Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-16 15:36:05

Description: Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Search

Read the Text Version

-Pardon Feride, dedi. Anlamadım.-Anlaşılmayacak bir şey yok. Yani sizbüyüyorsunuz da ben neden Bibliothegue rosemasallarını okuyacak bir bebek kalıyorum ve birtürlü haline göre on beş yaşına girmiş bir kızmuamelesine lâyık görülmüyorum?Kâmran, şaşkın şaşkın, yüzüme bakmaktadevam ediyordu:-Yine anlamadım, Feride!Bu anlayışsızlığa hayret eder gibi bir jestyaptım, dudaklarımı büzdüm. Fakat doğrusuaranırsa ne demek istediğimi ben deanlamamıştım. Yaptığıma pişman oluyor, birkaçamak arıyordum.Bu defa sinirli bir hareketle ikinci kutununbağını kopardım, içinde yine fondanlar vardı.Kâmran, hemen hemen resmi bir tavırlahafifçe eğildi:-Artık size ermiş, yetişmiş bir genç kız

muamelesi etmek lâzım geldiğini ağzınızdanişitmek beni pek bahtiyar etti Feride, dedi.Kitaplar için sizden af dilemeye lüzumgörmeyeceğim. Çünkü fondanlar ispat etmiştirki, kitaplar zaten bir şakadan başka bir şeydeğildi. Maksat size kitap getirmek olsaydı belkio demin bahsettiğiniz romanlardan daseçebilirdim.Kâmran’ın bu tavrı, bu sözleri muhakkakalaydı. Fakat öyle de olsa, onun karşımda busesle, bu kelimelerle konuşması hoşumagidiyordu.Cevap vermeye mecbur olmamak için ellerimibir dua vaziyetinde birbirine kavuşturarak dalgınbir hayranlık rolü oynuyordum. O, sözünübitirince yüzüne baktım; gözlerime düşen saçlarıbir baş işaretiyle silkeleyerek:-Ne söylediğinizi dinleyemedim, efendim,fondanlar o kadar güzel ki... Mamafih, bunlarıgörünce barıştık. Mesele yok. Çok mersi,Kâmran.

Dinlenilmediğini zannetmesine onun galibacanı sıkılmıştı. Mamafih, o da nedense bunubana sezdirmemek istedi; içini çekerek yalancıbir somurtkanlıkla:-Ne yapalım, madem ki çocuk hediyelerimakbule geçmiyor artık, bundan sonra büyükinsanlara mahsus ciddi şeylerle hatırınızı sorarız,dedi.Ben, şimdi yalnız fondanlarımla meşgulgörünüyordum. Bir mücevher muhafazasıseyreder gibi sevinçle kutuya bakıyor, içindençıkardığım şekerleri, bir resimli gazetenin üstünesıralıyordum. Aynı zamanda da saçma sapanşeyler söylüyordum:-Bunları yemek de bir sanattır, Kâmran. Hembu sanatı, acizâne ben keşfettim. Bak, meselasen şu sarıyı kırmızıdan evvel yemekte bir zarargörmezsin, değil mi? Halbuki ne yazık? Çünkükırmızı; hem fazla tatlıdır, hem biraz nanelidir.Onu evvela yersem sanırım o nazik lezzetine, oşairane kokusuna yazık olur. Ah, canım

şekerler...Bir tanesini alarak dudaklarıma götürdüm.Kuş yavrusunu sever gibi okşuyor, onunla adetakonuşuyordum.Kuzenim elini uzattı.-Onu bana versene, Feride, dedi. Tuhaf birnazarla yüzüne baktım:-Ne demek?-Yiyeceğim.-Kutuyu yanında açtığımıza galiba fena ettik.Getirdiklerini kendin yemeye başlarsan işimizvar...-Sadece onu ver!Hakikaten bu ne demektir? insan, başkasınınağzına sürülmüş bir şeyden iğrenmemek için...Neler düşünüyorum!Herhalde bir şaşkınlık ve dalgınlık saniyesigeçirmiş olacağım ki, kuzenim birdenbire eliniuzattı, fondanı parmaklarımdan kapmak istedi.

Fakat ben daha atik davrandım. Şekeri kaçırdımve ona dilimi çıkardım:-Sizin böyle el çabukluğu hünerleriniz yoktuama nasıl oldu, diye alay ettim.-Bakın, ben size bu kadar güzel fondanın nasılyeneceğini tarif edeyim de ondan sonra kapın...Başımı biraz arkaya atarak tekrar dilimiçıkardım, fondanı üzerine koydum. Şeker, yavaşyavaş eridikçe başımı iki tarafa sallıyor, dilimserbest olmadığı için el hareketleriyle onafondanın lezzetindeki fevkalâdeliğianlatıyordum.Kuzenim o kadar tuhaf bir şaşkınlıklabakıyordu ki, kendimi tutamadım, gülmeyebaşladım.Sonra, tekrar ciddileştim, kutuyu uzatarak:-Şimdi artık öğreneceğinizi öğrenmişsayılacağınız için bir tane ikram edebilirim.Kâmran, yarı şaka bir hiddetle kutuyu itti:

-İstemem, dedi. Hepsi senin olsun.Aramızda aşağı yukarı konuşulacak bir şeykalmamıştı. Terbiye icabı evdekilerden habersorduktan ve onlara komplimanlarımıgönderdikten sonra kutularımı koltuğumunaltına sıkıştırarak çıkmaya hazırlanıyordum.Birdenbire parloir’ın yanındaki odadan hafifbir gürültü oldu. Kedi gibi kulak kabartarakdinledim.Mektep levhalarına ve haritalarına mahsusolan bu odanın biraz evvel kapısı açılmıştı.Sonra levhalardan birinin yere düşmesine benzerbir ses işitmiştim. Şimdi de arkadaki camlıkapının arkasında fare tıkırtısından farkıolmayan bir gürültü ve hareket hissediyordum.Kuzenime belli etmeden bu kapıya şöyle birbakınca ne göreyim? Buzlu camın arkasındakocaman bir baş gölgesi... Derhal işi çakmıştım.Mişel’di. Bir haritaya ihtiyaç olduğunusöyleyerek aptal soru kandırmış, parloir’ınyanındaki odadan bizi gözetlemeye gelmişti.

Gölge kaybolmuştu. Fakat camın altındakianahtar deliğinden bu kızın bizi gözetlediğinehiç şüphem yoktu. Ne yapacaktım? Birbirine kuryapan iki insan sıfatıyla, o bizden mutlakafevkalâde bir şeyler bekliyordu. Benim,kuzenime “Haydi, Allah yolunu açık etsin,evdekilere selam” diyerek aptal aptal kapıdançıktığımı görünce her şeyi anlayacak, koridordabaşımı kollarının arasında sıkıştırıp saçlarımıkarıştırarak “Bana masal okudun, ha!” diyegülecekti.Bu korku, bana o saniyede bir hınzırlıkdüşündürdü. Doğru bir şey değil ama, madem kibir rol oynamaya başlamıştık, sonuna kadardevam edecekti.Mişel, mektep arkadaşlarımın çoğu gibiTürkçe bilmezdi. Şu halde söyleyeceğimizlakırdıların ehemmiyeti yoktu. Elverir ki, ses vejestler sevişen iki insanın jestlerine benzesin...Kâmran’a:-Az kalsın unutuyordum, dedim. Sütninenin

torunu köşkte mi?Sütninenin torunu senelerden beri köşktebüyüyen bir öksüzdü.Kâmran, sualime şaşırır gibi oldu:-Elbette köşkte... dedi. Nereye gitmesiniisterdin?-Tabii... Biliyorum... Yalnız... Ne bileyim işte?Ben bu çocuğu o kadar seviyorum ki... Kuzenimgülümsedi:-Bu da nereden çıktı, dedi. Yüzüne bilebaktığın yoktu biçarenin...Garip bir hareketle:-Yüzüne bakmamak ne ispat eder, ricaederim, dedim. Sevmediğimi mi? Ne delilik!...Bilâkis ben, bu çocuğu o kadar çok seviyorumki...Bu seviyorum kelimesini, La Dam O Kamelyarolü oynayan bir aktris jestiyle boynumubükerek ellerimi göğsümün üstünde

kavuşturarak tekrar ediyor, yan gözle de kapıyabakıyordum.Mişel, altı kelime Türkçe biliyorsa, bunlarınüçü mutlaka “sevmek, sevgi, sevda” gibi şeylerolacaktı. Mamafih, tahminimde yanılmış olsamda herhalde bir diksiyonere bakabilir, yahut da“seviyorum ki” kelimesinin ne dehşetli birmanası olduğunu herhangi bir Türkçe bilendenöğrenebilirdi. YalnızKendimi tutamayarak birdenbire bir baskınyaptım:-Adı nedir? Ne iş yapar? Evinin adresi ne?dedim.Kuzenim şaşaladı; o kadar şaşaladı ki, biruydurma isim ve adresi bile düşünemedi.Renkten renge girerek ve gülerek:-Ne yapacaksın? Niçin bu merak? gibikelimelerle beni atlatmaya uğraştı.Ortada ehemmiyetli bir mesele varmış gibi:-Ben, hafta başında teyzeme sorarım, dediğim

zaman ise daha fazla kızardı.-Sakın ha! Anneme ondan bahsetme...Görüşmemi istemez de, diye yalvarmayabaşladı.Hiddetle ayağa kalktım, zorla tutmayaçalıştığım ellerimi cebime saklayarak:-Ne baba dostlarınızla, ne kendi dostlarınızlameşgul olduğumu zannediyorsanızyanılıyorsunuz. Münasebetsizliğimden öyle birlakırdı ortaya atıverdim işte, diye dışarı çıktım.O günden sonra Kâmran ne zaman mektebegeldiyse bahane uydurdum, yanına çıkmadım.Getirmekte devam ettiği kutuları sınıfta, yahutbahçede yırtarak açıyor, içindekilerini birtanesine el sürmeden çocuklara yağmaettiriyordum.Hakikat meydandaydı. Mesut dul mutlaka butaraflarda bir yerde oturuyordu. O geceden sonramutlaka anlaşmışlardı. Kuzenim ikide birdeonun evine gidiyor, o arada bana da uğruyordu.

İstedikleri ahlâksızlığı yapsınlar... Bana ne?Fakat beni arada oyuncak etmeleri fena haldegücüme gidiyordu. Bu aklıma geldikçevücuduma ateş basıyor, hiddetten ağlamamakiçin dişlerimle dudaklarımı kanatıyordum.Neriman’ın nerede oturduğunu evden sorupöğrenmek işten bile değildi. Fakat bu kadınınadını ağzıma almak, bana tahammüledilemeyecek bir şey gibi görünüyordu.Eve çıktığım bir tatil günüydü. Bir misafir,Necmiye’ye:-İki gün evvel Neriman’dan bir mektup aldım,dedi. Çok mesutmuş...Küçücük bir fino köpeğini havuzda yıkamakiçin dışarı çıkıyordum. Bu sözleri işitincekapının yanında durdum, yere çömelerek köpeğiyavaşça kucağımdan indirdim.Mesut dul için bir şey soramazdım, fakatkulağıma da yasak yoktu ya...Misafir, devam ediyordu:

-Neriman kocasından çok memnungörünüyor, bu sefer mesut olsun zavallı...Necmiye, bir hamam kubbesi ahmaklığıyla:-Ya, ya! Bu sefer bari mesut olsun zavallı,diye misafirin kelimelerini aynen tekrar ediplakırdıyı kapatmaz mı? Artık çaresiz, iş başadüşmüştü; alaycı bir tavırla:-Hanımefendi, tekrar evlendiler mi? dedim.-Kim hanımefendi?-Mektubunu aldığınız hanım. NerimanHanım... Misafir yerine Necmiye cevap verdi:-Ay, haberin yok mu? Çoktan... Neriman, birmühendisle evlendi... Beş, altı aydan berikocasıyla beraber İzmir’de...“Bu sefer bari mesut olsa zavallı,” duasını busefer de ben, üçüncü defa olarak tekrar ettim veköpeği kucağıma kaparak dışarı fırladım. Fakatartık havuza gitmiyor, çitlerin, bağ kütüklerininüstünden atlayarak koşuyor, bahçenin etrafını

dört dönüyordum.O yaz, bir seyahat yaptım. Uzak değil,Tekirdağ’a kadar. . Malum ya, hayatta Allahbana teyzeden bol bir şey vermemiştir.Bunlardan biri de Tekirdağ’dadır. Kocası olanAziz Eniştemiz senelerden beri oralardamutasarrıftır... Müjgân isminde benden üç yaşbüyük bir de kızları vardır. Akraba çocuklarıarasında galiba en ziyade onu severim.Müjgân çirkindir, fakat bu, bana hiç batmaz.Aramızdaki fark üç yaştan ibaret olmasınarağmen, ben onu çocukken nedense daimakocaman bir insan gibi görmüşümdür. Şimdifarkın daha azalmış olmasına rağmen yine öylegörür ve onu “abla” diye çağırırım.Müjgân Abla, benim taban tabana zıddımdır.Ben, ne kadar çılgın ve yaramazsam, o, o kadarağırbaşlıdır. Fazla olarak da müstebittir. Heristediğini yaptıran, diyebilirim ki yalnız odur.Bazen nasihatlerine biraz somurtsam, arzularınakarşı kafa tutsam bile neticede daima yelkenlerisuya indirmek lazım gelir. Niçin? Ne bileyim?

İnsan, birini sevmek felaketine uğradı mı, esirgibi bir şey oluyor.Müjgân, birkaç senede bir Ayşe Teyzem’leberaber İstanbul’a gelir ve birkaç hafta köşkte,yahut öteki teyzelerimde misafir kalırdı.O yaz, Tekirdağ’dan bana, hemen hemenresmi bir davet geldi. Ayşe Teyzem, BesimeTeyzem’e yazdığı bir mektupta, “Sizden ümidimyok,” diyordu. “Fakat Feride’yi iki aydan aşağıolmamak üzere bu tatilde mutlaka bekliyoruz.Malum ya, biz de teyzesiyiz. Gelmezse enişteside, ben de, Müjgân da fena halde darılacağız.”Besime Teyzem’le Necmiye, Tekirdağ’ıdünyanın bir ucu gibi görüyorlar, uzak yıldızlarabakar gibi gözlerini bükerek: “Olacak şey mi?İmkân var mı?” diyorlardı.-İzniniz olursa bunun imkânsız bir şeyolmadığını ispat ile kesb-i şeref edeceğim,dedim.Arkadaşlar arasında yaz tatillerinde aileleriyle

beraber seyahate çıkanlar ve dönüşte bize bolbol övünenler vardı. Demek mektep açıldığızaman bana da aşağı yukarı böyle bir şeyyapmak fırsatı çıkıyordu.Bir sene evvelki flört masalına bu sene de birseyahat hikâyesi ilave etmek hoş bir lüksolacaktı. Yalnız, benim iddiam, çantamı elimealarak, romanlarda okuduğum Amerikan kızlarıgibi, kendi kendime vapura binmekti. Fakatteyzelerim bu arzumu telaşlı çığlıklarlakarşıladılar ve yanıma bir bekçi katmadan yolaçıkmama razı olmadılar. Hatta böyle olduğuhalde: “Karanlıkta güverteden denize sarkma...Kimse ile konuşma... Vapur merdivenlerindendeli gibi inme!” gibi ağır nasihatlerle haysiyetimikırdılar. Sanki Tekirdağ’a işleyen pabuçbüyüklüğündeki külüstür vapurun birtransatlantik gibi seksen metre merdiveni varmışgibi...İki senedir görmediğim Müjgân’ı büyümüş,konuşmaya cesaret edemeyecek kadar kerliferlibir hanım olmuş buldum. Mamafih, yine

çabucak anlaştık.Ayşe Teyzem’le Müjgân’ın sürü sürüahbapları vardı. Ben de onların arasına karıştım.Her gün bir misafirliğe, köşke yahut bağadavet ediliyorduk.Artık kocaman bir kız olduğumu, bir hafiflikyaparsam beni ayıplayacaklarını söyledikleri içinhareketlerime son derece dikkat ediyordum.Yabancı kadınlara kompliman yaparken,suallerine ciddi ve nazik cevaplar vermeyeçalışırken, kendimi misafirlik oyunu oynayanbebeklere benzetiyordum. Mamafih, insanarasına katılmak biraz da gururumu okşamıyordeğildi.Bu misafirlikler beni eğlendirmekle beraber,yine de en çok sevdiğim zamanlar Müjgân’layalnız kaldığım saatlerdi.Eniştemin, evi denize bakan yüksek birbayırın üstündeydi. Müjgân Abla, benim, bazıyerleri dik bir duvara benzeyen bu bayırdansahile inmemi evvela tehlikeli bulmuş, beni men

etmeye uğraşmıştı. Fakat sonradan kendisi debuna alıştı. Saatlerce kumlarda yatıyor, sularınüzerinden taş sektiriyor, sahil boyuncayürüyerek ta uzaklara gidiyorduk.Deniz, bu mevsimde çok güzel ve sakin fakatneşesizdi. Bazen saatler geçer, üzerinde biryelken, ince bir duman parçası görünmezdi.Hele akşamüstlerine doğru sular, insanı hastaedecek kadar genişliyor ve yalnızlaşıyordu.Bereket versin ben, bu tehlikeyi daha evveldenhissediyor, sahildeki kayaları kahkahalarımla çınçın öttürüyordum.Bir gün Müjgân’la başımızı almış, ta ileridekibir burna doğru yürümüştük. Maksadımız, buburnu meydana getiren kayaların öte tarafındankoya geçmekti, fakat aksi gibi, yol kapalıydı.Ayaklarımızı çıkararak suya girmekten başkaçare yoktu. Ben kendi hesabıma bu mecburiyetesevindim bile. Fakat ermiş, yetişmiş birküçükhanım olan Müjgân’ı ne yapacağız?Ne söylersem iskarpinlerini ve çoraplarını

çıkartmayacağını bildiğim için ona bir tekliftebulundum:-Gel, Müjgân Abla, seni arkama alayım...Öyle geçireyim, dedim.Razı olmadı:-Deli çocuk, sen koskoca insanı nasılkaldırırsın? dedi. Zavallı Müjgân, yaşı gibi boyuda benden büyük olduğu için kendisini taşımayagücüm yetmeyeceğini zannediyordu. Sinsi sinsiyanına yaklaşarak:-Bakalım, bir tecrübe edelim de, olursa ne âlâdedim ve onu kalçalarından yakaladığım gibihavaya kaldırdım.Müjgân bunu evvela sahiden birkaç adımlıkbir tecrübe sanmıştı. Kendini kurtarmayaçalışarak:-Delilik etme, bırak. Sen, beni nasıl taşırsın?diye gülüyordu. Fakat çıplak ayaklarımla suyuniçinde yürüdüğümü görünce çıldıracak gibioldu.

-Tüy gibi hafifsin abla, dedim. Çırpınacakolursan boylu boyumuza düşeriz, ikimize deyazık olur. Fakat rahat durursan korku yok.Zavallı kız, sapsarı kesilmişti. Bir kelimesöylerse muvazenenin bozulmasından korkuyorgibi ağzını, gözlerini kapıyor, elleriyle saçlarımasarılıyordu.Zavallı Müjgân, bir karışlık suyun üstünde, biruçurumdan geçiyormuş gibi gözlerini kapıyor,sırtımda kımıldamaya cesaret edemiyordu.Bir de burnu dönünce ne görelim! Karayaçekilmiş bir sandalın yanında yiyecek yiyen üçbalıkçı bize bakmıyor mu?-Ettin mi edeceğini, Feride? diye fısıldadı,şimdi ne yapacağız?Ben güldüm:-Balıkçılar adam yemezler ya, dedim.Mamafih, vaziyetimiz hakikaten tuhaftı. Heleben, dizkapaklarıma kadar çıplak bacaklarım,

elimde çoraplarımla insan içine çıkacak haldedeğildim.Müjgân, incecik bacaklarıyla -süpürgeönünden kaçan örümcek gibi-koşmayahazırlanıyordu. Ben, bu korkuyu ayıp buldum.Suların o gün niçin kıyıdaki yollarıkapadığını, hangi saatlerde denizin netaraflarında balık tuttuklarını sordum. Sırf lakırdıolsun diye saçma sapan sualler.Balıkçıların ikisi yirmişer yaşında, yahut birazdaha fazla iki genç, biri sakallı bir ihtiyardı.Gençler, utangaç görünüyorlardı. Cevaplarınıihtiyar verdi. Fakat o da besbelli benim gibilakırdı bulmakta güçlük çektiği için kimolduğumu sordu.Bir an durakladıktan sonra: “Ben Marika diyebir kızım; tüccar amcama İstanbul’dan misafirgetirdim,” dedim ve yürüdüm.Müjgân beni kolumdan tutarak, sürükler gibikoştururken: “Allah cezanı versin. Niçin böyle

yaptın?” diyordu.-Ne bileyim, dedim... İstanbul’daki teyzeler,“Dilini sıkı tut. Saçma sapan konuşma... Oralarıdedikoducu yerlerdir,” diye tekrar tekrar tembihettiler bana. Balıkçılar, “Bu nasıl Müslüman kızböyle, sade başını değil bacaklarını da açıyor,”demesinler diye.Hasılı, korkak Müjgân, bu hiçten şeyi adetabüyük bir mesele yaptı...Akşamüstleri Müjgân’la kol kola gezerkengenç bir süvari zabitinin etrafımızda dolaştığınadikkat etmiştim. Bu zabit, sözde atına talimleryaptırıyordu. Fakat Allah’ın kırında başkagidilecek yer yokmuş gibi mütemadiyen bizimgezdiğimiz yolda gidip geliyor, yanımızdangeçerken bize bakıyordu; hem de o kadar garipbir alaka ile ki, neredeyse durup konuşacak.Bir gün o, yine atını oynatarak ve bizi duvarkenarındaki ağaçlar arkasına kaçırarakyanımızdan geçtikten sonra yavaşça güldüm,öksürdüm ve:

-Anlayalım Müjgân Abla! dedim. Müjgânyüzüme baktı:-Ne demek istiyorsun, Feride? dedi.-Şunu demek istiyorum ki artık eskisi kadarçocuk değiliz abla... Zabit Bey’le mükemmel kuryapıyorsunuz. Müjgân gülmeye başladı:-Ben mi? Deli çocuk!-Biraz akran muamelesi etmek tenezzülündebulunmanızdan ne çıkar efendim?-Zabitin benim için dolaştığını mızannediyorsun?-Onu zannetmemek için biraz aptal olmalı.Müjgân tekrar güldü. Fakat bu defaki gülüştebiraz ıstırap vardı. Sonra içini çekti:-Yavrucuğum, ben öyle arkasından koşulacakbir kız değilim ki... O, senin için etrafımızdagidip geliyor...-Ne söylüyorsun, abla! Gözlerim fal taşı gibiaçılmıştı.

-Evet, senin için... Sen gelmeden evvel yinegörürdüm. Fakat beni yolun kenarındaki şuağaçlardan ayırt etmeden geçer giderdi ve birdaha dönmezdi...O gece, yemekten sonra Müjgân’la evinönüne çıkmıştık. Konuşmadan denize doğruyürüyorduk.Müjgân:-Senin bir derdin var Feride, dedi. Hiç sesinçıkmıyor.Biraz durakladıktan sonra cevap verdim:-Gündüz söylediğin münasebetsiz lakırdıyıaklımdan çıkaramıyorum, mahzun oluyorum.Müjgân şaşırdı:-Ne dedim ben?-”Ben arkasından koşulacak bir kız değilimki,” dedin. Müjgân, hafif bir kahkaha kopardı:-Peki ama, bundan sana ne?

Ellerini tuttum, gözlerim dolu dolu, donuk birsesle:-Sen çirkin misin abla? dedim.O yine güldü, benimle eğlenerek yanağıma birfiske vurdu:-Ne çirkin, ne güzel!... Ortayım diyeyim dekavgayı kısa keselim... Sana gelince, biliyormusun sen büyüdükçe dehşet bir şey oluyorsun!Ellerimi Müjgân’ın omuzlarına koydum, onuöpecek gibi burnumu sürerek:-Benim için de orta diyelim de mesele bitsin,dedim.Bayırın kenarına gelmiştik. Yerden taştoplayarak denize atmaya başladım. Müjgân dabana uydu. Fakat zavallı, hem taş atmasınıbilmiyordu, hem de kolları kuvvetsizdi.Benimkilerin her zaman havada kaybolduktansonra uzakta bir yakamoz parıltısıyla sularıyıldızlandırmasına mukabil onunkiler gülünç bir

patırtı ile bayırın taşlarına çarpıyor, yahut aşağıkumsala düşüyordu ve dehşetli gülüyorduk.Ay ışığından sırılsıklam bir denizin iki gençkıza ilhamı bu olmamalıydı. Ama ne yaparsınız!Mamafih, biraz sonra Müjgân yorularak büyükbir kaya parçasının üstüne oturdu; ben deayaklarının dibine çöktüm.Bana mektep arkadaşlarıma dair suallersoruyordu. Ona benim Mişel’in birkaç vakasınıanlattım. Sonra elimde olmadan kendi uydurmamasalımdan bahse başladım.Buna ne sebep vardı? Müjgân’a yaptığım itirafsadece bir gevezelik ihtiyacı mıydı?Bilmiyorum. Fakat ara sıra münasebetsizliğimihissederek durmak istediğim halde bir türlükendimi tutamıyordum.Müjgân’a anlattığım şey, netice itibariyle,arkadaşlarımı nasıl bir kurt masalıylaaldattığımın hikayesiydi. Fakat o zaman rol icabınasıl mahzunlaşıyorsam, şimdi de böyle birmecburiyet olmadığı halde o hüznün yanına

kendimi kaptırıyordum. Müjgân’ın yüzünebakmaktan çekiniyordum. Kâh onun etekleriyle,düğmeleriyle oynuyor, kâh başımı dizinekoyuyor ve daima denize, uzaklara bakıyordum.Masalımın kahramanının kim olduğunuevvela Müjgân’dan saklamaya gayret etmiştim.Fakat sonradan bunu da ağzımdan kaçırdım.Müjgân, bir şey söylemiyor, sadece saçlarımıokşayarak beni dinliyordu.Sözümü bitirdiğim ve arkadaşlarımauydurduğum yalanın ayıp bir şey olduğunukendimin de anladığımı söylediğim zaman, o nedese beğenirsiniz?-Zavallı Feride'ciğim. Sen, Kâmran’ı sahidenseviyorsun, dedi.Bir çığlık kopararak Müjgân’ın üstüne atıldım,onu kuru otların içine yuvarlayarak tartaklamayabaşladım:-Ne dedin abla, ne dedin? Ben, sinsi sançıyanı... Müjgân, soluk soluğa kendini

kurtarmaya çalışıyor, debeleniyordu:-Bırak beni, dedi... Üstümü başımı yırtacaksın.Yoldan görecekler, rezil olacağız, Allah aşkınayapma! diye yalvarıyordu.-Sözünü mutlaka geri alacaksın...-Mutlaka geri alacağım, dedi. Ne istersenyapacağım, bırak beni...-Ama öyle hatır için değil, beni aldatmak içindeğil...-Peki, hatır için değil... Seni aldatmak içindeğil... Sahiden...Müjgân, ayağa kalkmış, üstünü silkiyor:-Feride, sen sahiden deliymişsin, diyegülüyordu. Ben yerimden kalkmamıştım.Titreyerek:-Allah’tan korkmadan bana nasıl iftiraediyorsun, abla, dedim. Ben daha çocuğum.Sonra kendimi tutamayarak ağlamayabaşladım.

O gece yatağımda beni şiddetli bir ateşbastırdı. Bir türlü uyuyamıyor, sayıklıyor, ağadüşmüş kocaman bir balık gibi kendimi oradanoraya atıyordum.Bereket versin geceler kısaydı. Ortalıkaydınlanıncaya kadar Müjgân beni yalnızbırakmadı.Vücudumda bir şey değişmiş gibi kendikendime karşı yenilmez bir korku ve tiksintiduyuyordum, ikide birde bir bebek hıçkırığıylaMüjgân’ın boynuna sarılıyor, “Niçin öylesöyledin, abla?” diye hıçkırıyordum.O, besbelli yeni bir hücuma uğramaktanürktüğü için ne “evet”, ne “hayır” diyor, sadecesaçlarımı okşayarak, başımı kucağına alarakbeni yatıştırmaya çalışıyordu. Yalnız, sabahakarşı o da asabileşerek isyan etti, hırçın bir seslebeni azarladı:-Deli, sevmek ayıp mı? Kıyamet kopmadıya... Daha olmazsa evlenirsiniz, olur biter... Uyu

bakayım gözümün önünde... Ben öyleterbiyesizlik istemiyorum.Müjgân Abla’nın bu umulmaz baskısıkarşısında bu sefer de ben sindim. Zatenvücudumda da uğraşmaya kuvvet kalmamıştı.Bütün bir gece dağda kurtla boğuştuktan sonrasabaha karşı kendini bırakan Mösyö Seguin’inKeçisi’ne dönmüştüm.Uykuya dalarken Müjgân’ın tekrar katılaşmışbir sesle:-Galiba o da sana karşı lakayt değil, diyefısıldadığını işittim, fakat artık isyana kudretbulamayarak uyudum.Ertesi gün yerli zenginlerden birinin çiftliğinedavetliydik.Hayatımda bugünkü kadar azdığım veeğlendiğim bir gün olmamış gibidir.Ayşe Teyzem’le Müjgân’ı çiftliğin havuzukenarında büyüklerle dedikodu yapmayabırakarak çocukları peşime takmış, etrafta otu

ota, suyu suya katmıştım. Hatta bir aralık çıplakbir ata binmeye uğraşarak ufak bir tehlike degeçirmiştim. Teyzemle Müjgân beni gördükçebirtakım el ve baş işaretleri yapıyorlardı.Ne demek istediklerini gayet iyi anlıyordum.Fakat anlamak işime gelmediği içingörmezlikten geliyor, ağaçların arasında tekrarkendimi kaybediyordum.Evet, on beş yaşında, kendi nazik tabirleriüzere “at anası gibi” bir kızın baş açık, bacaklarçıplak, üst baş darmadağınık, işçiler, yanaşmalararasında hoyratlık etmesi ayıptı, bunu ben debiliyordum ama, bir türlü kendime lakırdıanlatamıyordum.Bir aralık, Müjgân’ı yalnız bularak kolundanyakaladım:-Ne anlıyorsun bu Ermeni gelini edalıhanımlardan? Gel sen de benimle beraber,dedim. O, adeta kızdı:-Sen hakikaten şaşılacak bir mahluksun,canavar gibi bir şeysin Feride, dedi. Akşam ne

haldeydin? Sabahleyin iki saat bile uyumadın,tekrar ayağa kalktın. Halinde zerre kadaryorgunluk eseri yok. Rengin parlıyor, gözlerinparlıyor. Halbuki beni ne hale getirdin, bak!Zavallı Müjgân, hakikaten acınacak haldeydi.Geceki uykusuzluktan sonra, yüzü gözlerininbeyazına kadar balmumu gibi sararmıştı.-Geceyi hatırlamıyorum bile, dedim ve tekrarkaçtım.Akşamüstü, arabamız geciktiği için yayaolarak dönüyoruz. Bu tabii, daha iyi. Zatençiftlik uzak bir yerde değil... Teyzem, kendiyaşında iki komşusuyla arkadan geliyor. Biz,nihayet biraz canlanmaya karar veren Müjgân’lakol kola hayli önden yürüyoruz. Yolun biryanında yıkık duvarlar, çitlerle çevrilmişbahçeler, öte yanında o büyük ümitsizliğebenzeyen yelkensiz ve dumansız deniz var.Bahçelerde vakitsiz bir sonbahar başlamış,

duvarları, çitleri saran yeşillikler kurumuş, tektuk çiçekleri toz içinde sararıp buruşmuş. Seyrekfasıllarla birbirinden ayrılan cılız gürgenlerinince, titrek gölgeleriyle beraber yolun tozlarıüzerine kuru yapraklar dökülüyor.Yalnız, ta uzaklarda, kendi haline bırakılmışbahçenin derinlerinde birtakım kırmızı beneklerseçiliyor. Bunlar böğürtlendir ve muhakkak kiAllah onları çalıkuşları gagalasın diyeyaratmıştır.Bu sebepten, ümitsiz denizi bırakıyorum veMüjgân’ın kolundan tutup böğürtlenlere doğrusürüklemeye başlıyorum.Arkadakiler kaplumbağa adımlarıyla bizigeçip aşağı köşenin başına varıncaya kadar biz,seksen defa işimizi bitiririz.Fakat Müjgân Abla insanı sabırsızlıktançıldırtacak kadar mızmız. Tarlanın ortasındayürürken iskarpinin topuğu burkuluyor, kuruekin saplarının ayaklarına batmasındankorkuyor, iki karışlık bir hendekten atlamak

lâzım geldiği zaman tereddüt ediyor.Bir aralık bir köpeğin hücumuna uğradık.Müjgân’ın el çantasına sığacak büyüklükte birköpek.Ablam, bunu görünce kaçmaya, imdatistemeye kalkıştı.Nihayet, böğürtlenlerden de korkuyordu.“Hastalanacaksın...Miden bozulacak” diyeyemişleri elimden kapmak istiyordu. Ara sırahafifçe boğuşuyorduk.Böğürtlenler eziliyor, yüzüme yapışıyor,benim geniş yakalarıma iki sırma çapa işlenmişbeyaz maren bluzumu lekeler içindebırakıyordu.Aradakiler bize yetişinceye kadar biz işimizibitiririz demiştim ama, ben Müjgân veböğürtlenlerle devamlı halde çalışırken onlaryolun alt başını bulmuşlardı. Galiba bizi merakettikleri için köşeyi dönüyorlar, arkayabakıyorlardı. Yanlarında bir erkek vardı.

Müjgân, “Kim acaba?” dedi.-Kim olacak, bir yolcu, yahut bir köylü.-Zannetmiyorum.Doğrusu aranırsa onu ben de pekzannetmiyordum. Akşamın alacakaranlığı ve yolkenarındaki büyük ağaçların gölgeleri arasındapek iyi seçilmemekle beraber başka türlü birinsan olduğu görülüyordu.Biraz sonra bu erkek bize el salladı, sonraonlardan ayrılarak bize doğru yürüdü.Şaşırmıştık. Müjgân:-Çok tuhaf! Herhalde bir bildik olacak, dedive biraz sonra heyecanla ilave etti:-Feride, bu Kâmran’a benziyor. Sakın...-İmkânı yok. Ne işi var burada, dedim.-O, vallahi, ta kendisi.Müjgân koşmaya başladı. Ben, bilâkisyürüyüşümü daha ağırlaştırmıştım. Soluğumun

tıkandığını, dizlerimin kesildiğinihissediyordum.Yolun kenarında durdum. Ayağımı büyük birtaşın üzerine koyarak eğildim, iskarpinleriminbağını çözdüm; sonra ağır ağır yenidenbağlamaya başladım.Yüz yüze geldiğimiz zaman ben, sakin vebiraz da alaycıydım:-Hayret, dedim. Siz buralarda... Bu kadaruzun yolculuğu nasıl göze aldınız?O, bir şey söylemiyor, bir yabancı karşısındagibi çekingen bir gülümseme ile yüzümebakıyordu. Sonra elini uzattı.Ben, kendiminkileri hemen geri çektim,arkamda sakladım.-Müjgân Abla ile kendimize bir böğürtlenziyafeti verdik. Ellerim yapış yapış. Sonra daüstüne tozlar yapıştı. Teyzeler nasıl? Necmiyenasıl?-Gözlerinden öpüyorlar, Feride.

-Mersi.-Ne kadar yanmışsın, Feride... Derin pul pulolmuş.-Güneşten.Bir aralık Müjgân söze karıştı:-Sen de öyle, Kâmran, dedi.-Kim bilir... Şemsiyesiz mehtapta mı dolaştı,nedir? dedim.Gülüştük ve yürüdük.Biraz sonra Ayşe Teyzem ile Müjgân,kuzenimi aralarına aldılar. Teyzemin komşularıkırkı geçmiş yaşlarıyla kendilerini kadından,Kâmran’ı erkekten sayarak biraz alargagidiyorlardı.Ben, önde çocuklarla beraber yürüyordum.Fakat kulağım arkadaydı. Kuzenimin teyzemleMüjgân’a, kendisini hangi rüzgârın burayaattığını anlatmasını dinliyordum:

-Bu yaz İstanbul’da çok sıkıldım, dedi. Amabilemezsiniz ne kadar çok...Topuğumu hiddetle yere vurdum, içimden“Elbette, dedim, mesut dulu yad ellerekaçırdıktan sonra bundan tabii ne olur?”O, devam etti:-Evvelki gece ayın on beşi idi. Bir arkadaşgrubuyla Alemdağ'ına çıktık. Son derece güzelbir geceydi. Fakat benim yorucu eğlenceleretahammülüm yok. Sabaha doğru kimseye habervermeden kendi kendime şehre indim. Hasılı,fena halde sıkılıyordum. Birkaç günİstanbul’dan uzaklaşmayı düşündüm.Fakat nereye gidersiniz? Yalova’nın mevsimideğil. Bursa bu aylarda cehennem gibi yanar.Birdenbire aklıma siz geldiniz. Zaten sizi dedehşetli göreceğim gelmişti.Eniştemle teyzem o akşam Kâmran’ı geçvakte kadar bahçede alıkoydular. Müjgân dayorgunluktan ayakta duramayacak halde

olmasına rağmen, burunlarının dibindenayrılmıyordu.Ben, bilâkis gruba alarga duruyor, ikide birdeiçeride yahut bahçenin arka taraflarındakayboluyordum.Bir aralık, bilmem niçin, yanlarına yaklaşmaklâzım gelmişti. Kâmran, halimden alındığınıgösteren bir tavırla:-Misafire hürmette kusur ediliyor galiba, dedi.Ben gülerek omuzlarımı kaldırdım:-”Misafir misafiri çekemez” derler dedim.Müjgân, beni tekrar kaçırmamak ister gibisımsıkı bileğimden eteğimden tutuyordu.Silkindim ve yatmaya ihtiyacım olduğunusöyleyerek odama çıktım.Müjgân, geç vakit odaya geldiği zaman benyatağımda uyumuyordum. Karyolamın kenarınaoturdu, yüzüme baktı. Güleceğimi hissedereköte tarafa döndüm, horlamaya başladım.O, zorla başımı kaldırdı:

-Sahtekârlığa lüzum yok, aç gözlerini, dedi.-Vallahi uyuyordum, diye gözlerimi iri iriaçtım. Fakat ikimiz de kendimizi tutamayarakgülmeye başladık. Müjgân çenemi okşayarak:-Tahminim doğru çıktı, dedi.Sert bir hareketle karyola demirlerinizangırdatarak doğruldum:-Ne demek istiyorsun? O, birdenbire ürktü:-Hiç... Hiç, dedi. Sonra gülerek ilave etti:-Allah aşkına boğuşmaya falan kalkayımdeme, yorgunluktan ölürüm. Sonra lambayısöndürerek yatağına girdi.Birkaç dakika sonra da ben onun karyolasınagitmiş, başını yastığından kaldırarak kollarımaalmış bulunuyordum. Fakat o zavallı hakikatenuyumuştu. Gözlerini açmadan: “Yapma, Feride”diye yalvardı.-Peki, dedim. Yalnız dilinin ucunda bir şey

var ki mutlaka söylemezsen bu sefer benuyuyamayacağım.Odanın karanlığına, Müjgân’ın kapalıgözlerine rağmen yüzümü onun saçlarınasaklayarak kulağına fısıldadım:-Senin aklından delice bir şeyler geçiyor.Anlıyorum... Ona bir şey söyleyecek olursanseni zorla kucağıma alır, ikimizi birden denizeatarım...Müjgân:-Peki... Peki... Ne istersen, dedi ve hâlâ hafifhafif başını sarsmakta devam etmeme rağmentekrar uyudu.Kâmran’ın gelmesi hakikaten keyfimi kaçırdı.Ona karşı duyduğum hiddete, korkuya,iğrenmeye benzer karmakarışık his günden güneartıyordu. Karşı karşıya geldiğimiz zaman hiçsebep yokken kabalık ediyor ve kaçıyorum.Bereket versin Aziz Eniştem, misafirine fenahalde kancayı takmıştı. Onunla görüştürmek için

eve çeşit çeşit insanlar çağırıyor ve hemen hergün uzun bir araba gezintisine yahut yerlilerdenbirinin bağ ve bahçesine davete götürüyordu.Bir sabah yine böyle bir davete gitmeyehazırlanırken kuzenimle merdiven başındakarşılaştım. Yolumu kesti, işitilmediğinden eminolmak ister gibi bir tavırla etrafına baktıktansonra:-İkramın fazlalığından öleceğim, Feride, dedi.Ben, onunla merdiven parmaklığı arasındakiaralıktan ona sürünmeden geçipgeçemeyeceğimi hesap ederek:-Fena mı? dedim. Sizi her gün gezdiriyorlar.Kâmran, komik bir yeisle gülümsedi, gözlerinitavana kaldırdı:-”Misafir misafiri çekemez” ama, misafirinmisafire ev sahibini çekiştirmesi eskiusullerdendir, dedi. Bari ben de öyle yapayım...Kuzenim nedense benim ilk gece söylediğim“misafir misafiri çekemez” sözüne içerlemişti.İkide birde bana bunun için taş atıyordu.

-İyi ama, dedim. Ortada şikâyet edilecek birşey yok. Her gün yeni yerler, insanlartanıyorsun. O, tekrar dudak büktü:-Tanıdığım insanlar hiç öyle zevk vericiinsanlar değil. Artık kendimi tutamadım:-Sizi eğlendirecek insanı nereden bulupgetirsinler, zavallılar? dedim.Kâmran, kendisini eğlendirecek insandan kimikastettiğimi anlamıştı. Heyecanla ellerini uzattı:-Feride, dedi.Fakat uzanan elleri boşta kaldı. Ben, onunvücuduyla merdiven parmaklığı arasındakidelikten fırlayıp kaçmıştım. Basamakları ikişerikişer atlayıp şarkı söyleyerek bahçeye doğrukoşuyordum.Nihayet bir gün Müjgân bana edeceğini etti...Bir sabah, onunla deniz kenarındaki bayırdadolaşıyorduk.

Gece yağmur yağdığı için havada tatlı birsonbahar serinliği vardı. Dumana, sise benzeyenşekilsiz bir bulut, güneşi saklıyor, denizindurgun yüzünde nereden geldiği belli olmayanuçuk bir aydınlık titriyordu.O gün nasılsa serbest kalan Kâmran’ıncaddeden geçtiğini gördüm.İri bir ağaç kökünde oturan Müjgân’ın yüzüdeniz tarafına dönük olduğu için o, bununfarkında olmamıştı. Ben de görmezlikten gelerekbir yarım çevirme hareketiyle vücudumu aynıistikamete çevirmiştim. Fakat hiçbir şeygörmediğim, işitmediğim halde onun bize doğrugeldiğini seziyor, ensemde hafif bir ürpertihissediyordum. Müjgân:-Ne o, sen birdenbire sustun, dedi ve başınıçevirince on, on beş adım ileride Kâmran’ıgördü.Ayaküstü birkaç dakikalık bir sabahsohbetinden kaçınmaya artık imkân kalmamıştı.

Kâmran, Müjgân’a takılmakla söze başladı:-Bugün de şemsiyenizi unutmamışsınız, dedi.O, gülerek cevap verdi:-Evet ama, bugün de yağmur tehlikesi var...Kuzenim, kendi durgun ve kararsız mizacınabenzeyen bugünkü havadan pek hoşlandığınıanlatıyordu. Müjgân, buna itiraz etti. Elindekişemsiyeyi açıp kapamakla eğlenerek:-Güzel ama, insana hüzün veriyor, dedi. Bumevsimden sonra günler ekseriya bugünebenzer. Sonra kış. Bilmezsiniz buranın kışı nekadar sıkıcıdır...Babam aksi gibi öyle bir alıştıki, başka bir yere kaydıracaklar diye ödükopuyor.Kâmran, şaka etti:-O kadar aleyhinde bulunmayın. Kim bilir,belki zengin bir yerli ile evlenirsiniz.Müjgân, işi ciddiye alarak başını salladı:-Allah esirgesin, dedi.

Bu esnada yanımızdan -çıplak ayakla- birbalıkçı geçiyordu. Bir gün kendimi Marika diyetanıttığım ihtiyar balıkçı. Başı yine bir kırmızımendille sarılı. Bana aşinalık etti:-Çoktan görünmüyorsun, Marika, dedi.-Bir gün sizinle balığa çıkmayahazırlanıyorum, dedim.Konuşa konuşa bayırın kenarına doğruyürümeye başladık.Biraz sonra tekrar yanlarına döndüğümzaman, Müjgân, kuzenime bu Marika hikâyesinianlatıyordu. Sözünü bitirdikten sonra bileğimdentuttu:-Beni değil ama, galiba Feride’yi büsbütünTekirdağ’da bırakacağız, dedi. Kısmeti çıktı. İsakaptan diye bir balıkçının oğluna istiyorlar.Balıkçı deyip de geçmeyin. Son derece zenginbir insan.Kâmran gülüyor:

-Milyoner de olsa o kadar demokrat olamayız,değil mi, Feride? diyordu. Ben, kuzen sıfatıylabuna katiyen razı olmam.Akıllı uslu Müjgân’ı bugün hangi hain şeytandürtüyordu. Kâmran’ın bu sözüne karşı ne desebeğenirsiniz?-Hepsi o kadar değil, Feride’nin daha yüksekkısmetleri de var. Mesela ateş gibi bir süvarizabiti her akşamüstü atıyla evimizin karşısınageliyor, kendini Feride’ye beğendirmek içintehlikeli hünerler yapıyor.Kâmran, bu sefer kahkaha ile gülüyor. Fakatbu kahkahanın içinde deminki gülüşebenzemeyen, tuhaf bir şey, bir kırıklık vardır.-Buna diyeceğim yok. Cevap vermek kendihakkı, diyordu.Müjgân’a gizli bir “Sana gösteririm” işaretiyaparak:-Sen çok oluyorsun artık, dedim. Bilirsin ki,böyle lakırdılardan hoşlanmam.

O, ihtiyaten, Kâmran’ın arkasına geçerek banagöz kırptı:-Yalnızken böyle konuşmuyorsun ama, dedi.-Yalancı, iftiracı...Bu sefer, Kâmran, işi parmağına dolamıştı:Bunu bana da söyleyebilirsin, Müjgân, diyordu.Ben yabancı değilim ki...Hiddetle ayağımı yere vurdum:-Anlaşıldı. Sizinle kavga etmedenkonuşulmayacak. Allahaısmarladık, dedim vehiddetle denize doğru yürümeye başladım.Yürümeye başladım, fakat bir his bana buuzaklaşmanın, başlamış lakırdıyıbırakmayacağını haber veriyordu. Bayırınkenarına gittikten sonra hiddetle denize taşatmaya başladım. Ara sıra yere eğilir gibiyaparak arkaya bakıyordum. Gördüğüm şeyler,hiç emniyet verecek gibi değildi. Müjgân, beni

mahvetmek üzereydi ve bunun önüne geçmekiçin benim elimde çare yoktu.Evvela gülerek konuşuyorlardı. Sonra ikisi deciddileştiler. Müjgân, söyleyeceği şeyleribulmakta güçlük çekiyor gibi şemsiyesiyletoprağa çizgiler çiziyor, kuzenim bir heykel gibidimdik duruyordu. Nihayet ikisinin de dönüpbana baktıklarını ve fenası, yanıma doğruyürümeye başladıklarını gördüm.İşin anlaşılmayacak bir yeri kalmamıştı.Kendimi bayırın en dik yerinden olanca hızımlaaşağıdaki kumsala kapıp koyuverdim. O gün, oinişte nasıl olup da yuvarlanmadığıma, hem debir yerimden değil de birkaç yerimden kırılıpdökülmediğime hâlâ şaşarım.Mamafih, bu tehlikeli deligözlülük de benikurtarmıştı. Başımı çevirince onların bayırınbaşka tarafından yavaş yavaş inmekteolduklarını görmeyeyim mi?Koşmaya başlayacak olsam, bu nazlıinsanların -ata da binseler- beni

yakalayamayacakları muhakkak. Ancak şu varki, benim kaçışım manalı olacak, her şeyianladığımı, yahut hiç değilse bir şeydenşüphelendiğimi gösterecek.Onun için, hiçbir zorum, sıkıntım yokmuşgibi, ara sıra denize taşlarımı atmakta devamederek, hızlı hızlı yürüdüm, ilerideki burnudönersem selamete çıkmış olacaktım. Fakataksiliğe bakın ki, bu sabah deniz çekilmiş,kayanın ucunda kupkuru bir geçit açılmıştı.Planım hazırdı. Kumsalda biraz dahayürüdükten sonra, oradaki bir keçi yolundantekrar bayıra tırmanmaya başlayacaktım. Burası,keçilerin bile zor çıkacakları bir yol olduğu içinonlar beni kovalamaktan vazgeçecekler, izimikaybetmiş olacaklardı.Yalnız, buranın öte tarafında, birdenbirekarşıma çıkan bir komedi yahut facia, birkaçdakika bana her şeyi unutturdu. Biraz evvelyanımızdan geçen ihtiyar balıkçı, elinde birkürekle kara bir sokak köpeğini kovalıyordu.Hayvan, bağıra bağıra oradan oraya kaçıyor,

ihtiyar, ara sıra yetiştikçe küreği biçarenin,ötesine berisine yapıştırıyordu.Evvela köpeğin kuduz olması ihtimali aklımageldi ve duraladım. Fakat şimdilik balıkçı, ondandaha kudurmuş görünüyor, kendini kaybetmişbir halde, çarpınıp çırpınıyor ve bağırıyordu.Birdenbire yanına yaklaşmaya cesaretedemeyerek bağırdım:-Ne var, ne istiyorsun zavallı hayvandan?İhtiyar, iyiden iyiye solumuştu. Bir an, dayağafâsıla vererek küreğine dayandı. Ağlar gibi birsesle:-Ne olacak, ateşte kaynayan katranı devirdimeret, dedi. Lâkin, bunu onun yanınabırakmayacağım.Hiddetin sebebi anlaşılmıştı. Köpek,balıkçının kumsalda bir çalı ateşi üzerindekaynamakta olan bir teneke katranını devirmişti.Büyük suç! Fakat, herhalde hayvancığın sandalküreğiyle öldürülmesini icap ettirecek derecede


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook