Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Memleketimden İnsan Manzaraları-Nazım Hikmet RAN

Memleketimden İnsan Manzaraları-Nazım Hikmet RAN

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-18 15:49:18

Description: Memleketimden İnsan Manzaraları-Nazım Hikmet RAN

Search

Read the Text Version

« Uyumak ne mümkün, hemşerim. Bilecikgeldi geçti demek. Şimdi nerelere indirirlerbizi? Ben şimdi ne edeceğim? Nereleregideceğim?..»Artık gülmüyordu Katallı Kâzım.Tekrarlıyordu boyuna Şakir elleriylekupkuru kafasını yumruklayarak:« Ben şimdi ne edeceğim? Tirenlerdeöleceğiz. Atarlar tiren yoluna bizi:Kurda kuşa yem olacağız. Ben şimdi needeceğim? Ben şimdi ne edeceğim?»Gözleri yerde susuyordu Süleyman.Ve bir daha dönülmemek üzere gerigötürüyordu sarsıntılarla ayın içindeŞakir'i(artık bu bir daha olmaz, artık bu son, benşimdi ne edeceğim? ben şimdi needeceğim?) kederli tıkırtılarla 510 numaralı

üçüncü mevki vagon...VIIGün ağarıyordu.Muazzambuzlu bir cam gibiydi gökyüzü.Ve bozkır kupkuru ve kaskatıydı.Kireç, kil vekaya tuzu.Ve geniş dalgalarla donmuş tepeler.

Hızla artan bir rüzgâr gibi aydınlık sürdübozkırın üstüne bulutları kırmızı mavi sarı.Her seferinde zaten güneş batarken vedoğarken gelirler bozkırın üstüne başkadünyalar gibi bulutlar...Güneş çabucak yükseldi yarım mızrak boyu,bozkır ortaya çıktı büsbütün: bir iklim yenidoğmuş bir seyyareden aydaki vadilerinkederli susuzluğu,ne bir dam,ne bir tekerlek izi,ne de o mutlu çağırışı insan eline uzanan biryemişin, hayvansız ve otsuz sonsuz yalnızlığıhiçbir şey vermek istemeyişin.Baktıkça bu küstah toprağa insan kendisoyunun ilk kavga narasını duyuyorduyüreğinde, bir kayanın altında kesmek onunyolunu ve hep birlikte çığlıklarla üzerine

saldırıp bir mamutu yener gibi yenmek onu.Yukarda dağıldı bulutlar.Haydarpaşa'dan 15:45 de kalkan katar ufacıkfakat cesur bir oyuncak gibi geçiyor bozkırı.Nihayet bir adam göründü. Bir başına,üzerinde bir eşeğin.Bir köy göründü nihayet (ağaçsız vepenceresiz) toprak ve tezekten ibaret.Bir kız çocuğu çıktı yerin içinden.Bakımsız, fakat sıhhatli bir kedi yavrusu gibişirin ve pisti.Boyundan büyük bir testiyi yüklenmişti.Baktı tirenin arkasından.Yuvarlacık burnuyla kokladı havayı.Güldü.

Yanakları çukur çukur oldular.Babası yoktu Zehra kızın, neden yoktu?Belki bir yerlere gidip dönmemişti bir daha.Belki de dönecekti.Kimbilir belki bugün ikindi üzeri bozkırıniçinden çıkagelir. Anası içerde henüzuyanmamıştı Zehra kızın. Ama belkisi,kimbiliri yok, ama muhakkak o bir dahauyanmayacak. Çarşafsız, simsiyah yorganınaltında çırılçıplak yatıyor arasında sevinçlesıçrayan pirelerin, kaskatı upuzun. Vebozkırda gülüyor beş yaşındaki Zehra kızölünün koynundan çıktığı halde farkındaolmayacak kadar dünyadan habersiz vedünyadan dehşetli haberli: boyundan büyüktestiyi taşıyacak ve tirenin arkasındanbahtiyar bakıp ve koklayıp bozkırı gülecekkadar.Tiren yaklaşıyordu ki Etimesut'a birdenbire

telsiz istasyonunun antenleri.Solda çıplak tepelerin arasından(fırlıyormuş gibi yukarı, atlıyormuş gibiileri) telleri ve potrelleriyle yükseldiler.Onlar bu kibirli, kısır toprağın ortasındainsan soyunun emeği, aklı ve ümidi gibigüzeldiler.Etimesut'da durdu tiren.Etimesut bir numune köyüdür galiba.Ve bundan dolayı numune mekteplerindenkanaviçe örneklerine kadar bütün numuneörnek ve modeller gibi yalancı ve ölüydü.Muharrir mahkûm Halil'in böyledüşünmesine rağmen tesviyeci mahkûmFuat beğendi Etimesut'u.Kalktı tiren.Sağda bozkır ağaçlanmıştı.

Akasyaydı çoğu.Korkak, kuşkulu ve tereddütlüydüler.Halbuki cesurdur akasyalar ve kanaatkârlıktageçtikleri halde develeri bu topraktatutunabilmek için Ankara'da bir müteahhitkadar para yemişti herbiri.Mahkûm Halil'in böyle düşünmesinerağmen mahkûm Fuat memnunduakasyalardan.Tiren Gazi İstasyonu'nda durdu.Bir taksi gidiyordu asfaltın üzerindenAnkara'ya.Üç hava gediklisi vardı takside ve narçiçeğinden bir kadın. Kadın arasındaydı pilotYusuf'la telsizci Vedat'ın, şoförün yanındaydımakinist Rahmi. Yaşı on sekizdi makinistRahmi Çavuşun. Genç ve hayret içinde birfareye benziyordu sivri, esmer suratı. Ve

kurşunî-mavi üniformasında kıravatı yerineiyice yerleşmemişti henüz. On sekiz yaşındaydımakinist Rahmi Çavuş, on sekiz yaş. On sekizyaşında yürek bir sapan taşı gibi fırlatılır vekafamız omuzlarımızın üstünde değil,nerelerde? nerdedir?On sekiz yaşında hatırasız yatılır,on sekiz yaşında pırıltılar ilerdedir:bir yanı deniz deryabir yanı yemyeşil ormanlık,bir yanı gayya kuyusubir yanı bizimle başlayan dünya bir yanıgünlük güneşlikbir yanı rüya,bir yanında sırt üstü yat,yıldızlara bak,

bir yanı dümdüzgöz alabildiğine koş,bir yanı tozluk dumanlıkbir yanı bomboş, habbeler kubbedir, pirelerdeve bine bin katılır, on sekiz yaşındahatıralar düşünülmez anlatılır.Fakat makinist Rahmi neyi anlatacaktı? HavaGedikli Okulu'na girmeden önce bir hapisanebakkalında çıraktı. Sefil torbalan ve zavallıtabakaları hiçbir zaman ağzına kadardolduramayıp tahan pekmez, kuru fasulya vekömür taşıdı bir buçuk yıl taş dükkânla demirkapının arasında. Makinist Rahmi neyianlatacaktı?İlkokulu aç karnına ve aktardan çalınankalemlerle bitirdiğini mi, yoksa babası(kara sakallı bir kadayıfçıydı) öldüktensonra anasına kendi eliyle zampara

getirdiğini mi? Neyi anlatacaktı makinistRahmi?Hapisane bakkalı pehlivan Hüseyin'i mi?Ard ayakları üstüne kalkmış ihtiyar bir ayıgibi Hüseyin dolaşırdı karanlık dükkânıhomurdanarak. Sesi bir kız çocuğununkigibi ince ve şirret olurdu sevinirken veküfrederken. Ustasından dayak yerkenRahmi derhal çömelir avuçlarıyla örterdiyüzünü ve parmakları arasından kurnaz vemasum gülümserdi, her nedense, bakkalınkarısına.Elli yaşında vardı yenge.Simsiyah, sımsıkı başörtüsü.Bacakları kupkuru, göğsü dümdüz.Saçları ve dişleri takma.Fakat inanılmayacak kadar mavi, hain veedepsiz gözleriyle belki de Rahmi'yi bir şeylere

hazırlıyordu. Rahmi öyle sanıyordu ki artık budükkândan bir daha çıkamayacaktır:(çırağının adam olmasını ister mi bakkalHüseyin?) «Hep burda geçecek böyle yüz,böyle bin hesaba gelmez yıllarım. Hem desonunda şu karanlık köşeye ceviz çuvallarınınaltına kazılacak mezarım..»Neyi anlatacaktı makinist Rahmi,Hava Gedikli Okulu'na nasıl girdiğini mi?Bir öğretmen yatıyordu hapiste.Yüreğinde bir başka dünya olduğundan rahatıyoktu.İçerde cezası, dışarda ahbabı çoktu.Kulakları kocaman,boyu kısacık, aptalca birşey gibi gelirdi adama.İnanılmaz ama parasız yazardı mahkûmların

istidasını.Gardiyan Memet'i dışarda işe soktu.Bir idamlığı aldı darağacından.Can ciğer ahbabıydı müdürün.Halbuki hafta geçmezdi ki hakkında çifte aylıbir zarf gelmesin.Bir sünnetçi hapiste yatıp çıkmıştı . Hırsız,nekre, kardiyak, dev gibi bir adam, birgözü kör. Aktörlüğe meraklı ve Halkevinderejisör.Rejisöre gönderdi Rahmi'yi öğretmen(bakkal Hüseyin'den gizli), Rahmi'yi şubereisine yolladı rejisör (reis dayısıydı) veRahmi girdi Gedikli Okulu'na, (...)Neyi anlatacaktı makinist Rahmi Çavuş?Ne bir tek atlayış, ne bir tek uçuş,yeryüzündeydi işi ve ilgilendirmez nar

çiçeğine benzeyen bir kadını hangardamotorların temizlenişi. Rahmi Çavuşşoförün yanında arkaya dönmüşavuçlarıyla kapamıştı yüzünü, (kimbilirneden?) ve parmakları arasından masumve kurnaz gülümsüyordu nar çiçeğindenkadına. Kadının gözleri yengeninkiler gibiedepsizdiler (fakat hain ve mavi değilyumuşacık ve yeşil ve sürmeleri içindenRahmi'yi süzmüyorlardı, ve belki bundandolayı Rahmi'nin yüreğinde hafif bir dişağrısı gibi bir sızı vardı ve bir lokmakeder,) kadının gözleri baygın bakıyordupilot Yusuf'a. Küstah, tıknaz ve sarışındıpilot Yusuf. Ve sol kaşının üstündeki yarayeri şımarık ve dargın bir çocuk edasıveriyordu pembe beyaz yüzüne. Narçiçeğine benzeyen kadın , (otuzluk, otuzbeşlik ve onun nar çiçeğine benzeyişi dudakboyasının ve ipekli emprimesinin işi zaten.)dokundu tombul parmağıyla Yusuf'un yarayerine. Ve gözleri edepsizliklerinikaybetmeden tuhaf bir ıstırapla bir abla,

hattâ bir anne sesiyle sordu:« Bu neden oldu böyle?» « Bu mu?Bu, hiç, yara yeri.» « Çocukken daldan mıdüştün?» Güldü istihfafla pilot Yusuf,(kahverengi meşin bir ceket giymiştiüniformasının üstüne bilhassa en kalını veen kabasından seçilmişti boyun atkısı): «Daldan değil, iki bin metreden.» « İki binmetreden mi?Minareden ne kadar yüksek?Vah gülüm.Tayyareden, şey, uçaktan düştün demek?»« Pek de düştük sayılmaz, kendimizatladık.» Ve pilot Yusuf kadına merhametlegülümseyerek anlatıyordu artık: « TecrübeuçuşundayımEskişehir üzerinde,

Yüzbaşı Rıfat'la beraberiz.Boyuna kumanda veriyor bana, halbuki iştenanlamaz, bir aldırmadım, iki aldırmadımnihayet kızdı kafam, kaldırıp attım kendimi.Paraşüt geç açıldı biraz.Kaşımızdan yaralandık.» Sustu.Ve çocuk dudaklarının ucuyla ilâve ettihemen: « Bunlar ufak iş!..» Konuştu küsmüşgibi kadın: « Niye bu mesleğe girdin?Ben seni bırakmazdım, eğer (eğer annenolsaydım, diyecekti az daha), karın, şey,nişanlın olsaydım.» Babasının (vapurkaptanıydı) sesiyle cevap verdiYusuf: « Kadınlar karışmaz böyle işlere.Hem bizim meslekten üstünü var mı?Üstünü, şereflisi? (Şimdi kendinindi sesi).

Harbe girelim de bir o zaman anlarsın benimne adam olduğumu.Sonra, evet, havalarının istiklâlini kaybedenmillet (şimdi bir radyo hatibinin sesiylekonuşuyordu), yok olmaya mahkûmdur... »Kadın batırdı ateş kırmızı sivri tırnaklarınıYusuf'un dizine: « Gülüm,» dedi, «gülüm,anlıyorum senin ne adam olduğunu, ben şimdide anlıyorum, ama kuzum gülüm, muharebeolmasın.» Telsizci Vedat Çavuş da (on dokuzyaşında, buğday benizli, ince uzun) aynıfikirdeydi. Korktuğundan değil (belki korkardıhâlâ karanlıkta tek başına yatmaktan ve hâlâbabasından korktuğu muhakkaktı,harbetmekten korkmayı aklına bilegetirmemişti fakat, aynı fikirdeydi Vedataçılması gecikir diye elektrikçi dükkânının.Çünkü harp biter bitmez askerlikten çıkıpaçacaktı dükkânını İzmir'de. Babası memurduVedat Çavuşun, ticaret yapmış, bağları davar. Vedat'ı sırf haylazlığı yüzünden terbiyeolması için gedikli okuluna attılar.

« Doğru. biz harbe girmeyelim,» dedi. « Öyleya,» diye dargın konuştu pilot Yusuf, «babanınküflü altını çok. Dükkân işi malum.Ama harbe girilmezse biz pilotlar ne haltedelim, oğlum? Biz nasıl gösterelimkendimizi? Kaptıkaçtı şoförü gibi yolcumu taşıyacağız?» « Uzun etme, parası bolsivil pilotluğun... » « Orası öyle ama,yalnız para yeter mi be adama, sivilliğeboş ver, üniforma, oğlum, üniforma... » «Yusuf, gülüm,ya bu genç yaşındaölürsen?»Çavuşların üçü de hayretle baktılar yüzünekadının. Makinist Rahmi omuz silkti, güldütelsizci Vedat, cevap verdi pilot Yusuf: « Neolacak? (üçünün adına konuşuyordu), hemyalnız harpte mi ölünür? Daha bir hafta önceTeğmen Ali'yle Başçavuş Hasan yirmimetreden meydana saplanıp kömür oldular.Sonra, bir ay önce, siste dağa çarpıpparçalandı Şahap'la Selim, sonra .. saymakla

tükenir mi? Hem, ölümse ölüm, zaten ölümügöze almadan bu halt yenir mi?» (Bunu, sırfböyle övünülür diye söylüyordu, yoksafarkında değildi neyin göze alındığını, yirmiyaşındaydı o ölüm öyle mânâsız bir şeydionun için.) Makinist Rahmi karıştı söze,(anlatacağı şeyden kibirli ve bahtiyardı vebilhassa bahtiyardı söze karıştığından): «Bizim Raşit Çavuş makinist benim gibi benyaşta belki bir yaş büyük Gelibolu'da bir kızseviyordu. kızı başkasına verdiler. Raşitarlandı bundan. Talim uçağına atladığı gibisözde yasak, makinistler uçamazlar gerdeksabahı çarptı kendini kanat, motor, damadındamına. Ev mev, kız mız, Raşit falan cayırcayır yandılar hep beraber... »Pilot Yusuf yandan memesini sıktı kadının.Ve mırıldandı bir şarkının ilk sözlerini:« Delisin, deli gönlüm.. »Sonra bağırdı sarhoş olmuş gibi birdenbire:

« Ölümse, ölüm.. »Çiftlik kümeslerini geçmişti taksileri çoktan.Etlik Bağları gözüküyordu karşıda, solda.Dipte, ilerde Ankara Kalesi.Bu bahar sabahında, asfalt yolda,serin bir su fısıltısı gibiydi lastiklerin sesi.Yumuşak bir şarkı mırıldanıyordu motor.Şoförün emrinde makina, (insanın emrindehiçbir hayvanın olmadığı kadar) makina bircep saati rahatlığıyla işliyor. Üzerlerine doğrugelip tekerleklerin altından kaçan asfaltabakıyor şoför, yürekte ışıklı halkalargenişliyor, genişliyor.İpodrom'a yaklaştılar.Şoför bir bahçe iskemlesinde oturur gibi

oturmuştu. Kırk yaşında vardı.Matruştu.Yakın arkadaşlarındandı hapisteki şairin,(kimbilir şoför Ahmet'in destandakimacerasını belki de ondan almıştı şair).Merakla dinliyordu gediklileri. «Eskiordularda süvariler,» diye düşünüyor,«şimdi tayyareciler. Onların da en süslüydüüniformaları bunların da. Onlar da en delilerleen gençlerden seçilirdi bunlar da öyle. Ölümeen yakın onlardı o zaman şimdi bunlar.» Vebaktı dikiz aynasından Yusuf'un yüzüne:sarışın ve küstah olan ve çizgilerine hayatbütün haşmetiyle henüz dolan. Baktı Yusuf'unyüzüne, telsizci Vedat'a baktı, baktı yanındaoturan makinist Rahmi'ye.Hepsinde, kırışıksız alınlar ipekli kâat gibidümdüz, hepsinde açlığını bile bilmeyen aç biryüz. Yaşamışlar bir lokmacık henüz, henüz birlokmacık hatıraları var, yükleri böyle hafif

ölüme böyle kolay gidiyorlar... ipodrom'unyanından geçiliyor. Ve yepyeni bir şehirkarşıdadır: kibirli ve muzaffer inkâr ederekvaroşlarını bozkırın ortasında başıboş birisrafla peyda oluveren.Geçiliyor stadyomun yanından: burası hazırelbise gibi bir tuhaf yeni, bir tuhaf ütülü veşehre değil de camekânda bir mankenegiydirilmiş gibi duruyor.Şoföre seslendi kadın:« Dur, beni burda bırak,» dedi.Kadının ustalığını beğendi gedikliler: ne olurne olmaz, subaylar bile yaka silkiyor MerkezKomutanı Demir Ali'den.

VIIIHaydarpaşa'dan 15:45'de kalkan katar girdisessizce Ankara Garı'na. Saat sekizi çeyrekgeçiyordu (beş dakika rötar).Ankara Garı'na bahar:İstasyon polisinde artan gizli bir telâş, üçüncümevki bekleme salonunda köylü yapı işçileriyleve büfesinde göbekli bir marula benzeyenİstanbul hasretiyle gelir.Ankara Garı temizdir, rahattır ve bilhassayenidir.Fakat mermerlerinin aydınlığına rağmenanlatılması öyle zor (yahut öyle kolay) bir şey

vardır ki rüzgârında bağrışılmaz, koşuşulmaz,yüksek sesle gülüşülmez Ankara Garı'nda.O kadar ki kalkacak tirenlerini ses-büyütenlerle haykırdığı zaman boş bulunursainsan şaşırır, başka bir dünyadansesleniyorlarmış gibi.Mahkûmlar indi tirenden bavulları vejandarmalarıyla.Kelepçeleri vurulmuştu yine. Yürüdüler ilgiuyandırmadan, (yahut uyanan ilgilerbelirtilmedi).Yalnız, bir kadın bir kadına:« Bunlar Alaman casusu,» dedi, (sarışındıSüleyman).Mahkûmlar yola koyuldular jandarmamerkezine doğru (aktarma tirenlerini ordabekliyecekler).

Bir köylü hamal taşıyordu bavullarını.Issızdı caddeler:belki erkenbelki geçbelki ölü bir saat,belki duvarların arkasına çekilmiş hayat.Yığın yığınkat katmermerbetonve asfalt.Ve heykelve heykelve heykel,

insan yok fakat.Ve sonra bozkır: en beklenilmedik yerdeve her şeye rağmen şehrin içine kadargiren,ve sonra derhal toprağın sonsuzluğu...« Süleyman,» dedi mahkûm Halil,«şehirle bozkırın kavgasına bak.» «Görüyorum, henüz ayakta olsa da bozkıryeniliyor.»Durdu tesviyeci mahkûm Fuat, okşadı incebıyıklarını kelepçenin demiriyle, bir tezgâhabakar gibi şehre baktı:« Ben beğendim Ankara şehrini kardaşlar,»dedi, «aklım ermez ama yapı işine belli kiter dökmüş bizim işçi milleti temiz işçıkarmışlar.. »Bakıyordu gökyüzüne mahkûm Melahat:

Gökyüzü masmavi geniş rahat. Hop, lastiktop.Çocukluğu geldi, kızı geldi aklına. Topunuhavaya fırlat kızım, havaya fırlat.Topu yok kızımın.İstanbul'a mektup:«Anne, lastik bir top al benim kıza,koskocaman, kıpkırmızı olsun, benim gümüşküpeleri sat.»Topunu havaya fırlat kızım, havaya fırlat.Nerde top oynayacak? Gökyüzü gözükmezbizim sokakta. Havada bulut, sen bunu unut.Havada yüzen tek bulutu gördü Melahat:bir çocuk gömleği gibi küçük şirin vebeyazdı, ve uçsuz bucaksız maviliktegidiyordu gülümseyerek.Karşı kaldırımdaydı Üniversiteli,

(bırakmamıştı peşini mahkûmların) baktıMelahat'ın baktığı yere bulutu ve gökyüzünügördü, hatırladı Tolstoy'un «Harp veSulh»ünü:Toprağın kavgasını yüreğinden at,bul ki gökyüzünü, ordadırbahtiyarlık, kuşkusuz, sefaletsiz,geniş, yüksek, rahat, büyük sırrınıorda çözer hayat...Güldü.Ve kaybetmeden muazzam ihtiyarasaygısını: «Toprakta yenilmek, insanlardankesmek ümidi,» diye düşündü, «hazımzamanlarının felsefesi yahut.»Ve o bunları düşünürken yukarda, sonsuzmavilikte bir çocuk gömleğine benzeyen bulutyarılır gibi bıçakla yırtıldı ortasında üçmotorlu bir uçakla.Baktı uçağa Üniversiteli ve düşünceler

kafasında atladı birbirinden:«Teknik ter ve kan içinde kurtuluşu getirenteknik elektrik, motor, mazot pike yapıyorpilot kolan vururken Emirgân Korusu'nda bençınar asma salıncak yar gelip yar gidipsallanacak pilot aklını oynatsa bir bomba atsa,mitralyöz ateşine tutsa yahut Londra,Belgrad, Roterdam.Tolstoy büyük adamher şeye rağmen büyük,düşman askerleri ne güzel konuştururSivastopol Harbi'ndeki hatıralarından almışbunu,Sivastopol önünde yatan gemilerHarp ve Sulh'ün Fıransızca tercümesindekinot:

'Ateş kes zamanlarında düşman ordularınaskerleri toplanırlardı bir araya veanlamadıkları halde birbirlerinin dilinikardeşçe gülüşürler vururlardı omuzlarınabirbirlerinin.Harbi hazırlayanların ruhu yanında onlarınkine kadar yüksek onlara, ayrı milletlerdengelmişler diye onlara, insan ve kardeşdeğilsiniz düşmansınız, diyenler..' Ben Tolstoykadar büyük bir yazıcı olabilirsem eğer.'Sevgilim elini ver, öpecek değilim,götüreceğim onu yeni bir dünyayı işleyenellerin arasına.' Bu şiiri bitirip bir yerdebastırabilsem Selma dehşetli sevinecek.»Bir köşeyi dönünce göründü Vilâyet JandarmaMerkezi.İki katlı, beton bir yapıydı bu.Muzaffer olmuştu yine tahta evlerin ortasında:

İkinci elden Ankaralı müteahhitle Macarkalfaların kübik üslûbu.Mahkûmlarla jandarmalar girdiler.Melahat erler koğuşunun önünde sofadakaldı, kelepçeler söküldü nezarete kapatıldıötekiler bodruma bavullarıyla beraber.Çimento çıplak ve aydınlık. Bavullarınüstüne oturdular.Süleyman:« Yorulmuşum be,» dedi. Dayadı başınıduvara. Ve kalın sesinde bir parça alay vebir hayli hasret, başladı sevgili şarkısınımırıldanmaya: «Hayatı gel içelim gel içelimpuseden kadehlerle.» Büyük bir ciddiyetlegazete okuyor Fuat.Ve Halil hatırladığını farketmedenhatırlamaktadır: Polis müdürlüklerindeodalar, jandarma nezaretleri, hapisaneler,herbiri kopmuş bir yürek gibi vurup akıllı

kederinde geçiyorlar kilometre taşları gibidurup yolunun kenarında. Hudutboyundaydı ilki jandarma nezaretinin, birâsi denize ve mısır tarlalarına yakın,,bodrumundaydı hükümet konağının: ıslakgemi enkazıyla dolu penceresiz simsiyahderinde nasıl uzun tereddütlerle tutuştuydualev:Bir kibrit yakabildiydi.Hava bir öldürülmüşün cesedi gibi çıplak vealildi duruyordu aydınlanmadan yerliyerinde.Bağırdı, tekmeledi kapıyı Halil ve çavuş birmum getirip koyduydu.Dışarda, güneşin altında saat sabahındokuzuydu.Halil bir insan kokusu duyduydu da,yürüdüydü insana doğru, mumu elinde.

İnsan:Gözlerinin arkasında: kapanıkİnsan:siyah, uzak bir bıyık, bir unutulmuş evde birpencere gibi camsız karanlık ve ayaktaydıparçalanmış bir omurganın üzerinde.Korkuluyormuş gibi akıntıya kapılacağındaninsanı bir çıpaya zincirlemişlerdibacağından.Halil'in selâmını almadı insankaldı yine öyle hep bir başınakendi gözlerinde. Deli,karasevda, melankoli.Üç gün üç gece deliyle başbaşa bıraktılarHalil'i. Deli zincire bağlı,Halil birbiri peşinden yaktığı mumlarla. Sonraçıkarıldılar atıldılar bir gemide ambara. Yedi

gün yedi gece yolculuk. Ve İstanbul'dageçerlerken köprüden (Halil deliyle aynızincire bağlı ve süngüler iki yanda) peşlerinetakıldı çoluk çocuk. İlkönce tuhaf bir utanmaduydu Halil sonra büyük bir rahatlık. Ve burahatlığı bir daha kaybetmedi artık.Evinin her basılışında aynı rahatlıkla açtıkapıyı. Ve müdüriyette her kalkışında sopanınaltından (yanaklarında parçalanmış gözlüğüve tabanlarında ayıpladığı bir sızı) yüreğindefakat hiçbir şey söylememiş hiç kimseyi elevermemiş olmanın rahatlığı, aynı rahatlık... Vegaliba üçüncü girişinde İstanbul Cezaevi'neaynı rahatlıkla yattı açlık grevinearkadaşlarla beraber, ve tayınları yastıkyaptılar ayaklarında pıranga ve ıslakçimentoya uzandılar yarı çıplak. Ve şarktaakrepleri, toprak koğuşları, karpuzlarıylaünlü hapisanede Halil'in üstüne uşaklarınısaldırdı Kürt beyleri ve beline inen odunladevrilmeden önce Halil aynı rahatlıkla yardıüçünün kafasını. Ve Ankara'da, münferitte

kitapsız, kalemsiz, ve insansız gündüzleri biravuç leblebiyi yere atıp sayarak ve gecelerisayarak pencereden şehrin ışıklarını aynırahatlıkla tek mi çift mi oynadı kendi kendine.Anlamak: en büyük rahatlık.Karşı konulmaz zoru sosyal zaruretlerin vekavga:akıl,yürek,yumruk,alabildiğine nefret,kin,alabildiğine merhamet,sevgi,insan insanı sömürmesin diyeve daha âdil bir dünya daha güzel bir

memleket için...Fakat kapattı gazeteyi hışımla:« Vatan sevgisinden bahsediyor Nuri Cemil,»dedi,«sıkılıp utanmadanvatan sevgisinden bahsediyor!» Keyiflekonuştu Süleyman: « Hele şükür, senin dekızdığını gördüm be .Ne sandın idi ya?Bahseder.Bir yandan vatanı satıp bir yandan böylebahsettiler.Vatan sevgisi mi bu hergelelerde?Hangi vatan sevgisi?Sandalya, depo, fabrika, çiftlik, apartıman

sevgisi.Mülkünü, sermayesini alsandalyasını çek altından,heriflerde düşman toprağı olur vatan.Bütün tarih boyunca bu böyle.Fıransız inkılâbındadüşman ordulara rehber oldu asilzadeleriFıransa'yı ezmek kırallığı kurtarmak için...Ve beyaz Rus ordularının iplerini çekenVırangel'in, Kolçak'ın Denikin'in,Alman, İngiliz, Japon kapitalistleriydi.Ve bizdeHanedanı Âli Osman ve etrafındakilerLondra bankaları ve Venizelos'la beraber

yürüdüler fethetmeye Türk milletindenAnadolu'yu.Ve hattâ laf aramızda, millî Çin lideri Çan-Kay-Şek, Amerikan parası ve Japonsilâhlarıyla... » Süleyman'ın sözünü kestiFuat:« İnsanlığın Hali romanında Malro'nunlokomotif ocaklarında bir yakılışı vardır işçiÇinlilerin...»Devam etti Süleyman: « İberikyarımadasının 'en büyük vatanseveri'Franko saldırdı Faslı Arapları ve Alamanuçaklarını halkçı İspanyol vatanının üzerine.Ve işte Verdun kahramanı Mareşal Peten,Fıransız kasketlerinden ürkerekFıransa'yı düşmana teslim eden...Vatan sevgisi mi bu hergelelerde?

Hangi vatan sevgisi?» Halil güldü.« Yine coştun, Süleyman... » « Coştum ya,elbette coşarım.» Fuat takıldı:« Şimdi bu coşkunlukla bir satranç partisinevar mısın?» « Ona da varım.Ama siz Halil'le oynayın önce yeneni benyeneyim.» Halil çıkardı bavuldan satrançtakımını. Tahtasını kendileri boyamışlar,taşlarını kendileri oymuştular.Oyun ilkönce sükûnetle başladı.Şart koşmuştu Halil:«Sürülen taş geri alınmayacak.»Altıncı hamlede Fuat bu şartı bozdu.Halil kızdı.Devam etti oyun.

Süleyman birlik oldu Fuat'laHalil'i kızdırdı büsbütün.Devam etti oyun.İkide bir Fuat'a akıl öğretiyordu Süleyman.Fuat kızdı bu sefer: « Sen karışma,şaşırıyorum.» Devam etti oyun.Fuat'ın şahı bir başına kaldı tahtada. « Şimdibeni on hamlede mat edersen edersin, Halil,edemedin mi pata.» « On hamlede değil, onbeş.» Süleyman atıldı: « Hayır, on iki... »Üçü de bilmiyordu kaç hamlenin gerektiğini.Bağırıp çağırıyorlar kibirli bir inatla gürültüediyorlardı. Dışardan kapıya vuruldu: « Neoluyor be?Dövüşüyonuz mu?» Sustular.Gülerek baktılar birbirlerinin yüzüne.Süleyman cevap verdi: « Dövüşmüyoruz,meraklanma, onbaşım, konuşuyoruz.» «

Dövüşmeyin, dövüşmeyin.Adam gibi konuşsanıza...»Kapıdaki gitti.Ve oyun patayla bitti.Çıkardı gözlüklerini Halil, çıplak iki çocuk gibikaldı gözleri: tertemizdiler bir parça kederlegülümsüyor ve üşüyordular. Yumdu gözleriniHalil.Kırmızı, yeşil halkalar döndü kapaklarınkaranlığında ve sonra durgunluk simsiyahgeldi. Açtı derhal gözlerini Halil, gözlüklerinitelâşla taktı. Gözleri kavanozda iki balık gibiürkmüştüler. Baktı: gitgide daha sıcak, gitgidedaha net, tekrar ışıkla ve renkle geldi eşyadave insanlarda hareket. Sordu Süleyman: « Nenvar, Halil?» « Bir şeyim yok. Karanlıkmeselesi.» « Anlamadım.» « Karanlık kötü şey,Süleyman, yalnız karanlığı görmekkaranlıktan başka bir şey görmemek kötü.»

Süleyman güldü: « Kör olmak desene şuna.Bence de sakatlığın en müthişi bu.»Fuat karıştı söze:« Kolsuz, ayaksız kalmak, kör olmaktaniyidir.»Halil birdenbire bir şey hatırlamış gibi Fuat'asordu:« Kavgan gözlerini istese vermez misin?»«-- Hiç düşünmemiştim.Mutlak icabederse ama onu da veririz. Bunuşimdi niye sordun?» Süleyman kuşkuyla baktıHalil'e: « Yine gözlerin mi yoruldu?» « Hayır.(Fuat'a döndü Halil). Senden iki yaş gençtim,Fuat, bu işe girdiğim zaman. En olmaz şeyidüşünen, en ağır fedakârlığa hazır, dehşetlimerhametli, müthiş merhametsiz, ve lirizmedüşman ve bir hayli romantik, kusurları ve

meziyetleriyle velhasıl delikanlı birmünevverdik. Sen anlamazsın, şükür kiamelesin, Süleyman anlar.Halkın kokusunu ilk aldığı kitleye ilk geldiğizaman bir tuhaf tezattadır münevverdelikanlılar: bir yandan topyekûn inkâr ederfert olarak kendini, yine kendi kendiyleuğraşır öbür yandan. Ben de kendi kendimesorardım:Her şeyini vermeye hazır mısın, Halil?Evet.Gözlerini?Evet.Kör olduktan sonra da söylerim, yazarlar,kör olduktan sonra da dövüşmek kabri... »Fuat güldü: « Doğru düşünürmüşsün,» dedi,

«ama bu durup dururken şeytanın bilegelmez aklına.» « Münevverin aklına gelir.»Fuat sordu:« O zaman da gözlüklü müydün?»Halil düşündü:« Yani yine gözlerin hasta mıydı, diyeceksin.Gözlüklü değildim.Fakat belki hastalık başlamıştı.Bilmiyorum, Fuat...Hâlâ bilmiyorum ya hastalığın adını.Hâlâ teşhis koyamadılar.Fakat mesele bunda değil... »Kapının demiri çekildi dışardan.Hep o yana baktılar.

İki jandarmayla Melahat açılan kapıdagöründü.«. Çocuklar, biz gidiyoruz.»(Ankara Hapisanesi'nde kalacaktı Melahat,zaten ötekiler de ayrılacaklardı birazdan:Süleyman doğuya, Fuat kuzey taraflarına,Halil bir bozkır hapisanesine gidecekti).« Biraz dur, abla.» İpekli, kırmızı bir mendilverdi Fuat: «Gözünün yaşını silersin aklına geldikçekocan. Zaten bu onun yadigârıdır. Sen sakla,daha iyi...» Halil sordu: « Onbeş liran var,değil mi?Şu beşi de al, yirmi olsun. Her hafta mektupyaz, kuzum. Oldukça rahattır AnkaraHapisanesi. Yerleş, kızını da getirirsinyanına...»El sıkıştılar,

Melahat'ın gözleri yaşardı biraz.Melahat güldü.Melahat kayboldu.Kapandı kapı.Ve dışardan demiri tekrar sürüldü...İkinci Kitabın Sonu

ÜÇÜNCÜ KİTAPBİRİNCİ BÖLÜMIToprak gözalabildiğine dümdüz,

çırılçıplak,ve kırmızı biber gibi acı.Batıda bir tek,uzun kavak ağacı.Bozkırda hâlâ dolaşıyorsa da kokusu sararmışkekik gök çiçekler,çoktan kurumuştuve geven otları safi dikendiler.Başköy'le Bakırlı'nın arası sekiz saat çeke,Nigâr sabah ezanından beri kaçıyordukocasının köyünden hovardasıyla.Terlemiş memeleri.Vakit öğleye yakın.Isındı bıyam otları.

Toprakta uğultu.Bozkırda cırlayak böcekleri ve çekirgelersöylüyor en umutsuzunu şarkıların. Altı aylıkbebesi kucağında Nigâr'ın.Bozkırın üstünde bulutlar bembeyaz,üstüste ve ağırdı. belli belirsizkımıldanıyordular. Durdu Nigâr.On adım önde gidenMustafa'yı çağırdı.Mustafa yıkmış kasketini ensesine, bakıyorbulutların arasından geçen bir çaylağa Yırtıcımahlûk germiş kanatlarını, sessiz sedasız,kâattan resim gibi, bulutların arasındanakıyor.Bulutlarda bir avlanmaz kuş olmak...Kuyunun başındaydı kavak.Nigâr oturdu kuyunun taşına. Peştemalının

altında karnı haindi ve yumuşak.Bebek çıkardı kundaktan yumruklarını.Kundakta düğmeler dikili iki sıra onikişerden yirmi dört. Bir tanesi cam. Eğilseüstüne içinde kendini bir elma kurdu kadargörür adam.Vakit ikindiye yakın. Çekirgeler vecırlayak böcekleri bozkırda hâlâbitirmediler şarkılarını. Bir tilki geçti yolunalt ucundan ve çovanlann ardındakaybolmadan önce dönüp baktı kuyununtaşında oturanlara.Bebek ağır geliyordu Nigâr'a. Kocasınındölü. Ve Mustafa diyordu ki: « Köyde ölençocuğun hesabı mı var?Ölüsayılmazaltıaylıkölü

Çaylakyırtıcıdır.Tilki kurnaz.Kuyu derin.Bozkır uçsuz bucaksız ve kırmızı biber gibiacı.Devrildi cam düğmenin içinde bir küçücükkavak ağacı. Nigâr'ın kucağından bebekdüştü kuyuya. Yolcu yolunda gerek bebekrahat uyuya...Rahatlığında yalnız kalmadı bebek.Mustafa ile Nigâr mapusanede aynırahatlıkla uyuyordular.Kalede jandarmalar ileri geri.Fır fır ötüyor düdükleri.Yıldızlar görünüyor bulutların ardından.


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook