktımemleket hastanesi, fakat yetmiş ikiydi hastasayısı. Yerde yatıyordu fazlalık ve ikişer hastavardı bazı karyolalarda...Dümelli karısını gördü.Ayılmamıştı henüz.

Saçları tıraş edilmişti dibinden.Yamru yumru, kabuklu patates gibi bir yüz.Hastalıklı bir oğlan çocuğuna benziyordu.Ve beyaz patiska nevresimin üzerindetopraktan fışkırmış iki kök gibi duruyorduelleri.Dümelli bıraktı elmaları hastanın ayak ucuna.Baktı uzun uzun baktı çipil mavi gözlerinikısarak. « Hayır kalmamış,» dedi, «kötülemiş.Benim ala öküz de böyle olduydu bıldır, yattı,kalkmadı bir daha. Elmaları verin yesin.Elmayı sever. Sağolun efendi ağa... »Ve çıktıdışarıDümelliağlayaağlaya. Çıkışo çıkış.

Onu birdahagörmediler.Ve üç günsonra öldükadın...IISabah sabah erkenden, hastanenin üstündeşafak söktü, sökmek üzere.Doktor Faik Bey uyandı apansızın, (bekâr

olduğundan hastanede yatıyordu). Alacakaranlıktı oda. Ve perdeleri açık pencereningeniş camları arkasında soğuk bir su aydınlığıvardı, merhamet gibi bir aydınlık. « Saatkaç?» diye düşündü Faik Bey. Masaya uzandı,bakmak için, seçemedi. Elektriği yaktı, odadaşafak vakti istasyonlarının kederi, beyazlaşanlâmbalar, ayrılık. Sırtüstü, çırılçıplakyatıyordu Faik Bey. (Yaz kış böyle yatar). Vesaata tekrar bakmayı unutmuştu. Gözlerinitavana dikti,çıtaları saydı. Baktı karşıduvara, orda bir tahtakurusu kireçli,muazzam bir beyazlığın ortasında ufacıkgidiyordu, kutbun uçsuz bucaksız karlarındakaybolmuş bir insan gibi, sonsuzlukta bir yıldızyalnızlığıyla...« Sonsuzlukta bir yıldız yalnızlığıyla,» diyetekrarladı Faik Bey yüksek sesle. Ve göğsüneeğdi başım, gözlerininönünde upuzunyatıyordu ayak tırnaklarının ucuna kadar,başsız, çırılçıplak vücudu.

Onu, ilk defa görüyormuş gibi seyretti. İlkdefa bakıyordu ona bu gözle, şaşırmış meraklıve mahzun; Karnı esmer, içeri çökük,bacakları, adalesiz, ince, uzun, deriihtiyarlamış. Karnının üstüne koydu elini:tiksintisi bir pelte yumuşaklığının. Sağ bacağınıbüktü, sarktı baldır. Topukta aşık kemiğineyakın kırışıklar. Ve bu başsız, ihtiyar vücudunyalnızlığı.FaikBeykendivücudununkarşısındadüşündüonunölümünü.Aklınailkgelenşeyyıkanırken,

yahutkefenlenirkendeğil,morgdagörmekolduonu.Taşmasanınüstüneböyleçırılçıplakuzanmış.Sonra,birçukuraindirilirken,sonra,ıslaktoprakkokusu,tabutuntahtasını

oymayabaşlayankurtlar(onlarıvücudunatırmanırdüşünmeyetahammülüyoktu)vehepsininbeteriduymayangörmeyenkımıldanmayanyalnızlık...FaikBeybastızile

arkaarkayaarka arkaya.Sonra hızla toparlandı yatağın içindeyastığa doğru.Çarşafı çekti dizlerine büzülüp oturdu,bekledi.Kapı açıldı.Girdi telâşla, İstanbullu hastabakıcı İsmetHanım.Faik Bey belki onu bekliyordu belki hiçkimseyi beklemiyordu, tuttu genç kadınıbileklerinden: « Korkma, bağırma, sus,Allahaşkına beni kurtar,» dedi. İsmetHanım önce ürktü, debelendi, fakat çokgeçmeden:

« Aman doktorbey, duyarlar,görürler, kapıaçık,» filânderken söndürdüelektriği ve sesçıkarmadı artık.Dışarda, pencerenin geniş camianarkasında soğuk bir su aydınlığıvardı, merhamet gibi biraydınlık...Sabah sabah erkenden hastanenin üstündeşafak söktü, sökmek üzere, Halil uyandıapansızın kalktı yataktan.. Seslendi uyuklayannöbetçi jandarmaya: « Ben kapının önündeyimtaş merdivenlerin orda.»Koridora çıktı.Uyku ve ilâç kokusu, insana yapmacık gibigelen iniltiler, çok uzaklarda madenî bir tıkırtıve beyazlaşan lambalarşafak vakti

istasyonlarının kederi, ayrılık...Kadınlar koğuşununkapısı açık: hasta birkadın oturmuş yatağındasaçını tarıyor. Yüzüsapsarı saçları simsiyah.Halil taş merdivenleri indi.Toprağın üstünde durdu. Nefes aldıkollarını açarak.Hava ıslak.Güneş doğuyor.Gökyüzü yaş bir bezle gıcır gıcır silinmiş gibitertemiz.Soldaki dağın eteğinde ince bir duman dağılantül gibi bir şey. İlerde ağaçlar aydınlandı: solyanlarına vuruyor ışık. Ve uzakta şehir:Bir uzun yolculuktan limana henüz

dönmüş gibi duruyor. Manzarakatıksız aydınlık, açık renkli, ve busaatta tabiat sıhhatli, genç ve iyiyürekli.« Doktor Bey uyandı mı ki, efendi ağa?»Halil dönüp baktı çocuğa. Canım ciğerim onüç yaşındaki işçi Kerim karşısında kömürlütulumuyla yerden bitme bir cin yavrusu gibiduruyordu. En umulmadık bir anda en eskibir dosta rastlamış gibi sevindi Halil:« Evvelâ merhaba diyelim delikanlı,» dedi.Kerim gülümsedi: « Merhaba, amca.» «Merhaba, adın ne senin?» « Kerim.»« Doktoru ne yapacaksın, Kerîm Usta?»Minicik kırmızı burunlu suratını astı Kerim:« Ustalık bizden uzak,» dedi. « Neden?»Kerim sağ elini çıkardı cebinden. Kat katbezlerle sarılıydı baş parmağı.Telâşlandı Halil: « O ne öyle?» « Prese ezdidün akşam.» Ve birdenbire tekrar duymuş

gibi ezilişin acısını sızlandı, gözleri dolarak:« Uy anam, uy anam, acıyor.» « Peki, dünakşamdan beri ne yaptın?»« Hiç.Ahmet Usta çaputla sardı, evde sargıyıtazeledik.Anam, hastaneye git, doktora göster, dedi.Bugün işten kalmayım diye geldim erkenden.»Halil'le Kerim içeri girdiler,başhemşireyi buldular, pansımanyapıldı. Halil çay ikram etti Kerim'e,tanışıldı daha yakından. Arkadaşlığakarar verdiler, Kerim gitti.Vakit geldiği halde sabah vizitesi başlamamıştıhenüz. Halil koridorda karşılaştı hastabakıcıİsmet Hanımla. Karmakarışıktı kumral kaşlarıgenç kadının (halbuki daima taranmış gibidururlardı) elinde boş çorba taşlarıyla yüklü

bir tepsi vardı. Halil sordu:« Doktoru gördünüz mü?» İsmet Hanımdurdu. Yüzü pancar gibi kızardı. «Başhekimi, Faik Beyi mi?Hayır, görmedim.Fakat, şey...Sabaha yakın bastı zile.Nöbetçiydim.Su istemiş.Götürdüm.Sonra görmedim bir daha...Niye sordunuz?Koğuşlardadır.Ama başhemşire de 'Geç kaldık' diyordu

demin.Saat kaç?»İsmet Hanım boş çorbataslarının üstünden gittikçeartan bir kuşkuylabakıyordu Halil'e.Ve yalan söyleyenler gibidaldan dala çabuk çabuk veçok konuşuyordu.Halil farkına varmadı bu telâşın,« Teşekkür ederim,» dedive girdi koğuşuna,yatağına oturdu.Eğildi öne doğru.Dalgın yüzünde incelipuzamış gibiydi burnu.

Parlıyordu gözlükleri:biçare iki camparçasıydılar. Düşmüştükolları.Ve elleri dizlerinde, avuçları yukarı dönük.Halil artık biliyordu hastalığının adını: gözdamarlarının dumura doğru gitmesi.Yıllardır ağır ağır, birike birike ve bir günbir anda, bir sıçrayışla: körlük. Burda dadiyalektik, Halil, her yerde diyalektik. Amabelki?Tedavide yeni bir keşif? Şifaya doğrusıçrayış? Ve ölümden önce kaybetmemekaydınlığı...Halil zaman zaman unutuyordu hastalığınıgözlerinin, zaman zaman hatırlıyordu: vederisinin altında bir yerde, ince bir damarkopmuş gibi oluyor yüreği çarpıyordualabildiğine. Ve zor tutuyordu kendini soluksoluğa nefes almamak için. Sonra sükûn.

Sonra dalgınlık.Bir kapıdan girer gibi girerdi dalgınlığınıniçine Halil. Eski İstanbul evlerinintaşlıklarına benzerdi bu dalgınlık: Bembeyaztülbenti, kuyusu, kalaylı maşrapasıylayumuşak, serin ve alaca aydınlığında kederlimasallardan bir şeyler biraz...İki karyolanın etrafına toplanmıştı koğuştahastalar.Birincisinde Arapkirli Ali namazda oturur gibidiz çökmüştü yatağa. Sol dizine yayılmışturuncu, yazma mendili. Gözleri ve bıyıklarıpırıl pırıl, simsiyah. Ve yanağında buruşuk,cilâlı yeri bir Antep çıbanının. Ali rüyasınıanlatıyor ve saygıyla dinliyor ötekiler.Saygıları rüyayı görene değil rüyayadır.« Hayırdır inşallah.» « Hayra yor, hayırola.» « Uzun bir arazi gördüm öylesulanmış. Ben al beygirlerle çiftsürmekteyim. Öküzle çift sürmek âdeti

değişmiş köyde. Bir silâh patladı arkadan.»Ali'nin sözünü kesip sordu biri: « Sesiniduydun mu?» « Duymadım.»« İyi, duymadığın, çok iyi, çok.»« Ama, dur hele duydum gibi.»« Zarar yok, duysan da olur, değil mi ki arazisulanmış ve hem de geniş...Resimli bir derginin etrafındaydı ikincikaryola.Dün gece Halil'den aldılar.İnsanları, âletleri ve yangınlarıyla harpresimleri.« Memetçiklere bak, hele, Memetçiklere bak.»« Onlar Memetçik değil be, İngiliz askeri.»« Olsun, hepsi Memetçik.»

« Şunlar da İtalyan mı?»« Şapkalarından belli, İtalyan.»« İtalyanlar harpçi millet değil, canım, kibarinsanlar.»Recep, damdan düşer gibi karıştı söze:« Harbe girdiğin zaman bir gâvur öldürüpbir yudum içersen kanını korku kalmazmış.»Hepsi Recep'e baktılar.On beş, on altı yaşlarındaydı.Yusyuvarlak.Herkesle alay eder ve sıkışınca boynunubüküp nazlı nazlı gülümserdi. Okumayameraklıydı. Bütün vilâyetlerde kaza venahiyeleri ezbere sayardı.« Şimdi bunu nerden çıkardın ülen?» «

Şehit babamdan duydum, şehit babam,şehit düşmüş ben altı aylıkken.»Aydınlı Talip Çavuş vurdu dergiyiRecep'in kafasına: « Canın çıksın,Recep... »Talip Çavuş, seyrek sarı saçlı, yeşil gözlüydü.Balmumundan dökülmüş gibiydi yüzü.Yumuşacık konuşur, ansızın sinirlenir,günlerce küserdi insana.Recep'le ahbaptılar.«Anne» derdi Talip Çavuşa Recep.Jandarma Refik karıştı söze:« Altı haftada işin tamam diyormuş Rus'aAlaman,Köroğlu'nda okudular.» Çerkeşli TenekeciMüslim cevap verdi (yüzü baltaylayontulmuş gibi bir adam): « Rus baba

yıkılmaz kolay kolay... » « İçi çürükmüş...» «Öyle lâflara boş ver. Kayseri'ye vardın mı?Bize bir bez fabrikası kurdu herifler eşiemsali dünyada yok. Bir amele evleriyapmışlar haltetmiş vali konağı...»Talip Çavuş yumuşacık konuştu:« Şimdi İngiliz de Rus'la beraber.»Jandarma Refik itiraz etti:« İngiliz'e kaçak güreş yapar diyorlar.»Recep'in eline geçmişti dergi.Son sayfada çölde İngiliz askerlerinieğlendiren kızların çıplak, beyaz bacaklarınabakıyordu. Ve yusyuvarlak yüzünde kısılangözleri hiç de alaycı değildiler.Telâşlı sesler geldi koridordan.Vizite başlıyor diye hastalar dağıldı yataklara.

Halil uyandı dalgınlığından.Kapı birdenbire açıldı.İstanbullu İsmet Hanım eşikte:« Halil Bey,» dedi,«doktor öldü.Ne yüzünde bir başkalık vardı İsmetHanımın ne sesinde. Hattâ kumral kaşlarıartık deminki gibi karmakarışık değil yinetaranmış samur gibiydiler:: « Doktor FaikBey öldü,» diye tekrarladı. Ve kapıyı hızlaçekip gitti. Hastalar afalladılar. Bir doktorunhele bir başhekimin ölümü kavranılmaz birşeydi onlar için. Ve bir vuruşta yıkıyordubütün sağlık ümitlerini. Arapkirli Alimırıldandı: « Allah rahmet eyleye, Allah ecirsabır vere çoluk çocuğuna.» Talip Çavuşyavaşça konuştu:«Kimsecikleri yokmuş dedilerdi. Bir

başınaymış bu dünyada...»Ve nasıl ansızın şaşırıp sindiyse koğuş, yineöyle ansızın harekete geçti, hastalar fırladılarkoridora. Hastane kâtibiyle karşılaştı Halil.Halil'in ellerine sarıldı kâtip: « İntihar,» dedi,«intihar...Kendini zehirlemiş.Yatağında çırılçıplak yatıyor.Bu kadar gecikince merak ettik.Kapısı kitli.Bende bir eşi var anahtarın.Muavinle birlikte açtık.Sormayın...»Halil kurtardı ellerini kâtipten ve sesindeyırtılan bir şeyle ve kendisi de niçininibilmeden sordu: « Kırk sekiz yaşındaydı,

değil mi?» Ve gözlüklerinin camlarınısiliyormuş gibi yapıp örterek gözlerini,yürüdü, taş merdivenlerin üstüne, güneşeçıktı. Bozkır aydınlık ve ılıktı...Birdenbire Halil'e yalanmış gibi geldiFaik Beyin ölümü, intiharı bilhassa helekendi kendini zehirlemesi. (Halbuki birdakka önce Halil bunun izahınıyapmıştı kafasında). Geri döndü.Ve hareketlerinin mantığını kendi deanlamayarak telâşla geçti koridoru FaikBeyin odasına doğru. Kapı açıldı.Ölüyü sedyenin üstünde dışarı çıkardılar.Beyaz bir çarşafla örtülüydü. Halil duvaradayadı sırtını, yol verdi. Geçtiler:Doktor Faik Beyin ölüsü önde arkada kâtip veelleri cebinde müddeiumumi. Yığılmıştı koğuşkapılarına hastalar ve başka sedyelerebaktıkları gibi kuşkuyla değil kaygıyla değilmerakla bakıyorlardı doktorun sedyesine.

Faik Beyi morga indirdiler. Kapısı kapandıkoğuşların ve Halil'in karşısında koridorbomboş sessiz upuzun kaldı bir vakit.Kulağının dibinde bir kadın çığlığı duydu Halil.Bakındı silkinerek.Solda, ameliyat salonunun kapısı aralıktı vebuzlu camları aydınlanmıştı içerden kör,bebeksiz, beyaz bir göz gibi aydınlık,mücerret, saf akıl gibi bir şey.Sokuldu kapıya Halil.Ve hernedense kötü bir iş yaptığını sanarak,bakmaması gereken bir yere baktığındanutanarak içeri baktı. Demin buzlu camlardagördüğü aynı ihtirassız aynı kansız vesinirsiz aydınlığın içinde, pırıl pırıl aletlerinarasında ve üstünde doğum masasınınsırtüstü devrilip yaslanmış bir kadınyatıyordu. Alabildiğine ayrıktı bacakları vekasıklarına kadar geçirilmiş beyaz bezlerinortasında kocaman, çıplak, müthiş bir çiçek

gibiydi çiftleşme yeri. Kadın iniltilerlesarsılıyordu. Bileklerinden tutmuştu İsmetHanım, başhemşire yanındaydı dahiliyedoktorunun. « Faik Beyin yerine,» diyedüşündü Halil,«dahiliyeci ne anlar bu işten, bir kazaçıkarmasa bari...» Yeni bir çığlıkla sarsıldıkadın.Başı düştü sola. Tanıdı Halil, sabahleyinyatakta siyah saçlarını tarayandı. Katılaşıpşişiyordu karnı sancılarla, tenasül nahiyesifırlıyor öne doğru ve yarı kanlı bir maddesızıyordu.« Bütün memeli hayvanlar gibi,» diyedüşündü Halil. «inekler, kediler, köpeklergibi. Kâinat gibi,» diye düşündü Halil,«doğuran ağaçlar, yıldızlar, cemiyetler gibi.»Yumurta biçiminde açılıp büyüdü çıplak vemüthiş çiçeğin ortası. Ve bir karartı belirdi

derinliklerinde: bu yumuşak ve ıslak saçlarıydıgelen çocuğun. Her ıkıntıda artık biraz dahabüyüyordu yolun ağzı. Ve nihayet bir çocukkafası iriliğinde karanlık. Gazlı bir tamponlatazyik etti doktorun lâstik eldivenli elilohusanın makadını.Ve Halil birdenbire müthiş bir utanç duydu:« Ayşe de Haseki'de böyledoğurdu demek?» diyedüşündü.Çocuğun kafası çıktı meydana. Doktor çevirdiçocuğun yüzünü anasının sağ bacağı içinedoğru. Sonra sol omuzunu, sonra ötekini çekipçıkardı, sonra kollar, gövde ve bacaklar:çocuk ellerinde doktorun. Ve göbeğinden bağlıannesinin içerisine. Doktor, iki pensle sıkıştırdıgöbeği kesti makasla. Ve Halil o zamandünyanın en güzel sesini duydu, yeni doğanınilk zafer türküsünü.Ve yüreği sevinçle dolu kapattı usullacık

kapıyı.Üçüncü Kitabın Sonu

DÖRDÜNCÜ KİTAPBİRİNCİ BÖLÜMIGünlerden pazardı.Ve canım ciğerim,on üç yaşındaki işçi Kerim hapisaneyegidiyordu ziyaretine Halil Amcanın.

Dehşetli ahbaptılar.Ve hastaneden hapisaneye döneli beri Halilaritmetik dersi veriyordu Kerim'e,ve dünyanın gidişatını konuşuyorlardı.Günlerden pazardı.Kerim'in elinde aritmetik defteri ve ceplerindeleblebi vardı.Cephaneliğin önünden Şubenin bahçesinigeçiyordu ve karşıda Halil Amcanın demirlipencereleri.Kerim birdenbire durdu.Kaldırdı başını havaya, baktı takırtılardanyana: gökyüzüne. Orda leylekler,orda leylekler döne döne orda leyleklerdöne döne ve gitgide yükseliyorlardı.Yolculuk vardı. Küme küme geliyorlardı,bulutsuz boşlukta dağılıp toplanıyor ve

yükseliyorlardı döne döne. Tek kol oldular.Belki beş yüzden fazlaydılar.En bilgini geçti öne. Şehir altlarındaydı:Bozkırın kıyısında, hastanesi, hapisanesi,hükümet konağı ve Şubenin bahçesindenyukarıya, kendilerine bakan on üç yaşındakiişçi Kerim'i ve çeşitli bacalarıyla... Fakat çokgeçmeden yuvadan atılan yavru gibi kaybolduşehir.Kımıldanan ağır kanatlarıyla leyleklergagaları dümdüz ve boyunları gergin ve incebacakları tığ gibi uzanmış arkalarında vehavada uçar gibi değil, havada yüzer gibi,yöneldiler güneye doğru. O akşam girdilerAnkara vilâyet hududuna. Çandırdolaylarında kıra inip gecelediler:Gagaları kanatlarının altına sokulu ve tekayak üzerinde... Ve şafakla havalandılar.Günlerce devam etti güneye doğruyolculuk. Ankara ,tez geçildi, bitip

tükenmedi Konya vilâyeti: üstlerindedümdüz gökyüzü altlarında dümdüztoprak. Nihayet dağlar göründü, tepelerdeğil, karları ve ormanlarıyla sahicidağlar. Bir göl geçildi ve bir nehir.Artık «Üç nokta» vilâyeti üzerindeler.Hava ısınıyor saattan saata. Ve birçarşamba günü ikindi vakti göründü taakarşıda, aşağıda gökyüzüyle birleşerek,dümdüz, tertemiz upuzun bir pırıltı halindeAkdeniz. Gagalarını keyifle takırdattıleylekler ve biçilmiş pirinç tarlalarındakonakladılar. Dağıldılar ertesi gün:kümelerle ve bazıları ikişer ikişer. Yalnızen bilginleri uçtu vilâyet merkezine doğrubir başına. Tarlalar geçti altından,bahçeler başladı: mandalina, portakal velimon (henüz yeşildiler). Hızla yaklaştıdeniz ve genişledi, büyüdü. Leylek artıkşehrin üstündedir. Ağaçlı caddeler, damlarve bacalar. Yüksek bir düzlükte denizinkıyısında şehir. Limanda, açıkta, bir tek

gemi demirlemiş. Hava tuzlu ve sıcak vekokuyor muz gibi. Leylek döndü şehrinüstünde sola kıvrıldı biraz kanatlarını gerdibıraktı kendini aşağı doğru, süzülüyor.Sallanarak yaklaşıyor leyleğe bir bacanınüstünde eski yuvası. Leylek sağa kıvrıldıbiraz bitişik damdaki tellere çarpmamakiçin (bunlar radyo antenleriydi belkiyirmiden fazlaydılar), fakat kurtaramadısol kanadını dolandı, çabalandı ve yıkıldıdamın üzerine kopmuş tellerin arasında veyirmi metre uzakta yuvasından...Radyoda birdenbire bir tuhaf parazitle kesildisesi Amerika'nın. Telâşlanmadı Cevdet Bey.Taktı gözlüklerini.Araştırdı.Hiçbir istasyon ses vermiyor. Geçti ikincimakinaya:940 R.C.A. Onda da ses yok. Üçüncümakinaya baktı, altı lâmbalı Telefunken.

Ses yok.Dördüncü makina o da öyle.Tuhaf şey.Cevdet Bey uzun beyaz bıyıklarını aldı içineağzının.Geriledi, oturdu odanın tam ortasındaki tekkoltuğa.Gözlerini kısarak seyretti uzaktan makinaları:Radyoların dünya pazarlarına ilksürümünden beri (kulaklılardan pikaplılarakadar) bütün firmaların en meşhurmodelleri tarih ve lamba sayısı sırasıyladizili duruyordular.Vurdu çıplak kafasına Cevdet Bey, beyazbıyıkları fırladılar ağzından:« Evreka...» diye bağırdı.

Koşarak çıktı odadan, sofa, merdiven,tavanarası, dam ve antenler.Düzeltti antenleri.Ve tekrar koşarak, dam, tavanarası,merdiven, sofa ve kucağında kocaman birleylekle döndü Cevdet Bey radyo odasına.Bir ayağı kırılmıştı hayvanın.Sardı.Sonra kesti kanatlarının yarısını uçmayakalkışmasın diye (bu işler kolay olmadı, kuşve insan debelendiler biraz). Sonra etçıkardı buzdolabından ikram etti. Karnınıdoyurdu hayvan ve topallaya topallayaköşeye gitti. Ve Cevdet Beyin yüzünehayretle baktı ordan.« Afiyet şeker olsun Hacıbaba,» dedi CevdetBey, «can yoldaşıyızdır bugünden itibaren.Size bitişik odayı tahsis ederiz.

Orda yatar kalkarsınız. Mamafi her tarafıevimin emrinize amade, yalnız bir burayabensiz girmek yasak, sonra maazallahbenim oyuncakları kırarsınız. Gündüzleribahçeye çıkmak mümkün. Ne de olsaleyleksiniz belki canınızı sıkar radyodinlemek bütün gün. Benim bu dünyadaonlardan başka kimsem yoktu artık bir desiz varsınız, sizin için de artık yalnız benvarım bir de radyolarım.Kokainomaneroinomannikotinomanmegaloman,filân var ya Hacıbaba, ben de elli beşyaşında bir radyomanım.Yani illetimiz radyomani. İnsanlarınseslerini dinliyorum, dünyanın dörtbucağından bana sesleniyorlar. Onlarla

alâkamız uzaktan, yaptıkları işlerumrumda değil bunları nasıl anlattıklarınameraklıyım. Şarkılarını da seviyorumdoğrusu, hangi dilde, hangi usulde olursaolsun, yeryüzünün bütün şarkılarını. Fakatfarkında mısınız? Şimdi hem şarkısöylüyorlar, Hacıbaba, hem de gırtlakgırtlağa harbediyorlar yine. Nasılharbettiklerini de bir anlatıyorlar hani,sanırsın şarkı söylüyorlar aşka dair.Artık müsaadenizle Berlin'i dinleyelim.Alamanca bilmezsiniz, değil mi? Tercümeederim. Size bunun faydası olmaz, fakatben mutadım üzre yüksek sesle temrinyapmış olurum.» Fıransızcayla Arapçayıeskiden beri bilirdi Cevdet Bey, fakatAlamancayı, İngilizceyi, Ruscayı,İtalyancayı radyomaniye tutulduktan sonraöğrendi kendi kendine.Cevdet Bey açtı Berlin'i, tercümeye başladı: «Ukrayna'nın merkezi Kiyef şehri tamamen

işgal edilmiştir.665.0 esir...Tank, top...Hop!keselim.Bunu daha dün gece dinlemiştik.Demek Berlin'de taze bir şey yok henüz.Londra'ya gidelim, Hacıbaba.Bir aylık hava akınlarında ölenlerin sayısı.Bunu da dinledik.Yine Londra'dan size cazbant bulayım mıbirkaç dalga ötede.Buyrun işte... »

Odaya dolan cazbandın gürültüsü ürküttüleyleği, kesik kanatlarını çırptı hayvan, biryerlere kaçmak istedi, fakat kaldı olduğuyerde topal bacağıyla. Cevdet Bey güldü:« Cazbant sizi sarmadı, Hacıbaba.İspanya'ya, Barselon'a gidelim. İspanya,Barselon...Nasıl sustu,neden sustu Dolores İbarruri Pasionaria?Sesi güneş gibi bir şeydi kadının.Hâlâ arar dururum İspanyol radyolarında osesin benzerini:kalınaydınlıksıcak...

Ben İspanyolca anlamam, fakat sinsileme bilesövse dinlemek saadetti onu...»Ve Cevdet Bey ümitsiz açtı Barselon'u.IINe güzel şehirleri var Anadolu'mun benimAkdeniz kıyısında. Küçüktürler, portakalgibi güneşlidirler diri balık gibi pırıltılı verenklidirler acı zakkum gibi.«Üç nokta» şehri 45 bin nüfusludur:Giritliler, Araplar, yerli Türkler. Evlerin

çoğu ahşap (Rumlardan kalanlar engüzelleri) yeniler beton, kübik, ve hepsiakar sularla ışıltılı bahçeler içinde. Ve ikiparkı, iki gazinosu bir «Şehir Kulübü» vebir «Askerî Mahfil», (şehirde bir piyadealayı var).Bir sinema,iki hastane (memleket ve askerî).Köy Enstitüsü,Lise,Kız Akşam Sanat Okulu.Elektrik.4 çeltik, 3 tane un, 2 susam fabrikası.Soğuk hava deposu: 2. Hal: 2 sebze ve etlebalık.Ticaret ve Sanayi Odası ve bankalar:

Osmanlı, Ziraat, İş. Ve Zahire Borsası.Vilâyette arpa, buğday ve yulaf 100 milyonkilo istihsal edilir, mısır 10 milyon, pirinç 15,akdarı, fasulya 10, susam 100 milyon.Sonra mandalina, portakal, muz, turunç,limon Domates, biber, bilhassa enginar,karnıbahar ve patlıcan...Balıklar: barbunya, çipura, mercan...Şehre bir çeyrek mesafede, sabaha karşıYürükler yıktılar develerini. Develer kısatüylü ve yüksektiler ve kara kıl çuvallarbuğdayla dolu. Homurtular oldu ve uzunboyunlarda bakır çanlar inceli kalınlı seslenipsustular. Hemen otlamaya başladı eşek.Yürükler indirdiler çuvalları, batmış gemileriboşaltır gibiydiler. Yürükler bir kat daha genişve iriydiler alaca karanlıkta ve çökmüşdevelerin arasında.

Güneş doğarken at arabalarıyla köylülergeçti Yürüklerin yanından, onlar da şehrebuğday götürüyorlardı ve belki de susam.İsteksizce selâmlaştılar. « Pis, kıllı yürük,»diye söylendi köylüler ve şaklattılarkırbaçlarını. « De ha, kaypak Türk,» diyehomurdandı kumral sakallı Yürük. Vesolundaki tastik etti: « Köyün Türküolmaktansa dağın Yürüklüğü yektir.»Zahire Borsası iki kat, kübik, beton.Merdivenleri çık: camekan gir kapısından:salon: tahta parmaklıkla bölünmüş ortadan:en dipte Borsa Komiserliği, ilerde ayrı ayrımasalar, iskemleleriyle ve parmaklığa yakınve tahta sıralar öbür tarafta. Bitişikteodaları Toprak Mahsulleri Ofisi'nin.Borsa Komiseri ve memurlarımevkilerindeydiler. Koyunzade Şerif Beygirdi salona: yanında ortanca oğlu ve ikikâtip, arkasında simsarı ve yirmiden fazlaköylüyle Yürük, ve mendiller ve kese


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook