ağarmıştı. Bir kibar evladı olduğu halindenbelliydi. Giyinişi, duruşu, söz söyleyişiFeridun’dan büsbütün başka idi. Çehresi vebeyaz saçları, arkadaşının bana verdiği korku ilekarışık fena tesiri hemen hemen izale eti. içimebiraz emniyet gelir gibi oldu.Burhanettin Bey, kolay ve seri sözsöylüyordu. Nazik bir baş işaretiyle uzaktanselam verdi, hafifçe eğilerek:-Burhanettin bendeniz. Efendim, pedermerhum emlaki içinde en ziyade bu bağıseverdi. “Burası uğurludur, bana ne kadar saadetgeldiyse bu bağdan geldi!” demeyi mutatedinmişti. Tenezzülen teşrif ettiğinizi öğrenince,merhumun bu sözlerini tam bir keramet gibitasdik ettim.Bu, hesapça bir kompliman olacaktı. Fakat buBurhanettin Bey’in ne alakası vardı?Hayretle Nazmiye’nin yüzüne bakarak cevapbekledim. Fakat, o, bana bakmıyor, gözlerinigözlerimden kaçırmakta inat ediyordu. Bu
dakikaya kadar bağ sahibi sandığım hanım,Munise’yi elinden tutarak dışarı götürmüştü.Yarım saatten ziyade bir zaman bu odadaberaber oturduk. Şuradan, buradankonuşuyorduk. Daha doğrusu konuşuyorlardı.Çünkü bende konuşmaya değil, söylenen sözleribile anlamaya mecal kalmamıştı. Demir birpençe kalbimi sıkıyor, nefesimi daraltıyordu.Zihnim durmuştu. Hiçbir şey düşünmüyor,hiçbir şey duymuyor, yuvasında tecavüzeuğramış bir hayvan yavrusunun idraksizkorkusuyla köşeme büzülüyor, küçülüyordum.Aşağıda bir keman taksimi yaptılar, bunu birgazel, daha sonra kalınlı, inceli birçok seslerinsöylediği şarkılar takip etti.Bir kanepede yan yana oturan Nazmiye ilenişanlısı, gittikçe daha ziyade birbirlerinesokuluyorlardı. Yavaş yavaş onlara arkamıçevirdim. Bunlar çok adi ruhlu insanlardı, ikiyabancının önünde, sinemadaki o çirkin aşksahnelerinden birini oynar gibi çekinmeden,utanmadan baş başa... Evet, bunlar çok adi ve
fena insanlardı.Biraz evvel şişman hanım, masanın üstüneşişeler, tabaklarla dolu bir tepsi bırakmıştı.Burhanettin Bey, elleri cebinde, odanın içindedolaşıyor, ara sıra bize arkasını çevirerek bumasanın önünde duruyordu.Bu gezinmelerden birinde binbaşının önümdedurduğunu, hafifçe eğildiğini gördüm:-İnayeten kabul buyurmaz mısınız,küçükhanım?Hayretle gözlerimi kaldırdım. Elindeki küçükbir kadehin içinde yakut kırmızı bir içkiparlıyordu. Başımla reddettim. Gayet yavaş:-İstemem, dedim.O, daha ziyade eğildi, sıcak nefesi yüzümedokunarak:-Zararlı bir şey değil, küçükhanım. Dünyanınen nazik ve masum bir likörü. Değil mi,Nazmiye Hanım? Nazmiye, ona başıyla işaret
etti:-Israr etmeyiniz Burhanettin Bey, Feride,burada kendi evinde sayılır. Nasıl isterse öyleyapsın.Burhanettin Bey, ağarmaya başlamış saçları,munis ve kibar çehresi bu dakikaya kadar banamüphem bir emniyet vermişti. Neydi bu başımagelen şey Yarabbî? Kendimi nasılkurtaracaktım?Odadaki ışıklar yavaş yavaş sönüyor,gözlerime çöken bu karanlığın içinde kıvılcımlaruçuşuyordu. Çalgı sesi kulağıma uzak birdenizin uğultusu gibi geliyordu:-Elmas kızım yemek vakti geldi, sofradabirkaç misafirimiz var, sizi bekliyorlar.Bu sözleri o şişman kadın söylemişti. Birazkendimi toplar gibi oldum:-Teşekkür ederim, rahatsızım, beni buradabırakınız, diyebildim.Bu sefer, Nazmiye yanıma yaklaştı:
-Feride'ciğim, vallahi yabancı değil,Feridun’la, Burhan Bey’in iki arkadaşı, sonra,onlardan bazılarının nişanlıları, zevceleri, öyleya zevceleri, gelmezsen çok ayıp olur. Mahsussenin için geldiler.Bileklerimi Nazmiye’nin elinden kurtarmayaçalışıyor, koltuğun kenarlarına tutunarak köşemebüzülüyordum. Söz söylemek mümkün değildi.Dişlerimi sıkmasam, onların birbirineçarpacağını hissediyordum.Burhanettin Bey:-Misafirimiz ne emreder, nasıl isterse öylehareket etmek borcumuz. Siz misafirlerin yanınaininiz. Feride Hanım’ın biraz rahatsız olduğunusöyleyiniz. Binnaz Hanım, siz de bizimyiyeceğimizi buraya getiriniz. Misafirimi yalnızbırakmamak benim vazifem.Bu dakikada çıldırıyordum. Bu odada,Burhanettin Bey’le yalnız kalmak, beraberyemek yemek!
Ne yaptığımı bilmeden, düşünmedenyerimden fırladım, var kuvvetimi toplayarak:-Peki, istediğiniz gibi olsun, dedim.Nazmiye ile nişanlısı kol kola önümüzdeniniyorlardı. Burhanettin Bey, bir adım geridenbeni takip ediyordu.Karanlıkta taşlığın nihayetinde bir kapı açıldı.Kamaştırıcı bir pırıltı birdenbire gözlerimi yaktı.Avizelerin tavandan döktüğü ışık selleri içindesendeleye sendeleye birkaç adım yürüdüm.Duvarlarda, salona hudutsuz derinlikler verenendam aynaları parlıyor, avizelerin aksi, karanlıkbir yolda koşan meşaleler gibi ta uzaklaragidiyordu.Birçok gözler, çehreler, rüyada görülmüş gibikarışık, bulanık kadın, erkek çehreleri. Sonrakorkunç bir elşakırtısı koptu. Çalgının uğultusuiçinde sesler derinleşiyor, bulanıyor, fakat birtürlü sönmüyor, uğultulu dağ rüzgârları gibi tauzaklara haykırıyordu: “Yaşasın Burhanettin
Bey, yaşasın Gülbeşeker, Gülbeşeker,Gülbeşeker.”Gözlerimi açtığım vakit kendimi Munise’ninkollarında buldum. Küçüğüm: “Abacığım” diyeağlayarak yüzünü yüzüme sürüyor, ıslaksaçlarımı, kolonyadan yanan gözlerimiöpüyordu. Üstüm başım sırılsıklam olmuştu.Odanın yarım aydınlığında birçok gözün banabaktığını hissediyordum, ilk hareketim,kollarımla açık boynumu saklamak oldu.Tanımadığım bir ses:-Dışarı çıkın, rica ederim, dışarı çıkın, diyebağırıyordu. Hafifçe çırpınmak, yerimdenkalkmak istedim. Bir el beni omzumdan tuttu:-Korkma kızım, hiçbir şey yok, korkma, dedi.Kirpiklerimin arasından bu sözü söyleyeninyüzüne baktım, her zaman ceketinin önü açıkduran şişman kolağasıydı. O da bana baktı,
sonra yanındakilere dönerek:-Biçare, sahiden çocukmuş, dedi.Nazmiye, yere diz çökmüş, bileklerimiovuşturuyor: “Feride’ciğim, biraz açıldın mı?Aklımızı başımızdan aldın!” diyordu.Yüzünü görmemek için başımı öte tarafaçevirdim, gözlerimi kapadım.Sonradan öğrendiğime göre, bu baygınlık birçeyrekten fazla devam etmiş, Kolonyalar, yünyakıp koklatmalar, hiçbir şey tesir etmiyormuş.O kadar ki, artık ümit kesmeye başlamışlar,şehirden doktor getirmek için bir bağ arabasıhazırlatmışlar.Kendime geldikten sonra, o araba ile benişehre götürmelerini istedim. Razı olmazlarsagece vakti tek başıma yola düşmektençekinmeyeceğimi söyledim. Çaresiz, razıoldular. Şişman kolağası paltosunu giyerekarabacının yanına atladı.Yola çıktığım vakit Burhanettin Bey, çekine
çekine bana yaklaştı, yüzüme bakmaya cesaretedemeyerek:-Feride Hanım, dedi, siz bizi çok yanlışanladınız, emin olunuz ki, kimsenin size karşıfena bir niyeti yoktu. Sadece ikram etmek, birbağ eğlencesi göstermek istemiştik. İstanbul’daterbiye görmüş, sonra mesela birkaç gün evvelarkadaşlarımızdan biriyle konuşmakta bir beisgörmemiş bir küçükhanımın bu kadar vahşitabiatlı olacağını nasıl tahmin ederdik? Tekrartemin ederim ki, size karşı bir fena niyet yoktu.Mamafih, üzüldüğünüz için sizden af ricaederim.Araba, ince dağ yollarının karanlıklarınadalmıştı. Bir köşede üşür gibi titreyerekbüzülüyor, gözlerimi kapıyordum. Yavaş yavaşbaşımda bir başka gecenin hayali uyanıyordu.Kozyatağı’ndaki köşkten kaçtığım, ne yaptığımıdüşünmeden bir başıma, karanlık yollaradüştüğüm gece...Baygın kokulu iğde dalları, ara sıra arabanınpenceresinden giriyor, yüzüme, gözlerime
dokunarak beni rüyamdan uyandırıyordu.Başını arabanın öbür penceresine dayayanMunise’nin derin derin içini çektiğini işittim.Yavaşça:-Munise, sen uyumadın mı? diye sordum.Cevap vermedi, başını daha ziyade eğdi. Ozaman dikkat ettim; küçüğüm ağlıyor, hem debir büyük insan gibi gözyaşlarını karanlıktagizlemeye çalışarak:Ellerini tuttum:-Ne var, kızım? dedim.Benden daha çok yaşamış, daha çok anlaşmışbüyük bir insan ıstırabıyla başımı kollarının içinealdı, kulağıma eğilerek:-Abacığım, ben bu gece ne kadar ağladım. Nekadar korktum. Seni niçin oraya çağırdıklarınıanladım, abacığım. Bir daha öyle yerleregitmeyelim e mi? Ya sen? Allah esirgesin,annem gibi... Ben ne olurum sonra abacığım!
Ah, ne zillet ne sefalet, Yarabbî! Düşmüş birkadın gibi bu çocuktan utanıyor, yüzünebakmaya cesaret edemiyordum.Başımı, onun küçük dizlerine koydum, evegidinceye kadar annesinin kucağında ağlayanbir çocuk gibi için için ağladım.Müdire Hanım’ın evine gittiğim vakit güneşyeni doğmuştu. İhtiyar kadın, sabahın busaatinde ağlamaktan şişmiş gözlerim, sararmışyüzümle beni görünce şaşırdı:-Hayırdır inşallah. Feride Hanım. Ne oldu,kızım? Seni hiç böyle görmedim. Hasta mısın?dedi.Bu hanımın sakin ciddiyeti, çatkın çehresibeni daima biraz korkutmuş, kalbimi açmayamani olmuştur. Fakat bu saatte, bu yabancımemlekette ondan başka derdimi anlatacakkimsem yoktu. Sonra vazifem, mesleğim benibuna mecbur ediyordu.Utana utana, titreye titreye dün geceki vakayı
anlattım. Hiç bir noktasını gizlemedim. İhtiyarkadın, bir şey söylemeden dinliyor, kaşlarınıçatıyordu. Hikâyenin sonunda boynumubüktüm, yaşlı gözlerimle gözlerinden bir tesellicevabı dileyerek:-Müdire Hanım, dedim, siz benden yaşlısınız.Benden çok fazla şeyler biliyorsunuz. Allah içinbana doğrusunu söyleyin. Şimdi ben, artık fenabir kadın mı sayılırım?Bu sual, müdirede, umulmaz bir heyecan veteessür uyandırmıştı. Çenemden tutarak başımıkaldırdı, ta yakından gözlerimin içine baktı, hemde her vakitki gibi bir müdire gözüyle, biryabancı gözüyle değil, seven ve anlayan biranne gözüyle.Sonra çenemi okşayarak, dizlerine koyduğumellerimi elleriyle severek, mütereddit, titrekkelimelerle şunları söyledi:-Feride, ben, senin bu kadar masum, temiz birkız olduğunu bugüne kadar anlamamıştım. Seni,daha kendime yakın bulundurmak, daha iyi
himaye etmek mümkündür. Yazık. Ah, ONazmiye! Kızım, ben birçok şeyler biliyorum.Her şeyi anlıyorum. Fakat dünya öyle bir dünyaki, bildiklerinin birçoğunu saklamak lâzım.Nazmiye, fena bir mahluktur. Mektebi onunşerrinden kurtarmak için müracaatlardabulundum, çok uğraştım. Fakat beyhude. Onuyerinden oynatmak mümkün değil Çünkümutasarrıfından, alay beyinden, taburimamlarına kadar hesapsız hamileri var.Nazmiye buradan giderse kibar hanımlara kimdalkavukluk edecek? Büyük memurların gizligizli yaptıkları gece eğlencelerinde kim utçalacak, hatta oynayacak?O Burhanettin Bey gibi azılı mirasyediler,senin gibi masum, saf, taze, güzel çocukları nasılele geçirecek? Feride, sana tertipledikleri planıben tamamıyla anlıyorum. Bu Burhanettin Bey,babasından kalan serveti birçok biçare kadınlarıiğfal etmek, birçok aile çocuklarını yakmak içinisraf etmiş bir ihtiyar çapkındır. Bütün Ç.’nin,güzelliğinden bahsettiği bir genç kızı elegeçirmek, onun için bir izzetinefis meselesi oldu.
Genç zabitlerin sokaklarda kılıç şakırdatarakyolunu beklediği, peçesi altında yüzünü görmeyibir muvaffakiyet saydığı bir genç kızı kolunatakarak bir işret ve safahat âlemine götürmek,birçok hasut çapkınları: “Yaşasın BurhanettinBey” diye bağırtmak için bir şerefti.Bâhusus, senin İhsan Bey’le konuştuğunu daduymuştu, işte kızım, Nazmiye’ye müracaatettiler, kim bilir, ne vaat ederek sana bu oyunuoynadılar? Bu kadarla kurtulduğuna yine şükret,kızım! Mamafih, sana şunu da söylemeyemecburum ki, artık burada kalamazsın. Vakanınbir iki güne kadar bütün şehirde duyulacağımuhakkak. İlk vapurla buradan gitmelisin?Gidecek yerin, akraban, bildiğin var mı, Feride?-Müdire Hanım, kimsem yok.-O halde İzmir’e git. Orada benim iki bildiğimvar. Biri bir muallim arkadaşım. Bir tanesi deMaarif Başkâtibi Sana bir mektup vereyim, birders bulmak için elinden gelen yardımıesirgemez ümidindeyim.
Bu şefkat, beni şaşırtmıştı. Yağmurda, kardaölmekten kurtarılmış bir kedi yavrusu gibisokuldukça sokuluyor, saçlarımı okşayanellerine korka korka yanağımı sürüyor, sonra, bueli çevirerek, avuçlarının içinden öpüyordum.İhtiyar kadın, hafif bir göğüs geçirerek devametti.-Sen bu halle artık evine gidemezsin Feride.Hem artık bu, caiz olmaz. Haydi kızım, yukarıdaseni yatıracağım, bir parça uyu. Ben eşyan ilebaraber Munise’yi buraya getiririm. Gidinceyekadar burada kalırsın.Müdirenin yukarıdaki odasında akşama kadaruyanıp uyanıp tekrar uyudum. Ben gözlerimiaçtıkça ihtiyar kadın, yanıma geliyor, elinialnıma koyuyor, artık Ç.’nin kızları gibi iki kalınörgü ile ördüğüm saçlarımı okşuyor:-Hasta mısın, Feride? Bir yerin ağrıyor mu,kızım? diye soruyordu.Bir şeyim yoktu, hasta değildim. Fakat halsiz
halsiz yastığın üstüne başımı bırakıyor; küçükbir çocuk gibi nazlanıyordum. Bana öyle geliyorki, kendimi daha fazla okşatıp sevdirirsem, buyeni bulduğum ana sevgisi gönlümün içine dahafazla sinecek, ileride geçireceğim yalnızlık vehastalık günlerinde -hediye mendillerinde kalmışkokular gibi- bana bir teselli olacak.Prençıbeza Maryu vapuru, 2 TemmuzRüzgâra karşı mantoma burundum, aybatıncaya kadar yukarıda oturdum. Güverteboştu. Yalnız, akşamdan beri hiç vaziyetinideğiştirmeyen uzun boylu bir yolcu, kollarınıdemir parmaklığa dayıyor, rüzgâra karşı ıslıklamahzun havalar çalıyordu. Ben, denizi, derinderin yaşayan, daima gülen, söyleyen, dinleyen,darılan bir şey gibi tanır ve severdim. Halbukibu gece sular bana çaresi, tesellisi olmayanbüyük bir yalnızlık gibi göründü.Gecenin rutubeti iliklerime işlemiş gibititreyerek aşağı indim. Munise kamaranınranzasında uyuyor. Bu büyük yalnızlığın kalbivurur gibi ta derinlerden gelen sarsıntılarını
dinleyerek defterime yazmaya başladım.Bugün müdirem, beni iskeleye kadar getirdi.Bildiklerimden kimseye veda etmedim. Yalnızteyzeme benzeyen büyükhanıma uğradım,gözlerimi kapayarak son bir defa “Feride” diyeadımı söylemesini dinledim.B.’de Mazlum’u bırakmıştım. Burada dakuşlarımdan ayrılmak lâzım geldi. Onlarımüdireye emanet ettim, yemlerini, sularınıunutmayacağına söz verdirdim.Müdire dedi ki:-Feride, madem ki onları bu kadar seviyorsun,kendi elinle azat et, daha sevâb olur.Mahzun mahzun gülümsedim:-Hayır, Müdire Hanım, dedim, ben de sizingibi zannederdim. Fakat, artık fikrimideğiştirdim. Kuşlar, ne istediğini bilmeyenzavallı, akılsız mahluklar. Kafesten kaçıncaya
kadar türlü türlü üzüntüler içinde çırpınıyorlar.Fakat, sanır mısınız ki, dışarıda daha fazlabahtiyar olacaklar? Hayır, buna imkân yok. Ben,öyle sanıyorum ki, bu biçareler her şeye rağmenkafeslerine alışıyorlar, açık havaya kavuştuklarızaman bir dal üstünde, başlarını kanatları içinegizleyerek geçirdikleri gecelerde sabaha kadarbu kafesi düşünüyorlar, küçük gözlerinipencerelerin aydınlığına dikerek hasretçekiyorlar. Kuşları zorla kafeslerde alıkoymalıMüdire Hanım, zorla, zorla.İhtiyar kadın çenemi okşadı:-Feride, sen anlaşılmaz bir çocuksun. Bukadar ehemmiyetsiz bir şey için ağlanır mı?dedi.Vapurda, benimle beraber Ç.’den binmişbirkaç yolcu vardı. Bunlardan iki zabit arasındaşöyle bir konuşmaya kulak misafiri oldum:Genç, yaşlısına dedi ki:
-İhsan Bey dört gün evvel hareket edecekti.Birkaç gün bekle de Beyrut’a kadar berabergidelim, dedim. Bilmeden zavallıyı felaketesürüklemiş oldum. Öyle ya dört gün evvelgitseydi, bu hal başına gelmeyecekti.Yaşlısı:-Hakikaten esef edilecek bir vaka. Bu İhsan,öyle pek titiz bir adam değildi ama, bilmem nasıloldu? Sen vakanın tafsilatını biliyor musun?-Ben gözümle gördüm. Dün Belediyegazinosunda idik. Burhanettin bilardooynuyordu. Bu esnada İhsan kapıdan girdi,binbaşıyı bir köşeye çekerek bir şeylersöylemeye başladı. Evvela sakin, nazik nazikkonuşuyorlardı. Bilmem aralarında ne geçti?Birdenbire İhsan’ın bir adım gerilediğini, BurhanBey’e müthiş bir tokat indirdiği gördüm.Binbaşı, rovelverine davranmak istedi. Fakat,İhsan daha evvel kendi silahını çekmişti. Birkaçkişi hemen üstlerine atılmasaydı, muhakkak kandökülecekti. Divan-ı harp yarın İhsan’ın
muhakemesine başlıyor.-Bizlerden birimiz bu işi yapsaydık, halimizyamandı. Fakat İhsan zannederim, Paşa’nın birşeyi oluyor.-Karısının yeğeni ve sütoğlu.-Kendi söyleyişlerine göre politika kavgası.Şu ordudan politikayı çıkaramadılar gitti.-Vallahi bana kalırsa, bu, yine bir kadınmeselesi olacak. Burhan’ı bilmez miyiz?Zabitler, konuşa konuşa yanımdanuzaklaşmışlardı. Biraz evvel ihtiyar birsandalcının kamarama getirip bıraktığı güldemetinin kimden geldiğini şimdi anlıyordum.İhsan Bey, hayatta belki bir daha size tesadüfedemeyeceğim, yahut edersem de sizi tanımamışgibi görünmek lâzım gelecek. Fakat benim içindivanıharp karşısına çıkmaya hazırlandığınız birgünde yine beni andığınızı unutmayacağım.Kimden olduğunu bile söylememek inceliğinigösterdiğiniz bu güllerin bir küçük yaprağını
defterimde, hatıranızı da, en temiz bir şey gibikalbimde saklayacağım.Dışarıda, o kimsesiz yolcu, hâlâ çaldığımahzun havalara devam ediyor. Kamaramınaçık penceresinden başımı uzattım. Denizde,suların içinde kaynıyor gibi görünen berrak birseher başlıyor.Çalıkuşu, haydi yat artık, gece ve yorgunlukzavallı gözlerini ağrıtıyor. Seherden sana ne?Seher, ta uzaklarda uykuya ve daha başkaşeylere kanmış “sarı çiçek”lerin mesut gözleriniaçacakları vakittir.
DÖRDÜNCÜ KISIMİzmir, 20 EylülÜÇ aya yakın bir zamandan beri İzmir’deyim,işlerim iyi gitmiyor. Son bir ümidim kaldı. Yarın,onu da kaybedersem, bilmem ne olacağım?Düşünmeye bile cesaret edemiyorum. Ç.’dekimüdirenin beni tavsiye ettiği adam, bengelmeden bir ay evvel hastalanmış, altı aytebdilihavayla İstanbul’a gitmiş. Çaresiz kendikendime Maarif Müdürlüğü’ne gittim. Karşımakim çıksa beğenirsiniz? B.’deki o uyur gibioturan, sayıklar gibi söyleyen battal zat değilmi? Kudretin, bakmaktan ziyade uyumak içinyarattığı o güzelim mahmur gözler, beni bittabitanımadı: “Birkaç gün sonra uğrayın da bakalım,bir şey buluruz” dedi. “Birkaç gün” onunlisanında bir iki ay demekti. Nitekim öyle oldu.Bugün tekrar uğramıştım. Lütfen bir parçailtifat gösterdi. O halim masum sesiyle,
-Kızım, buraya iki saatlik bir mesafede birnahiye mektebi var. Abuhavası latif; manzarasıferahfeza, diye başladı.Bu nutuk, beni Zeyniler’e gönderdiği vakitverdiği nutkun aynı idi. Birdenbire deliliğimtuttu, gülerek sözünü ağzından aldım:-Yorulmayınız beyefendi, sizin yerine bensöyleyeyim, dedim, idare birçok himmet vemasrafı ihtiyar ederek yeni bir mektep vücudagetirdi. Yalnız, benim gibi genç bir mualliminhimmet ve fedakârlığına muhtaç değil mi?Mersi, beyefendi. Bu lütfunuzu bir kere B.’deZeyniler’e giderken görmüştüm.Tabii ben, bunları söylerken kovulmayı gözealmıştım. Fakat tuhaf değil mi? O, hiç kızmadı.Bilakis, kahkahalarla güldü, gayet filozof birtavırla:-Ne yaparsın kızım? idarenin icapları. Sengitme, o gitmesin... Maarif müdürlerininodalarında misafir eksik olmuyor. Köşedekikoltuktan çatlak bir ses geldi:
-Ay, bu ne çıtıdık çıtıdık fındıkkurdu böyle!Fındıkkurdu mu? Benim İpekböceği veGülbeşeker’den zaten canım yanmış, burada dafındıkkurdu ha!Şiddetle döndüm. Bana türlü isimler -hem deinatlarına böyle tatlı ve böcek isimler- verensaygısızlardan birini nihayet yakalamıştım.Ona güzel bir ders verecek, bütün ötekilerininacısını bu beyden çıkaracaktım.Müdür, hürmetle cevap verdi:-Emredersiniz Reşit Beyefendi, fakat bugüncidden münhalim yok. Yalnız Rüştiye’ninFransızca muallimliği var. Tabii hanımın işinegelmez.-Niçin gelmesin efendim? dedim. Zatencariyeniz B.’de Darülmuallimat Fransızcamuallimesiydi. Müdür, tereddüt ediyordu:-Evet, fakat müsabaka ilan ettik. Yarın imtihanvar.
-Pekâlâ küçükhanımda imtihana giriverir, neçıkar? Ben de zaten imtihanda bulunacağım.Allah kerim. Ben gelmeden sakın imtihanbaşlamasın ha...Bu Reşit Bey, herhalde mühim bir adamolacak. Fakat, ne o tasavvura sığmaz çirkinliktiYarabim!Yüzüne bakarken kahkahalarla gülmemekiçin dudaklarımı ısırıyordum.İnsan, ya esmer olur, ya beyaz değil mi? Bubeyefendinin yüzünde yeni kapanmış yaralarınnazik beyazından kömür karasına kadar bin çeşitrenk vardı. Öyle kirli bir esmerlik ki, yakalığınınasıl kirletmediğine hayret edilirdi. Sanki birisi,eğlenmek için elini kömür tozuna sokmuş da buyüzü şöyle karmakarışık karalayıvermiş.Yara gibi kırmızı, kirpiksiz gözkapaklarıiçinde birbirine gayet yakın iki şebek gözü.Beyaz bıyıklarının üstünde ta dudaklarınınucuna sarkan bir acayip burun. Hele öyleavurtları var ki, görülecek şey. Hani,
maymunların ağzında fıstık falan sakladıklarıkeseler vardır, tıpkı onlar gibi, yüzünün ikitarafından sarkıyor.Mamafih, ben de ileri gidiyordum. Banabirkaç sözle ettiği iyilik, doğrusu az şey değil.Herhalde kudret, bu beyefendinin yüzünüyarattıktan sonra fazla ileri gittiğini görmüş,haksızlığını güzelce bir kalbe tazmin etmişolacak.Bence, gönül güzelliği göz, yüz güzelliğindendaha iyi bir şey.Kalpsiz bir güzelliğin, fakir teyze kızlarınınhayatını kırmaktan, gönlünü söndürmektenbaşka neye faydası var ki?..İzmir, 22 EylülBugün, müsabakaya girdim. Tahriri imtihanfena gitti; istikrar, istismar istifa gibi sekiz, onfiilin muzarilerini, emrihazırlarını, tahriren tasrifediniz, dediler. Kelimelerin Türkçelerinibilmiyorum ki, Fransızcasını yazayım. Fakatşifahi imtihan iyi oldu, Reşit Beyefendi benimle
Fransızca konuştu. Behemehâl kazanacağımıümit ettirecek bazı sözler söyledi.Allah, Munise’ye acısın.İzmir, 25 EylülNetice anlaşıldı, imtihanı kazanamadım.Kâtiplerden biri dedi ki:-Eğer Reşit Beyefendi istemiş olsaydı,behemehâl kazanırdınız. Onun reyi hilafına işgörmek kimin haddine düşmüş! Herhalde birfikri var.Vaziyetim çok fena. iki güne kadar aybaşıoluyor. Kira vermek lâzım. Anneciğimden kalanson bir madalyon imdadıma yetişti. Bugün onukarşı komşulardan birine verdim. Kocasınasattırarak parasını getirecek. Bu yadigârı eldençıkarmak istemiyordum; çünkü içinde annemlebabamın evlendikleri sene çektirdikleri fotoğrafvardı. Biçare fotoğraf, şimdi çıplak kaldı. Fakatbunun için de bir teselli buldum. Kendikendime: “Annemle babam, kimsesiz kızlarının
kalbi üstünde durmayı, elbette bir altın parçasıiçinde yatmaya tercih ederler” diyorum.İzmir, 27 EylülBugün Reşit Beyefendi’den bir tezkere aldım.Bana bir iş bulmuş. Görüşmek içinKarşıyaka’daki köşküne çağırıyor. Maariftekikâtip, bu beyin bana düşmanlık ettiğinisöylemişti. Bu sözün doğru olmadığı anlaşılıyor.Bakalım, yarın anlayacağım.İzmir, 28 EylülReşit Bey’in, Karşıyaka’daki köşkündendönüyorum. Saray gibi bir yer. Bu beye, niçinbu kadar ehemmiyet verdiklerini şimdianlıyorum.Reşit Bey, beni nezaketle kabul etti.Fransızcamı beğendiğini, fakat arkadaşlarınınbana haksızlık etmelerine mani olamadığınısöyledi. Mektubunda bahsettiği iş, kızlarınınFransızca muallimliğiymiş. Bana dedi ki:-Hanım kızım, iktidarınız gibi hal ve tavrınız
da hoşuma gitti. Maarif mekteplerinde sürünüpne yapacaksınız? Kızlarıma Fransızca dersiverirsiniz. Beraber oturur kalkarsınız. Size güzelbir oda veririz, olmaz mı?Bu, adeta mürebbiyelikti. Herhalde benimmuallimliğimden daha rahat ve kârlı iş olacaktı.Ne çare ki, ben, bu mesleği öteden beri sevmem,hizmetçilik kabilinden bir şey addederdim.Reşit Bey’i kırmak doğru değildi. Gösterdiğiemniyet ve nezaket için teşekkür ettim. FakatMunise’yi bahane ederek kabul edemeyeceğimianlattım. Reşit Bey, bunu sebep saymıyordu:-Onun da başımızın üstünde yeri var, kızım.Küçük bir çocuğun fakirhanemize ne yükü olur?diyordu.Kati cevabımı vermedim. Üç gün mühletistedim. Son bir teşebbüste bulunacağım. Resmibir muallimlik bulursam âlâ. Olmazsa ne çare!Karşıyaka, 3 EkimMunise ile bana köşkün üst katında denize
karşı bir oda verdiler. Küçük, fakat kuş kafesigibi şirin bir yer.Geç vakte kadar penceremden rıhtımı vedenizi seyrettim. Pencerem, bütün körfezigörüyor. Karşıda İzmir, yıldızlarla donanmışbulut kümelerine benzeyen tepeleriyle,muhteşem bir donanma aydınlığı içinde yananKordonuyla görülecek şey.Fakat doğrusu, önümdeki Karşıyaka rıhtımı,beni daha ziyade eğlendirdi. Burada ne güzel, neeğlenceli bir hayat var. Gece yarısına kadartramvaylar işliyor, havagazlarının yeşilaydınlığında ardı arkası kesilmeyen gençkafileleri piyasa ediyor. Uzakta, denize allı,yeşilli ziyalar akıtan bir gazinoda, gitarla kâhşen, kâh mahzun havalar çalıyorlar.Bilmem niçin, bana öyle geliyordu ki, bu hafifaydınlıkta yalnız elbiselerinin siyah yahut beyazlekelerini fark ettiğim insanlar, hep, birbirleriniseven nişanlı çiftlerdir. Yalnız onlar değil,karanlığın bütün görünmeyen köşeleri, deniziniçinde koyu hayaletleri fark edilen kaya
yığınlarının üstü, hep böyle görünmeyensevgilerle dolu.Denizden gelen fısıltılar, dudak dudağa gizlisöyleşmeler. Gecenin göğsüme basan, nefesimitıkayan ılık nefesleri, öyle genç kızlarındudaklarından geliyor ki, başları sevgililerininboynunda, gözleri onları gece denizleri gibikoyulaşmış yeşil gözlerinde.Beni bu köşke bir küçükhanım gibi nezaketlekabul ettiler. Kendi yüküm, hiçbir zaman banaağır gelmemişti. Böyle olduğu halde bavulumukendi elimle odama çıkarmama müsaadeetmeyen, onu zorla elimden çekip alan ihtiyarkalfaya minnettar oldum. Munise, daha bunlarıanlayacak yaşta değil. Köşkün ihtişamı biçareningözlerini kamaştırdı. Demin yukarı çıkarken,evimizde her zaman yaptığı şakayı tekrar etmekistedi, merdivenin yarısında birdenbire eteğimiyakaladı, çıktığım basamaklardan beni geriindirmeye uğraştı. Kolundan tuttum, kulağınaeğilerek:
-Munise, biz artık başkasının evindeyizçocuğum... İnşallah yine kendi evimiz olursa ovakit kızım, dedim.Çocuk, birdenbire durdu. Ne demek istediğimianlamıştı.Odaya girdiğimiz vakit, güzel küçükyüzündeki sevinç sönmüştü. Bu çocuk, beni nekadar ince anlıyor. Kollarını boynuma doladı,her zamandan ziyade bana sokularak küçükküçük buselerle yüzümün her tarafını öptü.Penceremi kaparken bir kere daha dışarıyabaktım. El, ayak çekilmiş, fenerler sönmüş, birazevvel sahil fenerleriyle oynaşan deniz bile, şimdikumsalın bir kısmını boş bırakarak dahauzaklara çekilmiş, yavaş yavaş uyuyan birçocuk gibi başını kayaların beyaz yastığınakoymuş...Ben buraya bugün gelirken... (Fakat bunuyazmaya cesaret edemeyeceğim, dursun.)
Karşıyaka, 7 EkimReşit Bey’in köşkünde hayat fena geçmiyor.Talebelerim, biri ben yaşta, biri daha küçük ikikız. Büyüğünün ismi Ferhunde, güzelliktebeybabasının bir eşi. Bunun için gayet hırçıntabiatlı. Küçük Sabahat, onun zıddı. Bir bebekgibi güzel, şirin, yumuk yumuk bir kız...Kalfa hanımlardan biri, bir gün manalı manalıgöz kırptı:-O vakitlerde rahmetli hanımefendi hastaydı.Bir genç askeri doktor gelir giderdi.Hanımefendi besbelli bu doktorun yüzüne bakabaka çocuğu güzel oldu, dedi.En büyük korkum hizmetçilerden. Niçinhakikati saklamalı, az çok onların kapı yoldaşıdeğil miyim? Fakat ben, çok iyi hareket ettim,hiçbirisine iş buyurmadım... Onun için hürmetediyorlar...Mamafih, bunda Reşit Beyefendi’nin verdiğiehemmiyetin de -zannederim- tesiri var.
Köşkün en büyük kusuru arı kovanı gibiişlemesi. Misafir, hiç eksik olmuyor. Dahafenası, Ferhunde ile Sabahat, mutlaka hermisafire çıkmam için ısrar ediyorlar. Köşkünbundan daha büyük bir kusuru, ReşitBeyefendi’nin büyük oğlu Cemil Bey... Otuzyaşlarında kadar, manasız ve sevimsiz bir genç...Senenin on ayını Avrupa’da babasının parasınıyemekle geçirirmiş. iki ayını da burada,İzmir’de. Bereket versin, bu iki ayın songünlerindeyiz. Öyle olmasaydı, köşkü üç günevvel bırakmış olacaktım. Sana ne mi,diyeceksin? Ben de, kendi kendime öyle dedimama, hesap yanlış çıktı.Üç gün evvel Ferhunde ile Sabahat, geç vaktekadar beni aşağı salonda alıkoymuşlardı.Onlardan ayrıldıktan sonra karanlıkta yukarıçıkıyorum... Üçüncü kat merdivenin başında birerkek gölgesiyle karılaştım. Birdenbire ürktüm,geri çekilmek istedim.Cemil Bey’in sesi:
-Korkmayınız, küçükhanım, yabancı değil,dedi. Yan pencereden birinden, yüzüme hafif biraydınlık vuruyordu.-Affedersiniz, beyefendi, birdenbiretanımadım efendim, dedim. Geçmek istedim.Cemil Bey, sağa doğru bir adım attı.Merdivenbaşı dar olduğu için geçecek yolkalmıyordu.-Uykum kaçtı, küçükhanım, penceredenmehtabı beklemeye çıktım.Maksadı hissetmiştim. Bir şey anlamamış gibigörünerek usulca kaçmak istiyordum. Mamafih,sözü cevapsız bırakmamak için:-Mehtap zamanı değil ki, efendim, dedim. O,yavaş yavaş.-Nasıl değil, küçükhanım. Ya bu merdivenbaşında birdenbire doğan pembe mehtap! Hangimehtabın aydınlığı acaba o kadar gönül alıcıdırki?!
Cemil Bey, birdenbire beni bileklerimdenyakaladı, sıcak nefesini yüzümde hissettim vekuvvetle kendimi geriye attım. Bir merdivenparmaklığına sarılmasaydım, aşağıya kadaryuvarlanacaktım. Fena halde başımı çarpmıştım.Hafif bir ıstırap feryadını zapt edemedim.Cemil Bey, gürültü etmeksizin yanıma inmişti.Yüzünü görmediğim halde pek telaş ve heyecaniçinde olduğunu hissediyordum.-Feride Hanım, beni affediniz, bir yerinizincindi mi? dedi.-Hayır, ehemmiyeti yok, yalnız beni bırakınız,diye yalvaracaktım. Fakat dudaklarımdan boğukbir hıçkırıktan başka ses gelmedi. Bu hıçkırığıboğmak için mendilimle ağzımı kapamakistedim. O vakit, hafifçe yaralanan dudağımdanince ince kan sızdığını gördüm.Merdiven penceresinin yanındaydık. Açıkkalmış bir panjurdan giren hafif aydınlık içindeCemil Bey de bu kanı görmüştü. Sesi teessürlütitreyerek:
-Feride Hanım, dedi. Bu gece ben dünyanınen adi bir adamı gibi hareket ettim. Beniaffettiğinizi söylemek mürüvvetiniesirgemeyiniz, Feride Hanım.Yapılan terbiyesizlikten sonra bu soğukedebiyat, tüylerimi ürpertti ve bana bütüncesaretimi iade etti.Sert bir sesle:-Yaptığınızda bir fevkalâdelik yoktur efendim,dedim. Kadın hizmetçi, evlatlık kabilindeninsanlara böyle muameleler yapmak âdettir...Konağınızda bunların vaziyetinden pek farklıolmayan bir vaziyeti kabul etmekle ben, bunaçanak tuttum. Bir gevezelik falan etmemdenkorkmayın, yarın sabah rastgele bir bahane ileçıkıp gideceğim.Bunları söyledikten sonra telaşsız ve lakayt birtavırla merdivenleri çıktım, odama doğruyöneldim.Bir elime çantayı, bir elime Munise’yi alarak
kapıyı çekip gitmek kolay. Fakat nereye?Aradan üç gün geçtiği halde bu karar tatbikedilemedi. Hâlâ buradayım. Çünkü geldiğimgece, defterime bile yazmaya utandığım şeyiartık itiraf etmek zamanı geldi.Ben buraya bir akşamüstü ortalık kararırkengelmiştim.Ertesi sabahı beklemek daha münasip değilmiydi? Tabii böyle. Fakat buna imkân yoktu.Buraya geldiğim o ümitsiz akşamda, köşkmisafirlerle doluydu. Reşit Beyefendi veküçükhanımlar beni yeni satın alınmış bir süseşyası gibi misafirlerine gösteriyorlardı. Herkesbana beğenen, hatta biraz acıyan bir gözlebakıyordu. Yeni vaziyetimin beni mecbur ettiğimahcup nezaketle herkesin ayrı ayrı gönlünüalmaya çalışırken, üstüme hafif bir baygınlıkgelmiş, kendimi kaybetmiştim. Yalnız birdenbiresandalyenin kenarına oturmuş, dudaklarımdakişaşkın gülümsemeyi bile söndürmeye çalışarakyarım dakika, belki daha az gözlerimikapamıştım.
Reşit Bey, küçükhanımlar, misafirler telaşetmişlerdi.Sabahat, elinde bir bardakla koşmuş, şakalaşırgibi ikimiz de gülerek bana zorla birkaç yudumsu içirmişti.Misafirlerden yaşlı bir hanımefendigülümseyerek:-Bir şey değil, lodosun tesiri olacak. Ah, buzamanın asabi, nazik küçükhanımları. Bir parçahava değişmesiyle gül gibi sararıp soluyorlar,dedi.Hepsi beni, meşakkate tahammülü olmayanbir küçükhanım, nazik, hasta bir kızsanıyorlardı.Ben, onları başımla tasdik ediyor, böylezannettikleri için adeta minnettar oluyordum.Onlara yalan söylemiştim.Bu hafif baygınlığın sebebi başkaydı.Çalıkuşu, o gün, ömründe ilk defa aç kalmıştı.
Karşıyaka, 11 EkimBugün Ferhunde ile Sabahat’in yine İzmir’denmisafirleri gelmişti. On beş ile yirmi yaş arasındadört küçükhanım. Öğleden sonra bir denizgezintisi yapacak, sandalla Bayraklı’ya gidipgelecektik. Fakat tam sokağa çıkacağımız vakit,aksi gibi yağmur başladı. Arkamızdaçarşaflarımızla, mahzun mahzun salona döndük.Küçükhanımlar bir parça piyano çaldılar, birazdedikodu yaptılar. Sonra, birer birer köşelereçekilerek gizli gizli konuştular. Böyle baş başagıdıklanmış gibi gülüşerek ne konuşulacağımalum.Sabahat, çok tatlı, çok şeytan bir kız.Misafirlerini eğlendirmek için, güzelmaskaralıklar icat etti. Bir etajerin üstünde aile,ahbap fotoğraflarıyla dolu albümler vardı.Bunlardan bir tanesini çekerek masanın başınageçti, arkadaşlarını etrafına toplayıp onlarafotoğraf göstermeye başladı. İşin zevkifotoğraflarda değil, Sabahat’in onlar içinsöylediği sözlerdeydi. Her birisiyle öyle
eğleniyor, hayatları, tabiatları için öyle tuhafşeyler söylüyordu ki, gülmekten bayılıyorduk.Mesela, göğsü nişanlarla dolu, heybetli bir paşa,dünyaya emredecek gibi görünen bu kocasakallı adam, karısından süpürge ile dayakyermiş.Akrabalarından kerliferli bir hanımefendi,fakat dışarlıklı olduğu belli, bir gün vapurdanKokaryalı iskelesine çıkarken kaza ile denizedüşmüş, memleketinin şivesiyle: “Tatlı canlarımgidiyor, kurtarın!” diye bağırmış.Reşit Bey’in, Konyalı bir süt dayısı vardı ki,bakmakla doyulur şey değildi. Bu, sarıklıpoturlu bir hoca efendi kıyafetindegörünüyordu. Onun karşısında duran fotoğrafınıise, mebus olduktan sonra frak ve tek gözlükleçıkarmıştı.Hoca Efendi, hiddetle gözlerini açarakmebusa bakıyor, mebus, dudaklarını bükerekhocayı alaya alıyordu. Bu manzara, o kadargüzeldi ki, sayfayı çevirmemesi için Sabahat’inelini tutuyor, deli gibi gülüyordum.
Ferhunde, benimle şaka etmeye çalışıyordu:-Feride Hanım isterseniz sizi bu güzel zatlaevlendirelim, şimdi münhaldir. İlk karılarınıboşadı, şimdi mebusa lâyık bir alafranga hanımarıyor, dedi.Ben, hâlâ gülerek masanın başından ayrıldım,Ferhunde’ye:-Hemen mektup yazınız, ben razıyım, insan,başka saadet bulunmazsa bile, hiç olmazsaömrünü tatlı tatlı gülmekle geçirir, dedim.-Feride Hanım, bu fotoğrafı görürseniz,mebusumuza varmaktan korkarım,vazgeçersiniz, dedi.Misafirler, hep bir ağızdan: “Ah, ne güzel...”diye haykırıştılar. Ellerini sallayarak beniçağırıyorlardı.-Nafile, ne olursa olsun, ben mebusumdanvazgeçemem diyerek yaklaştım, albümünüstüne, birbirine karışan dalgalı saç kümeleri
arasından başımı uzattım. Ben de onlar gibi hafifbir feryadı men edemedim. Albümün yapraklarıiçinden gözlerime bakarak gülümseyen bufotoğraf, Kâmran’ın fotoğrafıydı.Sabahat, bu fotoğrafın sahibiyle eğlenmedibilâkis, çok alaka ve hararetle arkadaşlarına şutafsilatı verdi:-Bu bey, Münevver Teyzem’in zevcidir.Geçen ilkbaharda İstanbul’dayken düğünlerioldu. Kendini görseniz acaba bu fotoğraf bir şeymi? Bir gözleri, bir burnu var ki, görülecek şey!Size daha tuhafını söyleyeyim: Bu bey,teyzelerinden birinin kızını severmiş. Bu kız,ufak tefek gayet hoppa, gayet şımarık birşeymiş, hatta bunun için ismine Çalıkuşuderlermiş. Çalıkuşu, bu Kâmran Bey’i bir türlüistememiş. Gönül bu ya. Nihayet, evlenmelerinebir gün kala, bir başına evden kaçmış, yabancımemleketlere gitmiş. Kâmran Bey, aylarcayemeden, içmeden kesilmiş bu vefasız kızı
beklemiş. Hiç dönmeye niyeti olsa, gelin olacağıgece kaçıp gider mi? Münevver Teyzem,kaynanasının elini öptüğü vakit oradaydım,ihtiyar hanımefendi, o bir dalda durmaz, acayipÇalıkuşu’nu hatırlamış olacak ki, çocuk gibiağladı.Bu tafsilâtı, arkamdaki piyanoya dayanarakhiçbir şey söylemeden, hiçbir hareket etmedendinlemiştim. Kâmran, hâlâ albümün içinde banagülüyordu. Gayet yavaş bir sesle; “Kalpsiz”dedim.Sabahat, bana döndü:-Çok doğru söylediniz, Feride Hanım, dedi.Bu kadar güzel, bu kadar nazik bir gence vefaetmemiş bir kıza “kalpsiz”den başka bir şeydenemez.Kâmran, ben senden nefret ediyorum. Öyleolmasaydı, bu haberi aldığım vakit ağlar, bayılır,matemini tutardım. Halbuki ben, ömrümdehiçbir gün, bugünkü kadar gülmedim,etrafımdakileri bu kadar neşe ve şenliğe
boğmadım. Hatta, başımdan münasebetsiz birkaza geçmeseydi bugüne, ömrümün en mesutgünü diyebilecektim.Akşamüstüne doğru hava açmış, uzunca birkır gezintisi yapmamıza müsaade etmişti. Bir selçukuru kenarından geçiyorduk. Misafirlerdenbiri, çukurun öte yakasına bir kasımpatı gördü:“A, ne güzel! Koparmak mümkün olsaydı!”dedi. Ben, gülerek: “İsterseniz onu size hediyeedeyim?!” dedim. Çukur, bir tehlike teşkiledecek kadar derin ve genişti.Hanımlar gülüştüler, birisi:-Köprü olsaydı, iyi olacaktı, diye şaka etti.Ben sadece:-Köprüsüz de geçilir zannederim, dedim vebirdenbire atladım. Arkamdan bir çığlık koptu.Öteki tarafa geçmeye muvaffak olmuştum.Fakat ne çare ki vaat ettiğim kasımpatını koparıpgetiremedim. Çünkü ayaklarım çukurun tamkenarına basmıştı. Düşmemek için bir dikenkümesine sarılmış, ellerimi yırtınıştım. Evet, bu
kaza başıma gelmeseydi, avucuma batandikenlerin sızısı beni, akşam karanlığı içindeköşke dönünceye kadar ağlatmasaydı, bugüneömrümün en şen, en eğlenceli günü diyecektim.Kâmran, ben senden nefret ettiğim için,yabancı memleketlere kaçmıştım. Şimdi,nefretim o dereceyi buldu ki, bu uzaklık kâfigelmiyor, senin yaşadığın, nefes aldığındünyadan uzaklara kaçmak istiyorum.Artık bu evde kalmamayı iyiden iyiye zihnimeyerleştirdim. İki üç günde bir İzmir’e iniyor,Maarif İdaresi’ne uğruyordum. Dün sabahvapurda eski muallimlerden Sör Berenis’etesadüf ettim. Onu bir kere de iki ay evvelgörmüş, mektepteyken pek seviştiğimiz için birparça halimi anlatmıştım. Sör Berenis dün dediki:-Feride, ben birkaç günden beri seni arıyorum.Karantina’daki mektebimizde bir Türkçe veresim muallimine ihtiyaç var. Müdireye senitavsiye ettim. Ayrıca ev tutmaya hacet yok,
mektepte kalırsın. Zaten, sen bizim hayatımızaalışıksın.Kalbim çarpmaya başladı, öyle sanıyorum ki,tekrar oraya, o günlük kokularının, ağır erganunseslerinin içine düşersem, çocuklukrüyalarımdan bir kısmına tekrar kavuşmakmümkün olacak.Düşünmeye bile lüzum görmeden:-Peki Ma Sör, gelirim, teşekkür ederim,dedim.Bugün, oraya gitmeden evvel Maarifİdaresi’ne uğradım, maksadım, evrakımı geriyealmaktı. Müdürün üç günden beri beni aradığınısöylediler. Ne istediğini merak ederek yanınagirdim. Maarif Müdürü beni görünce:-Çok bekledin kızım, fakat talihine iyi bir yerçıktı. Seni Kuşadası mektebine göndereceğim,dedi.Kuşadası, ne güzel isim; benim adım. İçimdenöyle geldi ki, mutlaka güzel bir yer olacak. Fakat
Sör mektebi için verdiğim söz... Bir iki dakikakaldım, cevap vermeden düşünüyordum.Bu tarafta rahat bir hayat vardı. Öbür taraftabelki yine zaruret, sefalet, fakat bunun da başkabir tesellisi, başka bir cazibesi yok muydu?Gözümün önüne, mekteplerimizin bakımsızkalmış kaba saba ellere ziyan olmuş,miniminileri geldi. Bu biçareler, açılmak içinbiraz güneş, bir parça şefkat bekleyen çiçeklergibiydi. Bu şefkat, bu hareketi gösterenlere,gönüllerinin bütün minnet ve muhabbetiniveriyorlardı. Her şeye rağmen bu küçük sefilleri,derin derin sevmeye başladığımı anladım.Munise bile onlar arasından gelmemiş miydi?Bundan başka son bir senelik hayatımın bir ikitecrübesi daha vardı. Aydınlık, hasta gözlerinasıl incitiyorsa, saadet de hasta gönülleri öylesızlatıyor. Hasta gözler gibi hasta gönüller içinde karanlıktan iyi ilaç yok.Ben, muallimliği açlıktan ölmemek için kabuletmiştim. Hesabım doğru çıkmadı. Bu meslek,bir gün açlıktan öldürebilir. Fakat ne ziyanı var?
Değil mi ki, benim gönlümün şefkate olanaçlığını doyuracak, kendi hayatını başkalarınınsaadetine vakfetmek tesellisini bana verebilecek.O ölmüş günlerin ölmüş rüyasını yenidenuyandırmak zaten mümkün değildi. Başımdangünlük korkularının ağır hülyası, kulaklarımdanerganunların hassas iniltileri yavaş yavaş silindi.Kuşadası’na, tekrar kavuşacağım miniminilerinmuhabbet ve merhamet bekleyen hayallerinegülümseyerek:-Peki, beyefendi, giderim, dedim.Emrimi alıncaya kadar köşkte kimseye bir şeysöylemek istemiyordum. Fakat yeni bir vakabeni buna mecbur etti: Büyük kalfa birzamandan beri bana tuhaf tuhaf şeylersöylüyordu. Mesela geçen gün, hiç münasebetiyokken demişti ki:-Kızım, ben seni günden güne daha ziyadeseviyorum. Sade ben değil, herkes öyle...Ferhunde ile Sabahat, genç çocuklar ama, eve tatvermiyorlar. Sen geldikten sonra bir başkalık
oldu. Tabiatın, ahlâkın güzel, büyükle büyük,küçükle küçük oluyorsun.Buna benzer daha birçok sözler... Kalfahanımın bu sözlerine ben bir: “Kapı yoldaşıteveccühünden başka bir mana veremiyordum.Halbuki ihtiyar kadın, dün gece büsbütün açıldı:-Kızım, ne yapsak da seni bu evebağlayabilsek acaba? Benim aklıma bir çaregeliyor ama, sakın aklına bir şey gelmesin, hanivallahi kimse bir şey söylemedi.Kalfanın bu sözlerinin, birisi tarafındansöylendiğine şüphem kalmadı. Fakatanlamamazlıktan gelerek dinlemeye devamettim. O başladığı bir söze devama cesaretedemediği vakit, başka söze atlayaraksöylüyordu:-Beyefendi, yaşlı bir adam değil, bençocukluğunu bilirim. Güzel bir adam değil ama,debdebesi, saltanatı var. Eh, tabiatı da fena değil.Kızım, ev hanımsız gitmeyecek, yarın öbür günFerhunde ile Sabahat kocaya giderler.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 858
- 859
- 860
- 861
- 862
- 863
- 864
- 865
- 866
- 867
- 868
- 869
- 870
- 871
- 872
- 873
- 874
- 875
- 876
- 877
- 878
- 879
- 880
- 881
- 882
- 883
- 884
- 885
- 886
- 887
- 888
- 889
- 890
- 891
- 892
- 893
- 894
- 895
- 896
- 897
- 898
- 899
- 900
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 900
Pages: