enseni.Hayganuş’a gelince, kız olmasına rağmenonun tahsiline de Mirat’ınkinden daha azehemmiyet veriliyor değildi.Hayganuş, Ermeni Katolik mektebinegidiyordu. Hacı Kalfa bir gün, komşularındaninmeli bir ihtiyarla siyah şalvarlı bir dudukarşısında kızını sıkı bir imtihandan geçirmemiistedi.Dünyada bundan daha gülünç manzaraolmazdı... Hacı Kalfa, kızcağızın kitaplarını,defterlerini zorla dizlerimin üzerine koyuyor:-Haydi bakalım Hayganuş, hocanıma karşıyüzümü kara çıkarırsan yedirdiğim ekmekburnundan gelsin, diyordu.Bir iki zarp, taksim ameliyesinden sonraresimli bir “Peygamberler Tarihi” açtım, İsa vevaftize dair bir parça tesadüf etti. Kızcağız,vaftizi anlatırken saçma sapan bir şeyler söyledi.Mektepten kulağım dolu olduğu için tashihettim, vaftize dair bazı sade malumat verdim.
Hacı Kalfa, beni dinlerken gözleri büyümüş,başında saç olmadığı için kaşlarının kıllarıdimdik olmuştu. Hıristiyanlık hakkındakibilgilerim ona bir mucize kadar yüksekgörünüyor:” Bu ne iştir ki! Bir Müslümanmuhadderat benim dinimi papazlardan iyibiliyor. Ben, seni şöyle böyle bir hanımsandımdı, anladın mı? Meğerki, sen hakikat eliöpülecek bir ulema imişsin,” diye istavrozçıkarıyordu.Yerinden kıpırdanması, iskeleden mavnakalkması gibi zorlu bir iş olan şişman karısınıensesinden tuttu, bana doğru getirerek: “Şuçocuğu benim tarafımdan, ta alnının ortasındanöp, anladın mı?” diye üstüme attı.Zavallı Hacı Kalfa, kendini erkekten sandığıiçin bu vazifeyi karısına yaptırmıştı.İhtiyar odabaşı, o günden sonra önüne gelenebenden, benim derin ilmimden bahse başlamış.Öyle ki, otele girip çıktığım zaman kahvedekiişsizler beni görmek için suratlarını camlara
yapıştırıyorlardı.Ben: “Hacı Kalfa, Allah aşkına vazgeç. Böyleşeylere lüzum var mı?” diye kızıp söylendikçe, oadeta, isyan ediyor: “Mahsus söylüyorum. Hanisanki, büyüklerin kulaklarına gitsin de, sanaettiklerinden utansınlar gibilerinden” diyordu.Hacı Kalfa’nın ailesiyle tanışmak, bana başkabir cihetten de kârlı oldu. Samatyalı Madam,gayet güzel reçel ve şekerlemeler yapmasınıbiliyordu. Benim “Peygamberler Tarihi”hakkındaki bilgilerimden, her halde, çok dahahayırlı bir ilim.Kendisinden hem kolay, hem ucuz reçeltarifleri aldım ve Gülmisal Kalfa’nın yemekleriniyazdığım deftere özene bezene not ettim.Bundan sonra, bizim oburluğumuzla kim meşgulolmayı hatırına getirecek?İnşallah işlerim yoluna girsin, benim debaşımı sokacak küçücük bir evim olsun, kendimiçin bir reçel dolabı yapacağım. Hacı Kalfa’nınevindeki gibi, raflarımı oymalı uçurtma
kâğıtlarıyla süsleyeceğim; bu raflara yakutlar,kehribarlar, sedefler gibi parlayacak renk renkkavanozlar dizeceğim. Ne âlâ, bunları, heraklıma geldikçe yemek için kimseden izinistemek, yahut büfe hırsızlığı etmek mecburiyetide yok. Allah vere de hasta olmasam.Evet, al, sarı, beyaz, reçel kavanozları.Aralarında sadece yeşil yok. Artık aklıma bilegetirmediğim Kâmran’ın o kadar nefret ettiğimgözleri, beni yeşil renge garez ettirdi.Şimdi gayet iyi hatırlıyorum. Kâmran, benevvelden de, senden şimdiki kadar nefretetmediğim zamanlarda da gözlerine garezdim.Bu garez başladığı zaman, daha on iki yaşımdayoktum. Kendin de, elbette unutmamışsındır.ikide bir avuçlarıma toz doldurarak yüzüneserperdim. Bu, yalnız bir çocuk yaramazlığımıydı acaba? Hayır, güneş işlemiş yosunludenizler gibi içlerinde hileli hareler dolaşangözlerini acıtmak içindi.
Yine sapıttım. Halbuki maksadım sadecebugünün vakalarını kaydetmekti.Nerede kalmıştım? Evet Hacı Kalfa benimgünlerden beri ilk defa açan güneşten doğanneşemi bir yerden iyi bir havadis öğrendiğimevermiş ve beni sıkıştırmaya başlamıştı. Kendimeait bir haberin ondan evvel benim kulağımagelmesi mümkün mü? Neredeyse acıktığımı veuykum geldiğini bile bu garip otel odacısındanöğreneceğim!Hacı Kalfa:-Hele nazlanma söyle. Böyle fıkır fıkırgülüşün boş değil. Sen Allah bilir iyi bir şeyişittin? diyordu.Ondan daha kulağı delik görünmek, nedenseizzetinefsimi okşuyor, yarı şaka, yarı ciddi birtavırla manalı manalı gülüyor, göz kırpıyordum:-Kim bilir belki söylenmemesi lâzım gelen birsırdır. Güneş, o kadar güzeldi ki, kaybolmaktehlikesini göze alarak otelin biraz ilerisindeki
köprüyü geçtim, karşıma çıkan dik bir yokuşavurdum, sonra, bir çayır, bir ağaçlık ve ikinci birköprüden geçtim. Daha da dolaşacaktım, fakatkaybolmaktan daha büyük bir tehlike başgösterdi. Babayani çarşafıma, sımsıkı kapalıpeçeme rağmen kılıksız birtakım erkeklerpeşime takılmaya, söz atmaya başlamışlardı.Hacı Kalfa’nın nasihatlerini hatırlayarakkorktum ve tekrar tersyüzü geri döndüm.Maarif Müdürlüğü’nde kuşaklı başkâtibin:“Hâlâ İstanbul’dan bir ses seda yok, hemşirehanım” cevabıyla karşılaşacağıma emindim.Fakat, sokağa çıkmışken bir kere oraya dauğramak zaruriydi.Müdürün hademesi merdivende beni görünce:“İsabet ki, geldin hocanım,” dedi. Ben de seniarıyordum, birazdan otele gelecektim.”Bey dediği Maarif Müdürü idi. Hayret! O,yine kırmızı çuha kaplı yazıhanesinin önünde,ebedi yorgunluğunu dinlendirir gibi elini,kolunu salıvermiş, yakasını gevşetmiş, gözleri
yarı kapalı düşünüyordu.Beni görünce, esnedi, gerindi ve tane tanesöylemeye başladı:-Hanım kızım, Nezâret-i Celile’den henüz bircevap almış değiliz. Ne irade buyurulacağınıkestiremiyorum. Ancak, Huriye Hanım kıdemlibir muallime olduğu için sanırım ki onu iltizamederler. Aksi bir cevap geldiği takdirde müşkülmevkide kalacaksınız. Aklıma bir çare-i tesviyegeldi. Buraya bir, iki saat mesafede bir“Zeyniler” nahiyesi var. Havası, suyu güzel,menâzır-ı tabiiyesi ferahfeza, ahalisi haluk vemüstakim, cennet gibi bir yer. Orada bir VakıfMektebi vardı. Geçen sene, bir hayli fedakârlıklatamir ve tecdit ettik. Birçok levazım-ı tedrisiyeve ikmal-i nevakısına muvaffak olduk. Mektebiniçinde muallimlerin ikametine mahsus daire devar. Şimdi bir genç muallimimizin himmet vefedakârlığına muhtacız. Gönül ister ki, orayasizin gibi güzide bir hanım gitsin. Cidden iyi biryer. Hem de aynı zamanda ecirli bir hizmet-ivataniye olur. Gerçi, maaşı sizin burada
alacağınız maaştan noksan. Fakat buna mukabil,et, süt, yumurta vesaire fiyatları, buradakiylenispet kabul etmeyecek kadar ucuz. İstersenizbol para da biriktirebilirsiniz. Mamafih, ilkfırsatta maaşınıza zam yaparak bugünkü miktaraiblâğ ederim. O takdirde buradaki İdadiMüdürlüğü’nden daha kârlı bir vaziyetegelirsiniz.Bu teklif karşısında ne söyleyeceğimibilmeyerek susuyordum.Maarif Müdürü devam etti:-Mektepte ihtiyar bir hatun var. Hem dersleredevam ediyor, hem mektebin hizmetlerinigörüyor. Kendi halinde, namazında, niyazındabir kadıncağız. Yalnız, yeni tedris usullerinevâkıf değil. Gayri, siz onu da çeker çevirirsiniz.Maa-haza, Zeyniler’i beğenmeyecek olursanızbana iki satır bir şey yazarsınız, derhal siziburaya münasip bir yere alırım. Hoş, siz orayıgördükten sonra merkeze tayin edilseniz de“istemem” diye ayak direyeceksiniz ya.
Hava güzel, manzara güzel, yiyecek içecekucuz, ahalisi iyi. Şöyle böyle İsviçre köyleri gibibir şey. insan, Allah’tan daha ne ister?Gözümün önüne güneşli yollar, bahçeler,dereler, ormanlar geliyor, yüreğim şiddetleçarpıyordu.Bununla beraber, birdenbire “evet” demeyecesaret edemedim. Hiç olmazsa bu işi HacıKalfa’ya bir kere danışmalıydım.-Şimdi müsaade buyurunuz, iki saat sonragelir, cevabımı veririm efendim.Müdür Bey biraz canlanır gibi oldu:-Aman kızım, bu iş müstacel. Başka talipleride var, elden kaçırırsan karışmam sonra.-O halde, yalnız bir saat beyefendi, dedim.Maarif Müdürü’nün yanından çıkınca, sofadaortağım Huriye Hanım’la burun burunagelmeyeyim mi? B.’de bizim ismimizi, ikiortaklar koyduklarını birkaç gün evvel, yine
Hacı Kalfa’dan öğrenmiştim. Bu kadın gözümüo kadar yıldırmıştı ki, yüzünü görünce korktum,görmezliğe geldim ve acele acele oradansıvışmak istedim. Fakat yolumu kesti, şımarık birdilenci gibi çarşafımın ucunu tutarak benimlekonuşmaya başladı:-Hanımefendi kızım, geçenlerde size karşı birterbiyesizlik ettim. Allah aşkına kusurumabakmayınız. Sinir hali, pek fazla müteessirimde... Ah kızım, benim neler çektiğimi bilseniz,halime acırsınız. Ne olur terbiyesizliğimi affedin.Ben korkarak:-Ziyanı yok efendim, dedim ve geçmekistedim.Fakat nedense o, yakamı bırakmamaya kararvermişti. Evvela halinden şikâyet etti, başındakibeş canın sokak ortasında kalacağını vedileneceğini anlattı.Huriye Hanım gittikçe coşuyor, perde perdesesini yükselterek iğrenç bir tarzda yalvarıyordu.Ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım.
Daha fenası, bu garip komedyayı görenyanımıza geliyor, etrafımızda kalemodacılarından, kâtiplerden, kahve, şerbet taşıyanpeştemallı esnaf çıraklarından bir daireçevriliyordu.Yüzüm, ellerim ateş gibi kesilmişti.Utancımdan yerlere giriyordum.Bu defa, ben yalvarmaya başladım:-Rica ederim hocanım, yavaş konuşun.Herkes bize bakıyor.Fakat o, inadına kâmeti artırdı. Şimdi adetasaçlarını yolarak, yakasının düğmelerinikopararak ağlıyor, ellerimi dizlerimi öpmeyekalkıyordu.Etrafımızdaki kalabalığın gittikçe büyümekteolduğunu dehşetle gördüm. Hani İstanbul’dasokak ortasında diş çeken, leke sabunu, nasırilacı satan yaygaracı esnafın etrafına nasılüşüşürler, biz de öyle bir kalabalığın ortasındakalmıştık.
Etraftan: “Yazıktır zavallıya, ağlatma fukarayıküçükhanım,” yolunda sözler de işitilmeyebaşlamıştı. Birdenbire omuz başımda peyda olanyeşil sarıklı, ak sakallı, iri yarı bir hoca,doğrudan doğruya bana hitâb etti:-Kızım, yaşlılara hürmet ve muavenet birvazife-i diniye ve insaniyedir. Gel, şu hatununrızkına mani olma. Allah’ı da, Peygamber’i dehoşnut etmiş olursun. Cenab-ı Hak rezzâk-ıâlemdir. Elbet, sana da garip hazinesinden başkabir kapı açar, dedi.Çarşafımın içinde bir yandan titriyor, biryandan buram buram ter döküyordum.Durmadan elindeki maşayı şakırdatan birkahveci çırağı öteden:-Öyledir öyle, diye bağırdı. Sen evvel Allahnerede olsa ekmeğini çıkarırsın!Kalabalığın bir kısmı kahkahalarla gülmeyebaşlamıştı. Bu esnada kırmızı kuşaklı kâtip desahnede göründü. Kahveciyi yakasındanyakalayıp hemen merdivenlerden atarak:
-Ahlâksız herif, şimdi senin ağzını yırtarım,diye bağırdı.Niçin gülmüşlerdi? Kahvecinin söylediği,Hoca Efendi’nin söylediğinden başka bir şeydeğildi ki!Huriye Hanım, öyle ağladı, rezalet o kadarbüyüdü ki, bu maskara vaziyetten kurtulmakiçin canımı isteseler verirdim. Nihayet:-Peki, peki, nasıl isterseniz öyle olsun. Fakat,Allah aşkınıza yakamı bırakınız, dedim ve yerekapanarak öpmeye çalıştığı dizlerimi zorlakurtardım ve Maarif Müdürü’nün odasınadöndüm.Biraz sonra bana Merkez Rüştiyesi’ndekiderslerimden kendi arzumla istifa ettiğime veZeyniler mektebi muallimliğine talip olduğumadair bir kâğıt imzalattılar.Bir saate kalmadan bütün muamele bitmiş, oyerinden kımıldamaya üşenen Maarif Müdürüaraba ile valinin konağına giderek emrimi
imzalatmıştı.Bazen aylar ayı masadan masaya sürenmuameleler istedikleri zaman öyle kolay çıkıyorki...Otele döndüğüm zaman Hacı Kalfa, benikapıda karşıladı, hem sitemli, hem memnun birtavırla:-Sen sakladın da ben öğrenmedim mi sanki?Allah mübarek etsin, dedi.-Neyi öğrendin?-Emrinin geldiğini canım...-Ne emri Hacı Kalfa?-Canım Merkez Rüştiyesi’nde senialıkoymuşlar. Huriye Hanım’ın pasaportunueline vermişler.-Yanlış, Hacı Kalfa. Ben şimdi MaarifMüdürü’nün yanından geliyorum. Öyle bir şeyyok.İhtiyar adam, şüpheli şüpheli yüzüme baktı:
-Hayır, emir dün akşam gelmiş, iyi bir yerdenişittim.Demek ki, Müdür, senden sakladı. Bu işte biroyunbazlık var mı dersin? Anlat, hele anlat.Hacı Kalfa’nın saf vesvesesiyle alay ederekbir nefeste vakayı anlattım ve çantamdan emrimiçıkararak elimde salladım:-Yaşadık Hacı Kalfa! İsviçre gibi bir yeregidiyoruz. Hacı Kalfa beni dinlerken iri burnuhoroz ibiği gibi kızarıyordu. Ellerini birbirinevurarak dövünmeye başladı:-Ne ettin behey cahil çocuk, ne ettin? Ensonunda seni tongaya bastırdılar ha! Hemen git,Müdüre baltayı as! Tekrar omuzlarımı silktim:-Değmez Hacı Kalfacığım. Sen üzülme okadar. Sonra hasta olursan ne yaparız?Adamcağızın benim hesabıma kızmakta, telaşetmekte hakkı varmış. Akşama doğru iş bütüntafsilatıyla anlaşıldı. Maarif Müdürü, Huriye
Hanım’ı tutuyormuş. Nezarete yazdığı tezkeredeonun daha kıdemli bir muallim olduğunu ilerisürerek benim başka bir yere kaldırılmamıistemiş. Fakat, Nezaret, nedense beni bırakıportağımı ileride açılacak başka bir yeregöndermeyi muvafık görmüş.Dün akşam gelen emir üzerine MaarifMüdürü, Rüştiye Müdiresi ve galiba HuriyeHanım’ın Rumeli’den hemşehrisi olan MuhasebeMüdürü geç vakit bir toplantı yapmışlar, beni birköye atıp yerime Huriye Hanım’ı alıkoymak içinplan tertip etmişler.Huriye Hanım’ın Maarif Müdürlüğükoridorunda benimle karşılaşması evveldenhazırlanmış bir şeymiş. Hatta o ak sakallı hocayıbile, mahsus getirmişler.Maarif Müdürü’nün sözleri üzerine şık birAvrupa köyü gibi görmeye başladığımZeyniler’e gelince, dağlar arasında kuş uçmaz,kervan geçmez bir yermiş! Bir seneden beri boşolduğu halde en düşkün muallimler bile orayagitmeye yanaşmıyorlarmış.
Ben bunları öğrendikçe şaşırıyor, saçlı sakallıbir büyük memurun, bu kadar sefaletle benialdatmasını bir türlü aklıma sığdıramıyordum.Hacı Kalfa, sinirli bir tavırla başını iki yanasallıyor:-Sen bilmezsin o uyur yılanı, diyordu, uyuruyur da sonra adama öyle bir vurur ki, neredengeldiğini fark edemezsin, anladın mı efendim?-Adam sen de! İnsanı en yakın akrabalarıkalpsizce vurduktan sonra yabancılar vurmuş neçıkar? Ben, o Zeyniler’de de mesut olmasınıbileceğim. Gönüller şen olsun!Zeyniler, 28 EkimBugün, akşama doğru bir Çeçen arabasıylaZeyniler’e geldim. Maarif Müdürü, galiba yollarışimendifer yürüyüşüne göre ölçüyor. Çünkü:“Nihayet iki saat” dediği yol tam sabahınonundan geceye kadar sürdü. Ne yapsınmübarek adamcağız! Kabahat kendisinin değil,kâh dağ yamaçlarına tırmanan, kâh kurumuş sel
çukurlarına inen Zeyniler yoluna dişli şimendiferyaptıramamış olanların.Hacı Kalfa’nın ailesi, beni şehirden yarım saatuzaktaki bir çeşme başına kadar selametlemeyegeldi. Bütün aile, bir düğüne, daha doğrusu bircenaze alayına gider gibi giyinmişti.Arabanın hazır olduğunu haber vermeyegeldiği vakit, az kaldı Hacı Kalfa’yıtanıyamıyordum. Beyaz peştemalını, taşlıklar,sofalar ve merdivenlerde, kendine göre birahenkle sürüdüğü şıp şıp terliklerini çıkarmış,arkasına soluk çuhadan yakası kapalı uzun birceket, ayaklarına imam galoşları giymişti.Aziziye biçiminde kocaman bir kırmızı fes,saçsız başını kulaklarına kadar örtüyordu.Samatyalı Madam’la Hayganuş’un ve Mirat’ıntuvaletleri de onunkinden aşağı değildi.İçinde çok acı saatler geçirmiş olmamarağmen küçük odamdan adeta hüzünle ayrıldım.Mektepte bize bir şiir ezberletmişlerdi. İnsan,yaşadığı yerlerde beraber bulunduğu insanlaragörünmez ince tellerle bağlanırmış; ayrılık
vaktinde bu bağlar gerilmeye, kopan kemantelleri gibi acı sesler çıkarmaya başlar, hepbirinin gönlümüzden kopup ayrılması, bir ayrısızı uyandırırmış. Bunu yazan şair ne kadarhaklıymış!Bir tesadüf eseri olarak Manastırlı komşum da,benimle aynı günde B.’den ayrıldı. Fakat o,herhalde benden çok daha acınacak bir vaziyetteolarak...Dün gece, çantamı hazırladıktan sonrayatmıştım... Uykumun arasında iri iri konuşmasesleri işitiyor, fakat bir türlü kendimiaçamıyordum.Birdenbire korkunç bir gürültüyle yataktanfırladım. Sofada bir şeyler yıkılıp devriliyor,gecenin sessizliği içinde çocuk feryatları, boğukhırıltılar, sille tokat seslerine karışıyordu. Uykusersemliğiyle ilk aklıma gelen şey yangın oldu.Fakat yangına uğrayanlar herhalde birbirlerini
dövmezlerdi.Dağınık saçlarım, çıplak ayaklarımla odadanfırladım ve feci bir dayak vakasıyla karşılaştım.Dev yapılı, palabıyık bir zabit, Manastırlıkomşumu yerden yere sürüyor, çizmeleriyleçiğniyordu.Çocuklar, bir ağızdan, “Anamız... Babamanamızı öldürüyor!” diye haykırıyorlardı.Zavallı kadın her tekmeden, yılan gibi ıslıkçalarak inen her kamçıdan sonra inleyerektahtaların üzerine yuvarlanıyor, fakat inanılmazbir kuvvetle yine yerinden kalkarak zabitindizlerine tırmanıyordu: “Kulun kurbanın olayımefendiciğim, öldür beni, lâkin bırakma,boşama!...”Yarı çıplak olduğum için tekrar odamagirmiştim. Zaten öyle olmasa da elimden negelirdi?Alt katta yatanlar da uyanmış olacaklardı.Aşağı sofadan ayak patırtıları, anlaşılmaz seslergeliyordu.
Sofanın tavanında bir aydınlık gezinmeyebaşlamıştı. Merdiven aralığında Hacı Kalfa’nınçıplak başı parladı. Adamcağız, gürültüyüişiterek uyanmış, bir teneke lamba yakalayarakdon gömlek dışarı fırlamıştı.İhtiyar odacı: “Ne ayıptır, ne rezalettir, oteldebu olur mu?!” diye bağırarak aralarına girmekistedi. Fakat zabit, Hacı Kalfa’nın karnınaçizmeli ayağıyla öyle bir tekme savurdu ki,biçare adeta kocaman bir futbol topu gibihavaya fırladı ye aralık kapıdan sırtüstü odamayuvarlanarak çıplak bacakları havaya kalktı.Bereket versin ben, atik davranmış kollarımlaadamcağızın kafasını yakalamıştım. Yoksa,çıplak kafa, kocaman bir balkabağı gibi tahtalaraçarpıp patlayacaktı.Uyku sersemliği, korku, şaşkınlık, sonra HacıKalfa’nın hali hep bir araya gelmiş, fena haldesinirlerimi bozmuştu.İhtiyar adam: “Vay aman! Vay aman! Haynalçasına tükürdüğüm katırı!” diye söylenerek
ayağa kalkıyordu.Fakat bu sefer ben, karyolamın üstünedüşmüştüm. Ömrümde başıma gelmemiş birkahkaha krizi içinde bunalıyor, tıkanıyor,ellerimle yorganları burarak kıvranıyordum.Artık dışarıda ne olup ne bittiğini anlayacakhalde değildim.Sesler, gürültüler tamamıyla kesilip otelsükûnuna dönünceye kadar kendimegelemedim.Vakayı sonradan bana anlattılar:Manastırlı Hanım’ın, arsız muhabbeti, nihayetkocasının canına yetmiş, zabit, ne pahasınaolursa olsun kadını çocuklarıyla berabermemlekete göndermeye karar vermiş. Bu gece,biletlerin alınmış olduğunu, ertesi sabaherkenden hazır bulunmasını söylemeye gelmiş.Manastırlı Hanım, kolay kolay onun yakasınıbırakmaya razı olur mu? Tabii yalvarmaya,sırnaşmaya başlamış. Aralarında kimbilir ne gibisözler ve sahneler geçtikten sonra bu korkunç
dayak faslı başlamış.Belki iki saat sonra, tekrar uyumayahazırlandığım sırada Hacı Kalfa, hafifçe kapımavurdu: “Bak bakasın, hocanım, otelde başkakadın yok. Fakir hatuncağız bayılıp duruyor.Salt gülmek olmaz. Gel dinini seversen şunabiraz bak. Adımız erkeğe çıkmış diye yanınagiremiyorum. Sonra ölür, mölür de başımızderde girer he!” dedi.Kapı aralığında Hacı Kalfa’nın yüzünügörünce beni tekrar bir gülme aldı: “Geçmişolsun!” demek istiyordum, fakat bir türlükelimeler ağzımdan çıkmıyordu.Hacı Kalfa, dargın dargın yüzüme baktı; yarımahcup bir eda ile başını sallayarak:“Gülürsün! Salt kıkır kıkır gülürsün. Haçapkın seni! Şuna bak hele!” dedi.“Gülüyorsun” kelimesini “gülürsün” diye okadar tuhaf söylüyordu ki, şimdi bile gülmektenkendimi alamıyorum. Hemen bir saatten fazla
dertli komşumla uğraştım. Zavallının vücuduyara bere içindeydi, ikide bir bayılıyor,gözlerinin siyahı kaybolarak çenesikilitleniyordu.Bir baygınla uğraşmak, ilk defa başıma gelenşey. Ne yapmak lâzım geleceğinikestiremiyordum. Fakat iş başa düşünce, insanaöyle gayret geliyor ki...Bu, her biri en aşağı beş dakika sürenbayılmalarda kadıncağızın kollarını, vücudunuovuşturuyor, kızına sürahiden su döktürerekıslatıyordum. Alnı, yanakları, dudakları birkaçyerinden çatlamıştı. Bu çizgilerden ince incesızan kanlar düzgünlere, sürmelere karışıyor,kirli bir siyahlık alarak çenesine, göğsünesızıyordu. Yarabbî, ne çok boya varmış buyüzde!... O kadar su döktüğüm halde, bir türlübitip tükenmiyordu.O sabah, uyandığım vakit, karşı odayı boşbuldum. Zabit, erkenden onu, çocuklarıylaberaber bir arabaya atarak götürmüş, komşumgitmeden beni görmek, helallik dilemek istemiş,
fakat gece, onun yüzünden uykusuz kaldığımıbildiği için uyandırmaya kıyamamış. HacıKalfa’ya selam bırakmış ve tekrar gözlerimdenöpmüş.Arabada, gözüm Hacı Kalfa’nın yüzünerastladıkça gülüyordum. O, bu yersiz neşeninsebebini anlıyor, dargın bir gülümsemeyle başınısallayarak:-Gülürsün he! Hâlâ kıkır kıkır gülürsün he!diye bana çıkışıyordu.Sonra, akşamki tekmenin dehşetindenbahsederek: “Tabanına tükürdüğümün katırı,anladın mı efendim, bir tepti beni, karnımın içinikarmakarışık etmiştir. Mirat, benden sana babanasihati: Sen sen ol, karı koca arasına gireyimdeme. Karı koca ipektir, araya giren köpektir,”diyordu.Bütün aile, küçücük arabanın içinde üst üste,şehrin dışındaki bir çeşme başına kadar
gelmiştik.Ayrılık yeri burasıydı. Hacı Kalfa, iki tıpalışişeye hazırlamış olduğu sularını çeşmedentazeledi ve ihtiyar arabacıma uzun uzadıyatembihler verdi. Samatyalı Madam, gözleri doludolu, bir gün evvelden benim için yaptığı,çörekleri sepetime doldurdu.Bana karşı tamamiyle lakayt olduğunuzannettiğin vahşi Hayganuş, bir yerini incitmişgibi birdenbire ağlamaya başladı.Hem de ne ağlayış! Kulağımda iki inci küpevardı. Onları çıkararak Hayganuş’un kulağınataktım.Hacı Kalfa, hediye için adeta mahcup oluyor:“Yoo, hocanım, hediye dediğin para edecek şeyolmamalı. Bunlar kıymetli inciler,” diyordu.Yine hafifçe güldüm. Kızının benim içindöktüğü inciler yanında iki paralık kıymetiolmadığını nasıl anlatırsın bu saf adamcağıza!Hacı Kalfa, beni tekrar arabaya bindirdikten
sonra, derin derin içini çekti, elini göğsünevurarak: “Tövbe olsun, hani şu ayrılık banaakşamki tekmeden ağır geldi doğrusu!” dedi.Geceki hengâmeyi hatırlatan bu sözler benibir kere daha güldürdü. Araba yürümeyebaşlamıştı. O hâlâ arkamdan parmağını sallıyor:“Gülürsün he çapkın, gülürsün!” diyordu.Yol, şimdiden uzamaya başlamış olmayıp dagözlerimi görebilseydin, bu sözlerisöylemeyecektin Hacı Kalfacığım.Araba; inişli yokuşlu dağ yollarına girmişti;kâh kurumuş sel çukurlarından geçiyor, kâh boştarlaların, bozulmuş bağların kenarlarını takipediyordu.Seyrek fâsılalarla tek tük köylülere,yorgunluktan inler gibi sesler çıkaran kağnılaratesadüf ediyorduk.İnce bir bağ yolundan, eşkıya gibi korkunç
kıyafetli, uzun bıyıklı iki jandarma geliyordu.Yanımızdan geçerken arabacıya:“Selamünaleyküm,” dediler, dik dik banabaktılar.Hacı Kalfa: “Yollar maşallah emindir, ammane olur ne olmaz, peçeni kapa. Senin suratınöyle her yerde açılacak suratlardan değildir,anladın mı efendim?” demişti.Uzaktan birisinin geldiğini görür görmez,hemen Hacı Kalfa’nın tembihini hatırlıyor,yüzümü kapıyordum.Saatler geçtikçe yollara mahzun bir ıssızlıkçöküyordu. Bu Çeçen arabalarının ince, yanıksesli çıngırakları var. İcat edenler ne iyidüşünmüşler. Yamaçlarda, derelerdeuyandırdıkları, uzak akisler insana adeta birteselli sesi gibi geliyor. Hele bir kayalığıniçinden geçerken öyle sandım ki uzaklarda, şuyanmış gibi görünen kara taş yığının ötetarafında görünmez bir yol var, ince sesli kadın,hıçkıra hıçkıra ağlayarak bu yolun içinde
arkamızdan koşuyor.Yol, hâlâ bitip tükenmek bilmiyordu.Görünürde ne bir köy, hatta, ne bir ağaçlık...İçimde yavaş yavaş bir korku uyanmayabaşlamıştı. Ya geceden evvel, Zeyniler Köyü’nütutamazsam. Ya dağ başlarında yalnız kalırsam?Arabacı, ara sıra durarak hayvanlarınıdinlendiriyor, insanla konuşur gibi onlarlakonuşuyordu.Bir taşlığın ortasında, yine böyle bir molavermesinden istifade ettim:-Daha çok var mı? diye sordum. O, ağır ağırbaşını sallayarak cevap verdi:-Geldik.Bu adam yaşlı bir insan olmasaydı, benimleeğlendiğini hükmedecektim.-Nasıl olur? dedim. Allah'ın kırındayız.Görünürde köy falan yok.İhtiyar adam, arabadan çantalarımı çıkarmaya
çalışarak cevap verdi:-Na, şu patikadan inceğiz, Zeyniler, burayabeş dakika çeker. Araba yolu yok.Taşların arasından minare merdiveni gibi dikbir yoldan inmeye başladık.Aşağıda, akşamın alacakaranlığı içindekapkara bir servilik, etrafı çitle çevrilmiş, çıplakbahçeler arasında tek tuk kulübeler, tahta evlergörünüyordu.İlk bakışta Zeyniler bana, hâlâ yer yerdumanları tüten bir yangın harabesi gibigöründü.Köy deyince gözümün önüne yeşilliklerarasında eski Boğaziçi yalılarındakigüvercinliklere benzeyen sevimli, şen manzaralıkulübeler gelirdi. Halbuki bu evler, çökmeyeyüz tutmuş, simsiyah viranelerdi.Yıkık bir değirmenin önünde abalı, sarıklı birihtiyara rast geldik, kaburga kemikleri soyulmuşzayıf bir ineği, ipinden sürüye sürüye bu
evlerden birine doğru götürmeye çalışıyordu.Bizi görünce, durdu, dikkatli dikkatli bakmayabaşladı. Bu ihtiyar hoca, Zeyniler muhtarı imiş.Arabacı onu tanıyordu. Birkaç kelime ile benimkim olduğumu anlattı.Belden büzmeli, bol siyah çarşafım, sımsıkıpeçemle genç olduğumu anlamamak mümkündeğildi. Böyle olduğu halde Muhtar Efendi, benifazla süslü bulmuş olacak ki, tuhaf tuhaf baktı,sonra ineğini çıplak ayaklı bir çocuğa teslimederek önümüze düştü.Köyün dar sokakları içine girmiştik. Evlerişimdi daha iyi görebiliyordum. HaniKavaklar’da önüne ağlar serilmiş, yağmurdançürüyüp kararmış, Boğaz rüzgârlarından biryana çarpılmış, viran balıkçı kulübeleri vardır;bu evler, ilk bakışta onları hatırlatıyordu.Altlarına dört direkten ibaret ahırlar, üstlerindeasma merdivenle çıkılan bir iki oda. Her halde,Zeyniler şimdiye kadar işittiğim ve resimlerinigördüğüm köylerden hiçbirisine benzemiyordu.
Etrafı tahta perdelerle çevrilmiş bir bahçeninkırmızı kapısı önünde durduk. Yapraklarınavarıncaya kadar siyah görünen bu köydegördüğüm ilk renk; kırmızı tahta oldu!Muhtar, yumruğuyla kapıyı çalmaya başladı.Her vuruşunda kapı yıkılacak gibi sarsılıyordu.İlk defa ağzımı açmaya cesaret ederek:-İçeride kimse yok galiba, dedim. Muhtar,başını sallayarak cevap verdi:-Hatice Hanım akşam namazını kılıyor olmalı.Az bekleyeceğiz.Arabacının beklemeye vakti yoktu; çantalarıkapının önüne bırakarak bizden ayrıldı.Muhtar abasının eteklerini toplayarak yereçömeldi. Ben, bavulumun kenarına iliştim,konuşmaya başladık.Bu Hatice Hanım, pek Müslüman birkadınmış. Tarikata da mensupmuş. Köyünölüsüne, dirisine o yetişirmiş. Mevlitleri o okur,
gelinlerin yüzüne o yazar, sekeratta bulunanhastaların ağzına son zemzem damlasını o akıtır,kadın cenazelerini o yıkayıp yaşmaklarmış.Muhtar Efendi, herhalde medrese falangörmüş bir adama benziyordu. Fırsattan istifadeederek bazı nasihatlar vermek istediğini anladım.Usul-i cedidin aleyhinde bulunmuyor, fakat yenimekteplerin din derslerini ihmal ettiklerindenşikâyet ediyordu.Şimdiye kadar buradan birkaç hocanımgeçmiş; fakat nafile, hiçbirisinin Kur’an-ıKerim’e, ilmihale, kâfi derecede vukufuyokmuş.Bu Muhtar Efendi, Hatice Hanım’danhoşnutluk getiriyordu. Ben bu dersleri yine busaliha, akil, abide hatuncağıza bırakarak kendimbaşka dersler okutursam köyü daha ziyadememnun edermişim.Ben, bu nasihatleri dinlerken içeriden bir nalıntıkırtısı gelmeye başladı. Muhtar Efendi ile ayağakalktık. Kapının arkasında bir kol demiri
şangırdadı, kalın bir ses:-Kimdir o? diye bağırdı.-Yabancı değil, Hatice Hanım, B.’den birhocanım geldi.Bu Hatice Hanım, iri yapılı, kocaman yüzlü,biraz kamburu çıkmış, yetmişlik bir ihtiyardı.Kınalı saçlarının üstüne yeşil bir yemeni örtmüş,arkasına ferace biçiminde koyu bir yeldirmegiymişti. Meşin gibi sert, esmer yüzününburuşukları arasında inanılmayacak kadar tazeve canlı gözleri, bembeyaz dişleri vardı.Peçemin arkasından yüzümü görmeye çalışarak:“Safa geldin hocanım, buyurun!” dedi.Bahçeden sokağa çıkmak yasakmış gibi bireliyle kapıya dayanıp öteki eliyle çantalarımıaldı; sonra, tekrar kapıyı demirleyerek önümedüştü.O önde, ben arkada bahçeden geçtik, MaarifMüdürü Bey’in büyük fedakârlıklarlamüceddeden ihya ettiği mektep binası da ötekievlerin eşiydi. Yalnız, alt kattaki direklerin
etrafını henüz kararmaya vakit bulamamıştahtalarla çevirmişler, dershane halinekoymuşlardı.Kapıdan gireceğim vakit Hatice Hanım,kolumu yakaladı: “Dur kızım” dedi.Ben, birdenbire ürktüm.O, dudaklarının ucuyla okuduğu kısa birduadan sonra:-Haydi kızım, besmele çek de evvela sağayağını at, dedi.Alt kat, zindan gibi karanlıktı, ihtiyar kadın,beni elimden tutarak dar bir taşlıktan geçirdi,eskilikten basamakları oynayan karanlık birmerdivenden çıktık. Yukarıki kat; viran bir sofa,bir de yüksek pencerelerinin tahta kepenklerisımsıkı kapalı kocaman bir odadan ibaretti.Maarif Müdürü’nün müjdelediği muallim dairesi.Hatice Hanım, bavulu yere bıraktı, odanın birköşesinde dolap vazifesi gören eski ocağıniçinden bir lamba çıkarıp yaktı.
-Oda, bu sene boş kaldığı için tozlanmış.Yarın sabah erkenden temizlerim inşallah.Bu zavallı kadın, mektebin eski hocasıymış.Maarif idaresi, mektebi bu şekle soktuğu zamanonu sokağa atmaya acımış, iki yüz elli kuruşlaburada alıkoymuş. Yarı hoca, yarı hademe gibibir şey. Artık, ben nasıl istersem öyleçalışacakmış.Kadıncağızın benden korktuğunu anlıyordum.Hesapça, ben onun amiriydim. Bile bile kimseyefenalık yapacak bir kız olmadığımı birkaçkelimeyle anlattıktan sonra dairemi seyretmeyebaşladım.Eskilikten delik deşik olmuş kirli kaplamalar,yağmurdan çürümüş, tahtaları sarkmış simsiyahbir tavan, bir köşede içine kırık dökük konmuşocak, ötede çarpık bir kerevet. Demek bundansonra, hayatım bu odada geçecekti!Havasız bir mahzene düşmüş gibi göğsümtıkanıyor, ellerim, ayaklarım üşüyordu.
-Kuzum Hatice Hanım, bana yardım et de şupencerelerden birini açalım, dedim. Kendikendime beceremeyeceğim galiba.İhtiyar kadın, benim işe el sürmeme taraftardeğildi. Uğraşa uğraşa kepenklerden birini açtı.Manzarayı görünce tüylerim diken diken oldu.Karşımda korkunç bir mezarlık vardı.Tepelerinde, hâlâ akşam ışıkları sönmemişserviler, sıra sıra mezar taşları, daha aşağıdasazlıklar içinde donuk donuk parlayan subirikintileri.İhtiyar kadının derin bir göğüs geçirdiğiniişittim:-İnsan, sağlığında alışmalı kızım, hepimizingideceği yer orası, dedi.Bu söz tesadüf müydü, yoksa haberimolmadan bu manzara karşısında bir korku vetelaş mı göstermiştim? Fakat hemen kendimitopladım. Cesur olmak lâzımdı. Adeta şendenecek bir kayıtsızlıkla:
-Demek burada bir mezarlık var, bilmiyordumdedim.-Evet kızım; Zeyniler kabristanı. Eskizamandan kalma. Şimdi cenazeleri başka yeregömüyorlar, burası tarih gibi bir şey. Ben, ZeyniBaba’nın fenerini yakmaya gidiyorum, şimdigelirim.-Zeyni Baba kim, Hatice Hanım?-Himmeti hazır, nazır olsun, bir mübarek zat,na, şuradaki servinin altında yatar.Hatice Hanım, yavaş sesle dualar fısıldayarakmerdivene doğru yürüdü. Ben, şimdiye kadar,böyle şeylerden ürktüğümü bilmiyorum. Fakatbu dakikada, servi kokularıyla dolu bir karanlıkodada yalnız kalmak bir ürkeklik veriyordu.İhtiyar kadının arkasından koştum:-Ben de geleyim mi sizinle? dedim.-Gel kızım, daha iyi olur. Gelir gelmez, ZeyniBaba’yı ziyaret edersen daha makbule geçer.
Mektebin arka kapısından mezarlığa girdik,taşların arasından yürümeye başladık.Bazı ramazan ve bayram arifelerindeteyzelerim beni Eyüp’teki aile mezarlığımızagötürürlerdi.Fakat ben ölümün hazin ve ürkütücü bir şeyolduğunu ilk defa bu karanlık Zeynilermezarlığında duydum.Taşlar, benim gördüğüm mezar taşlarındanbüsbütün başka şekildeydi. Dizi dizi asker saflarıgibi muntazam, yüksek, dimdik, tepeleri düz,bedenleri simsiyah taşlar. Yazılar okunmuyordu.Yalnız, başlarında birer küçük “Ya Rab”kelimesi seçiliyordu.Küçüklüğümde bir masal dinlemiştim.Bilmem hangi küçük sultanı kaçırmak için uzakbir dağın arkasından bir eski zaman ordusugeliyormuş. Askerler, gündüz mağaralardasaklanıyor, geceleri yol yürüyorlarmış.Karanlıkta görünmemek için tekmil vücutlarınısiyah kefenlere sarıyorlarmış.
Böylece aylarca zaman yol gittikten sonra,tam şehri basacakları gece Allah küçük sultanaacımış, karanlıkta sinsi sinsi ilerleyen bu siyahkefenli gece ordusunu taşa çevirmiş.Bu sıra sıra dizilmiş siyah taşlara bakarken oeski masalı hatırladım: “Sakın burası o korkunçölüm askerlerinin taşa döndüğü masal memleketiolmasın!” diye düşündüm.-Bu Zeyniler kimlermiş Hatice Hanım?-Ben de bilmem kızım, bu köy eskidenonlarınmış. Şimdi mezarlarından gayri bir şeylerikalmamış. Himmetleri hazır nazır olsun,erenlerdenmiş. Zeyni Baba bunların en büyüğü.Kimsenin iyi edemediği hastaları, burayagetirirler. Ben, bir kötürüm kadın bilirim ki,buraya sırtta getirdiler, ayaklarıyla yürüyeyürüye gitti.Zeyni Baba’nın türbesi, mezarlığın ennihayetinde, kocaman bir servinin altında idi.Hatice Hanım, her gece, ona üç kandil yakarmış.Birisi servinin dalına, birisi kapının iç tarafına,
öteki de sandukanın başına.Türbe, toprağın içine gömülmüş bir mahzendi.Zeyni Baba, bu mahzende, yedi sene güneşaydınlığı görmeden çile doldurmuş. Öldüğüvakit mübarek cesedine kimse el sürememiş.Üstüne, bir sanduka yapmışlar.Hatice Hanım, kandillerden ikisini yakmıştı.Mahzene inen birkaç basamaklı merdivenigöstererek:-Haydi kızım, içeri girelim, dedi.Ben, bu basamakları inmeye cesaretedemiyordum. Arkadaşım tekrar döndü:-Haydi kızım, buraya kadar geldikten sonragirmezsen günah olur. Gönlünde ne dileğinvarsa Zeyni Baba’dan iste!..Yüreğim hazan yaprağı gibi titreyerekmerdivenleri indim. Mezara indirilen ölülerde,eğer bir parça his olsaydı, mutlaka bu dakikadabenim duyduğum şeyi duyarlardı. Göğsümeıslak, soğuk bir toprak kokusu doldu.
Zeyni Baba’nın sandukası yeşil boyalı birçinko ile örtülmüştü. Sonradan, Hatice Hanım’ınanlattığına göre, bütün ömrünü kanaat ve sefaletiçinde geçiren Zeyni Baba, öldükten sonra, üzerisüslü ve işlemeli örtüler istememiş. Ara sıraöteden, beriden gönderilen örtüler bir haftadayanmıyor, parça parça çürüyüp eriyormuş.İhtiyar kadın, hafif fısıltılarla dualar okuyarakevliyanın başındaki kandile yağ koydu, sonrabana döndü:-Köyde birisi öleceği vakit, Azrailaleyhisselam, evvela Zeyni Baba’ya misafir olur,o vakit bu ışık kendi kendine söner. Şimdikızım, Zeyni Baba’dan isteyeceğini iste, dedi.Dizlerim kesiliyor, artık ayakta durmayatâkatim kalmıyordu. Ateşler içinde yanan alnımıZeyni Baba’nın serin örtüsüne dayadım;dudaklarımdan ziyade yaralı kalbimle söyler gibiyavaş yavaş: “Zeyni Babacığım, dedim. Ben,küçük, cahil bir Çalıkuşu’ndan başka bir şeydeğilim. Sana nasıl yalvarmak lazım geldiğini
bilmiyorum. Kusuruma bakma. Senin hoşunagidecek şeylerden hiçbirini bana öğretmediler,işittim ki, sen yedi sene güneş görmeden, buradaçile doldurmuşsun. Sakın sen de, insanlığınzalimliğinden, vefasızlığından kaçmışolmayasın? Babacığım, senden büyük bir şeyisteyeceğim. Bu yedi sene içinde elbettegüneşin, rüzgârların hasretini çektiğin zamanlarolmuştur. Seni o dakikaların acısına katlandırano melek sabrından bana da ver inlemeden,ağlamadan çilemi doldurayım!..”Odamda yalnızım. Hatice Hanım, erkendenbeni bıraktı. Mektebin alt katındaki, bodrum gibiizbesine çekildi. Orada gece yarısına kadaribadet eder, tesbih çekermiş.İki saatten beri lambanın ışığında bu satırlarıyazıyorum. Dışarıdan, uzak bir su sesi geliyor,ara sıra tavanda tıkırtılar oluyor. Ensemde hafifbir üşüme hissi ile kulak veriyorum. O vakit,harap binanın içinde, daha başka sesler
duymaya başlıyorum. Merdiven tahtalarıyavaşça gıcırdıyor, sofada insanlar fısıldaşıyorgibi sesler uyanıyor.Çalıkuşu, haydi yat artık. Gecenin içinde gizligizli söyleşen bu seslerden korkma. Onlar, nekadar zalim olsa da “Sarı Çiçekleri”ne yetimteyze kızlarını çekiştiren dudaklar kadar sanafenalık edemez.Zeyniler, 20 KasımBu sabah hesap ettim. Ben Zeyniler’e geleli,aşağı yukarı bir ay olmuş. Bu bir ay, bana şimdion yıldan daha uzun görünüyor. Şimdiye kadardefterime bir şey yazmak istemedim. Dahaaçıkçası bundan korktum.İlk günlerin titiz ümitsizliği içinde, kim bilir nemünasebetsiz şeyler yumurtlayacaktım? Halbukiartık buraya alışmaya başladım. Sör Aleksi’ninhiç dilinden düşürmediği bir söz vardı:.“Kızlarım, ümitsiz hastalıkların, mukadderfelaketlerin son bir ilacı vardır: Tahammül vetevekkül. Elemlerde bir giz, şefkat var gibidir.
Şikâyet etmeyenlere, kendilerini güler yüzlekarşılayanlara karşı daha az zalim olurlar.”Çalıkuşu, bu sözleri daima gülümseyerekdinlerdi. Halbuki şimdi onları doğru buluyor vegülmeye cesaret edemiyorum.Zeyniler’deki bir ay içinde öyle saatlerimoluyordu ki, bunalıyordum. “Uğraşmakbeyhude! Daha fazla dayanamayacağım!”diyordum. İşte o zaman, Sör Aleksi’nin bupeygamberce sözleri imdadıma yetişiyordu, içimkan ağlarken gülmeye, şarkı söylemeye, ıslıkçalmaya başlıyordum. O kadar ki, kalbim,nihayet bu neşenin yalanına inanıyor, suyakonan kuru çiçekler gibi titreye titreyecanlanmaya başlıyordu.Sonra etrafımda yaşayan şeylerde teselliaramaya koyuldum. Elime geçirdiğim taze biryaprağı yanağıma, dudaklarıma sürüyor,bahçede bulduğum cılız bir kedi yavrusunugöğsüme bastırıyor, nefesimle ısıtıyordum. Dahaolmazsa kendi kendime: “Feride, aptallığın
lüzumu yok. Biraz gayret. Biliyorum ki,yaşamak için artık güler yüzden, cesarettenbaşka sermayen kalmamıştır” diyordum.Bu neşenin uydurma, uçucu bir şey olduğumalum. Varsın öyle olsun. Kapalı bir mahzendesızan bir ışık parçası, yıkık bir duvarın taşlarıarasında açmış cılız bir çiçek, her şeye rağmenbir varlık, bir tesellidir.Bugün cuma, mektep yok. Birkaç günden beriyağan yağmurlar durdu. Sonbahar, dışarıda sonbir ayrılık bayramı yapıyor. Uzaklardakisıradağlar, sazlıktaki sular da güneşe karşıgülümsüyor gibi... Hatta, serviler, mezar taşlarıbile korkunç sertliklerini kaybetmiş gibigörünüyorlar. Kendimi derin derin yokluyorum,görüyorum ki, alışmaya, hatta bu karanlık vecan sıkıcı memleketi biraz daha benimsemeye vesevmeye başlamışım!Geldiğimin ertesi sabahı derse başlamıştım.
Bu ilk gün, hayatımın en unutulmaz bir günüolarak yaşayacaktır.Maarif Müdürü’nün, büyük fedakârlıklarlayenileştirdiği dershaneyi şimdi, sabahleyin, dahaiyi gördüm. Burası, herhalde eski bir ahırolacaktı. Yalnız, altına tahta döşemişler,pencereleri genişleterek, cam çerçevetaktırmışlardı.Ocak bacaları gibi kapkara görünen duvarkaplamalarında tepe aşağı takılmış bir harita ilebir iskelet levhası, bir çiftlik ve bir yılan resmisarkıyordu. Bunlar da herhalde yeni ders aletleriolacaktı.Dershanenin bahçe tarafındaki duvarındibinde -ahir zamanından kalma- bir hayvanyemliği vardı ki, kaldırmaya lüzum görmemişler,üstüne bir tahta kapak çakarak bir nevi dolaphaline getirmişlerdi.Çocuklar, yemeklerini, kitaplarını, mektebeyakılmak için kırlardan getirdikleri çalı çırpıyıburaya saklarlarmış.
Hatice Hanım, bu dolabın başka bir vazifesiolduğunu da söyledi. Öteden beri, dayaklauslanmayan yaramazları bunun içine hapsederekadam edermiş. Muhtarın, Vehbi isminde birküçük oğlu varmış ki, hemen bütün zamanını busandığın içinde geçirirmiş. Bu çocuk, biryaramazlık yaptığı zaman kendiliğinden dolabagirer, tabuttaki cenaze gibi sırtüstü yatar ve yinekendi eliyle kapağı kaparmış.Ben, hayretle:-Muhtar Efendi buna bir şey demiyor mu?diye sordum. Hatice Hanım, başını salladı:-Muhtar, memnun oluyor. Aferin sana HaticeHanım. İyi ki aklıma getirdin. Bizim evde birdolap var. İnşallah, hınzırı yaramazlık ettiğizaman ben de onun içine kapatayım, diyor.-Güzel terbiye usulü! Mektepte erkek çocukda var mı?-E, var, iki, üç tane. Büyücekleri GariplerKöyü’ndeki erkek mektebine gönderiyoruz.
-Garipler Köyü nerede?-Şu karşıdaki ağaran kayaların ardında.-Yazık değil mi çocuklara, karda kışta orayakadar nasıl gidip geliyorlar?-Onlar yola alışıktır, yağmursuz havalarda birsaate bile kalmadan giderler. Sadece yağmurlu,çamurlu, karlı havalarda biraz zorluk çekiyorlar.-Peki, niçin onları da burada okutmuyoruz?-Kadın, erkek bir arada okur mu?-Onları erkekten mi sayacağız?-Elbette kızım, on ikişer, on üçer yaşında kocadelikanlılar.Hatice Hanım, biraz durdu, dilinin altında birşey vardı ki, söylemeye çekiniyordu. Nihayetcesaret etti:-Hele şimdi hiç caiz olmaz!-Neden?
-Sen pek gencecik bir hocanımsın da ondan,kızım.İstanbul’da, bir “Horozdan kaçan namuslukadın” tabiri vardır. Bizim Hatice Hanım, tam ocinsten bir insan olacaktı. Cevap vermeye lüzumgörmeyerek başka şeylerle meşgul oldum.Büyük fedakârlıklarla meydana gelenlevazımdan mühim bir kısmı da beş tane eskibiçimli, hantal mektep sırasıydı. Fakat tuhafı şuki, bunları kullanmaya lüzum görmeyerekdershanenin bir köşesine alıvermişlerdi.-Niye böyle yaptınız, Hatice Hanım? dedim.-Ben yapmadım, eski hocanım yaptı kızım,dedi. Çocuklar böyle yerlere oturmayaalışmışlardır. Minare gibi şeyin üstünde adamınzihnine ders girer mi? Hocanım müfettiş falangelir diye büsbütün atmaya da korktu. Çocuklar,mektebe geldikleri vakit evvela orayaoturtuyoruz. Sonra ders okuyacakları zamanşuradaki hasırın üstüne indiririz.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 858
- 859
- 860
- 861
- 862
- 863
- 864
- 865
- 866
- 867
- 868
- 869
- 870
- 871
- 872
- 873
- 874
- 875
- 876
- 877
- 878
- 879
- 880
- 881
- 882
- 883
- 884
- 885
- 886
- 887
- 888
- 889
- 890
- 891
- 892
- 893
- 894
- 895
- 896
- 897
- 898
- 899
- 900
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 900
Pages: