İhtiyar kadına, bana yardım etmesinisöyleyerek hasırı kaldırdım. Yerleritemizledikten sonra, sıraları dizerek bir sınıfhaline getirdim.Hatice Hanım’ın çehresinden memnunolmadığı anlaşılıyordu, fakat bana karşıkoymaya cesaret edemiyor, ne dersemyapıyordu. Ben, ellerim toz toprak içinde buişleri bitirmeye çalışırken talebelerim de birerbirer sökün etmeye başlamışlardı.Zavallıların kıyafetleri öyle sefil ve perişandıki, hemen hiçbirisinde çorap, potin yoktu.Başları, eski püskü bez parçalarıyla sımsıkıkundaklanmış, çıplak ayaklarındaki nalınlarışakırdata şakırdata dershanenin kapısına kadargeliyorlar, orada nalınlarını çıkartarak yan yanadiziliyorlardı.Çocuklar, beni görünce birdenbireürkmüşlerdi. Utana utana kapıdan bakıyorlar,kendilerini çağırdığım zaman kollarıyla yüzlerinikapıyorlar, yahut kapının arkasına
saklanıyorlardı. O kadar ki, bazılarınıbileklerinden tutarak yarı zorla sınıfa sokmayamecbur oldum.Yanıma geldikleri zaman gözlerini sımsıkıyumarak öyle bir el öpüşleri vardı ki, gülmemekiçin kendimi zor zapt ediyordum.Besbelli, köyün bir âdeti olan buöpücüklerden her biri gülünç bir ahenklesaklıyor ve elimin üzerinde hafif ıslaklıkbırakıyordu. Yavrucakları kendime ısındırmakiçin her birine bir iki hoş kelime söylüyordum.Fakat onlara, mümkün olduğu kadar tatlı birsesle sorduğum sualleri -insanı mahcup edecekkadar inatçı bir sükûnetle- cevapsız bırakıyorlar,yalnız birçok naz ve niyazdan sonra adlarınısöylemeye razı oluyorlardı.“Zehra, Ayşe, Zehra, Ayşe, Zehra, Ayşe.”Aman Yarabbî! Bu köyde ne çok Ayşe veZehra vardı. Hem de gülecek halde olmamamarağmen, aklıma tuhaf şeyler geliyordu: Meselabir müfettiş gelse de talebelerimi tanıtmamı
istese: “Dokuz Ayşe ile on iki Zehra var!” diyeçabucak işin içinden çıkacaktım. Sonra, kolaylıkolması için, Ayşeleri dershanenin bir tarafına,Zehraları öteki tarafına oturtmak, bahçede topoynatırken (çünkü teneffüslerde bu çocuklarımuhakkak eğlendirecektim) Ayşeler bu yana,Zehralar bu yana, diye gruplar yapmakmümkündü.Kendimi tutamayarak, gizli gizli eğlenmeyebaşlamıştım. Yeni gelen kız çocuklarına:“Kızım, sen Zehra mısın, yoksa Ayşe mi?” diyesoruyor ve çok kere umduğum cevabıalıyordum.Yumruk yüzlü bir küçük kız, hepsinden cesurçıktı. Kara gözlerini yüzüme kaldırarak “Sen nebiliyorsun benim adımı?” diye hayret etti.Talebelerimi birer birer sıralara oturtuyor,yerlerini bellemelerini tembih ediyordum.Zavallıların hali görülecek şeydi. Bir türlüsıralara yerleşmesini beceremiyorlar, ağaç dalınayahut asma çardağına oturmuş gibi garipvaziyetler alıyorlardı.
Yanlarından ayrıldığım zaman göz ucuylabana bakıyorlar tuhaf bir surette sallanan kirlibacaklarını -kabuğuna çekilen kaplumbağalargibi-yavaş yavaş çekerek altlarına alıyorlar. Neyapalım, yavaş yavaş alışacağız.Bir şey pek tuhafıma gitmişti. Utana sıkılayanıma gelen, gözlerini kapayarak el öpen,köylü gelini gibi nazlı ağızlardan bir kelimealınabilen bu çocuklar, kitaplarını açar açmazdik bir sesle bağıra bağıra okuyorlardı. Sınıfkalabalıklaştıkça gürültü artmaya, başımı iyideniyiye sersemletmeye başlamıştı.Hatice Hanım’a:-Her zaman böyle bağıra çağıra mı çalışırlar?Buna dayanılır mı? diye sordum.O, biraz hayretle yüzüme baktı.-Elbette kızım! Mektep bu. Keser vurmadanağaç yontulur mu? Ne kadar ses çıkarırlarsa,ders o kadar zihinlerinde yer eder, diye cevapverdi.
Sınıf, hemen hemen dolmuştu. Mektebin tekgüzel ve yeni eşyası olan hoca kürsüsüne,kuvvetle elimi vurdum. Lakırdı söyleyerek,sessiz çalışmalarını tembih edecektim. Fakatbenim gürültümü merak edip başını kaldıran bileolmadı. Hatta taşlanmış bir arı kovanı gibi,uğultu bilakis daha fazla arttı“Euzübillahi, ebced, hevvez, huti, cimüstünde ce, cim esre ci.”Çocukları yola getirmek için, herhalde epeycesıkıntı çekeceğim anlaşılıyordu. Fakat neticedemuvaffak olacağıma hiç şüphem yoktu.Hatice Hanım’a:-Bugün, sen yine bildiğin gibi okut, HaticeHanım. Ben, sınıfı nizama sokmadan dersebaşlamayacağım, dedim, ihtiyar kadın, şüphelibir bakışla:-Biz ne gördükse, onu okutuyoruz kızım.Sizin bildiklerinizi bilmeyiz, ne yapalım,mektepli değiliz ki, dedi.
Kadıncağızın ne demek istediğini sonradananladım. Hatice Hanım, kendisini imtihanaçektiğimi zannetmiş, iki yüz elli kuruş aylığıkaybetmekten öyle korkuyordu ki...Havanın açık olmasına rağmen kızlardanbirkaçı başlar eski peştamallarla örtülü olarakmektebe gelmişlerdi. Hatice Hanım’a bunlarınniçin böyle yaptıklarını sordum.O, hemen her sualim gibi buna da hayretlecevap verdi:-İlahi kızım, bunlar koskoca gelinlik kızlar.Sokakta başı açık gezecek değiller ya.Aman Yarabbî, bu on, on ikişer yaşındakisolucan gibi soluk, renksiz çocuklar mı yetişkinkız? Ben, hakikaten çok tuhaf bir yeredüşmüşüm.Böyle olmakla beraber bir dereceye kadarsevindim. Bunlara gelinlik kız diyenler banaelbette evde kalmış ihtiyar gözüyle bakacak,kimse artık çocuk diye eğlenmeyecektir.
En geç mektebe gelenler erkek çocuklardı. Budelikanlılar, büyük adam gibi ev işi görürler,kuyudan su çekerler, inek sağarlar, dağdan oduntaşırlarmış.Hatice Hanım, onlara, biraz dışarıdadurmalarını söyledi, sonra mahcup mahcup:-Galiba başörtüsünü unutmuşsun kızım, dedi.-Buna lüzum var mı?-E, hakçası aranırsa var. Ben karışmam ya,baş açık ders okutmak günah olmaz mı?“Biliyorum” demeye utandım, hafifçekızararak: “Gelirken başörtüsünü almayıunuttum da” diye yalan söyledim.Hatice Hanım:-Peki kızım, sana temiz bir tülbent vereyim,dedi. Odasında açılıp kapanırken çıngır çıngıröten bir sandıktan yeşil bir yemeni çıkarıp verdi.Başa gelen çekilecek, ne çare! Yemeniyisaçlarımın üstüne attım, iki ucunu İstanbul
sokaklarında fal bakan Çingene kızları gibiçenemin altından iliştirdim.Pencerelerden birinin kapalı kepengi,önündeki camı soluk bir endam aynasınabenzetmişti.Belli etmeden pencerenin önüne gittim,kendimi seyretmeye başladım. Ben, mektephocası olduktan sonra, kendime bir kıyafetdüşünmüştüm. Fikrime göre bir hoca vazifebaşında, başka kadınlar gibi giyinemezdi.İcadım çok sadeydi. Dizkapaklarıma kadarsiyah parlak satenden bir gömlek, belde kayışbir kemer, kemerin altında mendil ve not defteriiçin iki küçük cep.Yalnız bu siyahlıkları biraz açmak için beyazketenden geniş bir yaka. Ben, uzun saçı hiçsevmem, fakat hoca olduktan sonra başımı böylebırakamazdım. Bir aydan beri, saçlarımıuzatmaya başladığım halde, henüz omuzlarımainememişti.İlk ders için bu dediğim tarzda giyinmiş,
saçlarımı aksilik edip alnıma düşmesinler diyesıkı sıkı fırçalamıştım. Parlak siyah gömleğimin,fırçadan kurtulur kurtulmaz isyana başlayan kısasaçlarımın üstündeki bu yeşil tülbent, o kadartuhaf duruyordu ki, gülmemek için adetadudaklarımı sıkıyordum.Kendilerinden kaçmak için saçlarımı HaticeHanım’ın yeşil tülbendiyle örttüğüm delikanlıtalebelerimi takdim edeyim:Evvela, fare gibi sandıkta vakit geçiren küçükVehbi, hakikaten eğlenceli bir fındıksıçanı.Boncuk gibi kara, parlak gözleri, küçük kurnazyüzü, sivri çenesiyle mektebin en şeytançocuğu...Topaç gibi yusyuvarlak, ak gözlü, parlak dişli,kıpkırmızı ağızlı, kuzguni siyah bir Arap: CaferAğa... (Kendisine, sadece Cafer diyenleremektepte cevap vermemekle iktifa eder, fakatsokakta taş atarmış.)
On yaşında, iskelet gibi kuru, çiçekbozuğu,süzgün, kirli çehreli, küçük dişli bir çocuk: Aşur.Nihayet, sınıfın en ehemmiyetli siması: HafızNuri, on yaşındaymış, fakat yüzü, yetmişlik birihtiyar gibi buruşuk. Çenesinin altında yenikapanmış bir sıraca yarası ki, dal gibi boynunçıplak kalmasına sebep olmuş. Kirpiksiz patlakgözleri, beyaz sarığının altında yumurtabiçiminde bir kafa, hülasa, para ile gösterilecekacayip bir mahluk.Hatice Hanım, o sabah, taze taze mezarlıktankesilmiş uzun değnekleri yanına yerleştirdiktensonra, birer birer çocukları yanına çağırmaya,derslerini okutmaya başladı.O ders verirken, ötede kıyametler kopuyordu.Sör Aleksi, sınıfta gürültümüzden rahatsızoldukça, mum gibi sarı parmaklarını birbirinegeçirir, berrak mavi gözlerini bir Meryem tasvirisaflığıyla gökyüzüne kaldırarak: “Bana bir
Kalver azabı çektiriyorsunuz!” derdi.Sınıftaki bütün gürültülerin, yaramazlıklarınelebaşısı olan Çalıkuşu, sana ettiklerini acı acıçekmeye başlıyor. Bu sersem edici gürültününönünü almak, talebelerimi sessiz çalışmaya,sınıfta verilen bir dersi hep birden dinlemeyealıştırmak için iki hafta uğraştım.Neyse, emeğim boşa gitmedi, ilk günlerdebütün gayretime rağmen çocuklarla başaçıkamıyordum. Hatice Hanım’ın sınıfta yılangibi, ıslık çalan taze değneklerinden sonra sesimonlara öyle hafif geliyordu ki...Bazen canıma yetiyor: “Gel Hatice Hanım!”diye dışarıya bağırıyordum. Onun, küpe binerekhavalarda uçan masal cadısı gibi dershaneyegirmesi bana yardım ediyordu.Nihayet, bu gürültüyü yavaş yavaşsöndürmeye muvaffak oldum. Şimdi, sınıf dahasakin. Çocuklar, yavaş yavaş söz anlamayabaşlıyorlar. Hatta, onlar ne kadar bağırırlarsa,dersin o kadar kuvvetle zihinlerine yerleşeceğine
inanan Hatice Hanım bile memnun, ikide birde:“Hay Allah razı olsun kızım, kafacığımdinlendi” diyor. Fakat, benim istediğim, sadecebu değildi. Onlara biraz hayat ve neşe devermek istiyordum, işte bu, bir türlü kabilolacağa benzemiyordu.Bu köyün evleri, sokakları, mezarları gibiçocuklarında da siyah bir neşesizlik var. Renksizdudakları gülmenin ne olduğunu bilmiyor,durgun gözleri ağır bir melâl içinde ölümüdüşünüyor gibi. Ben bile, yavaş yavaş onlarabenzemeye başlamıyor muyum? Eskiden ölümüben başka türlü düşünürdüm, insan elli sene,altmış sene, hülasa istediği kadar yorgunluktanbitap düşünceye kadar gezer, koşar, eğlenir.Sonra, gözleri tatlı bir uyku ihtiyacıylamahmurlaşmaya başlar. O vakit bembeyaz,temiz bir yatağa uzanır. Yeni başlayan uykularınhafif sarhoşluğu içinde gülümseye gülümseyesönüp gider. Güneşe karşı parlayan beyazmermerler üstünde kucak kucak çiçekler... Omermerlerdeki küçük yalaklardan su içmeyegelmiş birkaç kuş... işte ölüm denince benim
gözümde böyle sevimli ve hemen hemen neşelibir hayal uyanırdı. Şimdi, onun acı lezzetini,ödağacı ve servi kokuları içinde dilimle tadıyor,ciğerlerimle kokluyor gibiyim!Çocukların bu kadar ağır ve neşesizolmalarına Hatice Hanım’ın da hayli yardımıdokunmuş. Bu kadıncağız, hocanın vazifesini,kalplerde dünya emelini söndürmek diyeöğrenmiş. Her fırsatta yavrucakları ölümle yüzyüze getiriyor. Duvardaki birkaç tabiiyelevhasını sırf bu maksatla mektebe gönderilmişsanıyor. Mesela:“Bu dünya fanidir, kimseye kalmaz! Yürüdünya yürü, ahir zamanıdır!” kabilindenkorkunç bir ilahi okuttuktan sonra iskeletlevhasını ortaya koyuyor: “Yarın biz ölünceetlerimiz böyle çürüyecek, kemikler böylekuruyacak!” diye ölümün dehşetini ve kabirazaplarını anlatmaya başlıyor.
İhtiyar kadına göre, öteki levhalar da aşağıyukarı aynı şeyi ifade etmektedir. Mesela çiftlikresmini gösterirken: “Allah bu koyunlarıkullarım yesin de bana ibadet etsin diye yarattı.Koyunları kör boğazımız zifleniyor da, Allah’aborcumuzu ödüyor muyuz? Ne gezer? Amma,yarın toprağa girdiğimiz vakit, bakalım ne cevapvereceğiz?” yolunda bir şeyler söylüyor vetekrar ölümün tasvirine geçiyor.Yılan levhasına gelince: Hatice Hanım, onuŞahmeran diye tanıtmış. Hasta olan köylülerinisimlerini yılanın karşısına yazmak suretiyle,onların tedavisine de çalışıyor.Evet, bu biçare çocukları bir parçaneşelendirmek, güldürmek için ne maskaralıklaryapıyorum.Fakat, emeklerim boşa gidiyor.Mektebe teneffüs usulünü de koyduk.Çocukları yarım saatte, bir saatte bir, bahçeyeçıkarıyorum, eğlenceli, meraklı oyunlaröğretmeye çalışıyorum. Nedense, bir türlü
bunlardan tat duymuyorlar. O vakit, çaresizonları kendi hallerine bırakarak bir köşeyeçekiliyorum.Bu mihnet çekmiş, yaşlı başlı insanlarabenzeyen, yorgun çehreli, donuk gözlü kızçocuklarının en büyük eğlenceleri, bahçenin birköşesine toplanıp ölüm, tabut, teneşir, zebani,kabir gibi korkunç kelimelerle dolu ilahilerokumaktan ibaret! Hele bir tanesi var ki, tüylerürpertiyor.Onlar seslerini titrete titrete hep bir ağızdan:“Haramiler gibi soyarlar seni, Bir kuru tabutakoyarlar seni, Zalim ölüm sana çare bulunmaz.”diye uluşurlarken gözümün önünden sıra sıracenaze alayları geçiyor.Çocuklarımın en sevdikleri eğlencelerden biride cenaze oyunudur. Ekseriya, uzun öğleteneffüslerinde oynana oynana bu oyun adetabir tiyatro piyesi gibidir ve başlıca aktörleriHafız Nuri ile Arap Cafer Ağa’dır.Cafer Ağa, hastalanıyor; kız çocuklar, etrafına
toplanarak Kuran okuyorlar, ağzına zemzemakıtıyorlar.Küçük, akı çok gözlerini belirterek ruh teslimedince kızlar feryat ederek çenesini bağlıyorlar.Sonra Cafer Ağa’yı teneşirde yıkıyorlar.Çocukların, kırık bir kapı tahtasını yeşilbaşörtülerle süsleyerek meydana getirdikleritabutun korkunç bir sahici tabuttan farkı yok.Hafız Nuri’nin dik, meş'um bir sesle selâvermesi, ezan okuması, cenaze namazıkıldırması tüyler ürpertecek bir şey. Hele mezarbaşında: “Ya Cafer İbn-i Zehra!” diye bir talkınverişi var ki, gece rüyalarıma giriyor.Dediğim gibi, bu memleketin havasında insan,ölümü adeta kokluyor. Hele geceler... Onlarınvehimlerine, korkularına dayanmak dahamüşkül!Gecenin birinde dağda çakallar ulumayabaşladı. Fena halde ürktüm. Ne olursa olsunHatice Hanım’ın odasına inmek istedim.
Fakat, bu küf kokulu, bodrum gibi odanınkapısını açınca, gördüğüm manzara, bana çakalsesinden bin kat daha korkunç geldi.İhtiyar kadın, baştan başa beyazlarabürünmüş, bir seccadenin üstünde kendindengeçmiş gibi, boğuk bir sesle bir şeyler okuyarak,iki yana sallanarak esma tesbihi çekiyordu.Burada sevmeye başladığım üç şey var:Birisi, penceremin altındaki akar çeşme ki, hiçdurmayan sesiyle yalnız gecelerimde, adeta banaarkadaşlık ediyor.İkincisi, küçük Vehbi: Hatice Hanım’ınsaltanatı zamanında, ömrünü sandığın dibinde,sırtüstü ceza çekmekle geçiren çocuk. Ben, buafacana iyiden iyiye abayı yaktım. Buradakiçocukların hiçbirine benzemiyor. K’leri C gibitelaffuz ederek öyle serbest, şen bir konuşmasıvar ki...
Vehbi, bir gün bahçede küçük, parlakgözlerini süze süze yüzüme bakıyordu:-Ne bakıyorsun Vehbi? dedim.Hiç çekinmeden:-Sen güzel çizmişsin be. Ağama alıvereyemseni..Bizim gelinimiz ol. Ağam, sana pabuçlar,entariler, taraklar alıverir.Vehbi’nin her hali iyi, hoş amma, bir türlübeni saymıyor. O kadar ki, azarladığım, yavaşçaince kulağını çektiğim zaman bile banaehemmiyet vermiyor. Mamafih, belki de bununiçin onu bu kadar seviyorum.Vehbi, bu münasebetsizliği de yapıncakaşlarımı çattım.-İnsan, hocasına böyle lakırdı söyler mi?İşitilirse senin ağzını yırtarlar, dedim.Çocuk, benim saflığımla eğlenir gibi:-Yağma var mı, başcasına söyler miyim? dedi.Aman Yarabbî, bu parmak kadar köylü çocuğu
neler biliyordu!Aynı fütursuzlukla devam etti;-Sana İstanbullu yence derim, cestaneçetiveririm, ağam senin boynuna altınlar tacar.-Senin yengen yok mu?-Var amma, o cara cız, onu da çoban Hasan’aveririz.-Senin ağan ne iş görür?-Candarma.-Candarma ne yapar?Vehbi, düşüne düşüne başını kaşıdı; sonra:-Canavarları çeser, dedi.Vehbi’nin, hoşuma giden bir hali de, kibir veinadıdır. O, kocaman bir erkek kadar kafatutmasını bilir. Derste yanlışını çıkardığım vakithem utanır, hem kızar. Bir türlü yanlışınıdüzeltmek istemez. Daha üstüne varacakolursam isyan eder. İstihfafla yüzüme bakarak:
-Sen, karı kısmısın, aklın ermez, der.Üçüncü sevdiğime gelince; o, kimsesiz küçükbir kızdır. Derse başladığımın, galiba beşincisabahıydı. Sıralara göz gezdirirken birdenbirekalbim tatlı bir heyecanla çarptı. En arka sıranınucunda, bembeyaz denecek kadar uçuk sarısaçlı, duru beyaz tenli, melek gibi güzel çehrelibir kız çocuğu, inci gibi dişleriyle banagülümsüyordu.Bu çocuk kimdi? Birdenbire nereden çıkmıştı?Elimle işaret ettim.-Yanıma gel bakayım, dedim.Bir kuş hafifliğiyle yerinden atladı. Benim,mektepte yaptığım gibi, sıçraya sıçraya yanımageldi.Yavrucak, son derece fakirdi. Ayakları çıplak,saçları darmadağınıktı. Arkasındaki rengikaybolmuş basma entarisinin yırtıklarındanbeyaz, nazik teni görünüyordu.
Minimini ellerini tuttum:-Yüzüme bak küçük, dedim.Korka korka başını kaldırdı, kıvırcıkkirpiklerinin arasında iki lacivert göz parladı.Zeyniler’de, çektiğim ıstırap beniağlatmamıştı. Fakat, bu yarı çıplak çocuğungözleri, kırmızı ağzının içinde iki inci dizisi gibigülen dişleri, o dakikada kendimi tutmasaydım,beni hıçkıra hıçkıra ağlatacaktı.Hafifçe çenesini okşadım, bütün kızlarasorduğum gibi, ona da:-Senin adın Zehra mı küçük, yoksa Ayşe mi?dedim. O, temiz İstanbul telaffuzlu veinanılmayacak kadar tatlı sesiyle:-Benim adım Munise, hocanım, dedi.-Sen, bu mektepte mi okuyorsun?-Evet, hocanım.-Niçin kaç gündür gelmedin?
-Abam göndermedi hocanım, işimiz vardı.Bundan sonra gelirim.-Senin annen yok mu?-Abam var hocanım. (Munise, ablaya abadiyordu.)-Annene ne oldu?Küçük kız, gözlerini önüne indirdi, sustu.Bana öyle geldi ki, bu çocuğun kalbinde,bilmeden bir gizli yaraya dokundum. Dahaziyade ısrar etmeyerek başka bir şey sordum.-Dün akşamüstü türkü söyleyen sen miydinMunise?Bir gün evvel civar bahçelerden birinde incebir çocuk sesinin türkü söylediğini işittim. Buses, öyle tatlı, burada işittiğim seslerden o kadarbaşkaydı ki, başımı pencereye dayayarakgözlerimi kapamış, birkaç dakika kendimi başkayerlerde, adını anmak istemediğim vefasızlıkmemleketlerinde sanmıştım.
Türkü söyleyen bu küçük kızdan başkasıolamazdı.Munise, utana utana başını salladı:-Bendim hocanım, dedi.Çocuğu yerine gönderdikten sonra dersebaşladım. Kendimde bir fevkalâdelikhissediyordum. Bu küçük kız, bana ılık birilkbahar güneşi gibi tesir etmişti. Karlar içinegömülmüş kuş yuvalarına düşen sarışın bir ışıkparçası...Yuvanın soğuk neşesizliği içinde başınıkanatlarının arasına saklayarak titreyen hasta veküskün Çalıkuşu, yavaş yavaş canlanmaya, eskişenliğini tekrar bulmaya başlıyordu.Vücudumun hareketlerine tuhaf bir oynaklık,sesime, söyleşime hareketli bir ahenk geliyordu.Ders verirken gözlerim gayri ihtiyari onadönüyordu. O da bana bakıyordu, inci dişlerindetatlı bir gülümseme, lacivert gözlerindedudaklarıma sürünürcesine hissettiğim bir
muhabbetle annelik hissini ben, ömrümde ilkdefa bugün duydum.Yalnız yaşamaya mecbur olduğuma göre, bariböyle bir küçük kızım olsaydı! Yazık, bu, bananasip olmayacak.Munise hakkında Hatice Hanım’dan pek azşey öğrenebildim.“Abam” dediği kadın üvey annesiymiş.Babası ihtiyar bir orman memuruymuş, ikincikarısını bu köyden aldığı için tekaüt olduktansonra beş on kuruş tekaüt aylığı sayesindegeçinip gidiyorlarmış.Hatice Hanım’a dedim ki:-Anlatışına göre, ailesinin hali, vakti pek fenadeğil, niçin bu çocuğa bakmıyorlar?İhtiyar kadın, kaşlarını çattı:-O kadar baktıklarına şükür, başkası olsasokağa atardı.-Niçin?
-Bu kızın annesi fena kadın, kızım, aklımdakalmadı, beş yıl evvel mi ne, bir jandarmamülazımıyla kaçtı. Bu kızcağız daha pekküçüktü. Ondan sonra, zabit de onu bırakıpbaşka memleketlere gitmişti. Kadın, dillenincedelikanlılar dağa kaldırmışlar, hasılı kötü oldugitti.-Olabilir. Hatice Hanım, ama bu çocuğun nekabahati var?-Daha ne yapsınlar? Öyle kadının çocuğunadiba kumaşları giydirecek halleri yok ya, dedi.Munise, her gün mektebe gelemiyordu.Sorduğum vakit:-Abam çamaşır yıkattı, abam tahta sildirdi,abama odun toplayıverdim dağdan, gibicevaplar veriyordu.Bu çocuğa, arkadaşları pek iyi bir gözlebakmıyorlardı. Sınıfta onu daima kendilerindenuzak tutuyorlar, fırsat buldukça gizli gizli canınıyakarak ağlatıyorlardı. Bunda biraz benim de
kabahatim vardı. Küçük kıza karşı duyduğumsevgiyi gizleyememiştim. Sınıfta onuokşadığımı, bahçede yanıma alarakkonuştuğumu görenler fena fena bakıyorlardı.Bir gün Munise’nin mektep bahçesindeağladığını, “Ne yapıyorum ben size, yapmayın!”diye yalvardığını duydum ve kendimigöstermeden pencereden baktım. Kızlar,çeşmeden ağızlarına su dolduruyorlar, Munise’yikovalayarak bu suyu üstüne püskürtüyorlardı.Çocuk, ağlaya ağlaya köşeden köşeye kaçıyor,elleriyle yüzünü, gözünü, boynunu saklamayaçalışıyordu.O ağır ve korkak tavırlı, durgun bakışlı kızlar;yaralı ceylanı kovalayan av köpeklerinedönmüşlerdi. Kara bacaklarının üstünde sert birçeviklikle sıçrıyorlar, leş kargaları gibi vahşiçığlıklar kopararak etrafında dönüyorlardı.Küçük kızı kâh köşede sıkıştırarak, kâh topraktayuvarlayarak avurtlarını şişirerek suyu yüzüne,yırtık entarisinin yarı açık bıraktığı göğsünefışkırtıyorlardı.
Aklım başımdan gitmişti. Deli gibi odadanfırladım. Öyle koşuyordum ki, sağ ayağımmerdivenin küçük tahtalarından birini çökerterekiçine geçti. Ben, bahçeye çıktığım zamanmuharebenin şekli değişmiş bulunuyordu.Munise’ye, kendi gibi küçük, fakat çetin biryardımcı çıkmıştı. Küçük Vehbi.Bu dokuz yaşındaki yaramazınkahramanlığını unutamayacağım. Vehbi,çeşmeden akan suların biraz ötede meydanagetirdiği çamur batağına girmiş, bir ördek gibiçırpınıyor,Munise’ye hücum edenleri korkunç bir çamuryağmuruna tutuyordu. Kolları, ayakları, yüzüçamurdan simsiyah kesilmişti, ince sesi, kızlarınyaygaraları arasında keskin bir düdük gibiötüyordu.-Gavurun kızları, bırakın kızı, be. Hepiniziçeserim!Kızlar, bu hücum karşısında gerilemeyemecbur oldular. Munise’yi yarı baygın bir halde
kucağıma aldım, odama götürdüm.Bu güzel, küçük kızı, kollarımda sıkarkenduyduğum şeyleri söylemek mümkün değil.Kalbimin derinliklerinde gizli bir pınar kaynıyorgibi, göğsüme sıcak bir şeyler iniyor, bütünvücudumu, gözlerimi ıslatan, nefesimi kesen,ılık, baygın bir lezzet sarıyordu.Ben, bu sarhoşluğu bir kere daha duydum gibigeliyor. Fakat acaba nerede? Ne vakit?Şimdi, bunları yazarken kalbim duruyor,gözlerimi uzaklara dikerek düşünüyordum. Evet,nerede. Ne vakit? Bu, herhalde eski bir rüyanınhatırası olmalı. Çünkü, bu uzak, silik hayalde,rüya gibi aklın almayacağı şeyler var. Kendimihavanın boşluğu içinde uçar gibi görüyorum.Etrafımda sert hışırtılarla yüzüme, saçlarımasürünerek akan bir yaprak seli var. Acabanerede? Yok, yok, ben ömrümde böyle şeyi ilkdefa hissettim.Talebelerimi, o gün, biraz ihmal ederekMunise ile meşgul oldum. Fırtınalarla örselenmiş
zambaklara benzeyen, güzel vücudunu, beyazdenecek kadar açık sarı saçlarını temizledim.Biçare, hemen on dakika, için için ağlamaktadevam etti. Ah, bu gözyaşları. Bana öylegeliyordu ki, onlardan dökülen damlalar, kızınküçük yüzüne değil, benim kalbimin içinesızıyor.Çocuğun, yavaş yavaş emniyetinikazanıyordum. Ben, ona eski entarilerimdenbirini alelacele küçültüp dikerken, o, bir kediyavrusu gibi eteklerime sokuluyor, ıslakgözleriyle derin derin yüzüme bakıyordu.Vakitsiz ve haksız bir mihnete uğramış bütünçocuklar gibi, Munise’de de büyük bir insan halivar. Benim daha bir iki aydan beri anlamayabaşladığım bazı şeyleri o, çoktan öğrenmiş.Evet, üç küçük kardeşinin kahrını hep oçekermiş. Böyle olduğu halde, abasını bir türlümemnun edemez, her gün birkaç kere dayakyermiş.Bir hafta evvel bahçeye, komşunun ineği
girmiş. Munise, onu kovmaya uğraşırken, enküçük kardeşi salıncaktan düşmüş, Abası onubir temiz dövdükten sonra ahıra kapamış. İkigün kuru ekmek kırıntılarından başka bir şeyvermemiş.Munise, bana, fildişleri gibi beyaz teninde morlekeler, çürükler gösteriyordu. Bunlar, hep odayağın izleriymiş.Dayanamadım:-Peki Munise dedim, baban sana acımıyormu? Cahilliğime acır gibi, derin derin yüzümebakıp gülümseyerek:-O bana acıyor, ben de ona acıyorum, dedi.İkimizin de elimizde bir şey yok ki...Bu sözleri söylerken, öyle bir göğüsgeçirmesi, iki elini açarak bu miniminiavuçlarındaki çaresizliği, öyle bir göstermesivardı ki yüreğimi eritti.Bebek oynar gibi seve seve, sevine sevineuğraşarak Munise’yi süsledim. Küçük kıza, bir
el aynası içinde kendisini gösterdiğim vakit,sevinçten kıpkırmızı oldu. Pembe bir kurdele ileiki yandan örülmüş saçlarına, lacivert yünlüdenkısa entarisine, uzun siyah çoraplarına biryabancıyı seyreder gibi korka korka bakıyordu.Sonradan anladığıma göre, Munise’nin süsügünlerce Zeyniler Köyü’ne dedikodu sermayesiolmuş. Bazıları benim iyiliğimden hoşlanmış.Fakat birçok kimse de memnun kalmamış. Anasıdağlarda gezen bir yılan yavrusuna, bu kadarmerhamet fazlaymış. Sonra süsün bu derecesinigünah sayanlar, çocuğu annesinin gittiği fenayola sapmaya bir teşvik addedenler debulunmuş.Zavallı Munise, pembe kurdelesinden, kısaetekli lacivert entarisinden, siyah çoraplarındanhevesini alamadı.Üvey annesi, bu elbiseleri kim bilir, nedüşünerek sandığa kaldırmış. Çocuk iki günsonra aynı yırtık entari içinde mektebe geldi.Munise, mektebe pek seyrek uğruyor. Hele üç
günden beri hiç görünmedi. Bakalım, yarınküçük Vehbi’den ona dair havadis isteyeceğim.Zeyniler, 30 KasımMektebe günden güne daha fazla ısınıyordum.Viran dershane adeta temiz ve sevimli bir şekilaldı. Hatta, onu bir parça süslemeye demuvaffak oldum.İlk günlerde o kadar vahşi, yabancı bulduğumçocuklar, şimdi bana daha cana yakın geliyorlar.Ben mi onlara alıştım, yoksa usanmak bilmeyengayretim sayesinde onlar mı yavaş yavaş yolagelmeye başlıyorlar, pek bilmiyorum? Fakat,zannederim ki, ikisinin de tesiri var.Çok çalışıyorum. Onlardan ziyade kendimiçin, kendimi işsizlik ve yalnızlığın müzminmelâline kaptırmamak için, geceli gündüzlüdidiniyorum. Muvaffakiyetsizliğe uğradıkçameyus olmuyorum. Bu bulanık, durgun gözlü,karanlık ruhlu çocuklar da biraz düşünce, birparça yaşamak zevki uyandırdığımı hissedinceseviniyorum.
Köylü komşulardan bazıları ara sıra banamisafir geliyorlar. Bunlar da, konuşmaktan pekhoşlanmayan, hele gülmeyi bilmeyen şeyler.Galiba biraz da benden utanıp çekiniyorlar.İlk günlerde o kadar sade giyinmeye alıştığımhalde yine beni fazla süslü bulduklarını, halimibeğenmediklerini anlıyorum. Hatta, muhtarınkarısı birkaç defa da taş atmıştı.Ben, onlara elimden geldiği kadar sevimligörünmeye, hatırlarını hoş etmeye çalıştım.Hatta bazılarına mektup yazmak, entari biçipdikmek gibi hizmetlerde bile bulundum. Şimdi,öyle hissediyorum ki benim hakkımdaki fikirleribiraz değişti.Evvelki gün, yine muhtarın karısı gelmişti.Kocasından bana selam getirdi. Muhtar Efendidemiş ki: “Ben onu ilk gördüğüm zaman pekgözüm tutmadıydı ama, Allah için iyi kızmış.Hanım hanımcık mektepte oturuyor. Bir işiolursa bana haber versin.”Bu iltifata, tabii teşekkür ettim.
Burada beni beğenen, sık sık ziyaretime gelenbir ehemmiyetli şahsiyet daha var: Köyün ebesiNazife Molla. Adı Zehra, yahut Ayşe olmayışınagöre, herhalde başka yerli bir kadıncağız ki, çokgeveze olması da bunu gösteriyor.Dedikodu yapıyor zannetmesinler diye fazlaşey sormaya cesaret edemiyorum. Fakat köyhakkında bana, meraklı ve eğlenceli şeyleröğretiyor. Kendisine göre, çok anlayışlı veincelikleri de var. Mesela, bir gün odada yalnızbulunduğumuz halde başkalarına işittirmektenkorkuyormuş gibi, ağızını kulağıma yaklaştırdı,Munise’nin annesi için merhamet ve müsamahaile dolu şeyler söyledi. Sonunda başınısallayarak:-Kabahat, o papaz kocasında. Günahını oçeksin. Aman kızım, söylediklerimi başkasınasöyleme. Adamı taşa gömerler diye, sonra ilaveetti.Ebe Hanım’ın bir hafız oğlu varmış. Buramazan B’ye cerre gitmiş. Epeyce kârlı bir iş
bulmuş olacak ki, daha dönmemiş. Bu seneAllah nasip ederse hafızı evlendirecekmiş.Kadıncağız, sırası düştükçe hafızı methediyor,manalı manalı göz kırparak bana ümitler veriyor.Bazı kayıt ve şartlara riayet edersem HafızEfendi’ye zevce olabilmek şerefine layıkgörüleceğimi anlıyorum. Hasılı bu kadın, beniepeyce eğlendiriyor.Ebe Hanım, bu sabah yine gelmişti. Banamevlit okumayı bilip bilmediğimi sordu.Yakında bir düğün varmış da. Anlaşılan buköyün düğünlerinde çalgı yerine mevlitokuyorlar.Gülmemek için dudaklarımı ısırarak:-Bilirim ama, sesim yok, Ebe Hanım, dedim.Ebe Hanım, bana teessüf etti. Eski hocahanımlardan biri gayet güzel mevlit okur, busayede epeyce para kazanırmış. Mamafih,bugünkü ziyaretten asıl maksat bu değil. Fakirbir kızcağızı gelin ediyorlarmış. Komşularsevâblarına bir iki tencere ile yatak tedarik
etmişler, gelini köşeye oturtmak için benden debir eski entari istiyorlarmış. Zaten bu kız, benimyabancılarımdan da değilmiş, mekteptetalebelerimden biriymiş.Bunu işitince hayret ettim:-Benim çocuklar arasında gelinlik kız yok kiEbe Hanım, dedim. En büyüğü on iki yaşında.Nazife Molla güldü:-İlahi kızım, on iki yaş küçük mü? Ben,köşeye oturduğum zaman on beş yaşındaydımda, bana evde kalmış kız dedilerdi. Şimdi, eskiâdetler kalktı ama, bu öksüzün kimseciği yok,sokakta kaldı. Burada bir çoban Mehmet var,ona veriyoruz. Hiç değilse bir dilim ekmekyedirir.-Kim bu kız, Ebe Hanım?-Zehra.Sınıfımda yedi, yahut sekiz tane Zehra var,onun için birdenbire hatırlayamadım. Fakat EbeHanım, hangisi olduğunu söylediği vakit
hayretten donakaldım.Çoban Mehmet’le evlenecek Zehra, insanınrüyasına girse korkutacak kadar acayip birmahluk, bir nevi delidir. Kına renginde çalı gibisert, karmakarışık saçları, balmumu gibi renksizyüzünde yine o renkte çilleri, daracık alnıyla birhizada korkunç gözleri vardır.Daha ilk görüşte, bu çocuğun hasta olduğunuanlamıştım.Sınıfta hiç konuşmaz, fakat bir şey anlatmak,yahut dersi okumak lâzım geldiği vakitbirdenbire dik, korkunç bir sesle bağırmayabaşlar.Anlayamadığım cihet şudur ki, Zehra, hesapve ezber derslerinde sınıfın en kuvvetlitalebesidir.Sınıfta olduğu gibi, bahçede de herkese uzakdurur, ne o güzelim tabut, teneşir ilahilerine, neo neşeli cenaze oyunlarına iştirak eder.Fakat onun, birkaç günde bir, kendi kendine
oynadığı bir oyun vardır ki, beni ötekilerdenziyade dehşetlendirir. Zehra, bahçenin ortasında,havadan gelen bir sesi dinliyor gibi yaptıktansonra, gözlerini belertir, durduğu yerde bir çaysemaveri gibi fokurdamaya, acayip seslerçıkarmaya başlar. Sonra, bu cezbe hali artar,kırmızı saçları kabarır, ağzı köpürür, haykırahaykıra dönmeye başlar. Bu, şüphesiz biroyundur. Fakat, bilmem neden, ben onuseyrederken titremeye başlarım.Ebe Hanım, bana, bu kızın gelin olacağınıanlatırken kendi kendime: “Eyvah, dedim, Zehrao gece şevke gelir de Çoban Mehmet’e buoyunu oynamaya kalkarsa, biçarenin vahhaline.”Komşum gittikten sonra, eski elbiselerimdenbirini daha buldum. Zehra’ya gelin elbisesidikmeye başladım. Ne çare bu zavallı kıza birazçeki düzen vermeli. Hiç olmazsa ÇobanMehmet, daha ilk geceden onu bırakıpkaçmasın.Zeyniler, 1 Aralık
Zehra, dün gece muhtarın evinde gelin oldu.Çoban Mehmet, mahzun olmasın diye köyünmeydanında davul, zurna çaldılar, bir ikipehlivan güreştirdiler.Kadınlar arasında da, ayrıca bir kına gecesiyapıldı. Mevlit okutuldu.Benim hediye ettiğim gelin elbisesi köyünihtiyarlarına yine fazla alafranga görünmüştü.Kulağıma etraftan: “Yarın ahiret”, “Münkirnekir”, “Kızgın topuz” gibi kelimeler geliyordu.Buna mukabil genç kadınların ağızlarının suyuakıyordu. Aralarında, galiba, geline hasetedenler bile oluyordu.Gece, pek eğlendim. Muhtarın karısı güzel birsofra hazırlamıştı. Ortada dönen sözlerden, bufedakârlığın Zehra’dan ziyade, “İstanbulluHocanım”a gösteriş yapmak için göze alındığınıanlaşılıyordu.Çoban Mehmet’e gelini teslim etmeden evvelgülünç bir el öpme merasimi yapıldı.
Bu kaba saba, utangaç köy delikanlısınıngözlerini yumarak öptüğü eller arasında benimkide vardı. Hoca demek, bir bakıma ana demekolduğu için bu lazımmış.Bu el öpme merasiminde, öyle gizli birkomedi geçti ki, hiç unutmayacağım. Muhtarınkarısı ile Ebe Hanım başta olmak üzere, beş altıihtiyar kadın, uzun bir kerevetin şiltesi üzerindesıralanmışlardı. Ben hâlâ onlar gibi bağdaşkurup oturmasını beceremediğim için, ocağınyanında bir çamaşır sandığının kenarına ilişmişbulunuyordum.Gözlerini bir türlü yerden ayırmaya cesaretedemeyen Çoban Mehmet, evvela benigörmemişti. Ebe Hanım köşeden: “Mehmetoğlum, hocanınım da elini öp!” diye benigösterince delikanlı, utana sıkıla yanıma geldi.Ben ciddiyetle elimi Uzattım, fakat, çobanınparmaklarımı tutmasıyla bırakması bir oldu.Bunun bir el olduğuna inanamıyor, aptal aptalbakıyordu. Ben, güldüğümü belli etmemeyeçalışarak: “Öp evladım” dedim.
Adamcağız, elimi tekrar tuttuktan sonradayanamadı, utanıp sıkılmayı bırakarak, yüzümebaktı ve göz göze geldik. Daha fenası, tam buesnada ocaktan yüzüme vuran kuvvetli bir çıraaydınlığında güldüğümü de gördü. Çobanın budakikadaki şaşkınlığı kadar ömrümde gülünç birşey gördüğümü hatırlamıyorum.El öpme merasiminden sonra, damadı, gelininbulunduğu odaya doğru götürdüler. Zehra, yenielbisesi, biraz evvel kendi elimle tarayıpsüslediğim başıyla, hemen hemen güzelce birkıza dönmüştü. Fakat, kendisini, buraâdetlerince, duvak yerine yeşil atlastan bir nevitorbanın içine sokmuş oldukları için, çobanüzerinde ne tesir yaptığını göremedim.Zeyniler, 15 AralıkBu sabah, uyandığım vakit, etrafımda bireksiklik var gibi geldi. Dikkat edince, buldum.Geceleri bahçede, mahzun bir ninni sesiyle akançeşme durmuştu.Pencereyi açmak için yatağımdan kalktım.
Tahta kepenkler fazla mukavemet etti ve ben,kuvvetle sarsarken aralarından karlar dökülmeyebaşladı.Meğer, bu gece kar başlamış. Zeyniler, adetatanınmayacak bir hale gelmişti.Hatice Hanım’dan işitmiştim. Burada kar, birkere yağmaya başladı mı, Nisana kadar bir dahakalkmazmış. Ne iyi şey, demek yaprakları bilesiyah görünen bu karanlık ve can sıkıntısımemleketin asıl baharı kış aylarında başlıyor.Öteden beri kar, benim için, yeni açılmışbadem çiçeklerinden daha güzel bir şeydir.Bahçede bu beyaz, temiz, yumuşak ı şeyleriniçinde yuvarlanmakta bulduğum neşe ve zevkihiçbir bayramda bulamam. Sonra insan, için içinnefret ettiği insanlara karşı ne tatlı intikamvesileleri bulur. Benim vaktiyle bir düşmanımvardı ki, kardan çok korkardı. Kalın fanilayakalar içine sakladığı nazik boynuna haberiolmadan kar doldurur; o, soğuktan kızarmışdudaklarıyla titrer ve renkten renge girerkenneşeden çıldırırdım.
Zeyniler, 17 AralıkKar, gittikçe artıyor, yollar kapandı. O kadarki, çocuklardan birçoğu mektebe gelemiyor.Bugün hayatımın en acı, en dertli günü oldu.Sabahleyin talebelerim bana fena bir havadisgetirdiler. Dün gece, Munise, bir kabahatyapmış, babası odunla dövmek için üstüneyürümüş, çocuk, odanın penceresinden kendinibahçeye atmış, karlar ve karanlıklar içinde uzunmüddet kalamayacağını, biraz sonra kapıyagelip yalvaracağını zannetmişler, fakat saatlergeçtiği halde, çocuk görünmemiş. O vakit,komşulara haber vermişler. Köy delikanlılarıellerinde yanar çıralarla sokaklara dökülmüşler,zavallının nereye gittiğini anlamak bir türlümümkün olamamış.Munise’yi en sevmeyen arkadaşları bile onaacıyorlardı. Akşama kadar her yeri aradılar.Küçük kıza, ne kadar ehemmiyet verdiğimibildiği için, Muhtar Efendi, Vehbi ile sık sıkbana havadis gönderiyordu.
Vehbi, bugün büyük bir erkek kadar ciddi vetelaşlıydı. Munise’nin hâlâ bulunmadığınıanlatmak için soğuktan morarmış avuçlarınıniçini gösteriyor, kaşlarını çatarak “Gitti fakirkızcağız, kurtlar yemiş olmalı!” diyordu.Akşama doğru Vehbi’nin bu şüphesibüyüklere geçmeye başladı: “Çocuk, bufırtınada başka köye gitmiş olamaz. Ya bir yerdesoğuktan donup öldü, ya canavar paraladı!”diyenler oluyordu.Bu göz gözü görmeyen tipi altındaki gününsiyah bir duman gibi inen akşamıyla beraber,içime vahşi bir ümitsizlik çöktü. Hayata zalim vehaksız bir şey diyenlere ilk defa inanıyor, onaisyan ediyordum.Sesim, soluğum kesilmiş, başım ateşler içinde,erkenden yatağıma girdim; aydınlık, bu gecegözlerimi incittiği için lambamı söndürdüm.Dışarıda fırtına gittikçe artıyor, pencerekepenklerini zorlu hücumlarla sarsıyordu.
Zavallı küçük kız, kim bilir, nerelerdegömülü, açık sarı saçları kim bilir, karanlığınhangi bucağında, eski mehtaplardan kalma birışık parıltısı gibi titriyor?..Kaç saat geçtiğini bilmiyorum, insan böylehallerde zaman hissini kaybediyor. Mezarlıktarafındaki kapıyı vuruyorlar gibi bir sesişitmeye başladım. Rüzgârdan başka neolabilirdi? Fakat hayır, bu rüzgâr sarsıntısındanbaşka bir şeydi. Yatağımdan doğrularak kulakverdim ve gecenin içinde boğuk bir insan iniltisiişitir gibi oldum. Hemen yatağımdan fırladım,omuzlarıma bir örtü alıp aşağı koşmayabaşladım.Niyetim Hatice Hanım’ın odasına uğrayarakonu uyandırmaktı. Fakat o da bu sesi işitmiş,elinde bir mum parçasıyla taşlığa çıkmıştı.Kapıyı birdenbire açmaya cesaret edemedik.Zaten gürültü de kesilmişti.
Hatice Hanım erkek gibi kalın sesiyle:“Kimdir o?” diye bağırdı. Cevap yok. ihtiyarkadın bir kere daha seslendi. O vakit, rüzgârıngürültüsü içinde ince bir sesin inlediğini işittik.Hatice Hanım: “Sen kimsin?” diye bağırdı.Fakat, ben sesi tanımış, “Munise” diyehaykırarak kol demirlerine sarılmıştım.Kapı açılır açılmaz içeriye karlı bir rüzgârdoldu, ihtiyar kadının elindeki mum birdenbiresöndü.Karanlıkta, kollarımın içine buz gibi olmuş,küçük bir vücut düştü.Hatice Hanım, tekrar mumunu yakmayauğraşırken, ben onu göğsümde sıkıyor, hıçkırahıçkıra ağlıyordum.Son kuvvetini tükettiği anlaşılan Munise,kollarımda baygın gibiydi. Yüzü mosmor,saçları dağılmış, elbisesinin içine karlardolmuştu.Çocuğu soyduktan sonra kendi yatağıma
yatırdım. Hatice Hanım'ın mangalında ısıttığımfanila parçalarıyla vücudunu ovuşturmayabaşladım. Munise, kendine gelir gelmez ilk sözü“Bir parça ekmek!” diye yalvarmak oldu.Bereket versin, biraz sütümüz vardı. HaticeHanım’la onu ısıttık ve kaşık kaşık çocuğavermeye başladık.Dakikalar geçtikçe Munise’nin yüzükızarmaya, gözlerine fer gelmeye başlıyordu.Kollarımda ara sıra içini çekiyor, kim bilir, hangiacı ile için için ağlıyordu?Ah, şu çocuk gözlerindeki minnet! Dünyada,bir parça iyilik edebilmekten daha güzel bir şeyolmuyor. Fırtına içinde, viran bir gemi teknesigibi sallanan bu sefil ve karanlık oda, ocağınkızıl akisleri içinde birdenbire öyle munis vemesut bir yuva olmuştu ki... Biraz evvel hayatagösterdiğim emniyetsizlik için, kendi kendimeutanıyordum.Çocuk, artık konuşmaya başlamıştı. Kollarıboynumda, sarı saçları bileklerimden dökülerek,gözlerime bakıyor, sorduğum suallere ağır ağır
cevap veriyordu. Dün akşam, üvey annesindençok korkmuş, köyün öteki ucundaki bir ambarakaçarak samanların arasına girmiş. Samanlarinsanı yatak gibi sıcak tutuyormuş. Fakat, bugünçok acıkmış. Dışarı çıkarsa tutup yine evegötüreceklerini biliyormuş. Onun için çaresiz,geceyi beklemiş.Zavallı çocuğun en büyük ümit yeribenmişim. Bütün gün “Hocanım mutlak banaekmek verir,” diye kendini avutmuş.Biraz sonra, çocuğun parlak gözlerine birgölge düştüğünü, ilk neşesinin sönmeyebaşladığını fark ettim. Sormaya lüzum yoktu.Çünkü aynı korku bende de uyanmıştı. Yarınsabah Munise’yi yine eve götürmek lâzımgelecekti.İçimde sönük bir ümit yok değildi. Çok güzelbulduğumuz için, hiçbir zaman elimizegeçmeyecek sandığımız şeylere karşı duyulan oümitsiz ümit.Munise’de neticesiz bir rüya uyandırmaktan
korkar gibi yavaş bir sesle Hatice Hanım’adedim ki:-Madem ki bu kızı, evlerine istemiyorlar.Acaba ben, onu kendime evlat etmek istesemrazı olurlar mı? Benim de kimsem yok. Vallahibu çocuğa kendi evladım gibi bakarım. Acabavermezler mi?Bu çılgın arzum, Hatice Hanım’ındudaklarından çıkacak kelimeye bağlıymış gibi,titreye titreye ellerimi uzatıyor, boynumubüküyordum.İhtiyar kadın, gözlerini ocağa dikmiş,düşünüyordu. Ağır ağır başını salladı:-Fena olmaz. Yarın muhtarla konuşalım. O“Peki!” derse babasını da razı ederiz, iyi olur,dedi.Ben, ömrümde bu kadar güzel bir ümit sözüişittiğimi bilmiyorum. Cevap vermedenMunise’yi göğsüme çektim. Çocuk, ellerimiöperek “Anacığım, anacığım!” diye ağlamayabaşladı.
Ben, bu satırları yazarken, Munise, yatağımda,sarı saçlarında ocağın mesut kızıllıkları titreyerekuyuyor. Ara sıra derin derin içini çekiyor vedolu dolu öksürüyordu.Bu çocuğu, bana bırakırlarsa ne kadar mesutolacağım Yarabbî! O vakit ne geceden, nefırtınadan, ne sefaletten, hiçbir şeyden korkumkalmayacak. Onu, kendi elimle büyüteceğim,mesut edeceğim. Ben, bunu bir zamanlar başkaküçükler için ümit etmek çılgınlığınakapılmıştım, fakat onlar, bir akşamüstü kalbimdekucak kucağa öldüler.Artık, hayatla barıştım. Her şeyi tekrarseviyorum. Kâmran, bir akşamüstü, kalbimegömdüğüm o zavallı miniminileri öldüren senolduğun halde bu gece, senden bile eskisi kadarnefret etmiyorum.Zeyniler, 18 AralıkBu gece yine, galiba gözlerimi uykututmayacak. Hastalar gibi mesut olanlara da
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 858
- 859
- 860
- 861
- 862
- 863
- 864
- 865
- 866
- 867
- 868
- 869
- 870
- 871
- 872
- 873
- 874
- 875
- 876
- 877
- 878
- 879
- 880
- 881
- 882
- 883
- 884
- 885
- 886
- 887
- 888
- 889
- 890
- 891
- 892
- 893
- 894
- 895
- 896
- 897
- 898
- 899
- 900
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 900
Pages: