Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore İki Şehrin Hikâyesi-Charles DİCKENS

İki Şehrin Hikâyesi-Charles DİCKENS

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-22 15:36:59

Description: İki Şehrin Hikâyesi-Charles DİCKENS

Search

Read the Text Version

atlarının değiştirildiği kötü bir ahırın, kötü birçeşmenin, kısaca her şeyin kötü olduğu kötü birsokak vardı. İnsanlar da kötü durumdaydı. Hepsiyoksuldu ve pek çoğu evlerinin kapısınınönünde oturmuş, akşam yemeği için cılızsoğanlan ve benzeri şeyleri doğrarken, kimileride topladıkları ve yenebilecek durumdakiyaprak ve bilumum otu yıkamak için çeşmeninbaşındaydılar. Her yerde onları yoksullaştıranşeylerin dokunaklı izleri vardı; bu küçükköydeki muhteşem yazıta bakılırsa, ne olursaolsun, soyup soğana çevrilmedik tek köykalmayana dek devlete, kiliseye, krala vergi,yerel ve genel vergiler ödenecekti.Etrafta çok az çocuk vardı ve hiç köpekyoktu. Erkek ve kadınlara gelince onların budünyadaki iki seçeneği ortadaydı –yadeğirmenin aşağısındaki küçük köyde, en sefilşartlarda Hayat ya da kayalığın tepesinikaplayan hapishanede tutsaklık ve Ölüm.Mösyö Marki'nin arabası, önden giden birhaberci ile sürücünün şaklattığı ve akşam

karanlığında tepelerine Furia'lar[22]üşüşmüşçesine, yılan gibi kıvrılan kırbaçeşliğinde, postanenin kapısının önünde durdu.Postane çeşmenin yanındaydı ve köylüler onabakabilmek için işlerine ara verdiler. O daköylülere baktı ve ne gördüğünü hiç bilmeden,onların acıyla dolu yüzlerinde ve bedenlerindeFransızların cılızlığını yüz yıl boyuncayaşayacak bir İngiliz hurafesine dönüştürecekolan yıpranmışlığı, tükenmişliği gördü. Kır saçlıbir yol işçisi kalabalığa karıştığı sırada MösyöMarki gözlerini, kendisinin kralın önündeeğildiği gibi, önünde eğilmiş olan itaatkâryüzlerin üzerine dikmişti –tek fark, bu yüzleryalakalıkla değil, acı içinde eğiliyorlardı.\"Şu adamı yanıma getir!\" dedi Markihaberciye.Elinde şapkasıyla adam getirildi, diğerleri deParis çeşmesindeki insanlar gibi etraflarını sarıpdikkat kesildiler.\"Yolda yanından geçtim mi ben senin?\"

\"Doğru Monsenyör. Yolda yanımdan geçerekbana şeref verdiniz.\"\"Hem tepeyi çıkarken hem de tepede, değilmi?\"\"Evet Monsenyör.\"\"Neden öyle dik dik baktın bana peki?\"\"Adama baktım Monsenyör.\"Adam biraz eğilip elindeki eski püskü mavişapkasıyla arabanın altına işaret etti. Herkeseğilip arabanın altına baktı.\"Ne adamı be domuz herif? Niye orayabaktın?\"\"Affedersiniz Monsenyör; adam arabanın –takozun– zincirlerine asılmıştı.\"\"Kim?\" diye sordu yolcu.\"Bir adam, Monsenyör.\"

\"Hay Tanrı cezanızı versin! Adı ne buadamın? Bu civardaki herkesi bilirsin sen. Kimdibu adam?\"\"Affınıza sığınırım Monsenyör! Bu civardanbiri değildi. Hayatım boyunca hiç görmedimonu.\"\"Zincire asılıydı ha? Boğulmak mı istiyordu?\"\"Bağışlayın efendim ama ben de böyledüşündüm. Başı oradan aynen böylesarkıyordu!\"Adam arabanın yanına giderek sırt üstüuzandı ve yüzünü havaya kaldırıp başını geriyesarkıttı; ardından el yordamıyla düşürdüğüşapkasını kaparak ayağa kalktı ve başıyla selamverdi.\"Nasıl biriydi?\"\"Monsenyör, bu adam değirmenciden dahabeyazdı. Baştan aşağı toz içindeydi, bir hortlakkadar beyaz ve uzundu!\"

Bu tasvir küçük kalabalıkta müthiş birheyecan yaratmıştı; bütün gözler, başka hiçbiryere kaymaksızın. Mösyö Marki'nin üzerineçevrilmişti. İnancında hortlaklara yer olupolmadığını görmek içindi belki de.\"Aman ne iyi,\" dedi Marki, bunu söylerkenböyle it kopukların onu telaşlandırmayacağınıortaya koyarcasına rahat çıkıyordu sesi.\"Arabama bir hırsız sızıyor ve sen o koca ağzınıaçıp bir şey demiyorsun. Tüh sana! Şunu kenaraçek Mösyö Gabelle!\"Mösyö Gabelle posta müdürüydü ve bazıvergi işleriyle de ilgilenirdi; sorgulamayayardımcı olmak için büyük bir yalakalıkla koşupgelmişti hemen ve resmî bir tavırla sorgulananadamın kolunun yenine yapışmıştı.\"Hadi, çekil kenara!\" dedi Mösyö Gabelle.\"Bu adam bu gece köyünüzde kalmayakalkarsa hemen yakalayın ve ne yapmayaçalıştığını öğrenin Gabelle.\"

\"Emirlerinizi yerine getirmek benim için bironurdur Monsenyör.\"\"Adam nerede? Nereye gitti şu uğursuz?\"Uğursuz, yarım düzine arkadaşla arabanınaltına girmiş, mavi şapkasıyla zinciri işaretediyordu. Diğer yarım düzine arkadaş ise onuderhal dışarı çekip nefes nefese MösyöMarki'nin huzuruna çıkardı.\"Söyle alık herif, bu adam biz takozuçıkarmak için durduğumuzda mı kaçtı?\"\"Monsenyör, adam tepenin oradayken kendiniaşağı attı, baş aşağı, sanki nehre atlar gibi.\"\"Hadi Gabelle. Gidelim hemen!\"Zincire bakan yarım düzine adam, koyun gibi,hâlâ tekerleklerin arasındaydı; tekerlekler öyleani bir şekilde döndü ki adamlar canlarını zorkurtardılar; zaten kurtaracakları çok az şey vardışu hayatta, yoksa bu kadar şanslıolmayabilirlerdi.

Paldır küldür köyden çıkıp ilerleyen araba, azsonra dik tepede tıkandı. Adım adım yürüyüşhızına düşmüşlerdi, yaz gecesinin tatlı kokularıarasında ağır ağır, hantalca çıktılar tepeyi.Sürücülerin tepesinde dönüp duran Furia'larınyerini, başlarını örümcek ağı gibi saran vesürücülerin, kamçılarının ucuyla sessizcedağıtmaya çalıştıkları binlerce küçük tatarcıkalmıştı; uşak arabanın yanında yürüyordu; azönde tırıs giden habercinin kendisi gözükmesede sesi geliyordu.Tepenin en dik noktasında, üzerinde bir Haçve yeni yapılmış büyük bir İsa heykeli olanküçük bir mezar vardı; tahtadan yapılmış kötübir heykeldi, köyden deneyimsiz bir oymacıyapmıştı sanki, ama öyle cılız ve sıska birheykeldi ki bu, belli ki oymacı hayatı –belki dekendi hayatını– yansıtmıştı buna.Bir kadın, bir süredir devam eden amakendilerini daha da kötülerinin beklediği bu acıgünlerin acıklı bir simgesi olan bu heykelinönünde diz çökmüştü. Araba yaklaştığındabaşını çevirip hemen ayağa kalktı ve kapıya

yanaştı.\"Ah Monsenyör! Bir istirhamım var sizden.\"Yüzündeki ifade değişmeksizin, sabırsız birtonda haykırdı Monsenyör.\"Ne var! Ne istiyorsun? Hep bir şey istirhamedersiniz zaten!\"\"Monsenyör. Tanrı aşkına yardım edin!Kocam, ormancı.\"\"Ee ne olmuş kocan ormancıysa? Hepinizinderdi aynı. Birine borcu mu var?\"\"Bütün borcunu ödemişti Monsenyör. Oöldü.\"\"İyi işte! Huzura ermiştir. Onu geri migetireyim sana?\"\"Ah hayır Monsenyör! Ama şurada, bir öbekcılız çimenin altında yatıyor.\"\"Eee?\"

\"Monsenyör, etrafta o kadar çok cılız çimenöbeği var ki.\"\"Eee, ne yapayım yani?\"Kadın yaşlı görünüyordu ama gençti.Tavırlarında yoğun bir acı vardı; damarlı veörselenmiş ellerini sırasıyla bir çılgın bir güçleönünde kenetliyor, bir şefkat ve sevecenlikle,sanki bir insanın göğsüne dokunur gibi ve sankio bu sevecen dokunuşu anlayabilirmiş gibiarabanın kapısına dayıyordu.\"Monsenyör, ne olur dinleyin beni! Ne oluristirhamıma kulak verin! Kocam yoksulluktanöldü; pek çok insan yoksulluktan ölüyor ve dahapek çoğu bu yüzden ölecek.\"\"Ee ne yapayım yani? Besleyeyim mi onları?\"\"Monsenyör, Tanrı şahidimdir olanlara amaböyle bir şeyi istemem tabii sizden. Benimsizden istirhamım bir taş ya da tahta parçası,üzerinde kocamın ismi yazan, bunu onun yattığıyerin üzerine koyarız belki. Yoksa yeri çok

çabuk unutulacak, ben de aynı illettenöldüğümde kimse bulamayacak burayı,muhtemelen ben de başka bir cılız çimenöbeğinin altında yatıyor olacağım. Monsenyör, okadar çok insan bu halde ki, o kadar hızlı artıyorki sayıları, yokluk her yanı sarmış. Monsenyör!Monsenyör!\"Uşak kadını kapıdan uzaklaştırmış, arabaaniden hareket etmişti, sürücüler arabayı hızlasürerek kadını arkada bıraktılar ve Monsenyör,bir kez daha Furia'lar eşliğinde, şatosuylaarasındaki mesafeyi hızla azaltıyordu.Yaz gecesinin kokulan her yanı sarmıştı ve bukokular tıpkı yağmur gibi, hiç hakgeçirmeksizin, hemen yakındaki çeşmeninbaşında duran tozlu, pejmürde kılıklı yorgungrubun üzerinde de yükseliyordu; yol işçisi,kafasından hiç çıkarmadığı mavi şapkasınınyardımıyla insanlara, tahammül edebildiklerikadarıyla, hayalete benzeyen adamı anlatıyorduhâlâ. Daha fazla tahammül edememeyebaşlayınca çevresindekiler birer birer azaldı veışıklar küçük pencere kanatlarında titrek titrek

parladılar; sonra pencereler birer birer kararıp dayıldızların sayısı artınca, bu ışıklar sönmüş gibideğil de göğe fırlatılmış gibi göründüler.Az önce büyük, yüksek çatılı bir evin veüzerinden sarkan bir dolu ağacın gölgeleriMösyö Marki'nin üzerine düşmüştü; arabasıdurup şatosunun koca kapısı Marki içinaçıldığındaysa gölgelerin yerini bir meşaleninışığı aldı.\"Beklediğim Mösyö Charles, İngiltere'dengeldi mi?\"\"Hayır Monsenyör, gelmediler daha.\"

IXGorgo'nun Başı[23]Mösyö Marki'nin Şatosu çok heybetli birbinaydı, önünde geniş bir taş avlu uzanıyordu veiki tane döner taş merdiven ana kapınınönündeki taş terasta buluşuyordu. Bütünüyletaştandı her şey, taştan tırabzanlar, taştan ayaklıvazolar ve çiçekler ve her yanda taştan büstler,taştan aslan kafaları vardı. İki yüz yıl önceburası yapıldığında bir Gorgo etrafa bakışfırlatmıştı sanki.Mösyö Marki, arabasından inerek meşalelereşliğinde, geniş ve alçak taş merdivenleri çıktı;meşalenin ışığı karanlığı delince ağaçlarınarasındaki ahırın tepesine tünemiş olanbaykuşun yüksek sesli sitemi duyuldu. Bunundışında her şey o kadar sessizdi kimerdivenlerdeki meşale ile ana kapıda asılı olandiğer meşale açık havada değil de kapalı birodada yanıyordu sanki. Taş havuzun içindekifıskiye ile baykuşun sesi dışında çıt çıkmıyordu;

çünkü gecenin her saat başı nefesini tuttuktansonra derin bir iç çektiği ve sonra gene nefesinituttuğu karanlık gecelerden biriydi bu.Büyük kapı arkasından çat diye kapanıncaMösyö Marki domuz avlamada kullandığı bazıeski mızrakların, kılıçların ve av bıçaklarınınolduğu zalim bir holden geçti; çeşitli biniciasaları ve kamçıların etkisiyle giderekzalimleşiyordu burası, kim bilir merhametliÖlüm'e kavuşmuş kaç köylü, efendisi kızdığındabunların ağırlığını sırtında hissetmişti.Mösyö Marki, zifiri karanlık olan daha genişodalara uğramadan, meşale taşıyan uşağınınpeşinden merdivenleri çıkarak, koridordaki birkapının önüne geldi. Bu kapıdan üç odalı kendiözel dairesine geçiliyordu; bir yatak odası ve ikioda vardı burada. Yüksek kubbeli, halisiz güzelzeminler, kış aylarında odunları yakmak içinkullanılan şömine tabanının üzerindeki ocakayakları ve her türlü lüks, bu lüks çağında vediyarında yaşayan bir markiye yakışır tarzdaydı.Hükümdarlığı hiç bitmeyecek sanılan soyunsondan bir önceki ferdinin –on dördüncü

Louis'nin– üslubu bütün o zengin mobilyalardakendini gösteriyordu; ama bunlar aynı zamandaFransa tarihinin eski sayfalarında görülenresimlerdeki eşyalarla çeşitlendirilmişti.Üçüncü odada iki kişilik bir sofrahazırlanmıştı; şatonun şamdan külahlarınıandıran dört kulesinden birindeki yuvarlak birodaydı burası. Küçüktü ama mağrur bir havasıvardı odanın, pencereleri ardına kadar açık,ahşap panjurlar kapalıydı, bu kadar karanlıkgecede yalnızca ince siyah çizgilerle taş renkligeniş çizgiler görünüyordu.\"Yeğenim,\" dedi Marki, sofra hazırlığınabakarak; \"dediklerine göre gelmemiş daha.\"Gelmemişti daha; aslında onun Monsenyör'legeleceğini sanıyorlardı.\"Ah! Bu gece gelmesi pek mümkün değil ozaman; yine de sofra böyle kalsın. On beşdakika içinde hazır olurum.\"Monsenyör on beş dakika içinde hazırdı, bu

görkemli ve şık sofraya tek başına oturdu.Sandalyesi pencerenin karşısındaydı, tamçorbasını bitirmiş, Bordeaux şarabınıdudaklarına götürüyordu ki kadehi sofrayabıraktı.\"O neydi?\" diye sordu sakin bir tavırla,dikkatini siyah ve taş rengi yatay çizgilerevererek.\"Efendim Monsenyör? Neyi sordunuz?\"\"Panjurların arkasından bir ses geldi.Panjurları açın.\"Panjurlar açıldı.\"Ne var orada?\"\"Hiçbir şey yok Monsenyör. Yalnızca ağaçlarve karanlık.\"Bunu söyleyen uşak panjurları ardına kadaraçmış ve önünde uzanan engin karanlığabakmıştı, sonra içeri çekilip kendisine verilecek

emirleri bekledi.\"İyi tamam,\" dedi soğukkanlı efendi.\"Panjurları kapat gene o zaman.\"Panjurlar tekrar kapatıldı ve Marki yemeğinedevam etti. Tam yemeğin yansına gelmişti ki,tekerlek seslerini duyunca elindeki kadehi tekrarbıraktı. Sesler hızla yaklaşmış, şatonun önündedurmuştu.\"Kim gelmiş sor bakalım.\"Gelen Monsenyör'ün yeğeniydi. Öğledensonra yolda Monsenyör'ün biraz gerisindeydi.Aradaki mesafeyi hızlı kapamış olsa daMonsenyör'ü yakalamaya yetmemişti. Postamerkezlerinde Monsenyör'ün kendisinden birazönde gittiğini öğrenmişti.Kendisine yemeğin hazır olduğu ve sofrayabeklendiği söylendi (Monsenyör böyle istemişti).Kısa bir süre sonra sofraya geldi. İngiltere'deonu Charles Darnay olarak bilirlerdi.

Monsenyör onu nazik bir tavırla karşıladı amael sıkışmadılar.Sofraya otururken Monsenyör'e, \"Paris'tendün mü ayrıldınız efendim?\" diye sordu.\"Evet dün ayrıldım. Ya sen?\"\"Ben doğruca geldim.\"\"Londra'dan mı?\"\"Evet.\"\"Gelmen uzun sürdü,\" dedi Marki, gülerek.\"Aksine; doğruca geldim.\"\"Kusuruma bakma! Yolculuğun değil,gelmeye karar vermen uzun sürdü demekistemiştim.\"\"Beni gelmekten alıkoyan,\" –yeğen bir andurakladı– \"bazı işlerim çıktı.\"\"Muhakkak,\" dedi nazik amca.

Uşağın odada bulunduğu süre boyuncaaralarında başka konuşma geçmedi. Kahveservisinden sonra yalnız kaldıklarında yeğen,amcanın güzel bir maskeyi andıran yüzüne vegözlerinin içine bakarak konuyu açtı.\"Tahmin edebileceğiniz gibi efendim, beniburadan uzaklaştıran meselenin peşine düşmekiçin geri döndüm. Bu yüzden başıma hiçumulmadık, büyük işler açılmıştı, ama bu kutsalbir amaç ve beni ölüme götürseydi bile buamaçtan vazgeçmezdim.\"\"Ölüme götürmek mi?\" dedi amca; \"Ölümdenbahsetmeye ne gerek var şimdi?\"\"Eğer bu mesele beni ölümün kıyısınagetirseydi,\" dedi yeğen, \"beni kurtarmak için birşey yapar mıydınız, hiç emin değilim efendim.\"Bunun üzerine amcanın burnundaki derinizler ve zalim yüzündeki belirgin ve düz çizgilermeşum bir hal aldı; rahatlatıcı olmaktan çok,aldığı iyi terbiyeyi yansıtan vakur bir el

hareketiyle itiraz etti.\"Aslında efendim,\" diye devam etti yeğen,\"bana kalırsa, içinde bulunduğum şüphelidurumu daha da şüpheli kılmak için elinizdengeleni yapardınız..\"\"Yok yok, hayır,\" dedi amca tatlılıkla.Derin bir kuşkuyla Marki'ye göz atıp, \"Bizzatsiz yapmasanız bile,\" diye devam etti yeğen,\"adamlarınızı araya katar, vicdansızlıkla neyapıp edip beni durdurursunuz.\"\"Bak azizim, söylemiştim sana,\" dedi amca,iki cümle arasında belli belirsiz bir boşlukbıraktı. \"Sana çok uzun süre önce söylediğimşeyi hatırla lütfen.\"\"Hatırlıyorum.\"\"Teşekkür ederim,\" dedi Marki, sesi gerçektençok tatlı çıkıyordu. Sesi bir müzik aletinin sesigibi dolaştı odada.

\"Aslına bakarsınız efendim,\" diye sözünedevam etti yeğen, \"burada, Fransa'dahapishaneye düşmediysem bunun tek sebebi,sizin talihsiz, benimse talihli oluşum.\"\"Ne demek istediğini pek anlayamadım,\" diyekarşılık verdi amca, kahvesini yudumlarken.\"Biraz daha açık konuşur musun?\"\"Eğer Saray'la aranız açılmasaydı ve bu lekebunca yıldır üzerinize bulaşmamış olsaydı,kralın imzasını taşıyan bir mektupla beni birzindana attırmanız işten bile değildi.\"\"Mümkündür,\" dedi amca, büyük birsoğukkanlılıkla. \"Ailenin şerefi için sana böylebir rahatsızlık verebilirdim'. Kusura bakmalütfen!\"\"Benim keyfim yerindeydi ama iki gün öncekiResepsiyon, her zamanki gibi pek sıkıcıydı,\"dedi yeğen.\"Ben olsam keyfim yerinde demezdimazizim,\" diye karşılık verdi amca, müthiş bir

kibarlıkla; \"Bundan o kadar emin olma.Yalnızlığın getirdiği avantajlarla çevrili iyi biritibar şansı, kendi başına yaptıklarından çokdaha fazla etkileyebilir kaderini. Ne var ki bukonuyu tartışmanın faydası yok. Senin desöylediğin gibi işler benim aleyhime. Durumudüzeltmeye yarayan bu küçük girişimler,ailelerin güç ve şerefine katkıda bulunan zarifyardımlar, seni böylesine rahatsız eden bu miniklütuflar şimdi sadece çıkar sağlamak vesırnaşıklıkla elde ediliyor. Bunların peşinde olanbirçok insan var ama (nispeten) pek azına nasipoluyor! Eskiden böyle değildi ama Fransa bumeselelerde çok kötüye gitti. Bizden hemenönceki nesiller çevredeki bu haddini bilmezlerinyaşamalarına ve ölmelerine karar vermehaklarını ellerinde tutarlardı. Bu odadanasılmaya götürülen pek çok köpek oldu; yanodada (yatak odamda], bir adamın kızıyla ilgilisarf ettiği küçük düşürücü laflardan dolayıhançerlendiğini biliyoruz, evet kızıyla. Pek çokimtiyazı kaybettik; geçerli olan yeni bir felsefevar artık ve bugünlerde bu durum hakkında biriddiada bulunmak başımıza ciddi sorunlar

açabilir (açar demek fazla olur, bu yüzdenaçabilir diyorum]. Durum kötü, çok kötü!\"Marki bir parça enfiye çekerek başını iki yanasalladı; kendisinin hâlâ içinde bulunduğuülkedeki bu yeni oluşumdan olabildiğince zarifbir umutsuzluk içindeydi.\"Eski zamanlardan günümüze tavrımızı öylebir ortaya koyduk ki,\" dedi yeğen üzgün birsesle, \"tüm Fransa'da bizimkinden daha çoknefret edilen bir aile yoktur.\"\"Bir de olaya şöyle bakalım,\" dedi amca.\"Yüksek tabakadan nefret etmek, aşağıtabakanın istemsizce gösterdiği bir çeşithürmettir\"Yeğen, \"Şu topraklarda,\" diye önceki sestonuyla devam etti, \"insanların bize duyacağıhayırsız hürmet sadece ve sadece korkudan veesaretten kaynaklanır\"\"Ailemizin büyüklüğüne yakışır bir iltifattırbu,\" dedi Marki, \"ve bu büyüklüğü bir şekilde

korumuşuz demek ki. Öyle değil mi?\" Sonra birparça daha enfiye çekerek kaygısızca bacakbacak üstüne attı.Ama yeğeni dirseklerini masaya dayayıpdüşünceli bir şekilde elleriyle yüzünü kapatıncahoş maske, sahibinin takındığı umursamazifadeden çok daha güçlü bir keskinlik, nezaketve yakınlık karışımı bir duyguyla yan yan onabaktı.\"Kalıcı olan tek felsefe baskıdır. Korku veesaretten kaynaklanan bu hayırsız hürmet var yaazizim,\" dedi Marki ve tavana baktı, \"başımız şuçatının altında olduğu sürece köpeklerinkamçıya itaat etmesini sağlar\"Bu süre Marki'nin sandığı kadar uzunolmayabilirdi. Eğer o gece kendisine, bu şatonunbirkaç sene sonraki, hatta birkaç sene gibigeçecek elli sene sonraki halinin bir resmigösterilse, yanıp kül olmuş, talan edilmiş bu feciharabenin kendisine ait olduğuna inanamazdı. Opek övündüğü çatıya gelince, bunun da tepesinibambaşka bir şekilde örttüğünü görebilirdi –

sonsuza dek gözlerinden ateş fışkıran insanlar venamlularından kurşunların yayıldığı yüz binlercetüfekle.\"Bu arada,\" dedi Marki, \"eğer senyapmayacaksan ailenin şerefini ve huzurunu benkoruyacağım. Ama sen şimdi çokyorulmuşsundur. Bu geceki konuşmamıza sonverelim mi?\"\"Bir dakika daha.\"\"İstersen bir saat daha konuşuruz.\"\"Efendim,\" dedi yeğen, \"biz bir yanlış yaptıkve şimdi de o yanlışın meyvelerini topluyoruz.\"\"Biz bir yanlış mı yaptık?\" diye tekrar ettiMarki, sorgulayıcı bir tebessüm eşliğinde veönce yeğenine sonra da kendini nazikçe işaretetti.\"Bizim ailemiz; şerefli ailemiz, her ikimize debambaşka şeyler ifade ediyor demek. Babamınzamanında bile bir dolu yanlış yaptık,

zevklerimizle aramıza giren bir dolu insana zararverdik. Ama ben neden babamın zamanındanbahsediyorum ki, senin de zamanın değil mi?Babamı ikiz kardeşinden, müşterekmirasçısından, halefinden ayırt etmek mümkünmüdür?\"\"Ölüm bunu yaptı zaten!\" dedi Marki.\"Ve beni bu korkunç sistemin içinde bıraktı,\"diye cevapladı yeğen, \"sorumluluğu üzerimdeama ben güçsüzüm; sevgili annemindudaklarından dökülen son arzuyu yerinegetirmeye ve onun gözlerindeki son bakışariayet etmeye çalışıyorum, benden merhametetmemi ve yanlışları düzeltmemi rica edergibiydi, ama ben şimdi boş yere destek ve güçaramanın verdiği bir ıstırap içindeyim.\"\"Eğer bunları burada arıyorsan yeğenim,\" dediMarki, işaret parmağıyla yeğeninin göğsünedokunarak –şimdi şöminenin yanındaduruyorlardı– \"sonsuza dek bekleyeceğindenemin olabilirsin.\"

Marki dikildiği yerde, elinde enfiye kutusuylayeğenine sessizce bakarken temiz beyazyüzündeki her bir çizgi zalimce, kurnazca vehemen hemen aynı şekilde derinleşmişti.Bir kez daha işaret parmağıyla yeğeniningöğsüne dokundu, sanki parmağı onun bedenineincelikli ve usta bir çizik atan küçük bir kılıcınkeskin ucuydu ve şöyle dedi: \"Azizim, içindebulunduğum bu sistemi son nefesimi verenekadar devam ettireceğim ben.'\"Bunu söyledikten sonra enfiyesinden son birbüyük tutam daha çekerek kutusunu cebinekoydu.Ardından, masadaki küçük çıngırağı çaldıktansonra ekledi, \"Mantıklı olup çizilmiş kaderinikabul etmek en iyisi. Ancak görüyorum ki sizbunu yitirmişsiniz Mösyö Charles.\"\"Bütün bu mal mülk ve Fransa yitik benimiçin,\" dedi yeğen üzgün, \"Hepsindenvazgeçtim.\"

\"Bunlar senin mi ki? Fransa olabilir tamamama bu mal, mülk? Konuşmak bile gereksizbelki, ama senin olduğunu mu düşünüyorsun?\"\"Böyle bir iddiada bulunmak istememiştim.Ama sizden bana geçerse, bunu yarın...\"\"Böyle bir şeyin mümkün olmayacağını umutederim.\"\"Peki ya yirmi sene sonra...\"\"Ah beni ne kadar da onurlandırdın,\" dediMarki; \"gene de bu varsayımın doğru olmasınıtercih ederim.\"\"Hepsinden vazgeçerek başka bir şekilde vebaşka bir yerde yaşarım. Bırakmak o kadar dazor değil. Bunca sefalet ve yıkıntının içinde neanlamı var ki bunların?\"\"Hah!\" dedi Marki lüks içindeki odaya gözgezdirerek.\"Göze hoş görünüyor burası ama bir bütün

olarak bakıldığında, bu gökkubbenin altında,gün ışığında israfın, kötü yönetimin, zorbalığın,borcun, ipoteğin, zulmün, açlığın, çıplaklığın veacının üst üste yığıldığı bir kule aslında.\"\"Hah!\" dedi Marki gene, halinden hoşnut birtavırla.\"Eğer bir gün benim olursa buralar, bunlarıçöküşe sürükleyen ağırlığın altından (böyle birşey mümkünse) yavaş yavaş özgürleştirecekbecerikli ellere teslim ederim, böylelikle burayıterk edemeyen ve uzun süredir tahammüllerininson noktasında olan insanlar, daha doğrusuonlardan sonraki nesiller, daha az acı çekerler,ama burası bana göre değil. Burada ve bütün butopraklar üzerinde bir uğursuzluk var.\"\"Ya sen?\" diye sordu amca. \"Merakımı bağışlaama niyetin bu yeni felsefeye göre yaşamakmı?\"\"Diğer yurttaşlarımın, soylu olanlarının bile,yaşamlarını sürdürmek için bir gün yapmakzorunda kalacakları şeyi yapacağım –

çalışacağım.\"\"İngiltere'de mi mesela?\"\"Evet. Aile şerefimize orada benden bir zarargelmez efendim. Bu adı başka hiçbir yerdetaşımayacağımdan dolayı diğer ülkelerde de birsorun olmaz.\"Çıngırağın çalmasıyla birlikte bitişikteki yatakodasının ışıkları yandı. Odanın parlak ışıklarıkonuştukları yere kadar geliyordu. Marki o yanabaktı ve uşağının uzaklaşan ayak seslerinidinledi.Ardından soğuk yüzünü bir tebessümeşliğinde yeğenine çevirerek, \"İngiltere sana çokcazip geliyor, orada işler yolunda gitti tabii,\"dedi.\"Söylediğim gibi, işlerin yolunda gitmesikonusunda size müteşekkirim efendim. Bunundışında orası benim için bir Sığınak.\"\"Dediklerine göre, yani kibirli İngilizlere göre,

pek çok insan için bir Sığınakmış orası. Orayasığınan başka bir vatandaş tanıyor musun? Birdoktor falan?\"\"Evet.\"\"Kızı var mı?\"\"Var.\"\"Var demek,\" dedi Marki. \"Sen çok yoruldunartık. Hadi iyi geceler!\"En zarif haliyle başını eğerek selam verdiğisırada Marki'nin gülümseyen yüzündeesrarengiz bir ifade vardı ve bu da sözlerine,yeğeninin gözünden ve kulağından kaçmayangizemli bir hava katmıştı. Üstelik, ince ve düzbirer çizgi halindeki gözleriyle ince ve düzdudakları ve burnundaki iz, şeytani bir hoşluktaşıyan bir istihza eşliğinde kıvrılmıştı.\"Var demek,\" diye tekrar etti Marki. \"Kızı olanbir Doktor. Evet. Yeni felsefeni başlatan budemek! Çok yorulmuşsundur. Hadi iyi geceler!\"

Amcanın yüzünü sorgulamak şatonunbahçesindeki taş yüzleri sorgulamaktan zordu.Yeğen kapıdan çıkarken boş yere Marki'yebaktı.\"İyi geceler!\" dedi amca. \"Yarın sabah tekrargörüşeceğimiz için memnunum. Dinlen şimdi!Yeğenim olacak beyefendiye ışık tutun daodasına gitsin! –ve yeğenim olacak şubeyefendiyi becerebilirseniz yakın hatta,\" diyekendi kendine söylendikten sonra küçükçıngırağı tekrar çalarak uşağı kendi odasınaçağırdı.Uşak gelip gitmişti, Mösyö Marki o sıcakdurgun gecede, üzerinde bol geceliği, kendisiniyavaş yavaş uykuya hazırlamak için odasındabir o yana bir bu yana dolanıp duruyordu.Odanın içinde yürürken ayağındaki yumuşakterlikleri hiç ses çıkarmıyor, zarif bir kaplan gibihareket ediyordu –arlanmaz uslanmaz büyülübir markiyi andırıyordu, masallardaki gibi,sürekli biçim değiştirerek ya kaplana dönüşüyorya da kaplandan dönüşüyordu.

O gün yaptığı yolculuktan aklına düşen bölükpörçük bir dolu görüntü eşliğinde bir uçtan diğeruca şatafatlı yatak odasında ilerledi;günbatımında zar zor tepeyi tırmanışları, güneşinbatışı, tepeden inişleri, değirmen, uçurumuntepesindeki hapishane, vadideki köy, çeşmebaşındaki köylüler ve mavi şapkasıyla arabanınaltındaki zinciri gösteren yol işçisi. O çeşmeParis'teki çeşmeyi, basamakta yatan küçükyığını, onun başına toplaşmış olan kadınları vekollarını havaya kaldırarak \"Öldü!\" diyehaykıran uzun boylu adamı çağrıştırıyordu.\"Oh serinledim biraz,\" dedi Mösyö Marki,\"yatabilirim artık.\"Sadece büyük şöminenin tepesinde yananlambayı yanık bırakarak yatağı saran incecibinliği örttü ve uykuya dalarken gecenin derinbir iç çekişle sessizliği böldüğünü işitti.Üç yoğun saat boyunca binanın dışduvarlarındaki taş yüzler kara geceye körgözlerle baktılar; üç yoğun saat boyuncaahırlardaki atlar kişnedi, köpekler havladı ve

baykuş, şairlerin tasvirlerindeki geleneksel sesehiç de benzemeyen sesler çıkararak öttü. Amazaten bu tür yaratıkların beklenmedik şekildedavranmaları adettendir.Üç yoğun saat boyunca şatodaki taştan aslanve insan suratları geceye kör gözlerle baktılar.Ölü karanlık her yanı kaplamıştı, ölü karanlıkkendi sükûnetini, yolların sessiz tozuna katmıştı.Ölülerin gömüldüğü yer öyle daralmıştı ki üstücılız otlarla kaplı tümsekler birbirinden ayırtedilemiyordu artık; Haç'ın üzerindeki figür kimbilir hangi sebeple, birileri tarafından indirilmişti.Köyde, vergi toplayıcıları ve mükellefler derinbir uykuya dalmıştı. Muhtemelen rüyalarında,açlık çekenlerin sıkça başına geldiği gibi, birziyafet sofrası görüyorlardı ya da tarlalarasürülen kölelerin ve öküzlerin görebileceği türderahatı ve huzuru; bu sayede yörenin sıskasakinleri mışıl mışıl uyurken karınlarını doyurupözgürlüklerine kavuşuyorlardı.Köydeki çeşme, üç yoğun saat boyunca,kimse görmeden, kimse duymadan aktı, kezaşatodaki çeşme de kimse görmeden ve

duymadan damladı –her ikisi de Zamanpınarında akan dakikalar gibi eriyip gitti. Derkendoğan günle birlikte ikisinin de gri suları hayaletgibi belirmeye başladı ve şatodaki taş yüzleringözleri açıldı.Yavaş yavaş aydınlandı etraf ve nihayetgüneş, kıpırtısız ağaçların tepelerine dokunupışıklarını tepeden aşağı yağdırdı. Kızıllıkta,şatonun çeşmesinin suyu kan rengine bürünmüş,taş yüzlerse kıpkırmızı olmuştu. Kuşlar yükseksesle neşeli şarkılar söylüyorlardı ve MösyöMarki'nin yatak odasının büyük penceresininhava koşullarından yıpranmış pervazında küçükbir kuş vargücüyle en tatlı şarkısını söylüyordu.En yakınındaki taş yüz, ağzı kocaman açık,şaşkınlık içinde bakıyordu sanki ona, dehşetekapılmış gibiydi.Güneş tam tepedeydi şimdi ve köyhareketlenmişti. Pencerelerin kanatları açıldı,köhne kapıların sürgüleri çekildi ve insanlarsabahın o taze ve ferah –ama soğuk– havasındatitreye titreye ortalığa döküldüler. Derkenköylünün nadiren hafifleyen o çileli

koşuşturması başladı. Kimileri çeşmeye; kimileritarlaya koştu; bir yanda kadınlı erkekli bir gruptoprağı kazıp bellemeye; öte yanda başka birkadınlı erkekli grup perişan haldeki hayvanlarabakmaya ve bir deri bir kemik kalmış inekleriyol kenarında bulabildikleri çayırlarda otlatmayaçıkarmak için koştu. Birkaç kişi kilisede, Haç'ınönünde diz çökmüş, dua ediyor, dışarıdakiinekler ise ayaklarının dibinde kahvaltılık otarıyordu.Şato kendi asaletine uygun olarak daha geçama aşama aşama ve kendinden emin bir şekildeuyandı. İlk önce ayrı bir kısımda duran vedomuz avında kullanılan mızrak ve bıçaklarkızardılar; sonra da sabah güneşinin altındakeskin keskin parladılar; peşinden kapılar vepencereler ardına kadar açıldı ve ahırlarındakiatlar başlarını kapıya çevirip içeri akan ışığa vetemiz havaya baktılar, yapraklar demirparmaklıklı kapılarda ışıldayıp hışırdadı,köpekler bağlı oldukları zincirleri hızla çekerekserbest kalmak için sabırsızca sıçradılar.Bütün bu önemsiz olaylar gündelik hayatın bir

parçasıydı ve her sabah yinelenirdi. Ama neşatonun koca çanının çalışı, ne merdivenlerdekikoşuşturma, ne terastaki telaşlı insanlar, neetraftan yükselen ayak sesleri, ne de atlarınalelacele eyerlenip sürülmesi her zamankiişlerden sayılırdı elbette.Bu telaşı, köyün ötesindeki tepede, içinde birkarganın bile gagalamaya tenezzül etmeyeceğiyiyeceğinin (pek fazla bir şey yoktu) olduğubohçasını bir taş yığınının üzerine koymuş,şimdiden işe koyulmuş olan kır saçlı yol işçisinehangi rüzgâr iletmişti acaba? Kuşlar şanstohumlarını ekerlerken bir parçasını da onunüzerine mi düşürmüşlerdi yoksa? Neden olduğubilinmez, yol işçisi o bunaltıcı sabahta, sankihayatı söz konusuymuş gibi, tepeden aşağıyadizine kadar toza toprağa bulanmış bir halde, hiçdurmaksızın çeşmeye kadar koştu.Bütün köy halkı çeşmenin başına toplaşmış,canlan sıkkın bir halde dikilmiş, fısır fısırkonuşuyorlardı ama ciddi bir merak veşaşkınlığın haricinde hiçbir duygu yoktuyüzlerinde. Otlatmaya götürülmüş olan inekler

alelacele getirilerek bağlanabilecekleri neresivarsa oraya bağlanmış, ya bön bön etrafabakıyorlar ya da yere çökmüş gevişgetiriyorlardı ama yarıda kesilen gezintilerindentopladıklarının içinde çektikleri bu sıkıntıyadeğecek hiçbir şey yoktu ağızlarında. Şatodanbazı kişiler ve posta merkezindekilerin bir kısmıve bütün vergi toplayıcıları az çok silahlanmış,küçük sokağın diğer tarafında toplaşmışamaçsızca bekliyorlardı, bu durum hayli endişevericiydi. Yol işçisi, elli kişilik bir grubun içinedalmıştı bile ve mavi şapkasıyla göğsünevuruyordu. Tüm bunlar neye delalet ediyordu?Dahası Mösyö Gabelle'in atın üstündeki bir uşaktarafından hızlıca çekilmesi ve söz konusukişinin, Alman Lenore baladının[24] yeni biruyarlaması gibi, (atın fazlasıyla yüklü olmasınarağmen) dörtnala götürülmesi neye delaletediyordu?Tüm bunlar şatodaki onca taş yüze birtanesinin daha eklendiğine delaletti.Gorgo geceleyin binaya yeniden bakmış ve

eksik olan taş yüzün yerine bir tane eklemişti;binanın yaklaşık iki yüz yıldır beklediği taşyüzdü bu.Bu yüz Mösyö Marki'nin yastığında yatıyorduşimdi. Ani bir şaşkınlık ve kızgınlığın ardındantaş kesilmiş güzel bir maske gibiydi. Bu taşfigürün kalbine saplanmış bir bıçak vardı.Kabzasına, üstüne şu sözlerin karalandığı birkağıt sarılmıştı:Şunu hemen mezarına götürün!Bunu yazan Jacques

Xİki SözAradan on iki ay kadar bir süre geçmişti veMr. Charles Darnay, Fransız Edebiyatıkonusunda uzman bir Fransızca öğretmeniolarak İngiltere'ye yerleşmişti. Bu çağda olsaProfesör olurdu; o çağda ise özel hocaydı.Dünyanın dört bir yanında konuşulan canlı birdili öğrenmeye vakti ve ilgisi olan genç beylerleçalışıyordu ve bu konudaki bilgi ve beğenileriçin zevkler geliştirmişti. Aynca, güzel yazılaryazıp bunları güzel bir şekilde İngilizceyeçevirebiliyordu. O zamanlar bu işin uzmanlarınıbulmak hiç de kolay değildi; eskinin Prensleri vegeleceğin Kralları bile Öğretmen sınıfına dâhildeğildi ve hiçbir zavallı soylu Tellson'undefterlerinden aşçı ya da marangoz olmak içinçıkmamıştı. Genç Mr. Darnay, becerileriyleöğrencilerine hem keyifli zaman geçirten hem defaydalı şeyler öğreten bir öğretmen, çevirilere dekelime bilgisinin ötesinde pek çok şey katan titizbir çevirmen olarak kısa sürede isim yapıp ilgi

gördü. Ülkenin içinde bulunduğu şartlardandolayı ve giderek büyüyen ilgi sayesinde birçokkişi tarafından tanındı. Böylece, büyük azmi vebitmek bilmeyen çabalarıyla refaha ulaşmışoldu.Önceden, Londra'da ne alün kaldırımlardayürümeyi ne de gül yapraklarıyla kaplıyataklarda yatmayı ummuştu; gözü bu kadaryükseklerde olsaydı bu kadar başarılı olamazdızaten. Bir iş yapmak istemişti ve bunu bulmuş,yapmış, hatta bu işi yapanların içinde en iyisiolmuştu. Esas zenginlik buydu.Zamanının belirli bir bölümünü Cambridge'degeçiriyordu ve burada, öğrencileriyleçalışmalarında, gümrükten Yunan ve Latindillerini geçirmek yerine, Avrupa dillerininkaçak ticaretini yapan ve bundan dolayıhoşgörülen bir tür kaçakçı gibiydi. Zamanınıngeri kalan kısmını ise Londra'da geçiriyordu.Dünya üzerindeki erkekler, cennette hep yazmevsiminin yaşandığı günlerden, günümüzüngünahkâr diyarlarındaki kış günlerine kadar

daima aynı yolda –Charles Darnay'in yolunda–bir kadının aşkına uzanan yolda ilerlemişlerdir.Hayatının tehlikede olduğu o saatten beriLucie Manette'i seviyordu. Kendisi için kazılmışolan mezarın kıyısında onunla karşılaşana dek,Lucie'nin sesi kadar tatlı ve hoş bir sesduymamış, onun yüzü kadar sevecen ve güzelbir yüze rastlamamıştı Charles. Ama bu konudadaha hiçbir şey söylememişti ona; kabaransuların ve upuzun tozlu yolların çok ötesindeki oıssız –bir hayalin içindeki sise dönmüş olan– otaş şatoda işlenen cinayetin üzerinden bir yılgeçmiş ama Charles Darnay hislerini ortayakoyacak tek kelime söylememişti LucieManette'e.Belli sebepleri vardı bunun, kendisi de gayetiyi biliyordu. Gene bir yaz günü, Londra'da, geçvakitte okuldaki işinden dönüşte, düşünceleriniDoktor Manette'e açma fırsatı yakalarımümidiyle Soho'daki sessiz köşeye döndü. Bir yazakşamıydı ve Lucie'nin Miss Pross'la dışarıçıktığını biliyordu.

Doktor'u bir pencerenin önündeki koltuktakitap okurken buldu. Acı dolu eski günlerindeona destek olan ve bu acıların keskinliğiniartıran gücünü yavaş yavaş kazanıyordu tekrar.Düzgün kararlar alabilen, bunları uygulayacakazme ve güce sahip son derece enerjik biradamdı artık. Yeniden elde ettiği diğerbecerilerinde ilk başta yaşadığı zorluklar gibi,geri gelen bu enerjinin de dengesini ve düzeninibozduğu oluyordu bazen ama öyle fazla rahatsızedici bir durum değildi bu ve sıklığı da hergeçen gün azalıyordu.Çok çalışıyor, az uyuyor, onca yorgunluğunüstesinden kolayca geliyor ve tüm bunlardanbüyük mutluluk duyuyordu. Şimdi CharlesDarnay'in odaya girdiğini görünce okuduğukitabı bir kenara bırakarak elini uzattı.\"Charles Darnay! Sizi gördüğüme sevindim.Üç-dört gündür gelmenizi bekliyorduk. Dün Mr.Stryver ve Sydney Carton buradaydı, ikisi dedaha önce geleceğinizi düşünmüş.\"\"İlgilendikleri için minnettarım,\" diye cevap

verdi, biraz soğuk bir tavırla ama bu soğuklukDoktor'a değil, onlaraydı. \"Miss Manette...\"\"İyi,\" dedi Doktor kısaca; \"gelişiniz hepimizisevindirecek. Evle ilgili bir takım işler yüzündendışarı çıkmıştı, az sonra gelir ama.\"\"Doktor Manette, kızınızın evde olmadığınıbiliyordum. Sizinle konuşabilmek için onunevde olmadığı bir anı kolladım.\"Mutlak bir sessizlik oldu.\"Peki?\" dedi Doktor bariz bir gerginlikle. \"Birsandalye çekin de konuşalım.\"Charles sandalyeyi çekti hemen: amakonuşmaya başlamak o kadar kolay değildi.\"Doktor Manette, şu bir buçuk yıldır,\" diyesöze başladı az sonra, \"sizlerden gördüğümyakınlık beni çok mutlu etti, bu yüzden az sonradeğineceğim konunun aramızdaki...\"Doktor onu durdurmak için elini uzatınca

Charles sustu hemen. Elini bir süre öyletuttuktan sonra geri çekerken konuştu:\"Konu Lucie mi?\"\"Evet.\"\"Onunla ilgili konuşmak benim için herzaman zor. Birinin bu ses tonuyla ondanbahsettiğini duymak ise daha zor CharlesDarnay.\"Darnay, \"Bu ses tonu büyük bir hayranlık,içten bir hürmet ve derin bir sevgi barındırıyorDoktor Manette!\" dedi saygıyla.Lucie'nin babası karşılık vermeden evvel genemutlak bir sessizlik oldu.\"İnanıyorum. Dürüstlüğünüzden eminim;inanıyorum size.\"Doktor'un gerginliği ve bu gerginliğin bumeseleyi konuşmaya gönülsüz oluşundankaynaklandığı o kadar belliydi ki Charles

Darnay tereddüde düştü.\"Devam edeyim mi efendim?\"Bir sessizlik daha.\"Buyrun, devam edin.\"\"Bunları ne kadar içtenlikle söylediğimi,hislerimin ne kadar içten olduğunu, kalbimdekigizi ve bu kalpten taşan ümitleri, korkuları veheyecanları bilmeseniz de söyleyeceklerimitahmin edebilirsiniz. Sevgili Doktor Manette,kızınızı tüm kalbimle, içtenlikle, hiçbir karşılıkbeklemeden ve büyük bir bağlılıkla seviyorum.Eğer dünyada aşk varsa, bu benim kızınızaduyduğum histir. Siz de sevmişsiniz birzamanlar; izin verin yaşadığınız aşk hislerimetercüman olsun!\"Doktor başı diğer tarafa dönük, gözleri yereçevrilmiş bir halde oturuyordu. CharlesDarnay'in söylediği son sözleri işitir'işitmez geneelini uzatarak haykırdı:

\"Lütfen beyefendi! Böyle söylemeyin! Ricaederim o konudan bahsetmeyin!\"Doktor'un haykırışında öyle büyük bir acıvardı ki sustuğunda bile Charles Darnay'inkulakları uzun süre çınladı. Uzattığı elioynatırken Darnay'e susması için yalvarırgibiydi. Charles durumu idrak edip bir süresessiz kaldı.Birkaç dakika sonra, \"Bağışlayın beni,\" dediDoktor yumuşak bir sesle. \"Lucie'yisevdiğinizden şüphem yok; bu yüzden rahatolabilirsiniz.\"Doktor, sandalyesinde Darnay'e döndü, amahâlâ onun yüzüne bakmıyor, gözlerini yerdenkaldırmıyordu. Çenesi ellerine düşmüş, beyazsaçları yüzünü gölgeliyordu.\"Lucie ile konuştunuz mu?\"\"Hayır.\"\"Peki yazdınız mı ona?\"

\"Hayır, hiç.\"\"Bu özveriyi babasını düşünereksergilediğinizi görmemek haksızlık olur. Babasıolarak size teşekkür ederim.\"Elini uzattı, ama gözlerini hâlâ kaçırıyordu.\"Biliyorum,\" dedi Darnay saygılı bir şekilde,\"uzun süredir sizlerle vakit geçirmiş biri olarakMiss Manette ile aranızdaki sevginin ne kadarözel, ne kadar dokunaklı olduğunu nasıl bilmemDoktor Manette? Bu sevgi öyle şartlarda geliştiki, başka baba kız arasındaki düşkünlüksizinkinin yanında hiç kalır. Sizi seven ve sizekarşı sorumluluk duyan bu kadının kalbindeaynı zamanda bebekliğinden kalma bir aşk vegüven taşıdığını biliyorum Doktor Manette –nasıl bilmem bunu? Geçmişte annesiz babasızbüyümesinin, şimdi de, mizacının ve sizden ayrıolduğu yılların getirdiği özlemin ve bağlılığınetkisiyle, büyük bir vefa ve coşku ile kendinisize adadığını biliyorum tabii ki. Gayet iyibiliyorum ki, öbür dünyada ona yenidenkavuşacak olsanız karşınıza çıkacak olan şu anki

halinden daha kutsal olmayacaktır. Sizesarıldığında, boynunuza dolananın aynı anda birbebeğin, bir genç kızın ve bir annenin elleriolduğunu biliyorum. Yine biliyorum ki, siziseverken annesinin kendi yaşındaki halini degörüp seviyor, sizin benim yaşımdaki halinizigörüp seviyor, annesini kırık bir kalple, sizi okorkunç davanızla ve bundan mutlu bir şekildeyaşama dönüşünüzle seviyor. Bunu, bu eveadım attığım ilk günden beri her an görüyorum.\"Lucie'nin babası yüzü yere dönük sessizceoturdu. Soluk alıp verişi biraz hızlanmıştı, amadiğer bütün heyecan belirtilerini bastırmıştı.\"Sevgili Doktor Manette, bu durumubildiğimden, daima kızınızın ve sizinüzerinizdeki bu kutsal ışığı gördüğümden,insanın kendini tutabileceği ölçülerde tuttumkendimi hep. Ona olan sevgimle –benimsevgimle bile– aranıza girersem, sizinyaşadıklarınıza onlar kadar iyi olmayan bir şeykatacağımı hissettim, hâlâ da hissediyorum. Amaonu seviyorum. Tanrı şahidimdir ki seviyorum!\"

Doktor, kederli bir sesle \"İnanıyorum size,\"diye karşılık verdi. \"Daha önce düşünmüştümzaten bunları. İnanıyorum size.\"\"Ama sanmayın ki,\" dedi Darnay, Doktor'unkederli sesindeki sitemi duyunca, \"bir gün kaderbana gülüp de, kızınızla evlenme mutluluğunaerişirsem sizi birbirinizden ayıracağım. Şimdisöylediklerim o zaman da geçerli olacaktır.Böyle bir alçaklık mümkün olmasa da bunubiliyorum. Gene de aklımın bir köşesinde vekalbimde saklı duran ve yıllar sonra ortayaçıkabilecek böyle bir ihtimal olsaydı –mümkündeğil, ama olsaydı– şimdi bu şerefli elisıkamazdım.\"Konuşurken elini Doktor'un elinin üzerinekoymuştu.\"Hayır, sevgili Doktor Manette. Sizin gibiFransa'dan gönüllü olarak sürüldüm; sizin gibioranın çılgınlıklarından, baskılarından veıstıraplarından kaçhm; tıpkı sizin gibi kendiçabalarımla oradan uzakta hayatta kalmayaçalışıyorum ve beni mutlu günlerin beklediğine

inanıyorum; tek isteğim sizin kaderinizi,hayatınızı ve evinizi paylaşmak ve size ölenedek hürmet etmek. Amacım, hem çocuğunuz,hem arkadaşınız hem de can yoldaşınız olanLucie'yi sahip olduğu ayrıcalıklardan ayırmakdeğil, ona destek olmak ve mümkünse onu sizedaha da çok bağlamak.\"Darnay'in eli hâlâ Lucie'nin babasının elininüzerindeydi. Doktor bir an, soğuk olmayan biı:şekilde bu dokunuşa karşılık verdiyse de, hemenellerini sandalyesinin kollarına koydu vekonuşmalarının başından beri ilk kez Darnay'inyüzüne baktı. İçindeki çatışma yüzüne olduğugibi yansımıştı; yoğun bir kuşku ve korkutaşıyan ender bir ifade vardı yüzünde.\"Öyle hisli ve mertçe konuşuyorsunuz kiCharles Darnay, sana bütün kalbimle teşekkürediyorum ve ben de şimdi kalbimi bütünüyle –ya da büyük bir kısmını diyelim– açacağım size.Lucie'nin de sizi sevdiğini düşündürecek bir şeyoldu mu?\"\"Hayır. Hiç yok.\"


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook