Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-16 15:36:05

Description: Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Search

Read the Text Version

sahibi şikâyet etmiyor ya! Değil mi Kâmran?Feride, çocukların birini bırakıp ötekini alıyor,hepsinin sıra ile gönlünü hoş etmek istiyordu.Çocukların en büyüğü, fakat en korkağı olanNermin’i ciyak ciyak bağırttıktan sonrasalıncaktan atladı. Saçları, terden kıpkırmızıkesilen alnına, yanaklarına yapışıyor, elindeki ipyanıklarını gidermek için avuçlarını birbirinesürüyordu.-Zannederim artık kimse kalmadı. Kâmran,tereddütle:-Beni unuttun, Feride, dedi.Çalıkuşu’nun dudaklarında renksiz birtebessüm uçtu. “Olmaz” demeye razı olmuyor,“Haydi” demeye cesaret edemiyor, gözleriyleipi, ağaç dallarını muayene ederek etraftanteşvik bekliyordu.-Nasıl olur bilmem ki? ipler ikimizi çekmezsanırım, öyle değil mi Müjgân?Müjgân, eliyle ipi tuttu, sakin gözlerini

Kâmran’ın gözlerine dikerek:-İpler için değil... Fakat Feride çok yorgun.Haline bak onun Kâmran. Bir yorgun kadınıdaha ziyade yormak sanırım ki günah olur artık,dedi.Feride evvela, “Ehemmiyeti yok, ne çıkar?”diyordu. Fakat sonra Müjgân’ın söz vebakışlarındaki manayı anladı. Kabahatli birçocuk gibi mahcup ve korkak, başını önüneindirdi, yavaşça;-Evet, fazla yorgunum, belki hasta olurum,dedi.Haline bir hasta kadın yorgunluğu çökmüş,gözlerinin biraz evvelki neşesi sönmüştü:Hâlâ Kâmran’a bakan Müjgân yavaşça:-Sen, zannettiğimden ziyade kalpsizsinKâmran! dedi. O, işitilmemek için aynı yavaşsesle:-Niçin? diye sordu.

Müjgân, onu kendisiyle beraber bahçenin ötetarafına doğru yürümeye mecbur etti:-Biçarenin halini görmüyor musun? Hayatını,gönlünü bu kadar üzdüğün elvermedi mi?-Müjgân!...-Onu bu kadar sene birimiz bir kere aramadık.Hasret acısına dayanamadı. Dargınlığını,isyanını unutarak yanımıza döndü. Geldiğizaman hemen hemen iyi olmuştu. Bu yenikapanmış yarayı sen tekrar açtın.Müjgân, gözleri dolarak devam ediyordu:-Biçarenin yarın buradan giderken çekeceğiıstırabı düşünüyorum da... Evet Kâmran, Ferideyarın gidiyor. Her şey hazır. Ben debilmiyordum. Feride, bu sefer bana ne kalbine,ne hayatına dair hiçbir şey söylemiyor. Deminhaber aldım; bu ani kararın sebebini sordum.Kocasından gelmiş bir mektuptan bahsediyor.Eminim ki yalan. Feride senden kaçıyor. Biçareartık tahammül edemiyor. Ben, zaruri ayrılığın

biraz müşkül olacağından korkuyorum. Ferideçok gayretli, inanılmayacak kadar gayretli birmahluk. Fakat ne de olsa kadın. Hayatınıkırdığın bu biçareye karşı senin bir borcun var,bu ayrılık günlerinde kuvvetli ve sakin olmak;mümkün olduğu kadar ona gayret vermek...Kâmran, bu sözleri dinlerken gözlerininyeşiline kadar sararmıştı:-Yalnız Feride’nin kırılan hayatındanbahsediyorsun, ya benimki? dedi.-Sen kendin istedin.-Bu kadar kalpsiz olma, Müjgân.-Sen sanıyor musun ki, yapılacak bir şeyolsaydı geri duracaktım? Fakat elimizde hiçbirçare yok. Feride, şimdi bir başkasının karısı.Biçarenin ayağı bağlı. Görüyorum ki sen de çokbedbahtsın. Artık sana dargın değilim. Fakat,yapılacak bir şey yok.Feride’nin ertesi gün gideceğini herkesduymuştu. Fakat kimse bundan bahsetmiyordu.

Akşam yemeğini derin bir sükut içinde yediler.Bu gece, daha ihtiyar ve düşkün görünen AzizBey, Feride’yi yanına almıştı. İkide biromuzlarını okşuyor, çenesinden tutup başınıçevirerek gözlerine bakıyor:-Ah! Çalıkuşu, ihtiyar vaktimde yüreğimidertli ettin, diyordu.O gece, herkes erkenden odasına çıktı.

VIIVakit, gece yarısını geçiyordu. Köşk, çoktanuyumuştu. Müjgân, omuzlarında bir ince atkı,elinde küçük bir şamdanla odasından çıktı.Ayaklarının ucuna basa basa, dura duraKâmran’ın kapısına geldi. Odada ne ses, ne ışıkvardı. Genç kadın, yavaşça kapıya dokundu,fısıltıya benzeyen bir sesle seslendi:Kapı, çabucak açıldı. Kâmran, soyunmamıştı.Mumun hafif ışığında çehresi daha soluk veyorgun görünüyor, bu sönük ışık, gözlerinikamaştırmış gibi kirpiklerini kırpıyordu.-Daha uyumadın mı, Kâmran?-Görüyorsun ya.-Niçin lambanı söndürdün?-Bu gece aydınlık gözlerimi yakıyor.-Karanlıkta ne yapıyorsun? Acı acıgülümseyerek:

-Hiç, ümitsizliği, zehrimi hazmetmeyeçalışıyorum. Fakat sen, bu vakit niçin geldin, neistiyorsun? Müjgân heyecanını zorla zaptaçalışarak:-Fevkalâde bir havadis var. Telaş etme,Kâmran. Kendine gel, söyleyeceğim.Odaya girmişlerdi. Müjgân, mumunu yerebıraktı; sonra yavaşça kapıyı kapadı, neredenbaşlayacağını bilmiyormuş gibi tereddüt ediyor,sakin görünmeye çalıştığı bir sesle:-Telaş etme, kuzum Kâmran. Fena bir şeysöylemeyeceğim, bilâkis çok iyi bir şey. Fakatböyle heyecanlanırsan...Genç kadın, onu teskin etmeye çalışırkenkendi telaşlanıyor, gözlerinde, sesinde yaşlartitriyordu.-Kâmran, biraz evvel Feride benim odamageldi. Halinde bir fevkalâdelik vardı: “Müjgân,dedi, bugüne kadar dünyada yalnız sana kalbimiaçabildim. Senden daha yakın kimsem yok.

Sana tevdi edilecek bir sırrım var, onu yarın, bengidinceye kadar saklayacaksın, sonrasöyleyebilirsin. Günün birinde birdenbiregeldiğimi gördüğünüz vakit, hayret ettiniz. Size,artık hasrete dayanamadığımı söyledim, bu dadoğru. Fakat asıl sebep bu değildi. Ben buradadünyada en çok sevdiğim bir adama, üç ayevvel ölüm döşeği başında verdiğim vaadiyerine getirmek için geldim. Müjgân, size yalansöylemek mecburiyetinde kalmıştım. Ben, şimdidul bir kadınım. Kocam, üç ay evvel kanserdenöldü.”Feride, bu sözleri söylerken başını omzumadayıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözyaşlarıiçinde devam etti: “Doktorum öleceği gün beniyanına çağırdı. Feride, dedi. Artık zaruretçekmenden korkmuyorum. Çünkü, nem varsasana kalıyor. Senin gibi sade, sakin bir kadını,ömrümün sonuna kadar rahatlıkla geçindirir.Fakat başka bir şey var, Feride. Kimsesiz birkadının zengince de olsa, yalnız yaşaması kolaydeğil. Sonra para başka, şefkat yine başka.Feride, benim rahat öldüğümü istiyorsan şimdi

bana yemin et. Ben öldükten sonra İstanbul’aailenin yanına döneceksin. Eğer daima onlarlaberaber kalmak istemiyorsan hiç olmazsa üç ay,iki ay onlarla beraber kal. Dünyanın ucuuzundur. Belki bir gün onlara işin düşer. Yahutgünün birinde bir parça aile şefkatine ihtiyaçduyarsın. Hasılı, Feridecik, senin ailenlebarışacağından emin olursam, rahat rahatöleceğim, gözüm arkada kalmayacak.”“Bu son arzuyu yerine getireceğimi ağlayaağlaya söyledim. Fakat doktorum, bunu da kâfigörmedi. Eski nişanlımla da barışmamı istiyor,bir gün onun, benim için belki bir büyük kardeşolacağını söylüyordu. Elimle Kâmran’a teslimedilmek için bana mühürlenmiş bir paket verdi:-Bunun içinde bir eski gönül kitabı var ki,beni vaktiyle çok müteessir etmişti. Onu mutlakaeski nişanlının okumasını istiyorum. Bunu buşekilde ona teslim edeceğine yemin et, dedi.Hakikat işte bu Müjgân. Şimdi her şeyibiliyorsun. Doktorcuğum saf ve temiz bir

adamdı. Beni ailemle barıştırmakla hayatımınyetimliğine bir deva bulacağını zannediyordu.Biçare, bunun benim için ne kadar acı olacağınıtahmin edemedi. Doktorumu Munise’nin yanınabıraktıktan sonra, İstanbul’a geldim. Oradaöğrendiğim şeyler bu vasiyeti yerine getirmeninçok müşkül olacağını bana gösterdi. Kâmran’ınkarısının vefatını yeni öğreniyordum. Sonra,benim için bazı fena sözler çıktığını haberalıyordum. Kâmran’ın karısı sağ olsaydı, benimkocası yeni ölmüş bir dul kadın sıfatıyla birkaçgün aile ocağına misafir olmam tabiigörülebilirdi. Halbuki şimdi hepiniz, hattaKâmran, hatta sen, Müjgân -sen ki beniherkesten iyi tanıdın- benim için ne fena şeylerdüşünecektiniz. Senelerce bir başına gezdi,dolaştı, türlü maceralarla dolu, kim bilir ne adihesaplarla kendini ihtiyar bir adama sattı? Şimdieski nişanlısının yeniden serbest kaldığını haberalınca yine o adi hesaplarla aramıza, beş seneevvel haksız lanetlere, hakaretlere boğarakayrıldığı o ocağa, o nişanlıya döndü,diyecektiniz. Böyle düşünmeyecek kadar

merhametli ve hassas olanlarınız karşısında bileezilecektim.”Müjgân, gittikçe artan bir heyecanla veteessürle söylemekte devam ediyordu:-Ah! Kâmran, Feride’nin kollarımda neümitsiz gözyaşlarıyla çırpınarak bunlarısöylediğini işitseydin! Hele şu son sözlerinidünyada unutamayacağım. Feride dedi ki:“Benim hangi perişan hislerle aile ocağındankaçtığımı, hayatımın ne elemlerle dolduğunu,hangi mecburiyetlerin şevkiyle evlendiğimianlatmaya imkân yok. Yaşı yirmi beşe girmiş,beş senelik hayatının bir kısmında maceralariçinde sürüklemiş, bir kısmını kocasının evindegeçirmiş bir kadın; yüzüne, vücuduna bir erkekdudağı sürülmemiş bir genç kız olduğunu iddiaederse herkes güler. Herkes ona adi bir yalancıder, değil mi Müjgân? Aksini ispata imkân yok.Daha ziyade söylemeyeceğim. DoktorunKâmran’a bıraktığı paketin ne olduğunubilmiyorum. Fakat belki içinde olmayacak birşey saklıdır. Son arzusunu bu kadar üzüntü, bu

kadar ıstırapla yerine getirdim. Fakat, bunuyapmaya kuvvetim kalmadı. Onu, ben yarınvapura bindikten, her şey bittikten sonraKâmran’a verirsin.”Müjgân sustu. En acı vakalar karşısında hissizdenecek kadar derin bir sükûn ve tahammülgösteren bu genç kadın, çocuk gibi ağlıyordu.Titreyen ellerini uzatarak:-Onu artık bırakmayacağız. Kâmran, lâzımgelirse zorla tutacağız. Mazideki vakalar neolursa olsun, artık sizin ayrılmamanız lâzım,görüyorum ki, dayanamayacaksınız, dedi.Kâmran, adeta uyumuştu. En ehemmiyetsizbir hülyayı, en sönük bir hatırayı aylarca hasta,muğlak ruhuna gıda yapan bir hayalperest içinbu kadar ümit, bu kadar acı fazlaydı. Uzunbaygınlıklardan uyanmış hastaların hiçbir şeyanlamayan, düşünmeyen gözleriyle karanlığıniçinde etrafına bakınıyor, sık sık göz kapaklarınıaçıp kapıyordu.Müjgân, atkısının içinden kırmızı mumla

mühürlü bir büyük zarf çıkardı:-Feride’ye verdiğim vaade rağmen onu sanaşimdi teslim ediyorum, dedi.Tekrar atkısını düzelterek odadan çıkmayahazırlanıyordu. Kâmran, eliyle onu men etti:-Müjgân, masanın üstünde duran sönmüşlambayı yakarken, Kâmran zarfı açtı. içinden birmektupla ikinci bir büyük zarf çıktı. Kalın biryazı ile yazılmış olan mektup, Kâmran’a hitâbediyordu.“Kâmran Bey oğlum,Size bu kâğıdı yazan adam, ömrünün birazınıkitaplarına, bir parçasını da hayat denilen bukör doğuşun yaralılarına vakfetmiş münzevi,merdümgiriz bir ihtiyard ır ki, mektubununelinize değmesinden epeyce zaman evveldünyaya ‘Yuf borusunu’ öttürmü ş olacak. Peksevgili bir biçareye son bir iyilik etmekümidiyledir ki, son nefesinde size bu satırlarıyazmak zahmetini ona ihtiyar ettirdi. Dinleyiniz:

Bir gün ücra bir köyün, viran bir evindeaydınlık kadar temiz, hülya gibi güzel bir küçükİstanbul kızına tesadüf ettim. Karakış ortasında,karın lapa lapa yağdığı bir gece, odanızınpenceresini açsanız, size karanlıktan bir bülbülsesi gelse ne duyarsınız? İşte ben, o dakikadabunu duydum.Bu masum, nazik, kibar kız çocuğunu,kudretin bu güzel ve nadide süsünü hangi meluntalih veya tesadüf, bu karanlık köyünmezbelesine atmıştı? Ruhu ağlarkenhikayeleriyle aldatmaya çalışıyordu. Ah zavallıküçük kız! Ben, senin İstanbul’da bıraktığıngafil, aptal sevgilin miyim ki, bu ağızlarıyutayım? Uykuya doymadan uyanmış çocuklargibi mahmur gözleri, nereye bastığı görünmeyensavruk halleri, bir hayali dudağın busesiyletitriyor gibi görünen dudakları, bir hayalikucağa sokuluyor hissini veren tavırları,hareketleri bana her şeyi anlattı.Eski zaman masallarının Leyla’yı aramak içinsahralara düşen Mecnun’unu, ara sıra, tatlı bir

rikkatle hatırlardım. Bugünden sonra onubıraktım. Yeni zamanların mezarlıklarla dolu,karanlık köylerinde bir imkânsız aşk rüyasıarayan bu berrak ela gözlü, ipekli renkli masum,kibar, küçük “Leyla”sını sık sık hatırlamayabaşladım.İki sene sonra ona, tekrar tesadüf ettim.Hastalık durmuyor, yavruca ğı için için yiyipbitiriyordu. Ah, ilk gördü ğüm gün onu niyeatımın terkisine bindirmemiş, niye ite kaka, zorlaİstanbul’a, evime getirmemiştim?... Gaflet!...İkinci tesadüfümde işişten geçmişbulunuyordu. Siz, evlenmiştiniz. Çocuktur,gençtir, belki zamanla unutur diyordum. Birhastalığı esnasında tesadüfen elime geçen birdefter, bu yaran ın ne kadar derin olduğunubana gösterdi. Bu deftere bütün hayatınıyazmıştı. O vakit, ümidimi kestim, onu kendiçocuğum gibi tedavi etmek istiyordum,insanların fesadı, fitnesi buna da imkân vermedi.Bu aralık iyice bir adam bulup onu evlendirmeyidüşündüm. Fakat, bu tehlikeliydi. Kocası ne

kadar insan, adam olursa olsun, ondan aşkisteyecekti. Gerçi kızcağızım bunun içindoğmuştu, bunun için ölüyordu, fakat biryabancının aşkı onun için bir hazin angaryaolacaktı. Birisini severken bir başkasınınkollarına düşmek, belki onu öldürecekti. Butehlike karşısında çaresiz, onu nikâhım altınaaldım. Yaşadıkça müdafaa edecektim. Öldüktensonra da benim beş on kuruş servetim; üç beşparça emlakim onu geçindirip gidecekti. Şüphelikız olarak yaşamaktansa, emin bir dul olarakyaşamak onun için daha kolay olacaktı.Bunların hepsinden fazla olarak da bir gün asılemeline vasıl olması ihtimali vardı. Hayattaimkânsız ne var ki? Nitekim, karınızın vefatı,benim bu ümidimi canlandırdı. İstanbul’dan,sizden daima haber alıyordum. Bu vefat, sizi çokyaralayıp müteessir etmiş olabilir, fakat ben deöyle oldum, dersem riyakârlık olur. Münasip birçare düşünüyordum. Feride’yi bir budalalıktanibaret olan nikâh kaydında boşayacak,doğrudan doğruya size iade edecektim.İnsanlar, bilmem bu hareketime ne der?

Herhalde ben insanların hakkımda söyleyeceği,düşüneceği şeylerin üstüne çoktan tükürmüş biradamım, işte bu esnada hastalığım artmayabaşladı. Nihayet üç, dört ay içinde meseleninkendi kendine halledileceğine aklım erdi. Fazlasöylemeye bilmem hacet var mı? Bir bahane ileFeride’yi ayağınıza gönderiyorum. Mektubumueliyle teslim edeceğinden şüphem yok. Tabiatınıiyi öğrendim, tuhaf bir kızcağızdır. Belki titizlikfilan etmeye kalkar, katiyen ald ırma, öleceğinibilsen bırakma, kap ederse zorla kadın kaçırandağ erkekleri kadar vahşi, kaba ol ki, kollarındaölse zevkinden ölmüş olacak.Şunu da tasrih edeyim ki, bu işte seni zerrekadar düşünmedim. Hani, gönlümün rızasıylasana, Feride gibi nadide bir kız değil, eviminkedisini bile teslim etmezdim. Fakat, gel gör ki,bu deli kızlara söz anlatmak kabil değil. Sizingibi toy, kalpsiz adamların nesini severler,bilmem ki?...”Merhum HayrullahNOT: Zarfın içinde Feride’nin defteri var.

Geçen sene çiftliğe giderken onu, içindebulunduğu sandıkla beraber yok etmiş,“arabacılar çalmış olacak,” diye bir lakırdıçıkarmıştım. Buna çok üzüldüğünü hissettim.Fakat sesini çıkarmadı. Bu defterin bir günolup işe yarayacağını düşünmekte ne kadarisabet etmişim!

VIIIMüjgân’la Kâmran, Çalıkuşu’nun mavi kaplımektep defterini okuyup bitirdikleri zamanortalık ağarmaya başlıyor, pencerenin dışındakidallarda kuşlar cıvıldaşıyordu.Kâmran, yorgunluk ve ıstırapla ağırlaşanbaşını defterin sararmış yaprağına koydu. Yeryer gözyaşlarıyla silinmiş bu muhabbetkelimelerini tekrar tekrar öptü. Defterikapayacakları vakit Müjgân, hafif bir hareketyaptı, onun mavi kabını lambaya yaklaştırıpbakarak:-Defter bitmemiş Kâmran, kabın üstünde deyazılar var Fakat mürekkebin rengi, mavi kâğıtüstünde güç seçiliyor, dedi.Lambayı daha ziyade açtılar, başlarınıbirbirine yaklaştırarak güçlükle şu satırlarıokudular:“Dün defterimi müebbeden kapamıştım.

Evlendiğim gecenin sabahında değil hatıramıyazmak, eski yüzümü görmemek için aynayabakmaya, eski sesimi işitmemek için söylemeyecesaret edemeyecektim. Fakat...Dün, ben gelin oldum. Sele kapılmış bir kuruyaprak mazlumluğuyla kendimi bırakmıştım.Kim ne söylerse yapıyor, hiçbir şeye itirazetmiyordum. O kadar ki, doktorun İzmir’dengetirdiği uzun etekli beyaz elbiseyigiydirmelerine, saçımın bir yanına bir tutam teliliştirmelerine bile razı oldum. Yalnız, kendimigörmek için büyük bir endam aynasının önünegetirdikleri vakit, belli etmeden gözlerimiyumdum, o kadar. Bütün isyanım bundan ibaretkaldı.Beni görmeye birçok yabancı geliyordu. Hattabunların içinde eski muallime arkadaşlarımdanda vardı. Söylenen sözleri işitmiyor, yalnızhepsine aynı titrek tebessümle gülümsemeyeçalışıyordum. Bir ihtiyar, yüzüme karşı:-Ne talih varmış bunakta? Turnayı gözündenvurdu, dedi.

Hayrullah Bey, akşam yemeğine doğru evegeldi. Şişman vücudunu korse gibi sıkan birredingot giymiş, gelincik rengindeki tuhafboyunbağı bir yana çarpılmıştı. O kadar mahzunolmama rağmen hafifçe gülmekten kendimialamadım, bu adamcağızı gülünç mevkidebırakmaya hakkım olmadığını düşündüm.Kırmızı kravatını çıkarıp atarak yerine başka birboyunbağı taktım. Hayrullah Bey gülüyor:-Aferin kızcağız, sen amma iyi ev kadınıolacaksın. Gördün mü, genç karısı olmanınfaziletlerini? diyordu.Misafirler dağılmıştı. Yemek odasınınpenceresi yanında, karşı karşıya oturduk.Hayrullah Bey:-Küçük, dedi. Niye bu kadar geç kaldım,biliyor musun? Bir ziyaret ifa ettim. Munise’ninmezarına birkaç çiçek ile bir parça senin gelintellerinden götürüp bıraktım. Fakir, seninyanında cesaret edemezdi, fakat yalnızkaldığımız vakit dilinden düşürmezdi: “Ablam

gelin olup, tel taktığı vakit, ben de teltakacağım,” derdi. Biçarenin kanarya gibi sarıbaşına teli ben takacaktım amma, olmadı.Doktor, bunları söylerken kendimi tutamadım,başımı pencereye çevirerek bu mahzun sonbaharakşamının sisleri gibi görünmeyen kirpiklerimdekuruyan gizli yaşlarla uzun uzun ağladım.Gecenin ilk saatlerini, her akşamki gibi aşağıyemek odasında geçirdik. Hayrullah Bey,gözlüğünü takmış, “Rousseau“sunun kalıncildini dizlerinin üstüne koyarak köşeyeoturmuştu.-Gelin hanım, yeni güveyin kitap okumasıcaiz olmaz amma, kusura bakmazsın. Korkma,geceler uzun, yeni geline aşk destanlarıokumaya da vakit bulurum, dedi.Kenarını işlemekle uğraştığım mendilin üstünebaşımı daha ziyade eğdim. Ah, bu ihtiyardoktor! Onu ne kadar sevmiştim. Şimdi ne kadarnefret ediyordum. Demek acıdan, mihnettenbunaldığım vakit başımı omzuna koydukça o...

Bu beyaz kirpikli masum mavi gözler, demekbana bir kadın, bir zevce gözleriyle bakmayatahammül ediyordu. Saat on biri çalıncaya kadarbu acı düşünceler içinde bunaldım. Nihayetdoktor, kitabını masanın üstüne bırakarakgerindi, esnedi.-Ey, gelin hanım, yatak vakti geldi. Haydibakalım; diye ayağa kalktı. Ellerimden iğnem,yumaklar dökülerek ayağa kalktım, masanınüstünde duran şamdanı aldım.Camı kapamak bahanesiyle pencereyeyaklaştım, uzun uzun karanlığa baktım. İçimdenöyle geliyordu ki, usulcacık bu odadan kaçayım,karanlık yollara düşeyim.Doktor:-Gelin hanım, sen fazla daldın. Haydibakalım, doğru yukarıya. Ben onbaşıya bir şeysöyleyeceğim, geliyorum, dedi.İhtiyar sütnine ile bir komşu kadın, elbisemideğiştirdiler. Tekrar şamdanı elime vererek benikocamın odasına gönderdiler. Hayrullah Bey,

daha aşağıdaydı. Bir dolabın kenarında ayaktaduruyor, göğsümü soğuktan muhafaza eder gibikollarımı kavuşturuyordum. O kadar titriyordumki, şamdan sallanıyor, ara sıra saçlarımın ucunuyakıyordu. Nihayet, merdivenlerde, sofada birayak sesi. Hayrullah Bey, bir şarkı mırıldanarakceketini çıkararak içeriye girdi. Beni görünceşaşırmış gibi:-Kız, sen daha yatmadın mı? dedi. Cevapvermek için ağzımı açtım. Fakat dişlerimbirbirine çarptı. O, yanıma yaklaşmıştı. Hayretleyüzüme bakıyordu.-Kız, bu ne hal? Sen benim odamda nearıyorsun? Birdenbire gür bir kahkaha odayısarstı:-Kız, sakın buraya!...Sözünü bitiremiyor, gülmekten tıkanıyordu.Ellerini dizlerine vurup şakırdatarak,parmaklarını toplayıp ağzına götürerek:-Demek sen buraya... Vay aşifte vay! Sahiden

karı koca olduk diye ha?... Tuu utanmaz,arlanmaz!... Allah cezanı versin! İnsan babasıyerindeki adama...Oda, etrafımda fırıl fırıl dönüyor, tavanlarbaşıma yıkılıyordu. O, parmağını ısırıputancından adeta kızararak:-Vay fesat yürekli aşifte vay! Kız, böylegecelik gömleğiyle odama gelmeye utanmadınmı?Bu dakikada kendimi görmek isterdim. Kimbilir kaç çeşit renge girmiştim?-Doktor Bey, vallahi, ne bileyim öylesöylediler.-Haydi, onlar o haltı yedi, ya sen?... Dünyadaher şey aklıma gelirdi, bu yaştan sonra namus veiffetime böyle bir yüzsüz kızın tecavüzedeceğini zannedemezdim!Ah Yarabbî, ne işkence! Yerlere giriyor,kanatacak gibi dudaklarımı ısırıyordum. Benkımıldadıkça, o yalandan şirretlik ediyor,

pencereye doğru kaçıp fanila gömleğininyakasıyla boynunu saklayarak:-Kız, üstüme gelme, korkuyorum. Vallahipencereyi açar, yetişin a dostlar, bu yaştan sonrabana...Ötesini dinleyemeden kapıdan kaçıyordum.Fakat bilmem ne oldu, birdenbire döndüm.Kalbimin o daima itaat edilmek lazım gelenhareketlerinden biriyle:-Babam, benim babam, diye feryat ettim,ağlayarak kendimi kollarına attım.O da kollarını açmıştı, aynı derin kalpferyadıyla:-Kızım, çocuğum, dedi.O dakikada alnımda titreyen babaöpücüğünün lezzetini ölünceye kadarunutmayacağım.Odama girdiğim zaman hem ağlıyor, hemgülüyordum. O kadar gürültü ediyordum ki,doktor yanımdaki odanın duvarını vurdu:

-Kız, evi yıkacaksın, o ne gürültü? Fesatçıkomşular kabahati bana bulurlar. Bunak, sabahakadar gelini bağırttı, derler ha! diye seslendi.Mamafih kendi de benden az gürültüetmiyordu. Odasında dolaşıyor:-Bu ahir zaman kızlarından ırzımız, iffetimizsana emanet Yarabbî! diye şirret bağırıyordu. Ogece, on defa, o odasında, ben odamda uyanık;duvarları vurarak, horoz, kuş, kurbağa taklitleriyaparak birbirimizi uyutmadık.İşte, gelin olduğum gecenin hikâyesi.Doktorcuğum o kadar temiz hisli, temiz yüreklibir adam ki, bana evlenmemizin bir sözdenibaret olduğunu söylemeyi bile lüzumsuzgörmüştü. Ben, ona nispet ne kadar koketruhluymuşum, Yarabbî?Ulvi arkadaşlığımızda o, erkekliğiniunutmuştu. Fakat, ben kadınlığımıunutmamıştım. Erkeklerin büyük kısmı çok fena,çok zalim, bu muhakkak. Kadınların hepsi iyi,

hepsi mazlum, bu da muhakkak. Fakaterkeklerin, sade kalbiyle ve dinamiğiyle yaşayanpek az kısmı var ki, onlardaki gönül temizliğiniher kadında bulmak mümkün değil.Feride, o gece sabaha doğru uyuyabilmişti.Akşamkinden daha kırgın ve yorgun bir haldeuyandığı vakit, güneşin hayli yükselmiş, saatinon biri geçmiş olduğunu gördü. Mektebe geçkalan çocuklar gibi, hafif bir telaş çığlığı ilekendini yataktan attı.Müjgân, sofrada bir işle meşguldü. Feride,dargın bir sesle:-Aferin sana Müjgân, dedi. Yola çıkacağımgün niye beni böyle geç bıraktınız?Müjgân, her günkü soğukkanlılığıyla cevapverdi:-Birkaç defa odana geldim, o kadar yorgunuyuyordun ki, kıyamadım. Korktuğun kadar geçdeğil Hem galiba vapur biraz şüpheliymiş,Marmara’da fırtına var.

-Ne olursa olsun artık gideceğim.-Ben de babama söyledim, senin işinle meşgulolmak için limana indi Hazır olsun, vapur gelirseya araba gönderirim, ya kendim gelir alırım,dedi.Feride, bu ayrılık gününü böyledüşünmemişti. Müjgân’ın çocukla meşgulolduğunu, teyzelerinin her günkü gibikonuştuğunu, güldüğünü gördükçe mahzunoluyor, kendine bu kadar az ehemmiyetvermeleri kalbini kırıyordu. Kâmran dagörünürlerde yoktu. Müjgân, söz arasındagizlice:-Feride, sana bir iyilik ettim. Kâmran’ı evdenuzaklaştırmaya muvaffak oldum. Seni fazlamustarip etmemek için bu fedakârlığa razı oldu.-Şimdi hiç gelmeyecek mi?-Galiba iskelede seninle vedaya gelecek...Tabii memnun oldun.Gözleri dalgın, hafifçe dudakları titreyerek

düşünüyor, parmağıyla şakağının ağrıyan birnoktasına basıyordu:-Tabii, teşekkür ederim, iyi ettin, dedi.Müjgân’a bir sürü kırık, manasız kelimelerleteşekkür ederken sevgili çocukluk arkadaşınında gönlünde müebbeden öldüğünü, bir dahaonunla barışmayacağını hissediyordu.Öğle yemeğine oturacakları vakit, komşubağlarının birinden haber geldi. Şehirde kışlıkevlerine inmeye hazırlanan belediye reisleri,hem bağ komşularına, hem Feride’ye son birayrılık ziyafeti vermek istemişlerdi.Feride:-Nasıl olur? Beni almaya gelecekler, diyordu.Teyzeler:-Ayıp olacak Feride, beş dakikalık yer. Zaten,senin ne hazırlığın var ki, çarşafını şimdidengiyersin, dediler.Kendisine evvela bir hasta kedi kadarehemmiyet vermeyen teyzelerin, bu yarı

annelerinin yüzüne bakmamak için başını önüneindirdi:-Peki, olsun, dedi.Saat üçe gelmişti, yaprakları sararmış birçardağın yanından yolu gözleyen Feride,Müjgân’a:-Bir araba geliyor, Müjgân, zannederim benimiçin, dedi.Fakat tam bu dakikada, sahildeki bir ağaçlığınaz ötesinden birdenbire bir vapur görünmüştü.Feride, yüreği ağzına gelerek:-Geliyor! diye haykırdı. Bağa bir telaş düştü.Yeldirmeleri getirmek için ahretli kızlarkoşuyorlardı. Feride, teyzelerine:-Ben, daha evvel gideyim, siz yetişirsiniz,dedi.Müjgân’la beraber bağların arasındakikestirme bir yoldan koşmaya başladılar.Çitlerden atlıyor, bahçelerin içinden

geçiyorlardı.Bahçe kapısının önüne aşçıya tesadüf ettiler.İhtiyar kadın:-Küçükhanımlar, ben de size geliyordum.Beyler araba ile geldiler, sizi istiyorlar, dedi.Aziz Bey’le Kâmran, onları ikinci katınsofasında karşıladılar. Aziz Bey, eliyle odayıgöstererek:-İki münasebetsiz misafir geldi, gürültüetmeyin, dedi. Sonra, Feride’yi süzerek:-Bu ne hal küçükhanım, kan ter içindekalmışsın? dedi. Sonra gülerek ona yaklaştı,çenesinden tutup gözlerine bakarak:-Vapur geliyor amma sana hayrı yok. Kocanrazı olmuyor. ..Feride, süratle geri çekilerek, şaşkın şaşkın:-Enişte, ne diyorsun? dedi.-Kocan o kızım, ben karışmam!

Feride, hafif bir feryatla ellerini yüzünekapadı. Düşecekti, fakat bir el bileklerindentuttu. Gözlerini tekrar açtı... Kâmran’dı.Azız Bey, heyecanlı bir kahkahayla:-Ha şöyle, nihayet kafese girdin mi Çalıkuşu?Haydi bakayım, çırpın bakalım, çırpın! Bak,artık para eder mi?Feride, yüzünü kapamak istiyor, fakatbileklerini Kâmran’dan kurtaramıyor, başınısallamak için kıvranıyor, onun göğsünden,omzundan başka bir yer bulamıyordu. Aziz Bey,aynı heyecanlı bir kahkahayla:-Etrafındakiler sana tuzak kurdu, Çalıkuşu; buMüjgân haini esrarını sattı. Allah gani ganirahmet eylesin, merhum senin defteriniKâmran’a göndermiş. Ben onu aldığım gibiKadıya gittim. Kaleminden çıkmış bazı parçalarıgösterdim. Kadı, geniş kafalı adam, hemennikâhı kıyıverdi; anlıyor musun Çalıkuşu? Buadam, artık kocan, seni bir daha da bırakacağabenzemiyor.

Feride o kadar kızarmıştı ki, yüzünün rengiela gözlerine vuruyor, gözbebeklerinin içindekızıl yıldızlar titreşiyordu.-Haydi Çalıkuşu, nazlanma artık, görüyoruzki, saadetten bayılıyorsun, “Fena etmedin enişte,ben bunu istiyordum de!” dedi.Aziz Bey, yarı zorla ona bu sözleri tekrarettirdi. Sonra oda kapısını açarak muzaffer birkahkahayla:-Şeriat vekilliğine sahibim efendim. Çalıkuşu,pardon Feride Hanım namına işte şu KâmranBey’i evlendiriyorum. Duayı edin, biz âminiburada deriz, dedi.Sonra, Feride’ye:-Nasıl Çalıkuşu? Parmak kadar yumurcak, bizisenelerce oynatırsın ha! Gördün mü, kaç türlühile yaptım sana? Bahçeden çocuk seslerigeliyordu. Aziz Bey:-Şimdi tebrikler, el öpmeler uzun sürer. Hepsikalsın. Kendi elimle müthiş bir düğün sofrası

hazırlayacağım. Haydi oğlum, bizimgevezeliklerimizden size fayda yok. Elbetkonuşacaklarınız vardır. Şu dar, arkamerdivenlerden karını kaçır. Ta uzağa, istediğinyere kadar, sonra beraber dönersiniz.Kâmran, Feride’yi hemen kollarında uçurarakmerdiven kapısına koşarken Müjgânarkalarından yetişti. İki arkadaş ağlaşa ağlaşaöpüştüler.Gözlerinden yaş geldiğini göstermemek içingürültüyle burnunu silen Aziz Bey, bir hatipedasıyla kolunu salladı:-Ey benim kirazımı çalan Çalıkuşu, onubaşkalarına çaldıracağın saat çaldı gibimegeliyor. Ver onu bana bakayım da hesabımızkesilsin, dedi.Hâlâ ellerini, Kâmran'dan kurtaramayan gençkızı havaya kaldırıp öptükten sonra tekrarKâmran’ın kollarına attı:-Bu gece seni, deniz fırtınasından kurtardık,fakat yanındaki sarı fırtına bana daha müthiş

görünüyor. Allah yardımcın olsun, Çalıkuşu,dedi.Dar merdivende yuvarlanır gibi, uçar gibiiniyorlardı. Kâmran, kolunu Feride’nin belindengeçirmiş, genç kızı nefes aldırmayacak gibisıkıyor, avuçlarının içinde parmaklarınıincitiyordu.Merdivenin bir yerine Feride’nin eteği takıldı.Nefes nefese bir dakika durdular. Genç kızeteğini kurtarmaya çalışırken Kâmran kesikkesik:-Feride, sen benim olasın! inanamıyorum.Benim olduğuna kalbimi inandırmak için seninağırlığını duymaya ihtiyacım var, dedi.Dudaklarında kesik, tutuk nefesler,vücudunda derin ürpermelerle çırpınan Feride’yizorla -küçük bir çocuk gibi- kucağına aldı, yüzüonun bozulmuş çarşafından uçan saçları içinde,ağırlığıyla kuvveti artmış, hareketleriyle kanıtutuşmuş, merdivenleri inmeye başladı. Gençkız, vücudunda bir uçuruma yuvarlananların ılık

titreyişiyle kendini bırakıyor, hem gülüyor, hemağlıyordu. Kapının yanındaki küçük taşlıktayalvarmaya başladı:-Halime bak Kâmran. Bu halle nasıl dışarıgideriz? Müsaade et, bir dakika odama çıkayım,üstümü değiştireyim, şimdi gelirim.Kâmran, onun bileklerini bırakmıyor:-İmkân yok, Feride. O bir defa oldu. Seni birkere ele geçirdikten sonra tekrar bırakmam, diyegülüyordu.Genç kız, artık uğraşmaya tâkati kalmamışgibi başını Kâmran’ın göğsüne koydu, yüzünüsaklayarak utana utana itiraf etti:-Gittiğime benim de pişman olmadığımı mızannediyorsun?Kâmran, onun yüzünü göremiyor, yalnızçenesini, dudaklarını okşayan, sevenparmaklarına sıcak gözyaşı damlalarınındüştüğünü duyuyordu.Yolda, onlar hemen hemen kucak kucağa

yürüyorlardı. Karşıdan iki balıkçının geldiğinigörerek ayrıldılar. Hemen hiç konuşmuyorlardı.Yan yana yürümek saadeti onları sarhoşediyordu.On sene evvel Feride’yi burada ilk gördüğübağ yoluna geldikleri vakit Kâmran, onu hafifçeomuzlarından tuttu:-Sen burasını belki hatırlamazsın, Feride, dedi.Genç kız, yolun derinliklerine dikkatle bakarakgülümsüyordu.-Bu bakışta manalar var, demek hatırlıyorsun?Feride hafifçe içini çekti, bir eski hülyayagülümser gibi derin, dalgın bir nazarlaKâmran’ın yüzüne baktı:-O dakikada ne kadar sevinmişim, unuturmuyum hiç? dedi.Genç adam, bu başın çevrilmemesi, bugözlerin gözlerinden ayrılmaması için onuçenesinden tuttu, ağır, derin bir sesle:-Feride, dedi. Bizim bütün sergüzeştlerimiz

burada başlıyor. Beni dinle, öyle görüyorum ki,bu gözler artık beni anlayabilecek kadar ıstırapçekmiş ve düşünmüş. Seni sevmeye başladığımvakit; gülmeden, eğlenmeden başka bir şeydüşünmeyen hafif, yaramaz bir kız çocuğu, ışıkgibi, ses gibi elde durmasına imkân olmayan birÇalıkuşu’ydun. Sana karşı derin bir zaafımvardı. Her sabah uyandığım vakit, aşkımıkalbimde biraz daha büyümüş buluyordum. Buderin zaaf, beni hem utandırıyor, hemkorkutuyordu. Zaman zaman öyle bakışların,öyle sözlerin vardı ki, kalbimi derin ümitlerleçırpındırıyordu. Fakat sen, çabuk değişiyordun.Bu gülen, eğlenen çocuk gözlerinin içindeuyanan nazik, hassas genç kız ruhunungörünmesiyle kaybolması bir oluyordu. “Birçocuk, beni mümkün değil anlamayacak,hayatımı kıracak...” diyordum. Hayatını,gönlünü bu kadar derin bir vefa ile banavakfedeceğini ümit edemiyordum. Sen, belkibeni görünce; uçan rengini, titremeye başlayanbu güzel dudaklarını saklamak için bendenkaçıyordun. Ben, bunu bir Çalıkuşu hafifliği

sanarak kendimi yiyip bitiriyordum. Söyle banaFeride, bu kadar derin bir vefayı, bu kadar incebir ruhu, bu küçük Çalıkuşu göğsünün neresinesaklamıştın?...Kâmran, bir dakika sustu. Sonra beyaz nazikşakaklarında ince ter damlalarıyla başını eğerekdaha yavaş bir sesle devam etti:-Derdim bu kadarla da kalmıyordu, Feride.Seni kendi kendimden, hayatımdan, muhtelifsaadetlerini birbirinden kıskanıyordum.Dünyada zamanla yıpranmayan, kuvvetinikaybetmeyen hiçbir his yok. “Ya bir zamansonra Feride’yi bu kadar sevemezsem, ya buleziz, nadide tahassürü kaybedersem?”diyordum. O vakit, yan yana bitmesindenkorkulan ışıkları nasıl söndürürlerse ben de öyleyapıyor, hayalini gözlerimden uzaklaştırmayaçalışıyordum.Dağlarda ismini bilmediğim bir ot yetişir.Feride, insan, onu daima koklarsa, bir zamansonra kokusunu daha az duymaya başlar. Bununilacı, bir zaman kendini ondan mahrum etmektir.

Hatta bazen -sırf o eski güzel kokuyu yenidenbulmak hırsıyla-herhangi bir kokuyu, mesela birmanasız “Sarı Çiçeği” yüzüne yaklaştırır.Bu ot, güzel kokusu için bazen mihnete deuğrar, insanlar, onu parmaklarının arasındaörseler, hırpalarlar. Feride, seni bu ıstıraptanderinleşmiş gözlerin, mahzun düşüncelerdenyorulmuş güzel yüzünle ben, bu hırpalandıkçakokusu artan çiçeklere benzetiyorum. Benianlıyorsun, değil mi? Çünkü artık, gözleringülmüyor, benim bu manasız gibi görünensözlerimle eğlenmiyorsun.Feride, uyumaya hazırlanan bir çocuk gibi,kirpiklerinde yaş damlaları titreyen gözlerinikapıyordu. Bu heyecanlı yorgunluklardan öylebitap düşmüştü ki, dizleri kesiliyor, vücudununbütün ağırlığını Kâmran’ın kollarınabırakıyordu. Bir rüya içinde, hemen hemenyalnız dudaklarının hareketiyle:-Görüyorsun artık, Çalıkuşu müebbeden öldü,dedi. Genç adam, başını daha ziyade yaklaştırdı,

aynı hafif ses:-Ziyanı yok, ben Çalıkuşu’nun bütün aşkınıbir başkasına, Gülbeşeker’e verdim, dedi.Kâmran, kollarında gittikçe ağırlaşan bu bitapgenç vücudun birdenbire canlandığını, bir hayaltitreyişiyle kıvrandığını hissetti:-Kâmran, onu söyleme, yalvarırım sana.Hâlâ Kâmran’ın göğsünde duran başını birazarkaya atmış, yüzünü ona çevirmişti. Kesik,donuk nefesleriyle titreyen gerdanının damarlarımorarıyor, yüzünde, gözlerinde, kızıltılaruçuyordu.Kâmran, haris bir inatla tekrar etti:Feride, bütün vücudu titreyerek ayaklarınınucunda yükseldi, genç adamı omuzlarındançekti. Vücudunun bütün kanı dudaklarındatoplanmış boynunu uzattı.Bir dakika sonra ayrılmışlardı. Feride, uzunbir susuzluktan sonra berrak bir dereden kanakana su içen bir kuş gibi canlanıyor, ayağını

yere vurup yüzünü göstermemek için bir yandanbir yana çevirerek:-Ne ayıp, Yarabbî, ne ayıp! Sen sebep oldunvallahi, sen sebep oldun, diye hırçınlaşıyordu.Yanlarındaki ağacın dalında bir çalıkuşuötüyordu.-SON-

SÖZLÜKÇE-A-âb ü hava: Su ve hava, iklim.âbide: ibadete düşkün kadın.âcizane: Söz söyleyen bir kimsenin kendiyaptıklarını abartmamak için kullandığı birnezaket sözü.addetmek: Saymak (Bunu olmamışaddetmeli).âdeta: Sanki, hemen hemen.ah ü zara kapılmak: Âh çekip inlemek.ahenk: Uyum.

âhir: Son.âhiret: (Ahret) Dinî inanışa göre, insanınöldükten sonra dirilip sonsuza dekkalacağı ve Tanrı'ya hesap vereceği yer.Öbür dünya.ahz: Alma.âkile: Akıllı kadın.aksiyon: Eylem, hareket.âlâ kader il istitaata: Gücün yettiğince.âlâ: iyi, pek iyi.alâka: İlgi.alâmet: Belirti, işaret.alarga gitmek: Açıktan gitmek.alelade: Olağan, sıradan.

âlem: Dünya.âli: Yüksek, yüce.alîl: Hasta, sakat.alimallah: Allah bilir.ameliye: işlem.ar: Utanma.arif: Çok anlayışlı, bilgili ve sezgili kimse.arifane: rif olana yakışır biçimde.arife: Bilgili.arız olmak: Sonradan ortaya çıkmak.azil: Görevden alma.azim: Bir işteki engelleri yenme kararlılığı.azletmek: Görevden almak.

-B-babayani: Gösterişi ve özentisi olmayan,babacan tavırlı.bahtiyar: Talihli, mutlu, mesut.bahusus: Hele, en çok.bakiye: Artan, geri kalan.battal: Alışılmış olandan büyük.bedbaht: Mutsuz, talihsiz.bedbin: Kötümser, karamsar.behemahal: Mutlaka.belertmek: Gözlerini, akı çok görünecekbir biçimde açmak.beyhude: Boşuna.

beyit: Anlam bakımından birbirine bağlıiki dizeden oluşmuş şiir parçası.Bibliotheque Rose: (Fr.) Pembe kitaplık.Metnide \"çocuk kitapları\" anlamındakullanılmış.biçare: Çaresiz, zavallı kimse.bilâkis: Tersine, aksine.billahi: Tanrı'ya ant içerim.binaenaleyh: Bundan dolayı.bitap: Bitkin, yorgun.bonjur: (Fr.) Günaydın. Merhaba anlamınada kullanılır.bonmarşe: içinde her türlü giysi, süseşyası, oyuncak vb. satılan büyük mağaza.buse: Öpücük.

-C-caiz: Uygun.cariye: Efendisinin her istediğini yapmakzorunda bulunan, alınıp satılan kadın veyakız.cariye: Para ile alınıp satılan, savaşta esirolmuş veya odalık diye alınmış kız.cazibe: Çekicilik, alımlılık.cedide: Yeni.cefa: Büyük sıkıntı, eziyet.celbetmek: Çekmek.celile: Büyük, ulu.celpname: Mahkeme tarafından, davaedene, edilene veya tanıklara gönderilen

çağrı belgesi.cerr: Medresede okuyanların üç aylardaköy köy dolaşarak imamlık, vaizlik işleriiçin para toplamaları.cesamet: Büyüklük, irilik.ceza reisi: Ağır ceza mahkemesi başkanı.cihet: Yön.-Ç-çapul: Yağma, talan.çare-i tesviye: Çözüm önerisi.çehre: Yüz, sima.çiy: Havada buğu durumundaykenakşamın ve gecenin serinliğiyle yerde veyabitkilerde toplanan küçük su damlaları.


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook