Mesela, bir kadın, ağır gelinlik elbisesini onsene, yirmi sene, her düğüne giyiyor, onu yine,tertemiz, kendi kızına giydiriyor. Eğlenceleri çoksade. Çalgıları, armonika çalan bir ihtiyar ermenikadını ki, küçük bir kumaş parçası, birkaç paraile memnun oluyor.Evet, sade eğlenceler. Fakat değil mi kimemnun oluyorlar, pekâlâ Keşke ben de onlarıniçinde doğsaydım, keşke ben de bir günparmaklarımda, avuçlarımın içinde hurma gibikınalarla... Her neyse başka bahse geçelim.Komşularım, beni birdenbire sevdiler. Yalnız,aralarına karışmadığıma, bu eğlencelerden zevkalmadığıma darılıyorlardı. Kibirli sanmasınlardiye onlara kul, köle oldum, mektepteki kızlarıgibi kendilerinden de elimden gelen nezaketi,yardımı esirgemedimBurada en sevdiğim bir yer de: “Söğütlük”dedikleri dere kenarı. Kalabalık günlerde pekcesaret edemiyorum Fakat bazı tenhaakşamüstleri, mektepten dönerken Munise ile
oraya uğruyoruz. Söğütlük, adeta bir söğüt veçınar ormanı. Kim bilir, kaç yüz senelik?Çınarların aşağı kısımlarındaki dalları kesmişler,yalnız gövdeleriyle tepelerindeki dalları veyaprakları kalmış Akşam gölgesinin çökmeyebaşladığı saatlerde insan, oraya giderse, ucubucağı bulunmaz bir viran kubbenin altınagirmiş gibi oluyor. Yandan vuran son güneşışıkları bu yüksek, harap çınar gövdelerini gözalabildiğine uzanıp giden kırık sütunlarabenzetiyor. Derenin öbür kıyısında etraflarıçitlerle çevrilmiş, sıra sıra bahçeler, o bahçelerinarasında gölgelere boğulmuş incecik yollar var.Karşıdan bu yollara bakarken bana öyle geliyorki, onlar insanı, bildiğimiz dünyadan başkayerlere götürecek, en umulmaz emellerekavuşturacak.Memleketin zenginleri, Hastalar Tepesiisminde bir yerde oturuyorlar, ismi fena amakendi en şen, en mesut insanların yeri. Geldiğimvakit, bana orada güzel bir ev göstermişlerdi.Fakat cesaret edememiştim. Şimdi B.’deki kadarzengin değildim. Daha fakirane yaşamaya, daha
küçük bir evde oturmaya mecburum. Mamafih,şimdiki evim de pek fena yerde değil.Meydanlığı, kahvesi, dükkânlarıyla kasabanınpek işlek bir yerinde. Mesela sabahleyinSöğütlük’e giden bütün Ç... halkı önümüzdengeçti. Şimdi, vakit daha erken olmakla beraber,dönüş başladı. Biraz evvel Söğütlük’ten bir zabitkafilesi dönüyordu. Acele acele karşıdan gelenbir mülazımla konuşmak için durdular. Mülazım:-Niçin böyle erken dönüyorsun? Ben dahayeni gidiyorum. Şimdi nöbetten çıktım, dedi.Ceketinin önü daima açık duran şişman, yaşlıbir kolağası -ki her zaman tesadüf ederim- cevapverdi:-Dön, zahmet etme. Söğütlük’ün tadı yokbugün. O kadar bakındık. Gülbeşeker yok!Bu şehrin askerleri galiba gülbeşekeri çokseviyorlar. Çocuğunun, büyüğünün ağzında birgülbeşekerdir gidiyor. Anlaşılan bu, bir nevi gültatlısı olacak. Fakat Hıdrellez günü mesiredegülbeşeker aramak, onu bulamadığı için meyus
olmak, pek çocuklara yakışır bir şey!Evet, bu gülbeşeker sözü çocuk, büyük bütünerkeklerin ağzında, kaç defa sokakta kulağımlaişittim.Mesela, bir akşamüstü mekteptendönüyordum. Önümde fakir kıyafetli birkaçgenç gidiyordu. Bunlardan birine bilmem neikram etmek istediler. O, reddediyor:-Vallahi olmaz, şimdi yemek yedim. Yeşimdeğil, ne olsa yiyemem, diyordu. Bir başkası:-Bir şey yiyemez misin? Gülbeşeker de olsayemez misin? diye onu omuzundan sarstı.Delikanlı, hemen yumuşadı, sırıta sırıta:-Bak, ona sözüm yok, diye cevap verdi.Bazen kahvenin önünde oturan erkeklermahalleye su taşımakla geçinen fakir, tuhaftuhaf konuşan, neşeli bir çocukla şakalaşıyorlar:-E, Süleyman söyle bakalım, ne vakit senindüğünü yapıyoruz?
-Ne vakit isterseniz, ben alesta hazırım.-Süleyman, sen bu fukaralıkla nasılgeçinirsin?-Kuru ekmeğimi gülbeşekere sürer yerim.Allah’tan belamı mı isteyeceğim?Bu şakayı hemen her gün tekrar ediyorlar.Fakat, en tuhafı, bizim komşu Hafız KurbanEfendi, üç gün evvel kapının önünde Munise’yiyakaladı. Kızcağızın zorla yanaklarındanöperek:-Oh, mis gibi gülbeşeker kokuyor, dedi.Sokakta Sögütlük’ten dönen kafilelerçoğalmaya başlıyor, ince bir kahkaha.Munise’nin sesi. Munise geliyor. Yaramaz kızıdört saatte dört ay görmemiş gibi göreceğimgeldi.23 Nisan (iki saat sonra)Gülbeşekerin ne olduğunu öğrendim. Munise,Söğütlük’te tesadüf ettiği birkaç muallimeye
benim hasta olduğumu söylemiş, merak etmişler,dönüşte kapıdan uğrayarak hatırımı sormakistemişler.Birkaç dakika içeri girmeleri için ısrar ettim.Bunlardan birine şaka olsun diye: “Barigülbeşeker bulabildiniz mi? Sokaktan geçenzabitler bulamadıklarından şikâyet ediyorlardı!”Arkadaşım gülerek cevap verdi:-Pekâlâ biliyorsunuz ki, biz de ondan mahrumkaldık!...-Niçin?-Çünkü gelmediniz!Şaşkın şaşkın yüzüne baktım, gülmeyeçalışarak:-Ne münasebet! dedim.Mualimler, hep gülüyorlardı. Arkadaşım,şüpheli bir bakışla:-Sahi bilmiyor musun? dedi
-Vallahi bilmiyorum.-Zavallı Feride'ciğim, sen ne kadar safsın!Gülbeşeker, Ç... erkeklerinin, bu güzel renginiçin sana koydukları isim. Ben, şaşkınlıktankekeleyerek:-Nasıl, ben mi? Demek gülbeşeker dedikleri, osokak delikanlılarının ekmeklerine sürüpyemekten bahsettikleri... Eyvahlar olsun!Utancımdan iki elimi yüzüme kapadım. Demekben böyle kocaman bir kasabanın dilinedüşmüştüm, ne ayıp, Yarabbî!Arkadaşım, zorla yüzümü açtı, yarı şaka, yarısahi:-Bundan şikâyet edilecek ne var? Birkasabanın erkeklerini meşgul ediyorsunuz, busaadet hangi kadına müyesser oldu? dedi.Bu erkekler, sahi çok fena mahluklar. Banaburada da rahat vermiyorlar. Yarabbî, artık nasılinsan içine çıkacağım, komşularımın yüzünenasıl bakacağım?
Ç...1 MayısDeminden beri yukarıda talebeleriminvazifelerini tashih ediyordum. Kapı çalındı,Munise aşağıdan:-Abacığım, misafir geldi, diye seslendi.Taşlıkta siyah çarşaflı bir hanım geziniyor;yüzü kapalı olduğu için tanımadım, tereddütle:-Kimsiniz efendim? diye sordum.Birdenbire ince bir kahkaha koptu; hanım,kedi gibi boynuma sıçradı. Meğerse Muniseimiş. Yaramaz kız, beni belimden tutarak taşlığıniçinde döndürüyor, küçük buselerle yanaklarımı,boynumu öpüyordu. Çarşaf ona, birdenbireyetişmiş bir genç kız hali vermişti. Küçüğüm, buiki senenin içinde hayli serpilmiş, hemen banayaklaşan ince boyu, günden güne çiçek gibiaçılan güzelliğiyle nazlı, nazik bir küçükhanımolmuştu. Fakat insan, daima gözünün önündeduran şeylerdeki değişikliği fark edemiyor.Onu bu halde gördüğüm vakit hesapça
sevinmem lâzım gelirdi. Halbuki bilakis mahzunodum. Bunu Munise fark etti:-Abacığım, ne oldu? Şaka yaptım. Seni sakındarıltmayayım? dedi.Zavallı çocuğun, bir kabahat yapmış gibidargın dargın yüzüne bakıyordum:-Munise, dedim. Seni büsbütün alıkoymakmümkün değil. Çünkü görüyorum ki,durmayacaksın. Şimdiden düğünlerde gelintellerini başına takarken için titriyor. Anlıyorumkızım, durmayacaksın, mutlaka gelin olmakisteyeceksin, beni yalnız bırakacaksın.Bu yalnızlığın acısı şimdiden içime çökmüşgibi gözlerim doluyordu. Munise’nin bir kelimeile beni teselli etmesi için halimle, bakışlarımlaadeta yalvarıyordum. Fakat hain kız, dudaklarınıbüktü.-Ne yapalım abacığım, âdet böyle, dedi.-Demek, bir yabancının karısı olmak için benibırakacaksın?
Munise cevap vermedi, sadece güldü. Fakatne gülüş! Zalim, şimdiden onu benden ziyadeseviyordu.Bu sefer ben, biraz evvelki sözlerimin aksinisöylemeye başladım.-Gelin olsan bile herhâlde yirmi yaşına kadarvakit var.-Yirmi yaş çok değil mi abacığım.-O halde on dokuz, haydi nihayet on sekiz.Cevap vermiyorsun ama, gülüyorsun. “Benbiliyorum” demek ister gibi sinsi sinsigülüyorsun. Vallahi, on sekizden aşağı olmaz.Afacan gülüyor, pazarlığımla eğleniyordu.Utanmasam hüngür hüngür ağlayacaktım. Sarıinsanların hepsi vefasız oluyor, hepsi insanıbaşka türlü üzüyor.Ç..10 MayısMektep talebeleri içinde on iki, on üçyaşlarında bir zengin paşa kızı var. Büyümüş de
küçülmüş gibi kavruk, çürük dişli, bücür,azametli bir kız.Nadide Hanımefendi, -eğlenmek içinhanımefendi diyorum, mektepte şimdiden onuöyle çağırıyorlar- Hastalar Tepesi’nin en güzelkonağında oturur, her gün paşa babasınınlandosu ve koç boynuzu gibi palabıyıklı emirçavuşuyla mektebe gelir gider.Öyle sanıyorum ki, bu küçükhanım, bir şeyöğrenmekten ziyade fakir arkadaşlarına, hattahocalarına kurum satmak için mektebe geliyor.Çocuklar, onun halayıkları vaziyetindedirHocalar, onun bin türlü kahrını, nazını çekmeyivazife biliyorlar. Ara sıra büyük hanımefendi,kızının muallimlerini konağa davet eder, ziyafetverirmiş. Zavallı arkadaşlarım, orada gördükleridebdebe ve saltanatı, yedikleri yemekleri,hanımefendilerin tuvaletlerini söyleye söyleyebitiremezler. Arkadaşlarımın bu hali beni hemgüldürür, hem iğrendirir Bu AbdürrahimPaşa’ların ne ruhta insanlar olduğunu anladım.Debdebeleri, saltanatlarıyla birtakım görgüsüz,
ehemmiyetsiz insanların gözünü kamaştırmaktanzevk alan, kaba birtakım “Ne oldum” delileri.Arkadaşlarım birkaç defa beni de götürmekistediler, bir hakarete uğramış gibi kızardım,istihfafla omuzlarımı silktim.Fakat çocukların potinlerini bağlamak,çamurlarını temizlemekten çekinmediğim haldebu azametli küçükhanım efendiye hiç yüzvermiyorum. Hatta, derste hırpaladığım daoluyor. Fakat aksiliğe bakınız ki, o her hocadanziyade bana musallat. Hiç peşimden ayrılmıyor.Bu sabah, öğleye doğru kapımda bir arabadurdu. Bir de ne bakayım. Abdürrahim Paşa’nınlandosu değil mi? Palabıyıklı emir çavuşununaraba kapısını açtığını, talebem Nadide Hanım’ınetraftan koşan mahalle çocukları arasında birprenses azametiyle evime geldiğini gördüm.Bütün mahalle, hayret içindeydi. Karşı evlerdekikafeslerin arkası kadın başlarıyla doluydu.Nadide Hanım, büyük ablasının bir tezkeresinigetiriyordu.
Maksadı derhal anladım. Akılları sıraservetleriyle, debdebeleriyle öteki hocalar gibibenim de gözlerimi kamaştıracaklar, ilk fikrim;bir iki soğuk teşekkür kelimesiyle küçükhanımı,çavuşu ve landoyu geri göndermek oldu. Fakat,kalbimde birden bire arzu uyandı: Bu sonradangörme ne oldum delilerine güzel bir dersvermek...İstanbul’da, bu paşaların çok daha yükseknumunelerini görmüştüm. Hatta, böyleleriylebiraz uğraşırdım da. Yüzlerinden yalancımaskeleri sıyırmak, azametli gösterişler altındagizlenen çirkinlikleri, hiçlikleri meydanaçıkarmak; Çalıkuşu’nun en büyük eğlencesiydiNe bileyim ben, böyle doğdum. Pek fena bir kızdeğilim, küçükleri, ehemmiyetsizleri çokseviyorum. Fakat servetleri yahut yapmacıkkibarlıklarıyla övünenlere karşı daima zalimim.İlk sene hanım hanımcık oturduktan sonrabugün bir parça afacanlık etmek benimhakkımdı.
İnadıma, sade fakat çok şık giyindim.Allah’tan, bir kat lacivert elbisem vardı. AmcamParis’ten göndermişti.Nadide Hanımefendi’yi, aşağı odada birazfazla bekletmekten çekinmedim. B.’de iken pekbeğendiğim için bir Avrupa mecmuasındankesip sakladığım bir baş modelini aynanınkenarına iliştirdim, bütün kuvvetimi, maharetimisarf ederek onu taklit ettim. Bu baş, fazlafantezisi ve viöjö idi. Fakat neme lâzım? Benbugün, bir aktris gibi bu kibar “Kenar dilberleri”üstünde yapacağım tesire bakarım.Aşağıdaki küçükhanımı, sadece kendimisüslemek için yalnız bırakmadım. Biraz da bufakir eşyalı loş odanın aynasında gülümseyengenç kızı seyretmek için beklettim. Bir yabancıyıseyreder gibi, ona utana utana bakıyordum.Madem ki defterimi benden başka kimseokumayacak. Niçin hepsini itiraf etmemeli? Onugüzel, hem de dikkat ettikçe saran bir biçimdegüzel buluyordum. Gözlerim, İstanbul’datanıdığım şen, kaygısız Çalıkuşu’nun berrak
aydınlık parçası içinde titreyen birkaç yıldızkırıntısından ibaret açık ela gözleri değildi.Onlarda, karanlıklara baka baka geçmiş birçokyalnız gecelerinden kalma siyah bir acı, yorgunbir tahayyül, uykuya ve daha başka şeyleredoymamış gözlerin, süzgün mahmurluğu vardı.Bu gözler, gülümsemeseler, canlı bir ıstırap gibibüyük ve derin görünecekler. Fakat, gülmeyebaşladıkları an her şey değişiyor. O vakitküçülüyorlar, ziyalar içlerine sığmıyor, küçükpırıltılarla yanakların üstüne dökülmeyebaşlıyor.Bu yüzde ne güzel, ne ince çizgiler vardı.İnsana ağlamak arzusu verecek kadar güzelşeyler.Kusurlarında bile şimdi bir sevimlilikgörüyordum Tekirdağ’daki eniştem derdi ki:“Feride, senin kaşların lakırdılarına benziyor,güzel güzel, ince ince başlıyor, fakat sonrayolunu sapıtıyor!” Onun dediği gibi güzel, inceince başladıktan sonra, yolunu sapıtan bukaşların, şakaklara doğru öyle güzel bir dağılışı
vardı ki.Sonra, bir parça kısa olduğu için daima gülen,daima üst dişlerimi bir parça açık bırakandudağım -düşünmeli ki bu dudak, B.’deki HocaEfendi’nin dediği gibi-beni mezarıma bilegülümseye gülümseye götürecek.Küçükhanımın aşağıda, mahsus potinlerinivurarak gezindiğini işitiyor, fakat bir türlüaynadaki küçükhanımdan ayrılamıyordum.Bana, B.’de İpekböceği, Ç.’de Gülbeşekerdedikleri zaman ne kadar üzülmüş,titizlenmiştim. Şimdi aynada gördüğüm gençkıza, bu seher aydınlığı gibi berrak, kırağılarlaıslanmış Nisan gülleri gibi taze mahluka, buisimleri vermekten çekinmiyordum. Bir aralıkgörünmekten korkuyor gibi etrafıma baktım,sonra kendi kendimi, gözlerimi, yanaklarımı,çenemi öpmek için aynaya uzandım. Yüreğimkuş gibi çırpınıyor, dudaklarım ıslak bir lezzetletitriyordu.Fakat, yazık ki bu aynalar da erkek icadı,
insan ne yapsa, mesela saçlarını, gözleriniöpemiyor. Ne yapsa, ne kadar uğraşsa kendiniyalnız, münhasıran dudaklarından, ağzından...Neler söylüyorum?.. Sör Aleksi: “Papazelbisesi adamın ruhunu da papaz eder!” derdi.Koket başı da adamı koket mi yapıyor, nedir?Bir mektep hocası için ne manasız, ne ayıplakırdılar bunlar.Hanımları, salonlarının içinde, bana karşıacemi aktrisler gibi tuhaf tuhaf pozlar almışgörünce içimden güldüm: “Görürsünüz, birazsabredin!” dedimİki sene uslu uslu oturduktan sonra, birazafacanlık etmek bugün benim hakkımdı.Onlar, başkaları gibi hanımefendiyi,küçükhanımefendileri eteklemediğimi, gayetsade ve serbest bir selamla iktifa ettiğimigörünce hayret ettiler. Birbirlerine bakıyorlardı.Mürebbiye olduğunu tahmin ettiğim adi Beyoğlukokonası, altın gözlüğünü tutarak, beni baştanaşağı süzdü.
Tavırlarımda, hareketlerimde öyle tabii birakıcılık, sözlerimde öyle fütursuz bir emniyetvardı ki, salonun içi gizli bir fırtınaya uğramışgibi altüst oluyordu. Bu salon, kibarlık vezevkten ziyade paranın bin türlü pahalı eşya iledoldurulduğu bir nevi manifaturacı camekânıidi. Hanımcıklar, senelerden beri birer mankenölülüğüyle bu salonda oturuyorlar, Ç.’nin zavallıgörgüsüz kadınlarını hayretlere düşürmektenzevk alıyorlardı.Serbest ve afacan cüretimle yavaş yavaş busalona sahip oluyor, kendilerini acemi,beceriksiz bir misafir mevkiinde bırakıyordum.Bu kaba ve gülünç komedyayı oynarkentabiilikten çıkmamaya, oyunumu belli etmemeyegayret ettim. Her ne gösterdiler, ne söylediler, neyaptılarsa beğenmediğimi hissettirdim. Hem deonlara, zavallılıklarını, görgüsüzlüklerini derinderin, acı acı duyurmak şartıyla. Mesela, paşanınbüyük kızı, bana tabloları gösteriyordu; ben,bunların adi şeyler olduğunu nazik ve üstüörtülü kelimelerle söyledikten sonra, bir köşede
bir minyatür buluyor, salonda yegâne bir sanateseri olan bu güzel şeyin niçin buraya atıldığınısoruyordum. Hülasa, hiçbir debdebelerine hayretetmedim. Her şeylerini tenkit ettim. Heleyemekte onlara o kadar gizli eziyetler ettim ki...Bu mükemmel, zengin sofrasında, kim bilir, kaçkişinin lokması boğazında kalmıştı? Kim bilirkaç misafir, çatal bıçak kullanmasınıbeceremedikleri için gizli gizli ter dökmüş, kaçbiçare, nasıl alınacağını nasıl yeneceğimbilmediği bir yemeği reddetmek mecburiyetindekalmıştı? Bugün hep onların intikamını aldım.Öyle becerikli, ahenkli hareketim vardı ki,hanımlar göz ucuyla, hayran hayran bakmaktankendilerini alamıyorlardı. Ben de ara sıra onlarabakıyordum. Fakat nazarlarım, onların elindekiçatalı titretiyor, boğazlarını tıkıyor, su içmelerinişaşırtıyordu. Hele o görgüsüz, cahil kadınlarakendisini adam diye satan, gülünç Fransızcasıylaövünen Beyoğlu kokanasını dünyaya geldiğinipişman ettim.O bir mürebbiye, ben bir mektep hocasıolduğum için kendisini benimle kapı yoldaşı farz
ediyordu. Benimle gizli bir mücadeleyegirişmeyi, bir meslek mecburiyeti bildi. Fakat,bu maskarayı öyle bozdum ki... Türkçe derdinianlatmaktan aciz kalıyor, “Türkçe iyianlatamıyorum” diye kurtulmak istiyordu. Ben,o vakit, Fransızca söylemeye başlıyor; bu defaFransızcasıyla eğleniyordum. Hülasa, küçük,ehemmiyetsiz, iptidaiye hocası kaybolmuş:“Dam dö Siyon”un en zarif lakırdıcımuallimlerini ağlamaklı eden zalim Çalıkuşu,bütün haşarılığı, alaycılığı ile yeniden doğmuştu.Yüksek meclislere ait bir kabul etiketinimünakaşa ederken söz bulmakta aciz kaldı:“Mamafih, ben birçok yüksek meclislere girdim,çıktım, gözümle gördüm!” diye beni mat etmekistedi. O vakit, mağrur bir istihfafla yüzünebaktım, gülümseyerek:-Evet, ama, yalnız girip çıkmak kâfi değil,insanın o muhitte kendi tabii hayatını yaşamasılâzımdır, dedim.Bu pek terbiyeli olmadığını itiraf ettiğim
hücumum üzerine kadıncağızı hafakanlarboğuyordu. Minimini paşazadelerden biri, derssaati geldiğini bahane ederek alelaceleyanımızdan çıktı.Hanımlar, kuzu gibi olmuşlardı. Bu çirkin süsve gurur maskelerini attıktan sonra ruhlarınınasıl çehresini gösterdiler. Hakikaten fenainsanlar değildiler. O vakit, ben de yavaş yavaşhalimi bilen, ehemmiyetsizliğini takdir edenmazlum, sakin, iptidaiye muallimesi mevkiineindim.Hanımefendi ve küçükhanımlar sık sıkgelmemi samimiyetle rica ediyorlardı. “Ara sırataciz ederim, fakat her zaman nasıl olur, nesöylerler? Sık sık geldiğimi görürlerse mutlakasizden bir şey beklediğim fikrine düşerler”dedim.Hanımefendi, kim olduğumu merak ediyor,mutlaka beni söyletmek istiyordu.-İyice bir ailenin fakir düşmüş bir kızı, dedim.-Hanım kızım, siz bu güzelliğinizle, bu
meziyetinizle pek iyi bir yere gelin olabilirdiniz.-Belki, hanımefendi, beni de isteyecekzararsız bir adam olabilirdi. Fakat, ben kendialnımın teriyle kendimi geçindirmeyi daha iyibuldum. Çalışmak ayıp değil, dedim.-Sizi iyice bir ailenin iyice bir çocuğu içinisteseler ne dersiniz?-Tabii, kazandığım bu şeref için teşekkürederim, fakat zannederim ki kabul etmem.Asıl maksatlarını biraz sonra anladım. Meğerbugün sadece azamet satmak, saltanatlarıylagözlerimi kamaştırmak için, bu konağaçağrılmamışım!Paşa’nın büyük kızı bana bahçeyi göstermekistemişti. Bahçeleri de, tıpkı salonlarınabenziyordu. Bin bir çeşit çiçek, ot, fidan saksı ilesözüm ona yabana süslenmiş, daha doğrusudöşenmiş, tefriş edilmiş olan bu bahçededolaşırken, üçer beşer senelik sekiz on bodurçamdan ibaret yapma bir ormancıkta...
Fakat bunu anlatabilmek için on iki günevvelki bir vakaya dönmeye mecburum.Mektebimizin teneffüs bahçesine bitişik kocabir bağ var. Çocuklar, aradaki çit duvarısöktükleri için iki bahçe hemen hemen bir gibi.Bir zamandan beri o bağda üç, dört fakir işçi,başlarında kırmızı mendillerle çapaçapalıyorlardı. Teneffüs saatlerinde yanlarınagidiyor, biçarelerin kan ter içinde çalıştıklarınıseyrediyordum. O bahsettiğim gün, bunlarınarasında genç bir ameleye dikkat etmiştim. O daonlar gibi giyinmişti, fakat simasında, halinde birbaşkalık fark ediliyordu. Mesela; yüzünün esmercildinde renkli bir şeffaflık, gözlerinde başka birparıltı vardı. Hele elleri, kadın elleri kadar nazikve küçüktü. Öteki işçiler gibi yaşlı başlı olmadığıiçin yanına yaklaşamıyordum. Fakat o, benimyanıma gelmeye cesaret etti. Sıcaktan çoksusadığını, mektep çocuklarından birindenkendisi için su istememi söyledi.Horozdan kaçan insanlardan dünyadahoşlanmam. Onun için çekinmedim. Hatta bir
mektep hocası olduğumu düşünerek: “Pekioğlum, biraz bekle, söyleyeyim!” dedim.Kendi kendime: “Bu, mutlaka sonradandüşmüş bir asilzade filan olacak!” diyedüşündüm. Bu işçi, hem utangaç hem cesurdu.Konuşurken kelimelerini şaşıracak kadarsıkılıyordu. Fakat bir taraftan da mütemadiyensualler, hem de münasebetsiz sualler soruyordu:Buraya yeni gelmiş, ucuzluk var mıymış, kışnasıl olurmuş, armudu, elması bol muymuş?O, suyu içerken ben, gülümsüyor: “Anlaşılanbiçarenin aklında bir noksan var!” diyordum.Paşa’nın bahçesindeki çam ormanı taklidinde,maskara edilmiş bir biçare ağaçlar içindegördüğüm şeyin, beni ne kadar mütehayyiretiğini anlatmak için bu kadar tafsilat kâfi.Evet, bu ağaçlar içinde yine o fakir işçi ilekarşı karşıya geliyordum. Fakat bu seferbüsbütün başka bir kıyafetle. O, başındakialabros saçlara varıncaya kadar kılıcı, düğmeleri,nişanları, yakası, yüzü, dişleri, hasılı her şeyi
pırıl pırıl parlayan bir erkânıharp yüzbaşısı idi.Fotoğraf çektirir gibi, iki çam ağacının arasında;başı yüksek, vücudu dik, parmakları birbirineyapışmış duruyordu, ince bıyıklarının altında,yarı açık dudaklarının içinde dişleri, cüretkârgözleri parlıyordu. Hülasa, öyle bir duruş, öylebir kıyafet ki, insan beyaz eldivenleriyle kılıcınıçekerek: “Hazır ol!” kumandasını vermesinibekliyor.Mamafih, bir saniyede anladım ki, zabite“hazır ol” kumandasını başkaları vermiş.Nerime Hanım, (Paşanın büyük kızı):-A! İhsan, sen burada mıydın? Nereden çıktınayol? Diye hayret etti.Fakat biçare kadıncağız, rolünü o kadaracemice oynuyor ki: “A! İhsan, sen neredençıktın?” diye hayret ederken sesine: “Vah vah!Yalan söylediğimiz ne kadar da belli oluyor!”der gibi bir ahenk geliyor.Evet, bu gülünç “operakomik” dekoru içindegülünç bir komedya oynayacaktık, niçin? Bunu
daha sonra anlayacağım. Şimdilik hiçbir şeysezdirmemek, sakin ve cesur olmak lâzım.Her halde, bu paşalar, sürpriz yapmasını çokseven insanlar. Fakat benim de, bugüninatçılığım üstümde. Ne yaparlarsa yapsınlar,şaşırmış görünmeyeceğim. Galiba, benimutanmamı, kaçınmamı bekliyorlar hiç vakar vesükûnumu bozmadım.Nerime Hanım dedi ki:-Feride Hanımefendi, siz de bizim gibiİstanbullusunuz. Amcazade ve süt kardeşimİhsan’ı size takdim etmemde bir mahzurgörmezsiniz, değil mi?Ben, hiç fütursuz:-Bilâkis, çok memnun olurum efendim,dedim. Sonra, onun söz söylemesine meydanvermeden kendimi takdim ettim:-Feride Nizamettin. Maarif ordusunun küçükzabitlerinden...
Genç zabit, o güzel ve cüretkâr sükûnunumuhafaza edemedi. Hakkı da yok mu ya?Küçük iptidaiye hocası birkaç gün evvel amelekıyafetinde gördüğü bir şahsı, bugün güneş gibiparlak, peri masalı şehzadeleri gibi güzel vemuhteşem görür de heyecanından bayılmaz; bu,akla sığar şey mi?Evet, bilâkis, o şaşırdı. Bize mektepte,ehemmiyetli bir şeymiş gibi senelerce özenebezene talim ettikleri o mahut; “Selammerasimi”ni pek iyi bilmiyordu. Galiba, birasker temennası için kaldırdığı elini yarı yoldatekrar indirdi, elimi tutmayı tercih etti. Fakat, budefa da elimdeki eldiveni gördü. Bu biçareeldivenden, birdenbire ateş almış gibi öyle birdehşetle elini çekmesi vardı ki...Üç, beş dakika kadar hiç fütursuz konuştum.Göz göze geldikçe zavallı delikanlı, besbelliamele kıyafetiyle benden su istediğini hatırlıyor,mahcubane gözlerini indiriyordu. Fakat ben, hiçoralı olmuyor, onu ilk defa görmüş gibikonuşuyordum.
Biraz sonra Nerime Hanım’la içeri giriyorduk.Kadıncağız, tereddütle bana baktı ve dedi ki:-Feride Hanım, tabii İhsan’ı tanıdınız.Mektepteki vakayı, demek o da biliyordu.Sadece:-Evet, dedim.-Belki aklınıza bir şey gelir. Size işindoğrusunu söyleyeyim efendim, İhsan,arkadaşlarıyla bahse girmiş. Gençlik bu yaefendim, olur şeyler.Hayretle dudaklarımı bükmekten kendimialamadım:-Ne münasebet efendim?Nerime Hanım, kızarıyor, mahcubiyetinisaklamak için gülüyordu:-Efendim, zabitlerden bazıları size mekteptengelirken tesadüf etmişler, pek güzel olduğunuzusöylemişler. Biz İstanbulluyuz, tabii buralılargibi bunu bir hakaret saymayız değil mi,
güzelim? İhsan, bahse girmiş: “Mutlaka birçaresini bulur, bu Muallime Hanım’lagörüşürüm.” demiş. O gün, üşenmedenamelelerden birinin elbisesini giyinmiş, bahsikazanmış. Tuhaf değil mi?Ben, cevap vermedim. Zavallı Nerime Hanım,sözlerinin yaptığı soğuk tesiri pek iyi anlıyordu.Bugünkü garip komedyanın son perdesinitekrar yukarı salonda oynadık, İhsan Bey’legörüştüğüm haberi, bizden çok evvel yukarıgelmişti. Bütün simalar bunu gösteriyordu.Büyük Hanımefendi’nin gizli bir işaretiüzerine solandakiler dışarı çıktılar. YalnızNerime Hanım kaldı.Hanımefendi biraz tereddütten sonra sözebaşladı:-İhsan’ı nasıl buldunuz, hanım kızım? Ben,yine gayet sade:-Çok iyi bir genç görünüyor, hanımefendi. O:-Yüzü de güzeldir, tahsili de iyidir: Terfian
Beyrut’a tayin edildi.-Ne kadar iyi! Hakikaten güzel, sevimli birgenç. Malumatı da, dediğiniz gibi mükemmelgörünüyor.Ana kız, birbirinin yüzüne baktılar. Busözlerime hem hayret ediyorlar, hem memnunoluyorlardı.-Allah senden razı olsun, kızım! İşimizikolaylaştırdın dedi. Ben İhsan’ın sütannesiyim,evlat gibi elimde büyüttüm. Feride Hanım kızım,genç kızlarla doğrudan doğruya konuşmakolmaz ama, maşallah, siz akıllı uslusunuz. SiziAllah’ın emriyle İhsan’a istiyorum. Sizi pekbeğenmiş. Madem ki siz de onu beğendinizinşallah mesut olursunuz. Bir ay izin alırız,düğününüzü burada yaparız, olmaz mı? Sonraberaber Beyrut’a gidersiniz.İşin buraya geleceğini daha evveldenhissetmiştim. Hakikaten gülünecek bir vakaydı.Fakat, bilmem neden, yabancı memlekettekocaya istenilmek bana bu dakikada garip bir
mahzunluk veriyordu. Mamafih, neşem gibihüznümden de renk vermedim:-Hanımefendi, bu cariyeniz için büyük şeref.Size de, İhsan Bey’e de bütün kalbimle teşekkürederim. Fakat mümkün değil, dedim.Büyük Hanım, birdenbire şaşırdı:-Niçin kızım? Biraz evvel onu beğendiğinizi,güzel bulduğunuzu söylediniz ya! Gülerekcevap verdim:-Hanımefendi, yine tekrar ediyorum ki, İhsanBey, güzel ve değerli bir genç, fakat aramızdabir izdivaç ihtimalini aklımdan, yahut kalbimdengeçirmiş olsaydım, bu meziyetlerini açıktanaçığa söyleyebilir miydim efendim? Bu, bir gençkız için biraz fazla serbestlik olmaz mıydı?Ana kız, tekrar birbirlerine baktılar, küçük birsükût hüküm sürdü. Sonra, Nerime Hanım,ellerimi tuttu:-Feride Hanım! Herhalde kati cevabınız buolmayacak, çünkü İhsan, çok müteessir olacak.
-İhsan Bey, yine tekrar ediyorum, çok güzelbir genç, kimi isterse alabilir.-Evet, fakat o, sizi istiyor. Demin sizearkadaşlarıyla bir bahse tutuştuğunu söylemeklâzım geldi. Hiç böyle şey olur mu, güzelim?Zavallı çocuk, on gündür öyle telaş içinde ki:“Ölürüm, ondan vazgeçemem, mutlaka,alacağım!” diyor.Nerime Hanım’ın, bu bahsi uzatacağını, benikandırmak için birçok şeyler söyleyeceğinihissediyorum. Nazikâne, fakat gayet kati birkaçsözle buna imkân olmadığını söyledim. Gitmekiçin müsaade istedim.Nerime Hanım, adeta müteessir olmuştu.Yorgun bir tavırla annesine:-Kuzum anne, İhsan’a söyle, benim dilimvarmayacak, Feride Hanım’ın reddedeceğiniaklına bile getirmiyordu. Şimdi, çok müteessirolacak, dedi.Ah, bu erkekler! Hepsinde aynı gurur, aynı
kendini beğenmişlik. Bizim de bir kalbimizolduğunu, bizim de “mutlaka” isteyecek birşeyimiz olabileceğini, bir türlü akıllarınagetirmek istemiyorlar.Paşanın landosu beni evime bıraktığı vakitMunise, komşudaydı. Soyunmadan evvel birkere daha kendimi seyretmek istedim. Oda,iyiden iyiye kararmıştı. Duvara vurmuş donukbir ay ışığına benzeyen aynada, kendimi hayalmeyal seçebiliyordum. Bilmem nasıl bir ışıkoyunu oldu. Lacivert kısa elbisem bana beyazgibi göründü. Uzun etekleri karanlıklardakaybolan bir beyaz ipek.Birdenbire ellerimi yüzüme kapadım. Budakikada Munise odaya girdi:-Abacığım!Ondan imdat ister gibi ellerimi uzattım.“Munise” diyecektim, fakat dudaklarımdanyanlışlıkla başka bir isim, nefret ettiğim büyükdüşmanımın ismi çıktı.Ç...6 Mayıs
Bu hafta benim kısmetim açıldı. Dünküvakanın sıcağı sıcağına bugün bir komedyayadaha kahraman oldum. Fakat, bu dünkünden binkat daha gülünç, bin kat daha isyan ettirici birkomedya.Vakayı olduğu gibi yazıyorum. Sahne, bizimaşağı misafir odası, Hafız Kurban Efendi’ninkarısı, arkasında düğünlere giderken giydiğigron çarşafı, boynunda dizi dizi beşibirlikleriylemisafir geliyor. Mamafih, halinde bir tuhaflıkvar, gözleri ağlamış gibi. Konuşmayabaşlıyoruz.Ben:-Galiba teklifli bir yere misafir gideceksiniz.O:-Hayır, hemşireceğim, mahsus size geldim.Ben:-Ne kadar süslüsünüz bugün. Benim için mi?
O:-Evet, hemşire sizin için.Ben gayri ihtiyari eğlenerek:-O halde, bana görücü geldiniz?O, saf gözlerinde saf bir hayretle:-Nereden bildiniz?Ben, birdenbire şaşaladım:-Nasıl, siz bana görücü mü geliyorsunuz?-Evet, hemşireceğim!Ben:-Kimin için?O, dünyanın en sade bir şeyinden bahsedergibi:-Bizim efendi için.Bu kadar saf bir kadının, böyle hiç renkvermeden şaka etmesi, tabii hoşuma gidiyor,
kahkahalarla gülüyordum. Fakat o, gülmüyor,bilâkis gözlerinde yaşlar var!O:-Hemşireceğim, efendi size göz koymuş, sizialmak için beni boşamaya kalktı. Yalvardım,yakardım: “Ziyanı yok, o hanımı al, tek beniboşama. Biz, güzel güzel geçiniriz. Ben, sizinyemeğinizi pişiririm, hizmetinizi ederim!”dedim. Kuzum kardeşim, bana acı!-Bu Kurban Efendi sizi bırakırsa, benialabileceğinden emin mi?O, isyan ettirici bir saffetle:-Öyle ya! Tam elli beşibiryerde vermeyerazıyım, diyor. Ben:-Zavallı komşum, haydi gönlün rahat etsin.Dünyada, böyle bir şeye imkân yok.Biçare kadın, dualar ediyor ve perdekapanıyor.Ç...15 Mayıs
Bu akşam, mektep tatilinde Müdire Hanım,beni odasına çağırdı, çatkın bir çehreyle şusözleri söyledi:-Feride Hanım kızım, ciddiyet vehayretinizden memnunum. Fakat bir kusurunuzvar: Kendinizi hâlâ İstanbul’da sanıyorsunuz.Güzellik başa beladır, diye meşhur bir söz vardırkızım, siz hem güzel, hem yalnız bir tazeolduğunuz için kendinizi biraz daha iyikorumanız lâzım gelirdi. Halbuki bazıihtiyatsızlıklarınız oldu. Telaş etmeyiniz kızım.Kabahat demiyorum, sade ihtiyatsızlık. Mesela,bu memleket o kadar kapalı bir yer değil,kadınlar epeyce süslü olarak gezebiliyorlar.Muallimlerimiz de hakeza. Fakat, başkaları içintabii görülen bir şey, sizde nazarı dikkati celpetti. Çünkü, kızım, gençliğiniz, güzelliğiniz, herrast geldiğiniz erkeğe baş çevirtiyordu. Öyle ki,kasabada gizliden gizliye bir dedikodu başladı.Ben, burada, hiçbir şey bilmem gibi otururumama, her şeyi haber alırım. Mesela, kışladakizabitlerden, kahvedeki esnaftan tutunuz da,
idadi mektebindeki büyük talebelere varıncayakadar sizi uzaktan tanımayan, sizdenbahsetmeyen yokmuş.Bunlardan ne hakla ve niçin size bahsettiğimmeselesine gelince, buna da iki sebep var kızım.Birisi tecrübesiz, fakat cidden iyi birçocuksunuz. Biz, artık insan sarrafı olduk, onuniçin size bir analık, ablalık vazifesi yapmakistedim. Sonra, mektebin menfaati meselesi var,kızım. Öyle değil mi?Müdire, yüzüme bakmadan tereddütle devamediyordu:-Mektep, cami gibi mukaddes bir yerdir. Onudedikodudan, iftiradan, daha sair lekelerdenkorumak bizim için en büyük vazifedir. Öyledeğil mi? Halbuki bu münasebetsiz dedikodularmektebe de, maatteessüf, söz getirmeye başladı.Akşam üstü kızlarını, kardeşlerini almak için,mektep kapısına gelen peder ve biraderlerin nekadar çok olduğuna dikkat ediyor musunuz?Siz, belki farkında değilsiniz. Fakat benbiliyorum. Onlar, çocuklarından ziyade sizi
görebilmek için geliyorlar. Bir gün, fakirtalebelerimizden birinin saçlarını örmüşsünüz,ucuna bir de kurdele parçası takmışsınız.Bilmem kimden duymuşlar, çapkın bir mülazım,sokakta çocuğa para vererek kurdeleyi, elindenalmış. Şimdi ara sıra yakasına takıyor: “Banaartık paşalar paşası demelisiniz, değil miGülbeşeker’den nişan aldım!” diye arkadaşlarınıeğlendiriyormuş.Dün, kapıcı Mehmet Ağa, tuhaf bir haberverdi: Evvelki gece, meyhaneden dönensarhoşlar, mektebin kapısında durmuşlar,bunlardan birisi: “Ben duvardaki siyah taşaGülbeşeker’in elini sürdüğünü gördüm. Allahhakkı için şu Hacer-i Esved'i bir öpelim!” diyenutuk vermiş. Görüyorsunuz ki kızım, bunlar nekendiniz için, ne mektep için hiç hoşa gidecekşeyler değil. Halbuki bu yetmiyormuş gibi, birtedbirsizlik daha yapmışsınız. AbdürrahimPaşa’nın evinde Yüzbaşı İhsan Bey’lekonuşmuşsunuz. Hanımefendinin teklifini kabuletmiş olsaydınız, bunda bir beis
görülmeyebilirdi. Fakat, genç bir adamlagörüşmeniz, sonra da bu kadar iyi bir kısmetireddetmeniz nazarı dikkati çekti: “Madem kiİhsan Beyi istemedi, demek, bir başkasınıseviyor, acaba kimi?” yolunda dedikodularmeydan aldı.Bu sözleri cevap vermeden, hiçbir hareketyapmadan dinlemiştim. Evvela, benim itiraz veisyanımdan korkan müdire, şimdi bilakis,sükutumdan şüpheleniyordu. Bir parçatereddütle:-Bunlara ne dersiniz, Feride Hanım? diyesordu. Hafifçe içimi çektim, düşüne düşüne:-Sözlerinizin hepsi doğru Müdire Hanım,dedim. Kendim de yavaş yavaş farkınavarıyorum. Bu güzel memlekete acıyorum, fakatne yapayım? Siz artık idareye yazarsınız, birsebep göstererek beni başka bir yeregöndermelerini istersiniz. Bu işte banaedeceğiniz en büyük insaniyet ve mürüvvet, asılsebebi söylememek... Lütfen başka bir bahanebulunuz: “idaresiz” deyiniz, “Elinden iş
gelmiyor, cahil” deyiniz, “asi” deyiniz, nederseniz deyiniz, Müdire Hanım, size hatırımkalmaz. Yalnız: “Şehirde dile düştüğü içinistemiyorum!” demeyiniz.Müdire bir şey söylemeden düşünüyordu.Gözlerimin dolduğunu göstermemek içinpencereye döndüm. Ufukta akşamın uçuk maviseması içinde, ince ince tüten dumanlarabenzeyen karşı dağları seyretmeye başladım.Çalıkuşu, bu dağlardan, yine gurbet kokusualmaya başlıyordu. Gurbet kokusu! Bu kokuyubütün ruhuyla koklamayanlar için ne manasızbir söz! Hayalimde yollar, gittikçe incelipmahzunlaşan, bitip tükenmez gurbet yollarıuzanıyor, kulağımda Çeçen arabalarının o inceyanık sesli çıngırakları ağlıyordu.Ne vakte kadar Yarabbî, ne vakte kadar?Niçin? Hangi emele yetişmek için?Ç..., 5 HaziranKuşlarımın ahı tuttu. Tatilin bu uzun aylarında
onlar gibi mahpus kaldım. Müdire Hanım,eylülden evvel başka bir yere nakletmeye imkânolmadığını söyledi. Şimdilik kendimiunutturmaya çalışıyor, hemen hiç sokağaçıkmıyorum. Komşularım da artık beni eskisigibi aramıyorlar, ihtimal, bu dedikodulardangözleri korktu. Yalnız, ara sıra teyzemebenzeyen bir büyük hanımla konuşuyorum.Hele sesi öyle benziyor ki geçen gün, utanautana ondan bir şey istedim:-Kuzum hanımcığım, bana hocanım demeyin,sadece Feride deyin, olmaz mı? dedim.Komşum, bir parça şaşırdı, fakat arzumureddetmedi. Bana söz söylerken gözlerimikapıyorum, kendimi Kozyatağı’nın bahçesinde -Ne münasebetsiz sözler söylüyorum? Galibabende sinir hastalığı başlıyor. Herhalde birkararsızlık var-yine eskisi gibi gülüyorum, yineMunise ile hamal çocukları gibi alt alta, üst üsteboğuşuyoruz. Yine kuşlara ıslık çalıyorum.Fakat hüznüm gibi neşemin de kararı yok. içimiçime sığmıyor.
Buraya gelirken gece vapurda uykumkaçmıştı. Yanık sesli bir yolcu sularınkaranlığına karşı: “Sendedir avare gönlüm,sendedir” diye bir şarkı söylemişti.Bunu o gece işitmemle unutmam bir olmuştu.Aylardan sonra, bahçemdeki çiçeklerin açmayabaşladığı bir Nisan gününde, durup dururkenyavaş yavaş bu şarkıyı söylemeye başladım.insan ruhu ne anlaşılmaz bir muamma? Bir kereişittiğim bu şarkıyı, bestesiyle, güftesiyle nasılaklımda tutmuştum! O günden sonra, işgörürken, kuşlara su verirken, penceremdengörünen deniz parçasını seyrederken bu şarkı,dudaklarımın ucuna geliyor. Dün akşamüstü:“Sendedir avare gönlüm sendedir” diye sonmısra-ı tekrar ederken hiç sebepsiz ağlamayabaşladım. Bu adi şarkı parçasının ne güftesinde,ne bestesinde ağlanacak hiçbir şey yok. Dedimya, sinir. Bir daha bu şarkıyı söylemeyeceğim.Ç..., 20 HaziranMektepte Nazmiye isminde bir arkadaşım
vardı. Yirmi dört yirmi beş yaşlarında, güzelce,şen, şakacı bir kız; gayet tatlı söz söylüyor,güzel ut çalıyor, bunun için kibar aileler elüstünde tutuyorlar, her gece bir yere davetediyorlar. Muallim arkadaşları onu peksevmezler, hakkında bazı ufak tefek dedikodularişitiyorum.İhtimal, biraz açık giyinmesini hoşgörmüyorlar, yahut da kıskanıyorlar, nebileyim?Nazmiye’nin bir yüzbaşı nişanlısı varmış. Çokiyi bir çocukmuş. Fakat bu nişanlının ailesişimdilik evlenmelerine rıza göstermediğinden,münasebetlerini gizli tutuyorlar. Nazmiye, bunubana, bir sır gibi söyledi, kimseye söylemememitembih etti.Dün evde, can sıkıntısından bunalacağım birdakikada Nazmiye geldi:-Feride Hanım sizi almaya geldim. Bu geceFeridun’un teyzesine davetliyim. Subaşı’ndakibağında ziyafet veriyor. Sizi tanımadığı halde
gözlerinizden öptü. Mahsus rica etti.Nazmiye, gözlerinin sitemli bir bakışıyla:-Nişanlımın teyzesi niçin senin yabancınolsun? Hem başka bir fikrim daha var, sananişanlımı göstereceğim. Zannediyorum ki,zevkimi takdir edeceksin. Sen gitmezsen vallahiben de gitmem.Ben gitmemek için birçok bahanelergösteriyordum.Fakat hepsine cevap buldu. Zaten benimbahanelerim de çocukça şeylerdi ki, yukarıda dasöyledim ya, Nazmiye, çok şeytan bir kız!İnsanın altçenesinden girip, üstçenesindençıkıyor.O kadar dil döktü, o kadar yalvardı ki,dayanamadım, arzusunu kabul ettim.Yalnız, bir şey dikkatimi celp etmişti.Munise’yi giydirmek isteğim vakit Nazmiye,hafifçe kaşlarını çatmış:-Küçüğü de götürecek misin? demişti.
-Tabii, Munise’yi nasıl evde yalnız bırakayım?Bir mani mi var? diye sordum.-Hayır, ne mani olacak? Daha iyi. Bazen onuevde bırakıyorsun da...-Evet, fakat şimdiye kadar gece yatısınagitmedim ki.Ben, artık pek gözü kapalı bir kızsayılmazdım. İki seneden beri dışarılardan çokşeyler görmüş, çok şeyler işitmiştim. Ne oldu,nasıl bir gaflet dakikama geldi de Nazmiye’ninbu sözleri beni şüpheye düşürmedi? Bir türlübunu anlamıyordum.İhtimal, can sıkıntısı, açık hava ihtiyacı beniiyiden iyiye bunaltmıştı.Küçük bir talika arabası bizi derenin öbürkıyısına geçirdi. Bahçeler arasında, yapraklarlaörtülü ince yollardan birisine girerek yarım saat,üç çeyrek uzakta bir bağa götürdü. Buraları netenha, fakat ne güzel yerlerdi. Yolda bir sürüyetesadüf ettik. İhtiyar bir çoban, bir bostan
kuyusunun tahta tulumbasını çekerek taş biryalakta koyunlarını suluyordu. İnceboynuzlarıyla yalağın başında birbirlerini itenkeçi yavruları Munise ile bana Mazlum’uhatırlattı, merakımızı kaldırdı.Gözlerimizde yaşlarla arabadan atladık, birkeçi yavrusu yakalayarak uzun kulaklarını, sulardamlayan ince çenesini öptük. Bir aralıkçobandan onu satın almayı düşündüm. Fakatneye yarar? Madem ki yakında yine bırakıpgideceğiz. Derdimiz eksik gibi niçin başımızayeni bir sevda satın almalı?Gittiğimiz köşk; ucu bucağı görünmeyen birbağın ortasında eski bir bina idi. Etrafını yüksekçardakların yeşilliği sarmıştı.Feridun Bey’in teyzesi, yaşlı, şişman birkadın. Elbisesini, süsünü doğrusu gözümtutmadı, ihtiyar bir kadına bu kadar fanteziyakışmaz. Saçları sarıya boyalı, şakağında lâden,yüzünde tekerlek allıklar, hasılı acayip bir şey!Bu kadın, bizi üst katta bir odaya aldı,
çarşafımı çıkardı. Sonra, fazla bir teklifsizliklekoklar gibi yanaklarımı öperek:-Görüştüğümüze memnun oldum, elmaskızım. Gülbeşeker de ne Gülbeşeker! Sahideninsanın yiyeceği geliyor. Yanıp tutuştuklarıkadar varmış, dedi.Fena halde bozuldum. Fakat renk vermemeklâzım. Ne söylediğini bilmeyen bazımünasebetsizler vardır ya, onlardan olacak.Bir odada epeyce zaman beni Munise ileyalnız bıraktılar. Güneş batmıştı. Çardağı örtensık yaprak kümeleri içinde akşamın pembeyaldızı yavaş yavaş sönüyordu. Küçükleşakalaşarak kendimi oyalamaya çalışıyordum.Fakat, yüreğime gizli bir kurt düşmüştü, içimiçime sığmıyordu.Bahçeden karışık, kadın erkek sesleri,kahkahalar, hafif hafif çığlıklar geliyor, bozukbir kemanın akort edildiği işitiliyordu.Pencereden başımı uzatım. Sık asmayaprakları arasında hiçbir şey seçmek mümkün
değildi.Nihayet, merdivenden doğru, gürültü ve ayaksesleri gelmeye başladı. Kapı açıldı. Ev sahibihanım, elinde kocaman bir lamba ile içeri girdi.-Elmas kızım, seni ihmal ettim ama, mahsuskaranlıkta bıraktım. Güneş batarken bubahçelerin güzelliğine doyum olmaz.İhtiyar kadın, lambanın fitilini düzelterek,mehtap gecelerinde bu bahçenin cennet gibiolduğunu anlatırken Nazmiye girdi. Kapınındışında gözüme uzun boylu iki zabit üniformasıilişti. Başım açıktı, gayri ihtiyari çekindim.Kolumla saçlarımı kapamak istedim.Nazmiye gülüyor:-Cicim, sen ne kadar dışarlıklı olmuşsun?Herhalde nişanlımdan kaçacak değilsin, çekkolunu, ayıp vallahi! diyordu. Hakkı vardı, fazlakaçınmak için sebep yoktu.Zabitler, biraz tereddütle odaya girmişlerdi.Nazmiye onlardan birini takdim etti:
-Feridun Bey, nişanlım, Feride Hanım,arkadaşım. Talihime iki sevdiğimin isimleri debirbirine yakın düştü.Küçüklüğümde büyükannem acayip bir kibritkutusu alırdı. Bunların üstünde burma bıyıklı,çarpık omuzlu, kıvırcık saçlıların bir filozasıgözünün üstüne kadar inen bir panayırpalikaryası resmi vardı. İşte bu Feridun Bey,tıpkı kibrit kutularının birinden fırlamış gibiydi.Elimi, teklifsizce sert avucunun içine aldı,sallaya sallaya, sarsa sarsa sıkarak:-Efendim, teşekkür ve minnettarlığımızısunarız, âlemimize şeref verdiniz, sağ olun, dedi.Sonra da arkasında duran zabiti takdim etti.-Müsaade ederseniz kulunuz da candan birarkadaşı, bir velinimeti takdim etsin: BinbaşıBurhanettin Bey. Binbaşı ama bildiğinizbinbaşılardan değil, meşhur Solakzadelerinküçük mahdumu...Solakzadelerin bu küçük beyi hemen kırk beşiaşkın bir zattı. Saçlarıyla bıyıklarının bir kısmı
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 858
- 859
- 860
- 861
- 862
- 863
- 864
- 865
- 866
- 867
- 868
- 869
- 870
- 871
- 872
- 873
- 874
- 875
- 876
- 877
- 878
- 879
- 880
- 881
- 882
- 883
- 884
- 885
- 886
- 887
- 888
- 889
- 890
- 891
- 892
- 893
- 894
- 895
- 896
- 897
- 898
- 899
- 900
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 900
Pages: