Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-16 15:36:05

Description: Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Search

Read the Text Version

tepelerinde kırlangıçlar uçuyordu.Birdenbire bana da onlar gibi bir canlılıkgeldi:-Anladım Ma Sör, dedim, üzülmeyiniz... Neyapalım, hepimiz öleceğiz...Bu defa da Sör Süperiyör başımı göğsünedayadı ve uzun müddet bırakmadı.Görüş günü olmadığı halde biraz sonrateyzelerim beni görmeye geldiler. İzin alarak evegötürmek istediler. Razı olmadım. İmtihanlarınçok yakın olduğunu söyledim. Mamafihimtihanların çok yakın olması, beni o gün herzamankinden fazla azgınlık etmekten menetmedi. O kadar ki, akşam mütalaasında şiddetlibir ateş bastı, tembellerin yaptıkları gibikollarımı sıranın üstüne koyarak uyukladım ve ogece yemek yemedim. Ertesi sabah uyandığımzaman her zamanki Çalıkuşu idim.

Yaz tatillerimi Besime Teyzem’inKozyatağı’ndaki köşkünde geçirirdim.Buradaki çocuklardan bana hayır yoktu.Besime Teyzem’in kızı Necmiye, annesinin dizidibinden ayrılmayan, sessiz ve biraz da hastalıklıbir çocuktu. Kâmran Ağabeyi’nin hemen hemenbir eşi idi.Bereket versin, etrafta muhacir çocuklarıvardı. Onları bahçeye toplayarak başlarınageçer, akşama kadar adeta kudururdum.Bir aralık, zavallı arkadaşlarım istiskaleuğramışlar, köşkün bahçıvanı vasıtasıyla kapıdışarı edilmişlerdi. Fakat onlar, küçük, gönüllüçocuklardı. Gördükleri hakarete aldırmayarakbeni köşkten kaçırmaya gelirlerdi. Saatlercekırlarda serserilik eder, bahçenin çitleriüzerinden aşarak yemiş çalardık.Geceye doğru güneşten yüzümün derisi pulpul olmuş, yaralı ellerimle eteklerimin yırtıklarınıkapatmaya çalışarak içeri girince, teyzem saçınıbaşını yolar, bir kucak parlak tüy yığını altında

ara sıra pembe ağzını açarak esneyen ve ohaliyle alık ve tembel Van kedilerine benzeyenNecmiye’yi bana misal gösterirdi. Usluluğu,okumuşluğu, nazikliği, terbiyesi ve daha bilmemneleri ikide birde başıma kakılanlardan biri deKâmran’dı.Necmiye, neyse ne... işin nihayetinde o,annesinin dizi dibinde büyümüş, yumuşacık,sıcak bir külkedisiydi. Zaten kız kısmının daböyle olması lâzım geldiğini içimden tasdiketmez değildim.Fakat o yirmi yaşına yaklaşan ve sivri uçluincecik dudakları üstünde incecik bıyıklarıçıkmaya başlayan koskocaman Kâmran’a neoluyordu? Kız ayağı gibi küçücük ayaklarındabeyaz podösüet iskarpinleri, ipek çorapları,yürürken ince bir dal gibi sallanıyor zannedilennarin vücudu, sadakor gömleğinin açıkyakasından çıkan uzun beyaz boynu ile erkektenziyade kıza benzeyen bu çocuğa son dereceiçerledim.Erkek akrabalar ve konu komşu tarafından

ikide birde ballandırılan meziyetleri fena haldekanıma dokunuyordu.Kaç defa koşarken ayağım kaymış gibiyaparak üstüne düştüğümü, kitaplarını yırttığımı,sudan bahanelerle kavga çıkartmaya çalıştığımıhatırlıyorum. Fakat Allah’ın kulu, bir gün birparça canlan, kız, aksi bir şey söyle de kedi gibiboynuna atılarak seni tozun, toprağın içineyuvarlayayım; saçlarını çekeyim; yılan gözlerinebenzeyen yeşil gözlerini parmaklarımla tehditedeyim.Ayağına taş atarak onu kıvrandırdığım günühıncımdan, zevkimden titreyerek hatırlarım.Fakat o kendini ermiş, yetişmiş bir insan sayarakbana tepeden bakar, gözlerinde hain birgülümsemeyle: “Ne zamana kadar bu çocuklukFeride?” derdi.-Peki ama sende de ne zamana kadar bupısırıklık, bu görücüye çıkan eski zaman kızınaz ve edaları?!...Bu sözleri ne de olsa söyleyemem tabii... Yaş,

maşallah on üç, on dört... Bu yaşta bir kız,yaptığı bir kabalığı bu kadar nezaketlekarşılayan bir delikanlıya daha fazla sataşmaz.Dudaklarımdan gayri ihtiyari münasebetsiz birşeyler kaçmasından korkuyormuşum gibi elimiağzıma kapar, ona ferah ferah küfretmek içinbahçenin yalnız köşelerine kaçardım.Yağmurlu bir gündü. Kâmran, köşkün altkatında akrabadan birkaç hanımla, kadıntuvaletinden bahsediyorlardı. Kadınlar,yaptıracakları kış elbiselerinin rengi hakkındaondan fikir alıyorlardı.Ben, bir köşede dilimi çıkarmış, gözlerimişaşılaştırmış, bütün dikkatimle yırtık bir bluzunkolunu yamamakla meşguldüm. Kendimitutamadım; kahkahalarla gülmeye başladım.Kuzenim:-Ne gülüyorsun? diye sordu.-Hiç, dedim. Aklıma bir şey geldi...-Ne geldi?

-Söylemem...-Haydi nazlanma... Zaten senin ağzında baklaıslanmaz... Sonunda nasıl olsa söyleyeceksin...-Darılma o halde... Sen hanımlarla tuvaletkonuşurken düşündüm ki, Allah seni yanlışyaratmış. Kız olacakmışsın... Ama şimdiki yaştadeğil... Şöyle on üç, on dört sularında...-Peki sonra?...-Deminden beri bir karış yeri dikinceye kadarparmağımı delik deşik etmiş olmama göre bende yirmi, yirmi iki yaşlarında bir erkek...-Ee, sonra?...-Sonrası ne olacak, Allah’ın emriyle,Peygamber’in kavliyle seni kendime alırdım,olur biterdi.Odada bir kahkahadır koptu. Başımı kaldırdımve bütün gözlerin bana baktığını gördüm.Misafirlerden biri bir münasebetsizlik etti:

-Peki ama, bu şimdi de mümkün Feride, dedi.Alıklaştım, gözlerimi iri iri açarak:-Nasıl? dedim.-Nasıl olacak? Kâmran’a varırsın... O, senintuvaletlerinle uğraşır, söküklerini diker... Sen desokak işlerine bakarsın...Öfkeyle yerimden kalktım. Fakat bukızgınlığım daha ziyade kendimeydi. Lakırdıyaçanak tutmuştum. Ben, saçma söylemekte bukadar ilerlemiş değilimdir, ama anlaşılanelimdeki hain sökük, bütün dikkatimi almıştı.Mamafih, “hem suçlu, hem güçlü” kavlinceyine taarruza geçtim:-Mümkün ama Kâmran Bey için zararlı olursanırım, dedim. Çünkü Allah esirgesin evdekavga çıkarsa kuzenimin hali ne olur? Vaktiylenazik ayaklarına yedikleri taşı unutmamışlardırsanırım...Gülüşmeler arasında garip bir ciddiyetleodama çıkıyordum. Mamafih kapıdan tekrar

döndüm:-Ayıp ettik, dedim, on dördüne gelmiş bir kıziçin pek ayıp oldu ama, kusura bakmazsınızartık...Topuklarımla merdiven tahtalarına vurarak,kapılara çarparak odama çıktım. Kendimi topgibi karyolanın üstüne attım. Aşağıdakahkahalar devam ediyordu. Kim bilir, belki debenimle eğleniyorlardı. Alacakları olsun.Şu Kâmran’la evlenmek galiba iyi bir şeyolacaktı. Çünkü yaşlarımız gittikçe büyüyor,onunla kavga çıkarmak fırsatı günden güneuzaklaşıyordu. Bir kerecik olsun saç saça, başbaşa dövüşerek hıncımı çıkarmak içinevlenmemizden başka çare kalmıyor gibiydi.Yaz tatili sonlarında mektebimiz, bir zamaniçin için kaynar, bu taşkınlık ancak birinci üç ayimtihanına doğru yatışırdı.

Sebebi şu: On üç, on dört yaşına gelen Katolikarkadaşlarım, baharda, Paskalya bayramında ilkkomünyonlarını yaparlar, etekleri yere değenbeyaz ipek elbiseler, gelin duvaklarına benzeyenkucak kucak tüller örtülerek İsa Peygamber’lenişanlanırlardı.Kilisede mum ışıkları, orgla çalınan ilahiler,her tarafı dolduran bahar çiçekleri kokularıylakarışarak bir kat daha ağırlaşan günlük veödağacı dumanları içinde yapılan bu nişan törenipek güzel bir şeydi. Fakat ne yazık ki, bu törenitakiben tatil aylarında hain arkadaşlarım, hemennişanlılarına vefasızlık ederler, balmumu renkli,mavi gözlü İsa'yı, karşılarına ilk çıkan bir, hattabirkaç erkekle aldatırlardı.Mektep açıldığı zaman, arkadaşlarımbavullarının gizli bir köşesinde mektuplar,fotoğraflar, hatıra çiçekleri ve daha ne bileyim,neler neler getirirlerdi.Bahçede ikişer, üçer kol kola dolaştıklarızaman neler konuştuklarını bilirdim. Kızların en

masum ve dindarlarına hediye edilen renkli veyaldızlı peygamber ve melek resimlerinin altındasaklanan fotoğrafların gençlere ait olduğunuanlamakta güçlük çekmezdim. Bahçenin birköşesinde kızlardan birinin -etrafında uçuşanküçük böceklerin bile duyamayacağı bir sesle-arkadaşının kulağına fısıldadığı hikâyeyigözümden kaçırmazdım.Bu mevsimde kızlar ikişer, üçer kişilikgruplara ayrılır ve birbirlerine kene gibiyapışırlardı.Ben biçare, bahçede ve sınıfta tek başımakalırdım. Arkadaşlarım bana karşı adeta bir esrarkumkuması kesilirlerdi. Onlar, sörlerden ziyadebenden çekinirlerdi. Niçin mi diyeceksiniz?Çünkü gevezeydim, sakallı dayının dediği gibiağzımda bakla ıslanmazdı. Birinin mesela birbahçe parmaklığı arasından bir komşu genciylemasum bir çiçek alışverişini duydum mu,bahçede adeta tellal çağırırdım. Fazla olarak daböyle şeylere karşı son derece mutaassıptım.Hiç unutmam, bir kış akşamı mütalaahanede

derse çalışıyorduk. Mişel isminde çalışkan birkız, kalın kafalı bir arkadaşına Roma tarihinimüzakere ettirmek için sörden müsaade almış,en arka sıraya çekilmişti. Mütalaahaneninsessizliği içinde birdenbire bir hıçkırık duyuldu.Sör başını kaldırdı:-Ne o Mişel, sen ağlıyor musun? Niçin? dedi.Mişel, elini gözyaşlarından sırılsıklam kesilmişyüzüne kapadı. Cevabı onun yerine ben verdim:-Mişel, Kartacalıların mağlubiyetinemeraklandı, ona ağlıyor, dedim.Sınıfta bir kahkaha koptu.Hasılı arkadaşlarımın beni aralarınaalmamakta hakları vardı. Fakat herkesten ayrıkalmak, koskoca bir kız olduğum halde zevzekbir çocuk muamelesi görmek pek de hoş bir şeydeğildi.Yaş on beşe gidiyordu. Aşağı yukarıannelerimizin gelin oldukları,büyükannelerimizin “Aman evde kalıyoruz,”

diye telaşla Eyüp’teki Niyet Kuyusu’nakoştukları yaş...Boyum fazla uzamamıştı. Fakat hırçınlığımarağmen vücudum gelişiyor, yüzümde acayiprenkler, ışıklar yanıp sönmeye başlıyordu.Sakallı dayı, ara sıra ellerimden tutup benipencere kenarlarına çekerek yüzümü miyopgözlerine sokacakmış gibi yüzüne yaklaştırarak,“Kız bu ne cilt, bu ne renk böyle? Perkalbasması mübarek! Ne solacak, ne eskiyecek!”diyordu.Hadi canım, kız dediğin böyle mi olur? Topaçgibi bir vücut, fırça ile boyanmış bir yüz...Aynaya baktıkça bonmarşe camekânında bebekseyrediyorum zanneder, dilimi çıkarıp gözlerimişaşılatarak kendimle eğlenirdim.Tatiller içinde en sevdiğim Paskalya yortusuidi. Bu iki haftayı geçirmek için Kozyatağı’nagittiğim zaman kirazlar yetişmiş, büyük

bahçenin caddeye bakan yüzünü baştan başakaplayan kiraz ağaçlan yemişlerle donanmışbulunurdu.Kirazı çok severdim. Bu on beş gün içindeserçe kuşları gibi hemen hemen yalnız kirazlageçinir, en yüksek dal tepelerinde kalmış sonkirazları bitirmeden mektebe dönmezdim.Bir akşamüstü yine bir ağaç tepesinde kirazyiyor, çekirdeklerini fiskeyle uzaklara savurarakeğleniyordum.Bunlardan biri yoldan geçen yaşlıca birkomşunun ta burnunun ucuna tesadüf etmesinmi?Adamcağız neye uğradığını anlayamamıştı.Şaşkın şaşkın etrafına bakıyor, fakat başınıağaca kaldırmaya akıl edemiyordu.Sesimi çıkarmasam, olduğum yerdekımıldamasam belki de münasebetsiz bir kuşun,tepesinden geçerken düşürdüğü bir çekirdeksanarak çekilip gidecekti. Fakat son derecekorkmuş ve utanmış olmama rağmen, kendimi

tutamadım, gülmeye başladım.Adamcağız iri bir dalın üstüne ata biner gibioturmuş, at gibi bir kızın arsız arsız güldüğünügörünce dayanamadı. Hiddetten kaşını, gözünüoynatarak:-Bravo hanım kızım, dedi. Hiçyakıştıramadım, maşallah sizin gibi erişmiş,yetişmiş koskoca bir hanıma...O dakikada yer yarılsa yerin içine girecektim.Biçare Perkal basması kimbilir ne renkleregirmişti? Ağaçtan düşmek tehlikesine rağmen,ellerimi mektep gömleğimin göğsü üzerinekavuşturdum, hafifçe boynumu büktüm.-Beni affediniz beyefendi, dedim. Kazavallahi... Daha doğrusu dikkatsizlik...Bu masum yalvarma jesti mektepte sörler vedindar talebelerin Meryem ve İsa karşısında duaederken aldıkları bir jestti. Tesiri herhalde çokzaman tecrübe edilmişti. Asırlarca müddetle builahi ana oğlu bile kandırmış olduğuna göre, bu

ihtiyarcığı da haydi haydi rikkate getirecekti.Tahminimde aldanmamıştım. Komşu, buriyakâr nedamete ve sesimdeki titreyişe aldandı,yumuşadı; neyse bana güzelce bir şey söylemeklüzumunu hissederek:-Böyle dikkatsizliklerin yetişmiş birküçükhanıma zararı dokunabileceğinidüşünmüyor musunuz? dedi.Maksadı gayet iyi anladığım halde, gözlerimiaçarak:-Niçin acaba efendim? dedim.Elini güneşin yandan vuran ışıklarına siperederek dikkatli dikkatli bana bakıyor,gülüyordu:-Mesela sizi oğluma almakta tereddütedebilirim. Ben de güldüm.-O cihetten sigortalıyım beyefendi; zaten uslubir kız olsam da almazdınız.-Nereden biliyorsunuz?

-Çünkü benim ağaca çıkmak, kiraz çekirdeğiatmaktan çok daha büyük suçlarım vardır... Birkere zengin değilim... İşittiğime göre zenginolmayan kıza pek iltifat eden olmazmış... Sonragüzelliğim de yok... Bana sorarsanız bu,fukaralıktan daha büyük bir kusur...Bu sözler, ihtiyar beyi pek eğlendirmişti.-Siz çirkin misiniz kızım? dedi. Somurttum:-Ne demezsiniz? dedim. Ben kendimi bilmezmiyim? Kız dediğiniz böyle mi olur? Uzun boy,sarı saç, mavi yahut yeşil gözler lâzım...Bu ihtiyar bey vaktiyle biraz yaramazmışgaliba... Acayip bir bakış ve değişik bir sesle:-Ah, zavallı çocuğum, dedi. Sen güzelliğin neolduğunu anlayacak, kendinin ne olduğunu farkedecek yaşta mısın acaba? Her neyse... Sizinadınız ne bakayım?-Çalıkuşu...-Bu, nasıl isim böyle?

-Pardon, beni mektepte böyle çağırırlar da...Asıl ismim Feride. Kendim gibi yuvarlak,zarafetsiz bir isim.-Feride Hanım... Sizin adınız da kendiniz gibigüzel, emin olun... Keşke oğluma sizin gibisinibulsam...Bilmem neden, bu kibar tavırlı, tatlı sesliadamla gevezelik etmek hoşuma gidiyordu:-Şu halde kendilerine de kiraz atabileceğimdemek? dedim.-Elbette... Elbette... Ona ne şüphe...-Yalnız şimdilik müsaade edin de size birkaçkiraz vereyim. Beni affettiğinizi ispat için bunlarımutlaka almanız lâzım... İki dakika...Bir sincap hafifliğiyle dallara tırmanmayabaşladım, ihtiyar komşu, ellerini yüzünekapatarak:-Aman dallar çatırdıyor... Sebep olacağım...Düşeceksiniz Feride Hanım, diye bağırıyordu.

Ben bu telaşa aldırmıyor, söyleniyordum:-Merak etmeyin... Düşmeye o kadar alışığımki... Mesela yakın olsak şakağımda bir yara izigörürdünüz. Bir iz ki; bütün öteki güzellikleritamamlar...-Aman kızım... Düşeceksiniz...-Bitti efendim, bitti... Yalnız, onları size nasılvereceğim? Buldum efendim, ona da çarebuldum...Önlüğümün cebinden mendilimi çıkardım,kirazları içine doldurarak bir çıkın gibibağladım:-Mendili hiç merak etmeyin... Henüz burnumusilmedim... Gayet temizdir... Şimdi onu yeredüşürmeden tutmanızı rica ederim... Bir... İki...Üç...İhtiyar komşu, beklenmez bir çeviklikle kirazmendilini yakalamıştı.-Çok teşekkür ederim kızım, dedi. Yalnız ben

şimdi mendilinizi nasıl iade edeceğim?-Ziyanı yok... Size hediyem olsun!-Nasıl olur?-Niçin olmasın? Hem başka bir şey de var...Ben, birkaç güne kadar pansiyona döneceğim...Bizim mektepte bir âdet vardır... Kızlar tatilgünlerinde genç erkeklerle kur yaparlar, sonramektep açıldığı zaman bunları birbirlerineanlatırlar. Ben, daha böyle bir şeybeceremediğim için yanlarında küçükdüşüyorum. Yüzüme karşı bir şey söylemeyecesaret edemiyorlar ama muhakkak benimahmaklığımla eğleniyorlar... Bu sefer ben, birşey kurdum... Mektebe gittiğim zaman mühimbir sırrım varmış gibi başımı önüme eğipdüşüneceğim, mahzun mahzungülümseyeceğim. Onlar: “Çalıkuşu, sende birşey var!” diyecekler... Gevşek gevşek, “Hayır...Nem olacak?” diyeceğim... inanmayacaklar,beni sıkıştıracaklar... O vakit: “Peki, öyleyse...Ama kimseye söylemeyeceksiniz, yeminedeceksiniz!” diyeceğim ve bir yalan

uyduracağım.-Ne yalanı?-Sizinle tanışmam bu yalanı kolaylaştırıyor...“Duvarın üzerinde sarışın, uzun boylu birerkekle kur yaptık, birbirimize!” diyeceğim...Tabii, beyaz saçlı diyemem... Hem siz küçükkensarışınmışsınız galiba... Arkadaşların huyunubilirim, “Ne konuştunuz?” diye soracaklar...“Beni güzel bulduğunu söyledi,” diye yeminedeceğim... Ben de mendil içinde kiraz verdim,demek tabii münasebet almaz... Gül verdimdiyeceğim... Fakat bu da olmadı... Gülü mendiliçinde vermek âdet değildir... Hediye mendilverdim, derim olur biter...Biraz evvel birbirimizle kavga etmemize bıçaksırtı kaldığı halde şimdi ihtiyar komşu ilegülüşüyor, ayrılırken birbirimize el sallıyorduk...O senenin yazında bu ağaca çıkmak illetiyüzünden başıma bir şey daha geldi.

Bir ağustos mehtabı gecesiydi. Köşke bir alaymisafir gelmişti. Bunlar arasında Neriman diyeyirmi beşlik bir dul vardı ki, ara sıra köşküşereflendirmesi bir vaka olurdu.Dünyada kendilerinden başka kimseyibeğenmeyen teyzelerimden alık hizmetçi kızlarakadar herkes bu kadına hayrandı.Neriman’ın çok sevdiğini söyledikleri kocasıbir sene evvel ölmüştü. Bunun için daima siyahgiyerdi. Fakat bende öyle bir his vardı ki, siyahbu kadının sarışın çehresine çok iyi gitmese;matem devam etmeyecek, elbiseler takımıylaçöplüğe atılacaktı.Neriman; kedi, köpek okşar gibi hareketlerlebeni de avlamaya çalışmıştı. Fakat nedense ben,ona ısınamamıştım. Aramız hayli şeker renkti.Bana yaptığı avansları daima soğukkarşılıyordum.O soğukluk hâlâ devam etmesine rağmen,şimdi itiraf etmeye mecburum ki, bu Neriman,haincesine güzeldi. Benim onda çekemediğim

şey fazla koketliğiydi. Yalnız, kadınlar arasındabulunduğu zaman şöyle böyle çekiliyordu. Fakataraya kazara bir erkek karışacak oldu mu yüzüdeğişiyor, sesi, kahkahaları, bakışları bambaşkaoluyordu. Hasılı, benim mektepteki samanaltından su yürüten arkadaşlarım dahafenlenmişti...Kocanın lakırdısı açıldıkça bu kadının:“Benim için artık hayat bitti!” diye bir yalancıteessür rolü oynayışı vardı ki, beni mahvederdi.O, böyle yaparken ben, fena halde içerler:“Karşına dişe dokunacak biri çıksın, görürüz!”diye söylenirdim.Bizim köşkte Neriman’a akran sayılacakkimse yoktu. Lapacı Necmiye’yi insandansaymak tabii doğru olamazdı. Teyzelerimsaçları, başları ağarmış koskoca kadınlardı. Arasıra ötekinin, berikinin ayağına ip takmaktanbaşka konuşacak lakırdıları olamazdı. O halde, ohalde?...Ben, bu Neriman’ın köşke dadanmasındakisebebi sezer gibi olmuştum. Galiba bizim budala

kuzeni gözüne kestirmişti. Evlenmek için mi?Zannetmem. Otuzuna yaklaşmış bir dul kadınınyirmi yaşındaki bir çocukla evlenmek istemesi,kepazeliğin dik âlâsı... O, böyle bir kepazeliktençekinmese bile, benim cadaloz teyzelerimde,yavrularını öyle acemi çaylağa kaptıracak gözvar mı? O halde, o halde?O haldesi var mı? Mesut dul, lüksüne,fantezisine uşaklık edecek yeni bir kısmetavlayıncaya kadar benim kuzenle dalgageçecek, gönül eğlendirecek...Kâmran’a budala dedim ama,kızgınlığımdan... Yoksa ne yere bakan, yürekyakan cinsinden sinsi bir sarı çıyandır.Neriman’la konuşurken güya bir şey bellietmemek istiyor ama, benim gözümden kaçarmı?Çocuklarla boğuşurken, kendi kendime ipatlarken, yahut yere yatarken, iskambil falıaçarken, gözlerim onlardaydı.Kuzenim, neredeyse kadının ağzına girecek...

Ara sıra hiçbir şeyin farkında değil gibigörünerek yanlarından geçerdim. Hemenseslerini kısarlar yahut lakırdıyı değiştirirlerdi.“Ne isterse yapsınlar, sana ne?” diyeceksiniz.“Bana ne olur mu?” Kâmran, düşmanım da olsakuzenim... İster miydim, neyin nesi olduğu belliolmayan bir kadın onun ahlâkını bozsun?Ne anlatıyordum?... Evet, bir ağustos mehtabıgecesiydi. Onlar, köşkün önündeki verandada,lüzumsuz bir lüks lambası ışığında, kalabalık birgrup halinde konuşup gülüşüyorlardı.Neriman’ın müzik notaları gibi hesaplı veahenkli kahkahaları sinirime dokunduğu içinkendi kendime uzaklaşmış, bahçenin birköşesinde ağaçların karanlığına dalmıştım.Ta öbür uçta dallarından bir kısmınıkomşunun bahçesine sarkıtmış ihtiyar bir çınarvardı. Biçarenin işe yarayacak bir yemişiolmamasına rağmen, babayani halini severdim;bir sofa gibi üzerlerinde hiç korkusuz gezilen,iri, yayvan dallarına çıkıp dolaşır yahutotururdum.

O gece de öyle yaptım, hayli yüksekçe birdalına çıkarak oturdum.Biraz sonra kulağıma hafif bir ayak sesi,arkasından kısık bir kahkaha geldi.Hemen gözlerimi açtım, kulaklarımı diktim...Ne görsem beğenirsiniz? Kuzenim, mesut dullaberaber bana doğru geliyor...Oltasına balık yaklaştığını gören bir balıkçıgibi baştan ayağa dikkat kesilmiştim.Oturduğum yerde bir gürültü yapacağım diyeödüm kopuyordu. Boş korku!Onlar, o kadar kendilerinden geçmişlerdi ki,oturduğum yerde davul çalsam galiba farkındaolmayacaklardı. Neriman önden yürüyordu.Kuzenim bir Arap köle gibi dört, beş adımgerideydi. Duvarların arasından geçip yollarınadevam etmeye kudretleri olmadığı içinbulunduğum ağacın altında oturdular.Gelin yavrularım, gelin kuzularım... Sizi banaAllah gönderdi. Biraz sonra görüşürüz... Bu

güzel mehtap gecesinden sizde unutulmaz birhatıra bırakmaya elden geldiği kadar gayretederiz.Tam bu esnada ağustosböceği cırlamayabaşlamaz mı? Çıldıracağım. Kuzenimin mesutdula çektiği nutku işitemiyorum... Elimdengelse: “Miskin, korkacak ne var? Buralarda kimolur?... Sesini çıkarsana!” diye bağıracağım.Bu nutuk arasından kulağıma yalnız:“Neriman, cicim, meleğim,” diye birkaç kelimegeldi. Zangır zangır titremeye başladım.Düşmesem bile gürültü edeceğim, yapraklarıhışırdatacağım diye korkuyorum. AradaNeriman Hanım’ın da bir iki kelimesiniyakalıyordum... “Rica ederim, Kâmran Bey, ricaederim...” diyor.Nihayet, sesler kesildi. Neriman yavaş yavaşduvara yürüyor, komşunun bahçesindekaranlıkta başka bir şey varmış da görmekistiyormuş gibi ayaklarının ucuna basarakkalkıyordu.

Bu vaziyette tabii arkası, ne yapacağınıbilemiyor gibi görünen Kâmran’a dönüktü.Kuzenimin birdenbire ona yürüdüğünü,ellerini kaldırdığını görüyorum... Yüreğimoynuyor, “nihayet aklı başına geldi, bu fenakadına güzel bir tokat atacak!” Diyorum.Kâmran bunu yapsa ben de ağlayarak kendimiağaçtan atacağım, onunla ölünceye kadarbarışacağım. Fakat o canavar, bunu yapmadı.Sıska kollarından, bembeyaz kız ellerindenumulmaz bir kuvvetle onu evvela omuzlarından,sonra bileklerinden yakaladı. Kucak kucağa,soluk soluğa boğuşuyorlardı. Çınar yapraklarıarasında kaçan ay ışıklarından saçlarınınbirbirine karıştığını görüyordum.Ne rezalet Yarabbî, ne rezalet! Bütünvücudum zangır zangır titriyordu. Biraz önceonlara güzel bir oyun oynamaya karar verdiğimhalde şimdi beni sezmelerinden ödümkopuyordu. Sahici bir kuşla yer değiştirip budalların üstünden gökyüzüne kanatlanmayı,yukarıdaki ay illerinde kaybolup giderek bu

dünyadaki insanların yüzlerini artık görmemeyine kadar istiyordum.Dudaklarımı parmaklarımla sıkmama rağmen,ağzımdan bir ses çıktı. Bu, galiba bir feryattı.Fakat aşağıdakiler tarafından duyulunca hemenbir kahkahaya döndü. Namussuzların odakikada şaşkınlıklarını görmeliydiniz!Biraz önce ay ışığı gibi ayaklarını yeredokundurmadan yürüyor hissini veren mesut dulşimdi ağaçlara çarparak, topuklarını burkularakalabildiğine kaçıyordu.Kuzenim de öyle yapmak istemişti. Fakat ohızla biraz gittikten sonra ne düşündüysedüşündü, süklüm püklüm geri döndü.Ben yapacak başka şey bulamadığım için hâlâgülmeye devam ediyordum. O, meşhur “kargaile tilki” masalındaki tilki gibi ağacın altındasinsi sinsi dolaşmaya başladı.Nihayet utanıp sıkılmayı bırakarak bana:-Feride, çocuğum; azıcık aşağı iner misin?

dedi. Ben, gülmeyi kestim; ciddi bir sesle:-Ne münasebet? dedim.-Hiç... Seninle konuşacağım var da...-Benim sizinle konuşacak bir şeyim yok...Rahatımı bozmayınız...-Feride, şakayı bırak!...-Şaka mı? Ne münasebet?-Ama sen de çok oluyorsun... Sen aşağıgelmek istemezsen ben yukarı çıkmayı bilirim.Ölür müsün, öldürür müsün? Yürürkenyolunda bir incecik su birikintisi gördüğü zamantelaş eden, atlamaya karar vermeden evvel üç,dört kere iskarpinlerine ve suya bakan, birsandalyeye oturacağı zaman pantolonunuparmaklarının ucuyla dizkapaklarından tutupyukarı çeken nazlı ve nazenin kuzenimin ağacaçıkmak istemine gel de gülme.Fakat o, bu gece sahiden canavar kesilmişti.Yakın dallardan birini tutarak ağacın gövdesine

atlıyor, daha yukarılara çıkmayahazırlanıyordu...Bu gece ağacın üstünde onunla yüz yüzegelmek fikri nedense beni çıldırttı. Böyle bir şeyolursa felaketti. Onun yeşil, yılan gözlerininyakından baktığını görürsem, ağaç dallarıarasında çarpışa çarpışa boğuşan iki yırtıcı kuşadöneceğiz. Gözlerini oyduktan sonra muhakkakaşağı atacağım. Ya onu, ya kendimi. Fakatnedense bu çılgınlığı göstermeyi doğrubulmuyordum.Yerimden doğrularak sert bir emir verdim:-Durunuz bakalım orada...O, aldırmadı, hatta cevap vermedi. Çıktığıdalın üstünde doğrularak daha yukarılarabakmaya başladı.-Durunuz, dedim. Netice fena olacak...Bilirsiniz ki ben Çalıkuşu’yum. Ağaçlar benimmülkümdür. Oralara benden başkasının ayakbasmasına tahammül edemem.

-Bu ne garip konuşma Feride?... Hakikaten bune garip konuşmaydı!... Çaresiz, alaycı bir tavıraldım. Gelirse daha yukarılara çıkmayahazırlanarak:-Biliyorsunuz ki, size hürmetim vardır, dedim.Sizi ağaçtan aşağı yuvarlamaya mecbur olursampek üzülürüm. Biraz evvel şiir okuyan sesinizbirdenbire değişerek “aman aman aman” diyebağırmaya başlarsa feci olur.Onun sesini taklit ederek kahkahalarlagülüyordum.-Şimdi görürsünüz.Korku, onu cesur ve çevik yapmıştı.Tehdidime aldırmadan altımdaki dallaratırmanmaya devam ediyordu.Ağaçta adeta bir kovalamaca oyununabaşladık. O yaklaştıkça ben yukarılaraçıkıyordum. Fakat dallar gittikçe inceliyordu. Biraralık duvarın üstüne atlayıp kaçmayıdüşündüm. Ancak, bunu yaparsam kaçamayıp,

bir yerimi kırarak kuzenimin yerine benimhaykırıp bağırma ihtimalim vardı.Mamafih ne pahasına olursa olsun, bu gecebirbirimize yaklaşmamalıydık. Politikayıdeğiştirerek sordum:-Benimle konuşmayı niçin bu kadaristediğinizi anlayabilir miyim acaba?Benim bu sözlerim karşısında o da değişti,ciddi bir tavır alarak durdu:-Seninle şakalaşıyoruz ama, mesele çokmühim, Feride. Korkuyorum senden...-Öyle mi? Neyimden korkuyorsunuz acaba?-Bir gevezelik etmenden...-O, her gün yaptığım şey değil mi?-Bu gecekinin her zamankilerebenzememesinden...-Bu gecede ne fevkalâdelik var ki?... Kâmrançok yorulmuş, üzülmüştü. Artık pantolonunufalan düşünmeyerek dallardan birine oturdu;

hâlâ şakaya devam ediyor görülmekle beraber,ağlayacak haldeydi.Ben, ona acıdığım için değil, fakat ne olursaolsun artık onunla konuşmaya tahammülümkalmadığı için, bir an önce kendimi kurtarmakiçin:-Merak etme, dedim. Korkulacak bir şeyolmadığına emin olabilirsin... Hemen misafirininyanına dön... Ayıp olur. Söz mü, Feride?...Yemin mi?...-Söz, yemin... Ne istersen...-İnanayım mı?-Zannederim ki, inanman lâzım... Artık eskisikadar çocuk değilim...-Feride...-Hem ne biliyorum ki, ne söylememdenkorkuyorsun? Ben, kendi kendime oturuyordumağacımda.-Bilmem, fakat inanmak gelmiyor içimden...

-Sana büyüdüğümü, hemen hemen bir gençkız olduğumu söyleyişimde elbet bir maksatvar... Hadi sevgili kuzenim... Fazla üzülmeyin...Bazı şeyler vardır ki, çocuk görür... Fakat artıkbüyümeye başlamış bir genç kız hiç farkedemez... Hadi gönlün rahat etsin...Kâmran’ın korkusu yavaş yavaş hayretedönüşüyor gibiydi. Beni mutlaka görmek istergibi ısrarla başını kaldırarak:-Ne kadar başka türlü konuşuyorsun Feride...dedi. Söz uzarsa içinden çıkamayacaktık.Yalancı bir hiddetle bağırdım:-Yetişir artık... Uzatırsan sözümü gerialacağım... Kendin düşün...Bu tehdit, onu korkuttu. Kös kös ağaçtan indi,Neriman’ın gittiği tarafa gitmekten utanıyormuşgibi, bahçenin aşağı tarafına yürümeye başladı.Mesut dul, o geceden sonra köşkte görünmezoldu. Kâmran’a gelince, onun da uzun zamanbenden korktuğunu hissettim.

İstanbul’a her inişinde bana hediyelergetiriyordu. Resimli bir Japon şemsiyesi, ipekmendiller, ipek çoraplar, yürek biçiminde birtuvalet aynası, şık bir el çantası...Bir hoyrat çocuktan ziyade yetişmiş bir gençkıza yakışacak bu şeylerin bana verilmesindekimana neydi? Çalıkuşu’nun gözünü boyamak,gagasını kapatarak gevezelik etmesine maniolmaktan başka ne olabilirdi?Başkası tarafından hatırlanmaktaki zevkianlayacak yaşa gelmiştim. Sonra, güzel şeylerhoşuma gidiyordu.Fakat nedense bu hediyelere ehemmiyetverdiğimi ne Kâmran’a ne de başkasınagöstermek istiyordum.Üzeri sazdan köşkler, çekik gözlü Japonkızlarıyla süslenmiş şemsiyemi yere, tozlarıniçine düşürdüğüm zaman almıyor,teyzelerimden:-Feride, sana verilen hediyelerin kıymetini

böyle mi bilirsin? diye azar işitiyordum.Parmaklarımı parlak ve yumuşak derisinesürerken adeta hürmet duyduğum çantama; birgün elimdeki sulu yemişleri dolduracak gibi birjest yaparak onları çığlık çığlığa bağırtmıştım.Biraz gözümü açabilsem, Kâmran’ın bukorkusundan ben daha ne istifadeler eder, ufaktefek şantajlarla onu daha neler neler almayamecbur edebilirdim.Fakat ben, bir yandan o kadar sevdiğim bueşyaları bile yırtıp kırmak, sonra ayaklarımınaltına alarak ağlaya ağlaya ezmek istiyordum.Kuzenime olan küskünlüğüm, nefretim birtürlü geçmek bilmiyordu.Başka yazlar mektebin açılacağı günlerinyaklaştığını gördükçe başım ağrır, gözlerimkararırdı. Halbuki, o sene evden, bu insanlardanuzaklaşacağım günü iple çektim.

Mektebin ilk haftalarında bir pazar günüydü.Sörler bizi Kâğıthane tarafına gezmeyegötürmüşlerdi.Sörler, sokakta gezmeyi pek sevmezlerdi amanedense o akşam karanlığa kalmıştık.Ben, taburun en arkasında yürüyordum.Bilmem nasıl oldu? Bir aralık farkına varmadanarkadaşlarımla aramdaki mesafeyi dehşetlisurette açılmış buldum. Beni her zamanki âdetimüzerine en önde gidiyor zannetmiş olacaklar kihiçbir taraftan bir ses çıkmıyordu. Derkenyanımda bir gölge belirdi. Baktım, Mişel...-Sen misin Çalıkuşu? dedi. Niçin böyle kendikendine, yavaş yürüyorsun?Sağ ayağımın bileğine sarılı mendiligösterdim:-Biraz evvel oynarken düştüğümün, ayağımıyaraladığımın farkında değilsin galiba... dedim.Mişel, fena kız değildi. Halime acıdı.-İster misin sana yardım edeyim? dedi.

-Herhalde beni arkana almayı teklif edecekdeğilsin...-Tabii hayır... Buna imkân yok... Fakat kolunagirebilirim, değil mi? Öyle değil... Kolunuomzuma at... Daha kuvvetli... Ben de senibelinden tutayım... Yükün biraz hafifler... Nasıl,yürürken daha az acı hissetmiyor musun?Dediğini yapmıştım. Hakikaten iyi oluyordu.-Mersi Mişel, dedim. Sen çok iyi bir kızsın...Biraz yürüdükten sonra Mişel:-Biliyor musun Feride, dedi. Bu pozdayürüdüğümüzü gören arkadaşlar nezannedecekler?-Ne zannedecekler?-Feride de âşık olmuş... Mişel’e derdinianlatıyor, diyecekler...Birden durdum:-Doğru mu söylüyorsun? dedim.

-Elbette...-O halde hemen kolumdan çık.Bu emri verirken bir kumandan gibi serttim.Mişel, beni tutmakta devam ederek:-Koca budala, dedi. Nasıl buna ihtimalveriyorsun?-Budala mı? Niçin?-Herkes senin ne olduğunu bilmez mi?-Ne demek istiyorsun?-Hiç... Sanki senin böyle bir maceranolamayacağını... Kimse ile kur yapmana ihtimalolmadığını...-Niçin?... Beni çirkin mi buluyorsun?-Hayır... Çirkin değil... Belki hatta güzel...Fakat ıslah kabul etmez surette saf, aptal...-Benim için böyle mi düşünüyorsun?-Ben değil herkes öyle düşünüyor... Sevgi

işinde Çalıkuşu bir hakiki gourde’dur, diyorlar.Türkçesini pek iyi bilmiyordum ama, gourdeFransızcada asmakabağı, sukabağı, balkabağıgibi bir manaya gelirdi. Hangisi olursa olsunfena şey... Zaten kısa boyum, kalıncavücudumla bu kabaklardan birine de pekbenzemez değildim... Şu halde Çalıkuşu’ndansonra bana bir de gourde diye isim takılırsa,dehşet... Ne yapıp edip bu haysiyet kırıcıtehlikenin önüne geçmek lâzım.Yine ondan öğrendiğim bir jestle başımıMişel’in omzuna koydum, manalı bir yanbakışla hazin hazin gülümsedim:-Siz öyle zannededurun.-Ne söylüyorsun, Feride?Mişel, durmuş hayretle bana bakıyordu. Ben,boynumu çarptırarak tasdik ettim:-Maalesef öyle, dedim ve yalanımı bir katdaha yutulur bir renge sokmak için de iççektim...

Mişel bu defa hayretinden bir istavroz çıkardı:-Güzel... Çok güzel, Feride... Yazık ki birtürlü inanamıyorum...Zavallı Mişel, öyle sevme çılgını bir kızdı ki,bunu başkasında sezmek bile ona zevkveriyordu. Fakat, dediği gibi ne çare kiinanmaya ve açıktan açığa sevinmeye cesaretedemiyordu.Bir münasebetsizliktir yapmışım. Artıkarkasını getirmek namus borcu oluyordu:-Evet Mişel, dedim. Ben de seviyorum.-Yalnız sevmek mi Çalıkuşu?-Şüphesiz, karşılığı da var: Grande gourde.Biraz evvel onun bana söylediği gourdekelimesini ben bir de başına “kocaman” sıfatınıtakarak ona iade ettiğim halde: “Sensin; o seninadındır!” demek bile aklına gelmiyordu.Demek ki yalana başlar başlamaz ona kendimitanıtmaya muvaffak olmuştum, ne saadet!

Mişel, şimdi beni daha büyük bir muhabbetlekollarında tutuyordu:-Anlat Feride... Anlat, nasıl oldu? Demek sende ha? Nasıl, sevmek güzel şey, değil mi?-Elbette güzel...-Kim bu?... Çok mu güzel sevdiğin genç?-Çok güzel!-Nerede gördün? Nasıl tanıdın?-Haydi, artık ısrarı bırak.Israrı bırakmaya can atıyordum. Fakat neuydurup söyleyeceğini bilemiyordum. Sevecekbir hakiki insan bulanlara şaşmak lâzım... Çünküonun bir hayalini bile bulmak o kadar güç, okadar güç ki...-Haydi Feride... Bekleme... Yoksa benimleşaka ettin, diyeceğim.Birdenbire telaşlandım. Şaka mı, Allahesirgesin... Ben asma yahut sukabağı ha... Öyle

bir aşk hikâyesi uydurayım ki sen de şaş...Mişel’e sevdiğim diye prezante etmek içinaklıma kim gelse beğenirsiniz? Kâmran!...-Kuzenimle birbirimize kur yapıyoruz...-Geçen sene mektebin parloir’ında gördüğümsarışın kuzen mi?-Ta kendisi...-Ah, ne güzel!Söylemiyordu. Fakat bakışlarından,gülüşlerinden ne demek istediklerinianlıyordum. Bu, bana garip bir gurur veriyordu.Bir zaman gevezeliği, yaramazlığı bırakmayamecbur oldum. Bu vaziyette bir insanın bebekgibi atlaması, sıçraması, yaramazlık etmesi şıkbir şey olamazdı.Mamafih, huy canın altındadır, derler.Akşamüstleri son teneffüste Mişel’in kolunaasılarak ona yavaş yavaş yeni masallaruydurmakta devam ederken, ara sıra da yineşeytana uyuyordum.

Yine bir kır gezintisi dönüşüydü.O gün nedense bizimle gelmemiş olan Mişel,beni kapıda karşıladı, elimden tutarak koşa koşabahçenin bir köşesine götürdü:-Sana havadisim var, dedi. Hem sevineceksin,hem üzüleceksin...-Bugün senin şansın kuzen mektebe geldi...-Şüphesiz senin için... Keşke sen de benimlekalsaydın.İnanmıyordum. Bir büyük sebep yokkenKâmran, beni aramaya gelmiş olsun! Mişelherhalde yanlış görmüş olacaktı.Mamafih, bu şüpheyi kendisine söylemedim.Yalancıktan inanmış gibi görünerek:-Bir genç erkeğin kur yaptığı kızı görmeyegelmesinden daha tabii ne olur? dedim.-Bulunmadığına üzüldün, değil mi?-Zannederim. Mişel yanağımı okşadı.

-Bununla beraber o yine gelir, dedi. Madem kiseviyor...-Ona ne şüphe?O akşam, yemekten sonra Sör Matild beniçağırdı, bir sırma tel ile birbirine bağlanmış ikiresimli şeker kutusu uzatarak:-Bunları sana kuzenin getirdi, dedi.Sör Matild, hiç hoşlanmadığım bir tipti. Fakatkutuları bana uzatırken boynuna sarılıpyanaklarını öpmemek için kendimi zor tuttum.Demek Mişel yanlış görmemişti. Mektebegelen kuzenimdi. Arkadaşlarım arasındamasalımın doğru olduğundan şüphe eden varsabu kutuyu görünce onlar da fikirlerinideğiştirmeye mecbur olacaklardı. Ne güzel!Kutularımın biri renk renk fondanlar, biriyaldızlı kâğıtlara sarılmış şokololarla doluydu.Üç, beş ay evvel olsa onları en yakınarkadaşlarımdan bile ne ihtimamla gizlerdim.Fakat o gece mütalaa saatinde kutularım elden

ele sınıfı dolaşıyor, bütün çocuklar, insaflarınınderecesine göre, içinden birer, ikişer, üçeralıyorlardı.Bazıları uzaktan bana manalı işaretleryapıyorlardı. Ben, utanmış gibi yaparak başımıöte tarafa çeviriyor, gülüyordum. Ne güzel!Mişel maalesef, yaldızlı dipleri görünmeyebaşlamış olan kutularımı tekrar bana teslim ettiğizaman:-Bu kutular adeta nişan şekeri kutusu Feride,diye fısıldadı.Masalım bana biraz pahalıya mal olmuştu,ama ne yaparsınız?...Üç gün sonraydı, imtihan için boyalı bircoğrafya haritası hazırlıyorum. Boya işleri banahiç gelmezdi. Biraz savruk olduğum için ikidebirde renkleri birbirine karıştırıyor, ellerimi vedudaklarımı boyuyordum.O gün de ben, yine bu halde uğraşırkenkapıcının kızı sınıfa girdi; beni görmek için

gelen kuzenimin parloir’da beklediğini haberverdi. Ne yapacağımı bilemiyor gibi etrafıma vekürsüde oturan muallim söre şaşkın şaşkınbaktığımı hatırlıyorum.O:-Haydi Feride, dedi. Haritalarını olduğu gibibırak... Misafirini gör...Haritaları olduğu gibi bırakayım, âlâ... Fakatmisafiri hangi suratla görmeye gideyim?...Yanımdaki arkadaşım, önlüğünün cebindenminimini bir ayna çıkarmış, benimle eğlenir gibiönüme koymuştu.Yüzümün, hele ağzımın hali felaketti. Yazıyazarken kalemi ağzıma soktuğum gibi, şimdide fırçayı ağzıma sokmuştum. Dudaklarım yolyol sarı, kırmızı, mor boyalarla boyanmıştı.Bunları ne mendille, ne de su veya sabunlaçıkarmama imkân olmadığını, hatta uğraşsambüsbütün sıvaştıracağımı biliyordum.Kâmran’ın ehemmiyeti yok tabii, onun

karşısına hangi çehreyle çıkmayı canım isterseöyle yaparım... Fakat gelenin kim olduğunuöğrenerek kıs kıs gülen arkadaşlarıma karşı ben,kur yapılan, hatta nişanlanmaya hazırlanan birkız vaziyetindeydim. Hay Allah cezasını versin!Koridordan çıkarken gözüme ilişen bir ayna,sıkıntımı büsbütün artırdı. O kadar ki, parloir’ınönü boş olsaydı belki de içeri girmeyecektim.Fakat ne çare ki, ortada bu hareketime manaverecek yabancılar dolaşıyordu.Ne yapalım, artık olan olmuştu. Kapıyı hızlaaçarak fırtına gibi içeri atıldım. Kâmranpencerenin yanında ayakta duruyordu. Doğrucayanına gitsem, ne bileyim, mesela birbirimizinelini tutmamız lâzım gelecekti; kuzenimin kadıneli gibi temiz ve süslü ellerini ıslak elleriminboyasıyla berbat edecektim.Gözüme masanın üstünde yine sırma tellerlebirbirine bağlı paketler ilişti. Bunların bana aitolduğunu anladım. Artık işi gürültüyegetirmekten, ellerimin, dudaklarımın boyalarınıbir çocuk deliliği perdesi altında saklamaktan

başka çare yoktu. Siyah önlüğümün eteklerinitutarak kutuların önünde muhteşem ve uzun birreverans yaptım. Bu esnada parmaklarımı birazda eteklerime silmek ihtiyacını ihmal etmedim.Sonra, kutulara elimle birkaç sıkı öpücükgöndererek bir parça da dudağımın boyalarınıhafiflettim.Kâmran gülerek yanıma yaklaşmıştı. Biraz daona iltifat etmek lâzım geliyordu:-Bunlar ne büyük iltifatlar, KâmranBeyefendi, dedim. Gerçi şokololar, fondanlarbiraz kılıcımızın hakkı ama, ne de olsa insanmahcup oluyor... Evvelki günkü kutuda bir nevifondan vardı, inşallah onlara yeni kutularda datesadüf etmek mümkün olur... Fakat hakikatentarifine imkân yok... insan, onları ağzındaeritirken yüreği de beraber eriyor.Kâmran:-Bu sefer zannederim daha kıymetli bir şeybulacaksın, Feride, dedi.

Yalancı bir telaş ve sabırsızlıkla onungösterdiği kutuyu açtım, içinden iki yaldızlıkitap çıktı. Bunlar Noel yortularında küçükçocuklara hediye edilen resimli bebek masallarıkabilinden şeylerdi. Kuzenim, herhaldeanlamadığım bir sebeple benimle eğlenmişolacaktı. Sırf bunun için buraya kadar zahmetettiyse ayıp doğrusu... Ona küçük bir dersvermek sırası gelmiş miydi acaba? Bilmiyorum,fakat kendimi tutamadım. Boyalı dudaklarımauymayacak bir ciddiyetle:-Hediyelerin her türü için teşekkür etmeklâzım, dedim. Fakat müsaade ederseniz küçükbir römork yapayım... Birkaç sene evvel siz debir çocuktunuz. O vakit haliniz veağırbaşlılığınızla büyük insanlara benzerdinizgerçi, ama ne de olsa, bir çocuktunuz değil mi?Siz maşallah seneden seneye büyüyor, resimliroman kahramanlarına benzer bir gençoluyorsunuz da ben daima yerimde sayıyorum?Kâmran, hayretle gözlerini açtı:


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook