Yusuf Efendi, bu sözlerime inanmadı. Hafifçebaşını sallayarak:-Kendime bir üstad-ı sanat diyemem, fakat birmusiki parçasındaki meziyetlerden hangisininbestekâra, hangisinin musikişinasa ait olduğunutefrikte yanılmam. Sesler gibi parmakların dabazı ihtizazları vardır ki, ancak bir hassas kalbinmelâlinden akar. Bu cantique dediğinizilahilerden bazılarının notasını bana İhsanedebilir misiniz?-Bunlar kulaktan kapma şeyler efendim,notalarını ne bileyim.-Beis yok. Bir gün, bir müsait vaktinizde sizorgda tekrar onları lütfederseniz, bendeniz dedefterime zapt ederim. Geçenlerde vefat eden birihtiyar rahibin terekesinden bendeniz de bir orgalmıştım. Musiki aletlerine merakım var daefendim. Ben de hanede bir köşeye koydum. Buparçaları çalmak isterim.Konuşa konuşa salondan çıkmıştık.Ayrılacağımız vakit, Şeyh Efendi, bana bir
vaatte bulundu:-Samimi bir melâl mahsulü olan bazıparçalarım var ki, kimseye çalmadım.Anlamayacaklarından emindim. Onları inşallahbir gün size çalarım, olmaz mı küçükhanım?İşte bu vaka, Şeyh Efendi ile olanahbaplığımızı bir kat daha artırdı. Vaat ettiğiparçaları daha dinlemedim, fakat pek güzelşeyler olacağını tahmin ediyordum. Çünkü buhasta ve hassas Şeyh, alelade bir tahta parçasınadokunsa, onu feryada getirecek sanıyorum.Birkaç gün evvel çocuklardan biri satın almakistediği udu muayene ettirmeye getirmişti.Parmaklarının ucuyla tellere şöyle birkaç defadokunacak olduydu, öyle sandım ki, bu inceparmaklarla uda değil, gönlümün içinedokunuyor.B... MayısDün, büyük bir kabahat işledim: Meydanaçıkacak diye yüreğim titriyor. Yaptığım şeyin iyiolmadığını biliyorum; fakat ne yapayım, içimden
öyle geldi. Muallimler, haftada bir gecemektepte nöbetçi kalıyorlar. Dün gece sırabenimdi.Akşam mütalaasında muavin ŞehnazHanım’la beraber mektebi dolaşıyorduk.Sınıfların birindeki havagazı lambasının iyiyanmadığını görerek içeri girdik. Muavin, çokmarifetli bir kadındı. Elinden her şey gelirdi.Ayağının altına bir sandalye çekerek lambayımuayene ediyordu. Kapıdan ihtiyar hademekadın girdi. Elimde bir mektupla arka sıralardaoturan bir talebeye yaklaşmaya başladı.Tam mektubu vereceği vakit muavin,birdenbire bulunduğu yerden:-Dur, Ayşe Kadın! O ne? dedi.-Hiç, Cemile Hanım için kapıcıya bir mektupbırakmışlar da.-Onu bana getir. “Talebeye gelen mektuplarıevvela ben göreceğim,” diye kaç kere sizetembih ettim. Ne kafasız kadınsın!
Bu dakikada tuhaf bir şey oldu. Cemile,yerinden atlayarak hademenin elinden mektubukapmıştı.Muavin hiç sükunetini bozmadan:-Buraya gel, Cemile, dedi. Cemile, hareketetmiyordu.-Buraya gelmeni söylüyorum Cemile, niçinitaat etmiyorsun?Bu cılız, hastalıklı kadında öyle bir âmiraneeda vardı ki, ben bile titredim. Sınıfa derin birsükût çökmüştü, sinek uçsa işitilecekti.Cemile, başını önüne eğerek ağır ağıryanımıza geldi. On altı, on yedi yaşlarında güzelbir genç kızdı. Daima arkadaşlarından kaçtığını,bahçede tenha köşelerde, düşüne düşünedolaştığını görürdüm. Derslerinde de dalgın vemahzundu.Yüzünü yakından gördüğüm vakit, çocuğunbüyük bir teessür içinde olduğunu anladım.Yüzünde bir damla kan kalmamıştı. Karşımızda
başını eğerek dudakları sararıyor, gözkapaklarıhemen titriyor denecek suretle açılıpkapanıyordu:-Cemile, o mektubu bana ver!Muavin, hırçın bir sabırsızlıkla ayağını yerevurdu:-Haydi, ne bekliyorsun?-Niçin, Muavin Hanım, niçin?Bu “niçin” sözünde, bu küçük kelimedemeyus bir isyan vardı. Muavin, sert bir hareketleelini uzattı, kızın bileğini hırpalayarak mektubukaptı.-Haydi, şimdi yerine git!Şehnaz Hanım, zarfın üzerine göz gezdirirkenhafifçe kaşlarını çatıyordu. Fakat, çabucakkendini topladı. Derin sükûnete rağmen heyecaniçinde olduğu hissedilen sınıfa hitâb ile;-Mektup, Cemile’nin Suriye’dekibiraderinden... Yalnız hemen bana itaat etmediği
için yarına kadar ona vermeyeceğim, dedi.Talebeler, tekrar başlarını kitaplarının üzerineeğdiler. Muavin ile beraber dışarı çıkarken sınıfabir göz gezdirdim. Arka sıralarda birkaç gençkız, baş başa vermiş, bir şeyler fısıldaşıyorlardı.Cemile’ye gelince, başını sıranın üstünesaklamış, omuzları hafif sarsıntılarla titriyordu.Koridora giderken muavine:-Cezanız pek ağır oldu, dedim. Yarına kadarnasıl bekleyecek, kim bilir, ne kadar sabırsızlıkiçindedir?-Merak etme kızım. O, mektubu hiçbir zamanokuyamayacağını anladı.-Nasıl, Muavine Hanım, kardeşinden gelen bumektubu ona vermeyecek misiniz?-Hayır, kızım.-Niçin?-Çünkü kardeşinden gelmiyor.Muavin, sesini daha ziyade alçaltarak devam
etti:-Bu Cemile, epeyce zengin bir adamın kızıdır.Bu sene genç bir mülazımı sevdi. Babası,mümkün değil, razı olmuyor. Gerek evde, gerekmektepte bu kız, göz hapsindedir. MülazımıBandırma’ya gönderdiler. Biz, bu çocuğu yavaşyavaş tedaviye çalışıyoruz. Halbuki o, ikidebirde biçarenin yarasını tazeliyor. Bu, üçüncümektuptur ki elime geçti.Konuşa konuşa muavinin odasına gitmiştik.Şehnaz Hanım hırçın bir hareketle bu mektububuruşturdu, sobanın kapağını kaldırarak içineattı.Vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Ben hâlânöbetçi muallimler odasındaki yatağımdauyuyamıyordum. Nihayet, kararımı verdim.Koridorda dolaşan nöbetçi hademeyi bir bahaneile aşağı göndererek muavinin boş odasınagirdim. Perdeleri açık kalmış bir penceredenodaya soluk bir mehtap aydınlığı vurmuştu. Birgece hırsızı gibi titreyerek sobanın kapağınıaçtım. Yırtılmış, buruşturulmuş kâğıt yığınları
içinde Cemile’nin zavallı mektubunu bulupçıkardım.Nöbet gecelerimde herkes uyuduktan sonraboş koridorlarda, sessiz, karanlık yatakhanelerdedolaşmak çok hoşlandığım bir şeydi. Buradaüstü açılmış bir küçük kızı örterim, ötedeyatağında öksüren minimini bir hastanınyorganını düzeltirim, ateşli başına yavaşça elimikoyarım, daha ileride kumral bir saç kümesininiçinde bir genç kız uyuyordur, yarı açık incedudaklarıyla hangi ümide gülümsediğini kendikendime sorarım.Bu birçok genç kızın uyuduğu loş, sessizyatakhanelere ağır bir rüya bulutu çökmüşgibidir. Bu havayı dağıtmamak, biçareleri, er geçkaybedecekleri bu rüyadan uyandırmamak içinayaklarımın ucuna basa basa, yüreğim titreyerekyürürüm.O gece, Cemile’nin karyolasını bulduğumvakit biçare, yeni uyumuştu. Bunu, kirpiklerindedaha kurumamış gözyaşı damlalarından
anladım.Yavaşça üzerine eğildim:-Bahtiyar küçük kız, mektep önlüğününcebinde sevdiğinden gelen mektubu bulduğunzaman, kim bilir, ne kadar sevineceksin? Bukaybolmuş şeyi hangi görünmez gece perisininoraya getirip bıraktığını kendi kendinesoracaksın. Cemile, o, bir peri değil, sadece birbiçaredir, nefret ettiği insandan gelebilecekmektupları daima kalbinin bir parçasıyla beraberyakmaya mahkûm bir talihsiz...B... 20 MayısDün dersler kesildi. Üç güne kadarimtihanlara başlıyoruz. B.’deki bütün kızmektepleri bugün, şehirden bir saat uzakta, birdere kenarında Mayıs Bayramı yaptılar. Ben,böyle kalabalık gezintilerden hoşlanmıyorum.Onun için gitmemeye, bugünü bahçemdegeçirmeye niyet etmiştim. Fakat, kızmekteplerinin şarkılar söyleyerek geçtiğini görenMunise, sızıldanmaya başladı. Tam onun
gönlünü etmeye çalışırken çat kapı çalındı.Baktım, muallim arkadaşlarımdan Vasfiye ileson sınıftan birkaç talebe. Vasfiye, mutlaka beniönüne katıp götürmek emriyle müdür tarafındangönderilmişti. Recep Efendi:-Tövbe olsun, ben onun için hâsseten kuzudoldurttum, helva yaptırdım. Ne rezalettir bu?Olmaz, efendim, olmaz, diye bar barbağırıyormuş.Talebelerime gelince, onlar da son sınıfnamına ricaya geliyorlardı:-İpekböceği” benim yeni ismim. Çalıkuşubitti. Şimdi “İpekböceği” çıktı. Hem daha fenası,büyük talebelerim yüzüme karşı da böyle“İpekböceği” demekten çekinmiyorlar. Vallahi,adeta izzetinefsime, muallimlik vakarımadokunuyor. Hem bu isim yalnız mektepte kalsayine şikâyet etmeyeceğim. Geçen gün,kahvelerden birinin önünden geçiyordum.Zengin bir ipek tüccarı olduğunu söyledikleripoturlu, mintanlı, kaba saba bir adam, kahveninbir ucundan öbür ucuna: “Sekiz tane dut bahçem
var, böyle İpekböceğine sekizi de kurbanolsun!” diye bağırmaz mı? Öyle utandım ki, yeryarılsa yere geçecektim. “Gitmem” diye inatetsem: “Naza çekiyor kendini!” diyecekler,eğleneceklerdi. Onun için, çaresizce çarşafımıgiyerek peşlerine takıldım.Küçük talebelere beyaz giydirmişlerdi. Derekenarı papatya çayırlarına dönmüştü. Bumemlekette ne kadar çok kız mektebi varmış.Yeşil bahçelerin arasındaki yılankavi yollardan,marşlar okuyarak gelen mektep taburları bitiptükenmek bilmiyordu.Erkek hocalar derenin karşı tarafındaki birağaçlığa çekilmişlerdi. Bizim aramızda yalnızRecep Efendi, mavi latası, kocaman siyahşemsiyesiyle dolaşıyor, bir köşeye taştan ocakkuran aşçılara bağıra bağıra emir veriyordu.Muallimlerle büyük talebeler çarşaflarını atmak,açık saçık gezip eğlenebilmek için MüdürEfendi’yi güç bela kandırdılar, erkekler tarafına
savdılar.Bilmem niçin, ben bugün hiç eğlenmiyordum.Bu yüzlerce kız çocuğunun çılgın neşesi, sevincibana dalgın, yorgun bir hüzünden başka bir şeyvermiyordu.Şurada bir iptidai mektebi mızıka ile marşokuyor, ötede bir alay genç kız, itişe kakışa,çığlık çığlığa top, yahut esir almaca oynuyor,daha ileride çocuk, büyük karmakarışık bir insankümesi manzume okuyan, yahut nutuk söyleyenbir çocuğu alkışlıyordu. Munise; kalabalığıniçinde kaybolmuştu. Yaramaz, benimle otururmu?Uzakta, yüksek bir setin kenarında bir sırakestane ağacı vardı. Genç hocalardan bazılarıbüyük talebelerle beraber bu ağaçlara kolansalıncakları kurmuşlardı Yaprak kümelerininarasında renk renk etekler uçuyor, çığlıklar,kahkahalar dalgalanıyordu.Ben, yavaş yavaş kalabalıktan ayrılmış, bir selçukuru kenarında kocaman bir kayanın
gölgesine oturmuştum. Taşkın kovuklarda bitmişcılız san çiçekleri koparıp ayaklarımın altındangeçen suya atıyor, dalgın dalgın düşünüyordum.Birdenbire arkamda ince bir sesin: “Buldum...İpekböceği burada!” diye bağırdığını işittim.Meğer salıncak eğlencesi için beniarıyorlarmış. Yarı zorla beni oraya kadargötürdüler, “istemem, yorgunum, sallanmasınıbilmiyorum!” diyorum. Fakat ne arkadaşıma, netalebelerime söz anlatmak kabil değildi.Mürüvvet Hanım -beni vaktiyle Merkez RüştiyeMektebi’nde müdafaa eden keskin kara gözlükadın-mutlaka benimle sallanmak istiyordu.Salıncaklardan birine atladık. Fakat, nafile,kollarım titriyor, dizlerim vücudumun yükünükaldıramıyor gibi çöküyordu. Zavallı Mürüvvet,bir hayli uğraştıktan sonra vazgeçti:-Nafile böceğim... Sen hakikaten sallanmaktankorkuyorsun. Benzin kül gibi oldu, düşeceksin,dedi.Müdür Efendi, öğle yemeğinde bizimle
beraberdi.Benim bugünkü neşesizliğimi o da farketmişti, ikide bir: “Hani, niye gülmüyor? Vayaksi çocuk vay... Gülme, dediğim yerdegülersin, burada somurtur durursun!” diyordu.Adamcağız, yemekten sonra da peşimibırakmadı. Mektepten, mahsus çay semaverigetirmişi. Bana eliyle çay pişirmek istiyordu.Hocalardan biri uzaktan el işaretleriyle beniçağırdı:-Hademelerden birini gönderip Şeyh YusufEfendi’ye bir tambur getirttik. Uzak bir yerdeona çalgı çaldıracağız. Aman, şu zevzeğinelinden kendini kurtar da gel, dedi.Bu, hakikaten kaçırılmayacak bir fırsattı.Yusuf Efendi’nin musikisi beni sardıkçasarmıştı. Zavallı bestekâr, epeyce zamandan berihastaydı. Mektebe gelmiyordu.Bir iki günden beri iyileştiğini işitiyorduk.Bugünkü mektep eğlencesine o da gelmekistemişti.
Kadın hocalar, bir bahane ile Yusuf Efendi’yierkeklerden ayırmışlardı. Sekiz, on kişilik birkafileyle, kendimizi göstermeye çalışarak derekenarındaki ince yolu takibe başladık. ŞeyhEfendi, bugün çok canlı ve neşeliydi. Yolunuzadığını görerek onun yorulmasındankorkanlara gülüyor: “Bu ince yol, ebedi gitseyorulmayacağım. Bugün kendimi o kadarkuvvetli hissediyorum ki!” diyordu.Arkadaşlardan biri usulca kulağıma eğildi,erkek muallimlerden bazılarının bir köşedegizlice rakı içtiklerini, Şeyh Efendi’ye de birkaçkadeh verdiklerini söyledi. Yusuf Efendi’ninneşesi, belki biraz da bundan ileri geliyordu.Dere yolunda on beş dakika yürüdükten sonrabir harap su değirmenine vardık. “Çağlayanlar”dedikleri bu yerde vadi birdenbire daralıyor,adeta bir boğaz vücuda getiriyordu. Derekenarındaki kayalıklar öyle yüksekti ki, güneşaşağıya kadar inemiyor, sular, adeta bir feciraydınlığı içinde akıyordu.
Buradan bizi kimsenin işitmesine imkânyoktu. Şeyh Yusuf Efendi’yi sık yapraklı birceviz ağacının altında oturttular, tamburu elineverdiler. Ben, uzakça bir yere, etraftan sularınköpüre köpüre aktığı bir kayanın üstünesinmiştim. Arkadaşlar, yine rahat vermediler:-Olmaz, olmaz... Buraya gel, mutlakageleceksin! diye beni, bestekârın karşısınaoturttular.Tambur başladı. Bu musiki, ömrümcekulaklarımdan gitmeyecek! Arkadaşlar,çimenlerin üzerine yarı uzanmışlardı. En kabasaba görünenlerin bile ağlayacak gibi dudaklarıtitriyor, gözleri doluyordu.Kumral, saçlarını omzuma dayayanVasfiye’nin kulağına:-Ben, Şeyh Efendi’yi ilk defa mekteptedinlemiştim. Çok güzeldi tabii, fakat böyledeğildi, dedim.Vasfiye, süzgün gözlerinde muammalı bir
gülümseme ile:-Evet, çünkü Yusuf Efendi ömründe hiçbirgün bugünkü kadar mesut ve aynı zamandabedbaht olmadı, dedi.-Niçin? diye sordum.Dikkatli dikkatli yüzüme baktı, başını tekraromzuma bırakarak:-Sus, dinleyelim, dedi.Şeyh, bugün hep eski şarkıları çalıyordu.Bunlardan hiçbirini şimdiye kadardinlememiştim. Her parçanın sonunda, artıkbitecek, diye yüreğim titriyordu. Fakat gözleriyarı kapalı, yavaş yavaş sararmaya başlayanşarkıları ince bir terle nemlenmiş, birinibitirdikten sonra ötekine başlıyordu.Gözlerimi, bu yarı kapalı gözlerdenayıramıyordum Bir aralık, solgun yanaklarınabirkaç damla yaşın süzüldüğünü gördüm.Birdenbire yüreğim oynadı. Bir hastayı bu kadaryormak günahtı. Dayanamadım, şarkılardan
birini bitirmesinden istifade ederek:-Biraz dinlenmez misiniz? dedim. Rahatsızgörünüyorsunuz. Neyiniz var?Cevap vermedi. Islak kirpikleri arasında o,masum çocuk gözleriyle derin derin bana baktı,sonra tekrar başını tamburuna dayayarak yenibir şarkıya başladı:“Pür ateşim, açtırma benim ağzımı zinharZalim, beni söyletme derunumda neler var.”Yusuf Efendi, şarkıyı bitirirken, başı tamburunüstüne düştü. Zavallıya hafif bir baygınlıkgelmişti. Hocalar, hep şaşırdılar. Ben: “Biz sebepolduk, bu kadar yormamalıydık!” dedim.Mendilimi ıslatmak için süratle taşların üstündensıçrayarak dereye indim. Bu, çok hafif birbaygınlıktı. Hatta adeta bir baş dönmesi. Elimdeıslak mendille yanına döndüğüm vakit o,gözlerini açmıştı.-Bizi korkuttunuz efendim, dedim. O, renksizbir gülümseme ile:
-Bir şey değil, ara sıra oluyor, dedi.Arkadaşlarımda bir tuhaflık hissetmeyebaşlıyorum. Manalı manalı bana bakıyorlar,aralarında yavaş sesle bir şeyler söyleşiyorlardı.Aynı yoldan geri dönüyorduk. Ben Vasfiye ileberaber en arkaya kalmıştım.-Bu Şeyh Efendi’de bir hal var, dedim, içiniçin bir şeye üzülüyor gibi görünüyor.Arkadaşım, o biraz evvelki manalı bakışıylabeni tekrar süzdü:-Sahi mi söylüyorsun, Feride? Hatırınkalmasın, fakat inanamayacağım. Demek senhiçbir şey bilmiyorsun? Vasfiye, garip birbakışla bana gözlerini dikmişti.-Bilsem saklamaya ne sebep var? dedim. O,yine inanmadı:-Bütün B.’nin bildiği bir şeyi sen nasılbilemezsin? Bu manasız şüpheye gülümseyerekomuzlarımı silktim:
-Biliyorsunuz ki ben B.’de çok kapalı veyalnız yaşıyorum. Kimsenin hiçbir şeyi ilealakadar değilim.Arkadaşım ellerimi tuttu:-Yusuf Efendi, seni ölesiye seviyor, Feride,dedi.Gayri ihtiyarı ellerimi yüzüme kapadım. Derekenarında çocukların sevinçli gürültüsü hâlâdevam ediyordu. Kimseye sezdirmedenkafileden ayrıldım, iki bahçe arasındaki dar biryoldan saparak kendi kendime eve döndüm.B...25 TemmuzYaz ayları uzadıkça uzadı. Sıcaklar tahammüledilmeyecek derecede. Her şey sarardı, etraftayeşillik namına bir şey kalmadı. Karşıdaki koyuyeşil tepeler soluk, yanık bir renk bağladı.Uzakta, yaz güneşinin kamaştırıcı ışıkları içindekocaman kül yığınları gibi cansız ve manasızgörünüyor. Sıkılıyorum. Boğulacak gibi, ölecekgibi sıkılıyorum. Memleket şimdi bomboş.
Talebeler dağıldı, hocalardan birçoğu tatilaylarını geçirmeye başka yerlere gitti. Nezihe ileVasfiye bana ara sıra İstanbul’dan mektupgönderiyorlar. Bu sene İstanbul çok güzelmiş.Suları, adayı anlata anlata bitiremiyorlar. Biryolunu bulurlarsa orada kalacaklarmış.Doğrusu istenirse, benim de burada kalmayaniyetim yok. Şeyh Yusuf Efendi vakası beni çokmüteessir etti. İnsan içine çıkmaya utanır oldum.Mektepler açılacağı vakit başka bir yere razıyım.Öyle bir yer ki, beni üzsün, uğraştırsın, ziyanıyok, fakat kendi kendime yalnız bıraksın.B...5 AğustosHoca olduğumdan beri ikinci defadır kitalebelerimin gelin olduğunu görüyorum. Fakatbu sefer o zavallı Zehra’nın ki gibi değil. Bugece, bu saatte Cemile artık kirpiklerindekurumamış gözyaşı damlalarıyla yatağındauyumuyor. Cemile’nin güzel başına bu gece, busaatte sevdiği genç mülazımın göğsü yastıkoldu.
Bu çocukların ikisi de birbirlerine olansevdalarında öyle sebat ettiler ki, nihayetanneleri, babaları da baş eğmek mecburiyetindekaldı.Cemile’yi de, Zehra gibi, kendi elimlesüsledim. Bir zamandan beri hiçbir kalabalıkyere gitmemek için inat ediyordum. FakatCemile mahsus evime geldi, ellerimi öperekyalvardı. Bir gece, karanlıkta kendisine ettiğimhizmeti acaba anladı mı? Bilmiyorum. Fakatanasını, babasını razı ettiği gün ilk müjdeyi banagetirmişti, ihtimal ki şüphe ediyor.Evet, Cemile’yi elimle süsledim, duvağınıelimle taktım. Burada bir âdet var: Kim olursaolsun genç kızların saçına mutlaka bir parçagelin teli takıyorlar, bunu bir uğur sayıyorlar.Hırçın inadıma rağmen Cemile’nin annesini,saçımın bir tarafına minimini bir tel parçasıiliştirmekten men edemedim.Mülazımı çok merak ediyorum. Cemile’yionun kolunda görmedikçe saadetlerine
inanamayacaktım. Fakat, buna imkân olmadı.Erkenden evime dönmek mecburiyetindekaldım.Her yerde olduğu gibi, burada da bütünkadınların gizli gizli bana baktıklarını,birbirlerine bir şeyler fısıldadıklarınıgörüyordum. Bütün dudaklarda yine bir“İpekböceği” sözüdür dolaşıyordu. BelediyeReisi’nin karısı olduğunu söyledikleri, elmaslara,altınlara batmış bir şişman kadın, dikkatlidikkatli yüzüme baktıktan sonra yanındakilere,benim işitebileceğim bir sesle:-Bu İpekböceği sahiden afet, adamcağızınyanmakta hakkı varmış, dedi.Artık burada duramazdım. Cemile’ninannesinden müsaade istedim; hasta olduğumu,mümkün değil duramayacağımı söyledim.Küçük gelinin yanında muallim arkadaşlarımdanbirkaçı vardı, ihtiyar kadın, bana onları gösterdi:-Cemile’ye hocaları nasihat veriyorlar, sen debir iki şey söyle kızım, dedi.
Bu masum arzuyu gülümseyerek kabul ettim.Talebemi bir köşeye çekerek:-Cemile, dedim, hocan olmak sıfatıyla annen,sana nasihat vermemi istedi. Sen, nasihatlerin engüzelini kendi kendine verdin. Yalnız, çocuğum,sana bir tembihim olacak. Mülazımın şimdisenin yanına gelmeden evvel sokakta yabancıbir kadının geldiğini, sana gizli bir şey söylemekistediğini haber verirlerse sakın dinleme,yavrum, o kadından kaç, güzel başınımülazımının kuvvetli göğsüne sakla.Cemile, bu sözlere, kim bilir, ne kadar hayretetmiştir? Hakkı var; çünkü şimdi ben bile hayretediyorum. Onları bir yabancı ağzından işitmişgibi sebebini, manasını kendi kendimesoruyorum.B...27 AğustosBu akşam, minimini bahçemizde ziyafet vardı.Munise ile beraber, Hacı Kalfa ile ailesini akşamyemeğine davet etmiştik. Alay olsun diyesokaktan üç dört kırmızı kâğıt fener aldırmış,
cılız bir badem ağacının sofra üzerine eğilendallarına asmıştık.Hacı Kalfa, bunları görünce pek keyiflendi:-Ayol, bu ziyafet değil, On Temmuzşenliğidir, dedi.-Hacı Kalfa, bu gece benim kendi OnTemmuzum, dedim. Evet, bu gece kendihürriyet şenliğimdi. Çalıkuşu, kafesindenkurtulalı bu gece tam bir sene olmuştu. Bir sene,üç yüz altmış beş gün. Ne uzun?Evvela çok neşeliydim. Mütemadiyen gülüpsöylüyordum. O kadar maskaralık ediyordum ki,Samatyalı Madam, gülmekten tıkanıyor,Hayganuş’un sivilcelerle dolu şişkin yüzüdallardaki kırmızı fenerler gibi bir renk alıyordu.Hacı Kalfa’nın ellerini dizlerine vurarak:-Dil otu mu yedin be kızım? diye gülmesivardı ki...Geç vakte kadar bahçede oturduk, sonrafenerlerimden birini Mirat’a, birini Hayganuş’a
vererek misafirlerimi selametledim. Munise,gündüzden çok yorgun olduğu için daha bizkonuşurken sandalyesinde uyuklamaya başladı.Onu yatağına gönderdim, kendim, tek başımabahçede kaldım.Sakin, yıldızlı bir geceydi. Karşı settekievlerde ışıklar sönmüştü. Dağ yolu, bu yıldızlısemanın içinde korkunç bir gölge yığını gibiyükseliyordu.Bileklerimle alnımı setin kenarındakiparmaklığın soğuk demirlerine dayadım.Etrafımda ne ses, ne hayat, yalnız uçurumundibinde, bu dayanılmaz sıcaklara rağmen hâlâkurumayan derede hafif bir çağıltı, birkaç yıldızaksi.Kâğıt fenerlerin mumu artık tükeniyordu.Onların renkli ışıklarıyla beraber içimdekineşenin de sararıp solduğunu, gönlüme derin,çaresiz bir karanlığın inmeye başladığınıhissediyordum.Bu bir senenin kâh karanlığını, kâh aydınlık
günlerini birer birer hayalimden geçirdim, neuzun, Yarabbî, ne uzun?Soğuğa, cefaya, mihnete hiç şikayetsiztahammül eden sağlam bir vücudum var.İhtimal, daha kırk sene, elli sene yaşayacağım.İhtimal daha elli yaş bu hazin muzafferiyetinhazin yıldönümünü görmem lâzım gelecek.Hayat, ne uzun, Allah’ım, ne uzun?İhtimal, Munise de bana kalmayacak.Saçlarıma yavaş yavaş aklar düşecek.Ümit edeyim, tahammül edeyim, güzel. Ben,buna razıyım, fakat niçin, neyi beklemek için?Bu bir sene içinde, birkaç defa, kendimi zaptedemedim, ağladım. Fakat bunların hiçbirisindebu gece gözkapaklarımın içini yakan yaşlardakiacılık yoktu. O vakit, sadece gözlerim ağlamıştı.Bu gece gönlüm ağlıyor.B...1 EkimDersler başlayalı iki hafta oluyor. Muallim
arkadaşlarımın birçoğu B.’ye döndüler. Hatta,mutlaka İstanbul’da kalmak isteyen Vasfiye bile.Biçare, bir türlü açık yer bulamamış.Nezihe’nin başına bir devlet kuşu konmuş. Bircuma günü Surlar’da bir genç zabite tesadüfetmişler. Zabit, onları Boğaziçi’nden Fatih’ekadar takip etmiş.Bu iki arkadaşımın şimdiye kadar tesadüfettiği her erkek gibi, o da Vasfiye’yi tercihediyormuş. Hatta, bilmem hangi parktabirbirlerine randevu vermişler. Fakat aksi olacak,Vasfiye’nin o gün misafirleri gelmiş. Zabitimerakta bırakmamak için Nezihe’ye yalvarmış:-Kuzum Nezihe’ Sen, benim yerime git,bugün gelemeyeceğimi söyle. Başka gün içinmülakat al, demiş.Nezihe, akşam eve uğradığı vakit, delikanlıyıgöremediğini söylemiş. Fakat, kızın halinde birtuhaflık varmış. Birkaç gün sonra iş anlaşılmış.Meğer o gün, Nezihe ne yapıp yapmış, gençzabitin zihnine girmiş, hain kız, bir hafta sonra
onunla nişanlanmışVasfiye, çok mahzun, bir yandan, aziz birarkadaşı tarafından aldatılmak gücüne gidiyor,bir yandan da yalnız kaldığından şikâyet ediyor.İkide birde içini çekerek:-Ah Feride Hanım, Sizinle ne güzel ikiarkadaş olabilirdik. Fakat nasıl anlatayım, siz okadar neşeli, iyi, munis bir kız olduğunuz halde,yaşamak zevkini alamamışsınız, diyor.Yuvalarda yeni yavruların yumurtadan çıkmazamanında nasıl neşeli bir hayat uyanırsa,mektepte de öyle bir hal var.Hele birkaç gün evvel şimşekle, gökgürültüleriyle başlayan şiddetli bir yağmur, sıcakve sakin bir yazın bana verdiği müzmin hüznü,anlaşılmaz yaşamak yorgunluğunu dağıttı. Okadar hafif, o kadar neşeliyim ki...B...17 EkimYağmurlar on günden beri devam ediyor, hemde ne şiddetle, ilk günlerde benim gibi sevinen,
solgun benizlerine taze bir hayat rengi gelen sonçiçekler harap oldular. Biçareler, bahçededurmadan yağan yağmurun altında başlarınıeğiyorlar: “Artık yeter!” der gibi büzülüptitreşiyorlar.Bu akşam, mektepten döndüğüm vakit benimde aşağı yukarı onlardan kalır yanım yoktu.Sırılsıklam olmuştum. Çarşafım vücuduma,peçem yüzüme yapışıyor, sokakta rast geldiğiminsanları halime güldürüyordu,Munise’nin, bu akşam benzi biraz soluktu.Nezle olmasından korkarak erkenden, zorlayatağa yatırmış, ıhlamur kaynatmıştım. Yaramazkız, yatakta şikâyet ediyor, benimihtimamlarımla eğlenerek:-Abacığım, soğuk, insana ne yapar? Geçensene karda, samanlıkta yattığım geceyi unuttunmu? diyordu.Bu gece, hiç uykum yoktu. Munise’yiuyuttuktan sonra elime bir kitap alarak sedireuzandım. Yağmurun saçaklarda, su oluklarında
çıkardığı sesleri, on beş günden beri bitmeyenbu matemi dinlemeye başladım. Ne kadar vakitgeçmişti, bilmiyorum? Birdenbire hızlı hızlı kapıçalındı. Bu saatte kim olabilir?Kapıyı açmaya cesaret edemedim. Misafirodasının cumbasından uzandım. Karanlığıniçinde uzun boylu bir kadın hayaleti, cumbanınaltında yağmurdan korunmaya çalışıyor,elindeki muşamba fenerden çıkan ışıkla,sokaktaki su birikintileri içinde çırpınıyordu.-Kim o? diye sordum. Titrek bir ses:-Açınız, Feride Hanım’ı görmeye geldim,dedi.Kapıyı açtığım vakit titriyordum. O akşamdanberi yabancı kadınlardan gözüm yılmıştı. Nevakit böyle birinin, beni aradığını görsem, fenabir haber alacağımı sanıyorum. Bu vakitsizmisafir, yüzümü görmek için feneri kaldırmıştı.Solgun bir çehre, iki mükedder mavi göz farkettim.-Müsaade eder misiniz içeri gireyim,
hocanım?Bu çehre, bu ses, bana emniyet verdi. Kimolduğunu, niçin geldiğini sormaya lüzumgörmeden: “Buyurunuz” dedim. Yanımdakimisafir odasının kapısını açtım.Kadın, odayı ıslatmaktan çekiniyor gibi,etrafına bakınıyor, oturmaya cesaretedemiyordu.Bir şey söylemiş olmak için:-Ne yağmur, ne yağmur, insanı adeta yıkıyor!dedi.Dikkatle yüzüne bakıyordum. Halbukiperişanlığının yağmurdan daha başka bir şeydengeldiği besbelliydi. Asıl maksadını söylemekiçin, daha sakinleşmek istediğini anladım,birdenbire ne istediğini sormadım.İlk hissim, beni aldatmıştı. Bu munis çehreli,asil bir kadındı.Nihayet: “Kiminle görüşüyorum efendim?”
diye sordum. Benden korkuyor gibi başını eğdi:-Feride Hanımefendi, ben yabancı değilim.Gerçi şimdiye kadar görüşmedik ama, siziuzaktan tanıyorum.Biraz sustu, sonra bir cesaret hamlesiyle ilaveetti:-Bir meslektaşınızın kardeşiyim. Mektebinizinmusiki hocası Şeyh Yusuf Efendi’nin.Birdenbire yüreğim ağzıma geldi. Fakatkuvvetli olmak, hiçbir şey sezdirmemek lâzımdı:-Öyle mi efendim? Görüştüğümüze memnunoldum. Şeyh Efendi, biraz daha iyiler inşallah,dedim.Bu saatte, bu halde gelen bir misafiresöylenecek söz, elbette bu değildi. Fakat başkane diyebilirdim?O, cevap bulamayarak susuyor. Ben, yüzünebakmaya cesaret edemeyerek gözlerimi yereindiriyordum. Hafif bir hıçkırık sesi işittim.Kurtulma imkânı olmayan bir felakete razı olur
gibi başımı daha ziyade eğerek bekledim.O, ağlamamak için elleriyle göğsünü,boynunu tutarak.-Kardeşim bu gece ölüyor, dedi. Akşamadoğru birdenbire ağırlaştı. Altı saatten berikendini bilemiyor. Sabaha çıkmayacak.Cevap vermedim. Ne söyleyebilirdim?-Küçükhanım, Yusuf; benim üç yaşküçüğümdür ama, evladım sayılır. Annemizöldüğü vakit, Yusuf, miniminicikti. Ben debüyük değildim. Böyle olduğu halde ona analıkettim. Ömrümü ona bağladım. Dul kaldığımvakit sizin yaşınızda ancak vardım. Tekrarevlenebilirdim, istemedim. Tek Yusufçuğumyalnız kalmasın diye. Halbuki şimdi o, beniyalnız bırakıp gidiyor. Bunları size niçin misöylüyorum küçükhanım? Beni ayıplamayınız.Bu saatte sizi rahatsız ettiğim için, yalvararaksizden isteyeceğim şey için bana darılmayın,beni kovmayın diye...
Sözünün burasında bitkin vücudununbirdenbire çöktüğünü gördüm. Bir fenalıkzannederek omuzlarından tutmak istedim.Dizlerimi öpüyor, yerlere sürünerek çırpınaçırpına ağlıyordu.Hafif bir hareketle kendimi kurtardım. Budakikada ne kadar sakin olmak mümkünse okadar sakin bir sesle:-Hanımefendi, felaketinizi anlıyorum,söyleyiniz. Elimden gelecek bir şeyse, dedim.Kadının ağlamaktan şişen soluk mavigözlerinde bir ümit ışığı canlandı Zavallı,göğsünün sarsıntılarını eliyle zapt etmeyeçalışarak:-Yusuf, on seneden beri hastaydı. O kadaruğraştım, o kadar çırpındım, melun hastalık, birtürlü durmuyor, kardeşimi için için yiyipbitiriyordu. Nihayet bu vaka oldu. Sizi gördü.Zaten fazla içli bir adam. Gözle görünürcesineeriyip bitmeye başladı.
Sözün burasında hafif bir isyan feryadını menedemedim.-Hanımefendi yemin ederim ki, benkardeşinize bir şey yapmadım. Kendim de zatenbir yaralıdan başka bir şey değilim, dedim.-Hanım kızım, evladım, sizin de belki birsevdiğiniz var; darılmayınız. Yemin ederim kibunları şikâyet için söylemiyorum. Bengöründüğü kadar kaba ruhlu bir kadın değilim,işin nihayetinde Yusuf’un kardeşiyim.Senelerden beri onun musikisi içinde yaşadım.Sizden değil, hatta bu tesadüften bile şikâyetimyok. Yusuf’un yatağında mum gibi eridiğinigörüyorum. Fakat öyle anlıyorum ki, mesutölüyor. Ne şikâyet var, ne acı söz, ne çırpınma.Bazen kendini kaybediyor. O vakit,gözkapakları hafif hafif titriyor, soluk dudaklarıgizli bir gülümseme ile yavaşça isminizi tekrarediyor. Düne kadar bu derdinden bana hiçbahsetmemişti. Dün ellerimi tuttu, birer birerparmaklarımı öperek:
-Onu bir kere daha göster bana abla! diyeçocuk gibi yalvarmaya başladı. Yusuf için herfedakârlığa razıydım. Fakat buna imkângöremiyordum. İçim parça parça oldu.-İyi ol. Yusuf, çabuk iyi ol! Elbet bir gün yinegöreceksin... diye alnını, saçlarını okşadım.-Feride Hanım, bu hastanın hiçbir şeysöylemeden bana nasıl darıldığını, başını ötetarafa çevirerek nasıl ümitsizlikle gözlerinikapadığını görseydiniz! Anlatmak mümkündeğil ki... Bugün akşama doğru büsbütüngözlerini kapadı. Onların bir dahaaçılmayacağını biliyordum. Uğruna ömrümü,saadetimi vakfetmiş, onu hiçbir şeyden mahrumetmemiştim. En çok istediği şeyi bir keregöstermeden hasret içinde gözlerini kapadığınıgörmek... Bu acıyı size anlatmak mümkün değil,Feride Hanım, mümkün değil. Bu, öyle bir sevâbki, can çekişenlerin dudaklarına verilmiş birdamla su gibi.Artık devam edemedi. Yüzünü eteklerine
saklayarak çocuk gibi hıçkırdı.Bu gecenin vakalarını bir rüya gibihatırlayacağım.Yağmurların içinde, önümdeki fenerin donukizini takip ederek birçok dar, karanlık sokaktangeçtim. Hiçbir şey hissetmiyor, hiçbir şeyduymuyor, sele düşmüş bir yaprak gibi iradesizsürükleniyordum.Beni gölgelerle dolu yüksek, geniş bir odayaaldılar. Duvarlarda tamburlar, utlar, kemanlarsallanıyor, karışık raflarda neyler sürünüyordu.Bestekâr, bu çalgılarla dolu odanın bir köşesindegeniş bir demir karyola içinde ölüyordu.Ayaklarımın ucuna basarak yanına yaklaştım.Mum gibi sarı çehresine ölümün sükûnetişimdiden çökmüş, kapalı gözlerinin çukurunakaranlık dolmuştu.Yalnız, ağzındaki bembeyaz dişlerini gösterenaralık dudaklarında bir parça hayat rengikalmıştı.
Biraz evvel o kadar telaşlı ve perişan görünenkadıncağız, bu son vazife karşısında hayretverici bir sükûn ve tahammül gösteriyordu.Sevgi, şefkat denen şeyde ne mucizeler varYarabbi! Mektebe gidecek çocuğunu uyandıranbir ana gibi elini hastanın başına koydu:-Yusuf, çocuğum, bak, arkadaşın, FerideHanım sana hatır sormaya geldi. Aç gözünü,Yusuf, dedi.Hasta, hiçbir şey işitmiyor, hiçbir şeygörmüyordu. Onun bir kere daha gözleriniaçmadan ölmesi ihtimali, biçare kadına, o güzeltahammülünü yavaş yavaş kaybettiriyordu.Tekrar ağlamaya, sesi boğulmaya başlamıştı:-Yusuf, yavurucuğum, bir kere daha gözleriniaç, görmeden ölürsen, daha ziyade yanacağım.Yüreğim merhametten eziliyor, dizlerimvücudumun yükü altında çökecek gibi oluyordu.Karyolanın başucunda masaya benzeyen birkaranlık kümesine dayanmıştım. Bunun bir orgolduğunu fark ederek titredim. Kalbim, öyle
söyledi ki, bu biçare gözleri son defa açacakmucize ancak bu org olabilir. Düşündüğüm şeybelki cinayet, belki bundan daha büyük birgünahtı. Fakat kenarından bakanları içine çekenuçurum gibi bu org da benim tahammülümüelimden aldı. Gayri ihtiyari ayağımı bastım,parmağımı tuşlardan birine koydum.Org, yaralı bir gönül gibi derin derin inledi.Odanın karanlık köşeleri, duvarlardangölgelerini uzatan sazlar, gizli figanlarlatitreştiler.Hakikat mi, yoksa benim yaşlarla perdeligözlerimin bir vehmi mi olduğunusöylemeyeceğim. Bana öyle geldi ki hasta, busesle son bir defa mavi gözlerini açtı.Ablası yastığa yüzünü kapamış hıçkırıyordu.Bir mukaddes vazife yapar gibi ölününüzerine eğildim, henüz bir hayal bakiyesiyletitriyor gibi görünen gözlerine dudaklarımısürdüm.İlk busemi ben, bir ölünün sönmüş gözlerine
mi tevdi edecektim!B... 2 KasımBu akşam B.’deki evimde son gecem... Yarınerkenden hareket ediyorum.O vakadan sonra tabii burada kalamazdım.Şehirde herkes benden bahsediyor, herkes, benimerak ediyor. Mektebe gidip gelirken kaç kişipeşime takıldı, kaç kişi artık iki kat örtmeyebaşladığım peçemin altında yüzümü seçebilmekiçin yolumu kesti; kaç saygısızın, biraz sesinialçaltmaya bile lüzum görmeden:-İpekböceği, bu ha? Zavallı Şeyh! dediğiniişittim.Arkadaşlarımın yanında konuşmaya utanıyor,sınıfa girerken kıpkırmızı olduğumuhissediyordum.Bu, böyle devam edemezdi. Çaresiz, MaarifMüdürü’ne gittim. Buranın havasınadayanamayacağımı söyledim; başka birmemlekette bana bir ders bulmasını rica ettim.
Dedikodulardan galiba onun da haberi vardı.Çünkü hemen bana hak verdi. Yalnız, başka biryerde bana göre ders bulmak müşküldü. Dahaaz maaşlı daha küçük bir mektep olursa da kabuledeceğimi söyledim; elverir ki uzakta bir yerolsun iki gün evvel emri geldi-Ç... Rüştiyesine tayin etmişler.Zavallı Çalıkuşu, rüzgâra kapılmış sonbaharyapraklarına döndü.
ÜÇÜNCÜ KISIMÇ...23 NisanBUGÜN Hıdrellez. Evde yalnızım. Hatta,sadece evde değil, kasabada da hemen hemenöyleyim. Evler boş, çarşılar kapalı. Bütün kasabahalkı, erkenden yemek sepetleriyle Söğütlük’tekuzu yemeğe gitti. Köşe başında her zamankötürüm bir dilenci oturur. O bile eğlencedengeri kalmak istemedi, arabaya biner gibi,azametli bir eda ile bir hamalın sırtına binerekkafileye karıştı.Mamafih, benim en ziyade hoşuma gidenköpekler oldu. Kurnaz hayvanlar, ziyafetinkokusunu almışlar, bohçalar, sepetler, ihramlarlayola çıkan her kafilenin arkasında birkaç daonlardan takılmış.Munise’yi komşulardan alay imamı HafızKurban Efendi’nin karısıyla beraber gönderdim.O, bensiz gitmemek için bir hayli sızlandı, fakat
başıma bir çatkı çattım: “Biraz hastayım,açılırsam belki arkadan gelirim,” dedim.Onları, hastayım diye aldattım ama bugün,bilakis çok iyiyim ve çok neşeliyim. Gitmekistemememin sebebine gelince, ben, artık böylekalabalık eğlence yerlerinden hoşlanmıyorum.Evde yalnız kalır kalmaz, başımdan çatkıyıattım. Yavaş sesle türküler söyleyerek, ıslıkçalarak hanım hanım evimin işini gördüm.Mektepte günlerce erkek gibi çalıştıktan sonraara sıra ev hanımlığı etmek bana öyle tatlıgeliyor ki...Bu işler bitince sıra kuşlarıma geldi.Maskaraların kafeslerini temizledim, sularınıtazeledim, sonra güneş alsınlar diye bahçeyeçıkardım. Şimdi tam yarım düzine kuşumuz varBuraya gelirken Mazlum’u, Hacı Kalfa’nınoğluna bırakmak mecburiyetinde kalmıştık.Munise, çok üzülmüş, ağlamıştı. Kızcağızımiçlenmesin diye ona bu kuşları aldım Sonradan,bana da bir merak geldi. Fakat, komşunun sarı
kedisinden bu hayvancıklara hiç rahat yok. Nevakit kafesleri bahçeye çıkarsam, gelipkarşılarına oturuyor. Görünüşte sakin, halim birkedi. Yeşil gözlerini aralık ederek adeta şefkatlekuşlara bakıyor, hele ara sıra çenesini titreterekhafif hafif sesler çıkarması var ki, onlarlakonuşuyor zannedersiniz. Bugün: “Bakalım neyapacak?” diye kuşlardan birini kafestençıkardım, onun yüzüne doğru yaklaştırdım.Zalim hayvanın, üstünde bir rüzgâr esmiş gibi,sarı tüyleri dalgalandı, yeşil gözlerindenkıvılcımlar parladı. Yumuşak pençelerininiçinden tırnaklarını çıkarıyor, kuşun üstüneatılmaya hazırlanıyordu.Zavallı yavrucak, elimin içinde kanatlarını,boynunu kısarak öyle bir titriyordu ki... Ötekielimle kediyi başından tuttum:-Bu hain yeşil gözlerdeki tatlılığa bakan, senigökyüzündeki melekleri düşünüyor sanır,dedim. Halbuki senin derdin, bu biçareyiparçalamak değil mi? Bak, ben şimdi senden negüzel bir intikam alacağım.
Öteki elimi açtım. Zavallı kuş birdenbiresendeledi, azat olunduğuna inanamıyor gibidurdu. Sonra, ince bir feryat kopararak uçmayabaşladı. Kedinin hayran bir yeis ile kuşu takipeden yeşil gözlerini yüzüme yaklaştırarakkahkahalarla gülüyor:-Nasıl, kuşu parçalandın mı, sarı zalim? Diyeeğleniyordum, içimde derin bir sevinç vardı.Yalnız bu sarı kediden değil, zavallı küçükkuşlara musallat olan bütün sarı mahluklardanöç almış gibi seviniyordum.Neşemi yalnız öteki kuşların şikâyeti kırdı.Bu, hakikaten bir şikâyet miydi, bilmiyorum,fakat bana, öyle geldi ki, zavallılar: “Niçin biziarkadaşımız gibi mesut etmiyorsun?” diyorlar.Gönlümün o daima itaat etmek lâzım gelenhırçın, sert emirlerinden biriyle kafese doğruyürüyordum.Hepsini birden azat edecektim. Fakat,birdenbire Munise aklıma geldi. Yanağımıkafeslerden birinin teline dayadım:
-Sizi bırakayım, güzel, fakat sonra Munise’ye,öteki sarı musibete ne cevap vereceğiz? Neyapalım küçükler, ne kadar uğraşsak bu sarıhainlerden kendimizi büsbütün kurtaramıyoruz,dedim.Kuşlardan sonra, sıra kendime geldi. Ben,havayı bir parça güneşli gördüğüm vakit, daimasoğuk su ile saçlarımı yıkarım. Onların yavaşyavaş güneşte kuruması en büyük zevkimdir.Bugün, yine öyle yaptım; sonra kafesleriminkarşısındaki erik ağacına çıkarak ıslak saçlarımı,hafif hafif esen bahar rüzgârına dağıttım.Saçlarım artık uzamış, hemen hemen belimeinmişti. B.’de saçlarımın niçin kısa olduğunuarkadaşlarıma söylemeye utanmıştım. Onlar,bunu kadın için ayıp, daha doğrusu bir kusursayıyorlar. Hacı Kalfa’ya varıncaya kadar,herkesten bir türlü saç ilacı salık almıştım.Saçlarımın bu kadar çabucak uzadığını görenler,kerameti kendilerinde bildiler; Maçlarındakitesire benim demet demet uzayan gür saçlarımışahit tuttular.
Erik ağacı kafeslerin tam karşısındaydı.Kuşlar, boncuk gibi parlıyor, gözlerini güneşedikerek ötüşüyorlardı. Ben, ıslık çalarak onlarıtaklit ediyor, ince bir dalın üstünde, salıncaktagibi sallanıyordum. Bir aralık yanımdaki evinpenceresine gözüm ilişti. Bir de ne göreyim?Komşu alay imamı Hafız Kurban Efendi, ablakyüzünde iki cami kandili gibi parlayan yuvarlakçipil gözleriyle bana bakmıyor mu?! Neolduğumu anlatamam. Kılığım, kıyafetim birşeye benzese neyse. Fakat ayaklarım çıplak,arkamda açık bir beyaz gömlek, ilk hareketim,arkama dökülen ağır saç kümesine sarınarak onuboynuma, göğsüme dağıtmak oldu. Sonrakendimi bir yük gibi ağaçtan aşağı attım.Bereket versin, dal yüksek değildi. Kulağıma:“Aman, eyvah!” diye bir ses geldi. Düşen, birazda canı yanan bendim. Fakat, bağıran komşumHafız Kurban Efendi’ydi.İsmini gülmeden söyleyemediğim bu HafızKurban Efendi, elli yaşlarında bir alay imamıdır.Çok zengin olduğunu söylüyorlar. Karısı pek
taze, otuz yaşına bile gelmemiş, güzel, karagözlü, filiz gibi bir Çerkez kızı. Aramız pekiyidir. Bugün Munise’yi gezmeye götüren deodur. Çocuğu olmadığı için benim küçükyaramazı o da, kendi kızı gibi seviyor. Fakat,bugünkü vaka neşemi kaçırdı. Alay imamındançok utandım, kim bilir, ne kadar ayıplamıştır?Şimdi bu satırları yazarken utancımdan yüzümüateş basıyor, kıpkırmızı olduğumu hissediyorum.Of, Yarabbî! Mektep hocası da oldum, hâlâdeliliği bırakamıyorum. Tevekkeli B.’dekiMüdür Recep Efendi bana: “Allah geçindenversin, hani ölüp de mezara girsen, talkın verenimamı güldüreceksin!” demezdi.Bugünkü programımın öğleden sonraki kısmı,geldim geleli çantamda duran defterime son altıayın vakalarını yazmaktı. Boğaz ile berabersahildeki istihkâmların bir kısmını görenpenceremin önüne geçtim. Ben, bu eve zatenyalnız bu pencereyi sevdiğim için geldim. Yoksatamah edilecek hiçbir şeyi yok.B.’den kaçmak için ilk teklif ettikleri yeri
kabul etmiş, ne burayı sevip sevmeyeceğimidüşünmüş, ne de aylığımın azlığına ehemmiyetvermiştim.Fakat, talihime gayet iyi bir yer çıktı. Sakin,şirin bir asker memleketi. Yerli olsun, yabancıolsun, kimin babasını, kardeşini, oğlunu,kocasını sorarsanız mutlaka askerdi; ya zabit, yanefer... Hocalarının bile bir kısmı tabur imamı,alay müftüsü, filan gibi askerlikte bir ilişiği olaninsanlar. Komşum Kurban Efendi’nin, sarığıylaberaber ara sıra üniforma giydiği, kılıç taktığıbile oluyor.Ç.’nın kadınları pek hoşuma gidiyor. Vefakâr,çalışkan, hayatlarından memnun, munis ve sadeinsanlar Çalışmak gibi eğlenceyi de çokseviyorlar. Hafta geçmez ki bir düğün olmasın.Bir düğün, türlü türlü isimde kına geceleriyletam bir hafta sürüyor. Demek ki onlar hemen hergece eğleniyorlar.Evvela, buna nasıl para dayandırıyorlar, diyeşaşıyordum. Fakat sonradan sırrını anladım.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 858
- 859
- 860
- 861
- 862
- 863
- 864
- 865
- 866
- 867
- 868
- 869
- 870
- 871
- 872
- 873
- 874
- 875
- 876
- 877
- 878
- 879
- 880
- 881
- 882
- 883
- 884
- 885
- 886
- 887
- 888
- 889
- 890
- 891
- 892
- 893
- 894
- 895
- 896
- 897
- 898
- 899
- 900
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 900
Pages: