Daha fenası, Besime Teyzem de matmazelleberaberdi ve çatkın çehresi, münakaşa uzarsaondan yana çıkacağını gösteriyordu.-Pardon matmazel, buracıktaydım. Teminederim ki işitmedim, dedim.Teyzem, artık dayanamadı, bana çıkışacağıher zaman yaptığı gibi eliyle çenemi tutupokşayarak:-Yavrucuğum, sen, kendi sesinden,kahkahandan kimseyi işitecek halde değilsin ki,dedi. Üç gün sonra da davetlilerimiz arasındayine böyle bir şey yapmandan adeta korkmayabaşladım.Her zaman, daha haşarı ve hoyrat görünmemerağmen, o gün benim, en karışık heyecanlarlasarsıldığım, okşanmak ve anlaşılmak ihtiyacıylaiçin için eridiğim bir tarihti.Çenemi teyzemin elinden çekmedeneteklerimi parmaklarımla iki yanından tuttum vehafif bir reveransla dizimi büktüm:
-Üzülmeyin teyze, dedim. Çok değil, daha üçgüncük dişinizi sıkmanız lâzım. O zaman benimiçin, teyzeden başka bir adınız ve sıfatınızolacak. Çalıkuşu’nun teyzesine yaptığı naz veşımarıklığı Feride’nin, o hanımefendiyeyapmaya cesaret edemeyeceğini size teminederim.Teyzemin gözleri yaşardı, beni yanaklarımdanöperek:-Senin her zaman annen oldum ve öylekalacağım, Feridem, dedi.Taşkınlığım o haldeydi ki, ben de onubirdenbire kalçalarından yakalayıp havayakaldırdım ve tıpkı bana yaptığı gibiyanaklarından öptüm.Matmazel, ufak bazı rötuşlardan başka eksiğikalmayan beyaz elbisemi ellerinde kaldırdığızaman, kıpkırmızı kesildiğimi hissettim.Odadakileri birer birer okşayıp öperekyalvarmaya başladım.
-Ne olursunuz, siz dışarı çıkın. Gözünüzünönünde giyinmeyeceğim. Arasında eteklielbisesiyle Çalıkuşu’nun bir tavus kuşu şeklinegirdiğini bir tasavvur edin. Aman, ne gülünç!Kendim bile güleceğim. “Ne olur, bu iş adituvaletle olsun!” diye o kadar yalvardım,kimselere derdimi dinletemedim.Matmazel, elindeki elbise ile üzerime geldikçe-birisi beni yakalamaya geliyormuş gibi-köşelere kaçıyor, tir tir titriyordum.Dışarıdakiler, gürültüyü artırıyorlar, mutlakaiçeri girmek istiyorlardı.-Bir parça daha, rica ederim, bir dakikacık,hepinizi çağıracağım, diye yalvardım. Fakatonlar inanmadılar:-Aldatıyor, soyunduktan sonra çağıracak, diyebağrışarak kapıya dayandılar.İşte o zaman, iki taraf arasında heyecanlı biruğraşmadır başladı.Dışarıdakiler, çocuk, büyük karmakarışık
itişerek, gülüşerek kapıyı zorluyorlardı. Benkollarımın bütün kuvvetiyle içeriden müdafaaediyordum.Sofada demirli potinleriyle tepinerek:“Hücum... Hücum... Muharebe var” diyebağrışan çocukların sesine bütün köşk halkıkoşuyordu.Matmazel, omuz başımdan:-Yapmayınız, Allah aşkına, çekilin, elbiseparçalanıyor, diye bağırıyor, fakat sesiniişittirmeye muvaffak olamıyordu.Bir aralık, nedense gürültü kesilir gibi oldu.Kapıya bir ayak sesi yaklaşıyordu. Kâmran’ınsesi:-Aç, Feride, benim. Bana yasak yok tabii.Bırak, sana yardıma geleyim, dediğini işittim vebüsbütün çıldırdım. Bu sefer:-Hepsi gelsinler, ziyanı yok, sen olmaz. SenAllah aşkına git. Vallahi ağlayacağım, iyiceyalvarmaya başladım.
Fakat Kâmran, bu yalvarışıma aldırmadı,kapıya hızla dayanarak iki kanadını ardına kadaraçtı.Ben çığlık çığlığa odanın bir köşesine kaçtımve elime geçirdiğim bir mantoya sarılarakbüzüldüm. Matmazel, bayılacak haldeydi:-Güzelim elbise gitti, diye adeta saçını, başınıyoluyordu. Kâmran mantoyu bir ucundan tuttuve gülerek:-Mağlubiyetini artık teslim etmen lâzımFeride, dedi. Aç, elbiseni göreyim.Bende, artık ne ses vadi, ne hareket. O, birazbekledikten sonra devam etti:-Feride, şimdi sokaktan geldim. Çokyorgunum. Uğraştırma beni, elbiseni o kadarmerak ediyorum ki, inat edersen zora müracaatetmek mecburiyetinde kalacağım. Bak, beşekadar sayıyorum: Bir iki, üç, dört, beş...Kâmran mümkün olduğu kadar geciktirdiğibu beşten sonra, mantomun ucunu çekince
yüzümü gözyaşlarına bulanmış gördü, fenahalde şaşırdı ve yarı zorla odayı boşaltarakkapıyı kapadı.Matmazelin hayretten dili tutulmuştu. Kâmranda aşağı yukarı o haldeydi, biraz sonra mahcupve müteessir bir sesle:-Affet beni, Feride, dedi. Ben, sana küçük birşaka yapmak istemiştim. Buna hakkım varsanıyordum. Fakat, hâlâ o kadar çocuksun ki...Beni affediyorsun değil mi?Başımı hâlâ mantomun içinde saklayarakcevap verdim:-Peki ama sen, hemen odadan çıkmalısın.-Bir şartla. Seni bahçenin nihayetindekikayanın yanında bekleyeceğim. Hatırlıyormusun, dört sene evvel bir akşam, seninle oradabarışmıştık. Şimdi de öyle yapacağız. Söz mü?Kısa bir tereddütten sonra:-Peki, gelirim, dedim. Ama sen, şimdi git.
Zavallı matmazelin bu acayip tabiatlı gelinlekonuşmaya bile artık cesareti kalmamıştı. O,ağzını açmadan beni soyduktan sonra, tekrarkısa etekli pembe elbisemi giydim, üstüne siyahmektep önlüğümü geçirdim, sonra Müjgân’ınbile yüzüne bakmadan odadan kaçtım vegözlerimdeki kırmızılık geçinceye kadar soğuksu ile yüzümü yıkadım. Bahçeye indiğim zamanortalık kararıyordu. Şimdi asıl mesele, kendimikimseye göstermeden onun yanına kapağıatmaktı.Kendi kendime dolaşıyor gibi yaparak,mutfağın arkasından dolaştım, aşçı ile bir ikikelime konuştum. Sonra ağır ağır dış kapıyayürümeye başladım. Maksadım, izimi büsbütünkaybettirdikten sonra bahçe duvarının dibindenonun yanına inmekti. Fakat...Daima açık duran sokak kapısının dışındasiyah çarşaflı, uzun boylu bir kadın gözümeilişti. Peçesi kapalıydı. Köşkten bir şey sormak
istediği halde, içeri girmeye cesaret edemiyorgibi bir hali vardı.Kâmran, epeyce zamandan beri benibekliyordu. Bu peçenin altından bir bildikçehresi çıkmasından ve beni söze tutmasındankorkarak yolumu değiştirdim ve ağaçlarınarkasına saklanmaya çalıştım. Fakat o,birdenbire beni çağırdı.-Küçükhanım, biraz zahmet eder misiniz,efendim? Çaresiz, döndüm, kapıya doğruyürümeye başladım:-Buyurunuz hanımefendi, bir emriniz mi var?-Merhum Seyfettin Paşa’nın köşkü değil mi?-Evet, efendim.-Siz köşkten misiniz, efendim?-Evet.-O halde sizden bir ricada bulunacağım.-Emrediniz, efendim.
-Ben, Feride Hanımefendi ile görüşmekistiyorum. Hafifçe irkildim, gülmemek içinbaşımı eğdim, ilk defa işittiğim bu“hanımefendi” sözü bana öyle tuhaf geliyorduki... Feride Hanımefendi’nin ben olduğumumümkün değil, söylemeye cesaretedemeyecektim. Dudaklarımı ısırarak:-Çok âlâ hanımefendi, dedim. Buyurun, lütfeniçeri; köşkten sorarsanız size Feride Hanım’ıçağırırlar.Siyah çarşaflı kadın, kapıdan girmiş yanımayaklaşmıştı:-Size tesadüfüm çok iyi oldu, çocuğum, dedi.Sizden bir yardım rica edeceğim. Benim FerideHanım’la yalnız olarak konuşmama delaletedeceksiniz. Mümkünse kimsenin bundan haberiolmamalı.Hayretle yüzüne baktım. Ortalık kararmışolduğu ve peçesini hâlâ açmadığı için yüzünüfark edemiyordum. Hafif bir tereddütten sonra:
-Hanımefendi, dedim. Acayip bir kıyafetteolduğum için birdenbire cesaret edemedim.Fakat Feride benim. Kadın, hafif heyecanlandı:-Kâmran Bey’le evlenecek Feride Hanım mı?-Köşkte bir tane Feride var hanımefendi, diyegülümsedim.Siyah çarşaflı kadın, birdenbire durmuştu.Biraz evvel kendisini Feride ile görüştürmemisabırsızlıkla istediği halde şimdi karşımda putkesilmesine ne mana vermeliydi? AcabaFeride’nin ben olduğuma hâlâ inanamıyormuydu? Yoksa başka bir şey mi vardı?Merakımı gizlemeye çalışarak tekrar konuşmayamecbur oldum:-Emrinizi bekliyorum, hanımefendi. Garipşey, kadın hâlâ ağzını açmıyordu. Biraz ilerideağaçların arasında bir bahçe kanepesi gözümeilişti:-İsterseniz şuraya gidelim, hanımefendi,dedim. Kimse bizi rahatsız etmeden
konuşabiliriz.Kadının sükûtu, biz kanepeye oturduktansonra da devam etti. Fakat, nihayet karar vermişolacak ki, elinin sert bir hareketiyle peçesinikaldırdı ve otuz yaşlarında, zeki ve sinirli birkadın çehresi meydana çıktı. Havanınkaranlığına rağmen benzinin korkunç surettesararmış olduğu görülüyordu.-Feride Hanım, dedi. Ben, bir eskiarkadaşımın zoruyla bir elçi vaziyetinde burayageliyorum. Fakat, üzerime aldığım vazifenin bukadar güç olduğunu kestirememiştim. Birazevvel sizi görmek için ısrar ettiğim halde şimdiadeta kaçmak istiyorum.Vücuduma bir titreme yapıştı; kalbim şiddetleçarpıyordu. Fakat biraz cesur olmazsam onundediğini yapacağını, kaçacağını hissettim.Mümkün olduğu kadar sakin bir tavır takınmayaçalışarak:-Vazife vazifedir, hanımefendi, dedim. Cesurolmak lazım. Bahsettiğiniz, beni tanıyor mu?
-Hayır. Daha doğrusu şahsınızı görmemiş.Yalnız Kâmran Bey’in nişanlısı olduğunuzubiliyor.-Kâmran Beyi tanıyor mu?Artık, bende de daha fazla sormaya kuvvetkalmamıştı. Bu dakikada meraktan çıldıracakgibi olduğum halde, o, sahiden gitmeye kalksa,zannederim yolundan çeviremeyecektim.-Dinleyin beni Feride Hanım. Niçin birdenbiredurakladığımı anlamıyorsunuz. Burada ermiş,yetişmiş bir hanımla karşılaşacağımıumuyordum. Halbuki önüme adeta bir mektepçocuğu çıktı. Sizi fazla müteessir etmektenkorkuyorum. Tereddütlümün sebebi bu.Yabancı kadının bana acır gibi bir hali vardı.Bu, izzetinefsime dokundu ve bana bütünkuvvetimi iade etti.Ayağa kalktım, kanepenin önündeki ağacaarkamı dayadım, kollarımı kavuşturarak sakin vehatta vakur bir sesle:
-Bu vaziyette tereddüt doğru değil, dedim.Görüyorum ki, konuşacağımız şey mühim.Onun için teessürü falan bir tarafa bırakarak açıkkonuşursak daha iyi olur.Kadın benim bu cesur tavrım karşısında birazkendini topladı ve bir sual sordu:-Kâmran Bey’i çok seviyor musunuz?-Bunun sizinle alakasını göremiyorum,hanımefendi.-Belki vardır, Feride Hanım.-Açık konuşmazsak işin içindençıkamayacağımızı evvelce söyledim,hanımefendi.-Peki, öyle olsun. Size Kâmran Beyi, birbaşkasının da sevdiğini haber vermeyemecburum.-Olabilir, hanımefendi, Kâmran, birçokmeziyetleri olan bir gençtir. Bir başkasının onugözüne kestirmiş olmasında hiç fevkalâdelik
görmem.Bu, bir yaprak bile kımıldamayacak kadarsakin ve güzel yaz akşamında beklenilmez birfırtınanın gelip çattığını gayet iyi anlıyor, fakatnereden geldiğini anlayamadığım bir kuvvetlebuna karşı durmaya kendimi hazır buluyordum.Kadına söylediğim son cümlede bir parça alaybile vardı. Ayağa kalkmamakla beraber yerindedoğruluşundan, sinirli bir hareketle çarşafınıneteklerini düzelterek kanepenin tahtalarınıtutuşundan, onun da artık bu işi kısa kesmeyekarar vermiş olduğunu anladım. Makine gibiçabuk ve adeta renksiz bir sesle söyledi:-İlk bakışta sizi bir çocuk gibi görmüş olmaklaberaber, mükemmel yetişmiş yüksek bir gençkız karşısında bulunduğumu anlıyorum. KâmranBey maalesef sizi lâzım geldiği kadar takdiredememiş. Yahut, ne bileyim, belki takdir ettiğihalde geçici bir zaafa kapılmış. Hasılı, iki seneevvel bahsettiğim arkadaşla Avrupa’datanışmışlar. Bilmem, size daha fazla tafsilatvermek doğru olur mu?
Başımı salladım:-Sözlerinizin doğru olduğunu ispat için evet.-Arkadaşımın adı Münevver’dir. Eskimabeyincilerden birinin kızıdır, ilk defa sevdiğibir adamla evlenmiş, bahtiyar olamamıştı. Sonrahastalandı. Doktorlar Avrupa’ya gönderilmesinitavsiye ettiler. Tam iyi olup memleketinedöneceği bir sırada başına bu geldi. KâmranBey, bir aralık İsviçre'ye gitmiş.İzinle mi, vazifeyle mi, pek bilemiyorum.Tesadüfleri orada olmuş. Kararan Bey, bir haftaiçin İsviçre’ye geldiği halde iki aya yakın birzaman orada kalmış, Hatta bu yüzden galiba bircezaya da uğramış.-Müsaadenizle bir sual, dedim. Arkadaşınızınbunları benim haber almamı istemekten maksadıne?Yabancı kadın, bu defa ayağa kalkmayamecbur oldu. Eldivenli ellerini ovuşturarak:
-İşte bunu söylemek güç, dedi. Münevver,bugün sizin düşmanınız vaziyetindedir.-Estağfurullah.-Öyledir, Feride Hanım. Fakat hiç fena birinsan değildir. Gayet içlidir. Kâmran Bey, onuniçin rastgele bir macera değildir. Onunlaevlenmeyi umuyordu. Bir kabahat varsatamamıyla Kâmran Bey’de. Çünkü birbaşkasıyla sözlü olduğunu bile saklamış. Benibu çirkin vazifeyi üstüme almaya sevk eden şuki, zaten hasta olan bu içli kadının ölmesindenkorkuyorum.-Doğru söylediğinizden nasıl emin olayım?-Niçin yalan söyleyeyim, öyle? Münevver, buhaberden sonra katiyen yaşamaz.-Yazık zavallıya.-Daha doğrusu ikinize yazık.Fazla ileri gittiğini anlatmak ister gibi elimlebir işaret yaptım ve güldüm:
-Beni karıştırmayınız, siz şimdilik yalnız onudüşünebilirsiniz.-Niçin, Feride Hanım? Gerçi Münevver, buncasenelik arkadaşım. Fakat, siz de çok iyi ve buişte tamamıyla suçsuz, günahsız bir gençkızsınız. Onun için size de acırsam...Bu defa, daha sertleştim, mağrur bir tavırla:-Ona müsaade edemem, dedim. Hemzannederim ki artık konuşacak şeyimiz dekalmadı.Yabancı kadının, bir şey aramak ister gibi, arasıra el çantasını açıp kapadığını görüyordum.Benim artık konuşmaya nihayet vermekistediğimi görünce bir buruşuk kâğıt çıkardı.-Feride Hanım, sözlerimden belki şüpheedersiniz diye size Kâmran Bey’in birmektubunu getirdim. Bilmem, onu görmek sizimüteessir edecek mi?Mektubu evvela elimle itmek istedim. Fakatsonra yanlış bir şey yapmış olmaktan korkarak
aldım.-İsterseniz onu size bırakayım. Sonraokursunuz. Arkadaşıma artık lüzumu kalmadı.Omuzlarımı silkerek:-Bana bir faydası olmayacak dedim. Birhatıradır; kendisinde kalması daha iyi olur.Yalnız bir dakika müsaade ederseniz bir gözgezdireyim.Karanlık artmıştı. Ağaçların arasından yolaçıkarak mektubu gözlerime yaklaştırdım, zatenbu yazıya alışık olduğum için okumayabaşladım:“Benim Sarı Çiçeğim” diye başlıyordu.Arkasından bir sürü edebiyat. Güneş doğmadanevvel nasıl dünyaya belli belirsiz bir aydınlıkyayılırsa, “Sarı Çiçeği” görmeden evvel de onunkalbine böyle bir aydınlık yayılmış, “içimdeanlaşılmaz bir sevinç var. Ben, mutlakafevkalâde bir şeyle karşılaşacağım!” diyormuş.Nihayet o fevkalâdelik olmuş, bir akşamüstüotelin bahçesinde ışıklar yanarken “Sarı Çiçeği”
karşısında görmüş...Ondan ötesini o kadar çabuk okuyordum ki,gözlerim gittikçe artan karanlık içinden yazılarıo kadar fena seçiyordu ki, hemen hiçbir şeyaklımda kalmadı, diyebilirim. Yalnız bilmemneden mektubun birkaç defa tekrar ettiğim şuson satırlarını hâlâ şimdi bile gözümün önündebuluyorum:“Gönlüm boştu. Sevmeye ihtiyacım vardı. Siziuzun ince vücudunuzla, menekşe gözlerinizlekarşımda görünce her şeyin rengi değişti.”Yabancı kadın, ağır ağır yanıma gelmişti, sesititreyerek:“Feride Hanım, sizi üzdüm. Fakat inanınız ki”diye bir cümleye başlamak istedi.Ben, birdenbire silkinerek sözünü kestim,mektubu uzatarak:-Ne münasebet, dedim. Üzülecek bir şey yokortada. Bunlar olağan işler. Hatta, size teşekkürbile edeceğim. Bana bir hakikati öğrettiniz.
Şimdi artık sizden müsaade isteyeceğim.Hafif bir baş selamıyla yürüdüm. Fakat o, benitekrar arkamdan çağırdı:-Feride Hanım, bir dakika daha müsaade.Arkadaşıma ne söyleyeyim?-Vazifenizi yaptığınızı söyleyiniz. Öte tarafıartık kendi bileceği şeydir, dersiniz, olur biter.Yabancı kadın, bana bir kere daha seslendi,fakat artık dinlemedim, hızla ağaçların arasınadaldım.Kâmran’ın bizim artık bir daha barıştığımızıgöremeyeceği kayanın yanında ne kadarbeklediğini bilmiyorum. Fakat beklemektenusanarak odama geldiğinde ve masanın üstündeçizgili mektep defteri yaprağına karalanmış şubirkaç satırı gördüğü zaman herhalde şaşalamışolacaktır:“Kamran Beyefendi. ‘Sarı Çiçek’ roman ınıbaştan başa öğrendik. Bir daha ölünceye kadarbirbirimizi görmek yok. Senden nefret ediyorum.
FERİDE”
İKİNCİ KISIM8. Eylül 19...GELDİĞİN günden beri gece demezsingündüz demezsin, yazarsın da yazarsın. Ne bitiptükenmez yazıdır bu? Mektup desem değil;mektup, deftere yazılmaz. Kitap desem değil,bizim bildiğimiz, kitabı saçlı sakallı ulemalaryazar. Sen parmak kadar çocuksun. Öyleyse neyazarsın böyle durup dinlenmeden?Bana bu suali soran; otelin ihtiyar odacısı HacıKalfa’dır. Bir saatten fazla bir zamandan beridışarıda şarkı söyleyerek tahta siliyordu. Şimdiyoruldu; benimle, kendi dediği gibi, iki satırlakırdı atmaya geldi.Hacı Kalfa’nın halini görünce kendimitutamadım kahkahalarla gülmeye başladım:-Bu ne kıyafet, Hacı Kalfa.Her zaman beyaz bir önlükle dolaşan Hacı
Kalfa, bugün arkasına dört peşli bir eski zamanentarisi giymiş, çıplak ayaklarıyla tahtalarısilerken düşmemek için eline kocaman bir sopaalmıştı.-Ne yaparsın, hanımlık yapıyoruz, hanım gibigiyineceğiz elbette, dedi.Hacı Kalfa, ara sıra konuştuğum dertli birkomşumdan başka, odama giren tek insandır, ilkgünlerde çekiniyordu. Bir iş için odama gireceğizaman kapıyı vuruyor, “Başını ört hocanım, bengeliyorum,” diyordu.Ben, alay ediyor, “Haydi canım, Hacı Kalfa,işin mi yok Allah aşkına. Teklif mi vararamızda?” diyordum.O, çatkın çehresini daha çatıyor:-Yoo! iş senin bildiğin gibi değildir, “İslammuhadderatları”nın yanına öyle sallapatigirilmez, diye bana çıkışıyordu.“Muhadderat” herhalde kadın falan demekolacaktı. Fakat hocalık gururuma yediremediğim
için bunu Hacı Kalfa’dan soramıyordum.Mamafih, alay ede ede Hacı Kalfa’ya busaygının manasızlığını anlatmıştım. Şimdi, aklınaestikçe kapımı vuruyor, çekinmeden içeriyegiriyordu.Hacı Kalfa, gülmemin bir türlü kesilmemesineevvela kızacak oldu, fakat sonradan vazgeçti:-Beni kızdırmak için mahsus yapıyorsun ama,kızmayacağım, dedi.Sonra, gözlerinde garip bir hüzünle ilave etti:-Kafeste kuş gibi o kadar sıkılıyorsun buyalnız odada ki; biraz alay çıkar, gül, ziyanı yok,ahbaplık daha artarsa ben, sana bir parça daoynayacağım galiba, biraz eğlenmen için,anladın mı efendim?Hacı Kalfa’ya ne yazdığımı anlatmak kabildeğildi.-Yazım pek çarpık çurpuk da meşk yazıyorumHacı Kalfa, dedim. Yarın, öbür gün dersebaşlayacağım. Çocuklar ayıplar sonra.
Hacı Kalfa, fotoğraf karşısında poz alır gibisopasına dayandı, gözlerinde tatlı bir gülümsemeile cevap verdi:-Çocuk aldatıyorsun, Hacı Kalfa kaç baharınyoğurdunu yemiştir, bilirsin sen? Onlar ki hattatgibi sülüs yazılar, iki para etmez yazdıkları.Onlar ki böyle karınca ayağı gibi eğri büğrü birşeyler karalarlar, ne çıkarsa onlardan çıkar. Biz,dairelerde ne kadar taban tepmiş, ne çeşitmemurlar görmüşüz, bilirsin sen? Bir derdinvardır senin, vardır ama, her neyse onun tasasıbizlere düşmez. Yalnız yazarken, parmaklarınımürekkeple boyamamaya gayret et ki, çocuklarakarşı asıl ayıp odur. Hadi bakalım, sen yazyazını; ben de tahtalarımı fırçalayım.Hacı Kalfa’yı savdıktan sonra tekrar masamınbaşına geçtim. Fakat, artık çalışamıyorum; onunbazı sözleri beni sardıkça sarıyor.Adamcağızın hakkı var. Madem ki artıkkoskoca insanım, yarın, öbür gün işinebaşlayacak bir hocayım; o halde kendimden,
çocukluğumdan hiçbir iz, eser bırakmamayaçalışmalıyım. Hakikaten parmaklarımdaki hattaHacı Kalfa’nın söylememesine rağmen,dudağımdaki mürekkep lekeleri ne oluyor? Helegeceleri defterime yazarken sık sık kendimimektepte görmem, artık bir dahagöremeyeceğim insanların etrafımda dolaşıyorgibi olmalarını hissetmem, biraz da bulekelerden gelmiyor mu?Hacı Kalfa’nın bir sözü daha zihnimetakılıyor: “Kafeste kuş gibi o kadar sıkılıyorsunbu yalnız odada ki...”Kafeslerin hepsinden nihayet kurtulduğumbugün de birinin beni, kafeste bir kuş gibigörmesi doğru değil. Sonra, kuş kelimesinin eski“Çalıkuşu”nu; kırık kanadı, kapanmış gagasıyladüştüğü yerden kaldırmak gayreti var. HacıKalfa, böyle konuşmakta devam ederse,aramızın bozulmasından korkuyorum.Mamafih, defterimi eksik bırakmamak içinson bir gayret lâzım. Arkamda bıraktığım iğrençdünyaya bir kere daha dönmeliyim.
O akşamüstü, yabancı kadından,öğreneceğimi öğrendikten sonra odamagidiyordum. Taşlıkta teyzeme tesadüf ettim,karanlıkta bir köşeye gizlenmek istedim. Fakatteyzem beni görmüştü.-Kim o? diye seslendi. Sen misin Feride?Niçin saklanıyorsun?Cevap vermeden karşısında durdum.Birbirimizin yüzünü fark edemiyorduk.-Mutlaka yine bir yaramazlık!..Görünmez bir el göğsüme basıyor, nefesimikesiyor gibiydi.-Teyze, dedim.Teyzem, bu dakikada bana bir tatlı kelimesöylemiş olsaydı, hafifçe yanağıma dokunsa,saçımı okşasaydı, ağlayarak kollarına atılacak,belki her şeyi söyleyecektim.Fakat o, benim ne halde olduğumu farkedemedi. “Yine ne derdin var, Feride?” dedi.
Teyzemden bir şey istediğim vakit daima böylesöylerdi. Fakat, bu akşam bana öyle geldi ki, busözlerle: “Artık yetmedi mi?” demek istiyor.-Hiç, teyze, dedim, müsaade edersen seniöpeceğim.Teyzem, ne olsa, annem demektir. Onu, sonbir defa öpmeden ayrılmak istemiyordum.Cevabını beklemeden ellerini tuttum,karanlıkta iki yanağından, sonra gözlerindenöptüm.Odam darmadağınık, iskemlelerin üstüneelbiseler atılmıştı. Açık dolap gözlerindençamaşırlar sarkıyordu. Benim cesaret ettiğimşeyi yapacak insanın, arkasında derbeder birmektep çocuğu odası bırakması ayıptı. Fakat, neçare ki vakit çok dardı.Penceremde ışık görüp gelmelerindenkorkarak karanlıkta hemen el yordamıyla, onabırakılacak birkaç satırı yazdım.Sonra, dolabımı açtım. Kırmızı bir kurdele ile
bağlı diplomamı, yadigâr kıymetinde birkaçparça eşyayı, annemden kalma küpe, yüzük gibibir iki fakir mücevheri mektep valizimedoldurdum.Kapılardan kaçan evlatlıkların da böyleyaptıklarını hatırlıyor, acı acı gülüyordum.Nereye gideceğimi, ancak, sokağa çıktıktansonra düşündüm. Evet, ben nereye gidecektim?Yarın olsa kolay. Zihnimde müphem surettetasarlanmış bir şeyim vardı. Asıl mesele bugeceyi geçirmekteydi. Gecenin bu saatindenereye sığınabilirdim? Her şeyi göze almışolmama rağmen elimde valizimle sabaha kadartarlalarda dolaşamazdım ya. Biraz sonra köşktebir kıyamet kopacaktı. Rezalet korkusuyla belkipolise başvurmazlardı. Fakat, etrafa kol kolarayıcılar çıkacağı muhakkaktı. Tren, vapur,hatta araba yolculuğu tehlikeliydi, izimi çabucakkeşfederlerdi. Gerçi hayatını kendi istediği gibiyaşamak isteyen bir insanı zorla, bu köşkedönmeye mecbur edecek bir kuvvet yoktu.Fakat kararımı bir çocuk deliliği, şımarık bir kız
nazı sanacaklar; beni de, kendilerini de boş yereüzeceklerdi.Onları bu fikirden vazgeçirmek, hatta, birdaha adımı anmaya tövbe ettirmek için yarınteyzeme nasıl bir mektup yazacağımıbiliyordum. Fakat, bu gece nerede barınacaktım?Evvela, aklıma, civar köşklerde oturan bazıarkadaşlarım geldi. Beni muhakkak ki iyikarşılayacaklardı. Fakat, yaptığım az çok birrezaletti. Bu vaziyette bir kızı bir gececik olsunevlerine kabul etmek, belki tuhaflarına gidecekti.Sonra bu fevkalâdeliği izah için onlara bir şeysöylemek lâzım gelecekti. Yabancılara hesapvermenin ve onlardan nasihat dinlemeningücüme gideceğini hissediyordum. Nihayet, ilkaklıma gelen isimler tabiatıyla evdekilerin deaynı kolaylıkla düşüneceği isimler olacak. Beniaramaya, en evvel onlardan başlayacaklardır.Arkadaşlarımın aileleri gece yarısı telaş içindebeni sormaya gelen aileme, benim hatırım için“Burada yok” demeye cesaret edebileceklermiydi?
İstasyona giden caddeyi tehlikeli bularakaradaki İçerenköy yollarına sapmıştım.Karanlık gittikçe artıyordu. Şaşırmaya,cesaretimi kaybetmeye başladığım bir zamandaaklıma birdenbire bir şey geldi.Sekiz, on sene evvel akrabalarımızdan birininevinde sütninelik etmiş bir muhacir kadını vardıki, Sahrayıcedit’te oturur ve sık sık köşkegelirdi.Geçen sene bir gün, uzunca bir akşamgezintisinden dönerken onun evine uğramış,yarım saat kadar bahçesinde dinlenmiştik.Eskilerimi daima ona verdiğim için benimle arasıgayet iyiydi. Geceyi onun evinde geçirirdim vekimse, benim orada olacağımı akıl edemezdi.Sokaktan bir muhacir arabası geçiyordu.Evvela onu çevirmek istedim, fakat bu hemtehlikeliydi, hem de üstümde bozuk paramyoktu.Çaresiz, yaya olarak Sahrayıcedit yolunu
tuttum. Karanlıkta bir gölge gördükçe, yahut birayak sesi işittikçe titreyerek duruyordum. Gecevakti, ıssız kır yollarında, tek başına dolaşan birkadından kim şüphe etmezdi? Bereket versin,ortalıkta in cin yoktu. Yalnız bir bağınkenarından geçerken küçük bir tehlike atlattım.Karşıdan türkü söyleyerek birkaç sarhoşgeliyordu. Bir sıçrayışta bağın kenarındaki alçakçitin üstünden aştım; onlar geçip gidinceyekadar orada gizlendim. Bağda köpek falanolsaydı halim haraptı.Bundan başka, Sahrayıcedit caddesinigeçerken kaldırımlar üstünde, yorgun yorgunsopasını sürüyen bir bekçiye rastladım. Fakathoş bir tesadüf oldu. Adamcağız beni görmedenyan sokaklardan birine saptı.Sütnine ile ihtiyar kocası, beni görünceşaşırdılar. Yolda hazırladığım kurt masalınıokudum. Büyük amcamla Üsküdar’dangeliyorduk. Şurada arabamızın tekerleği kırıldı.Bu saatte başka araba da bulamadık. Çaresiz,yaya dönüyorduk. Uzaktan sizin lambanızı
gördük. Amcam: “Haydi Feride, yabancı yerdeğil ya, sen sütnineye misafir ol bu gece. Bende şuradaki bir ahbabımda kalayım!” dedi.Doğrusu masalım bu saf insanlarca bile pekkolay inanılacak bir masal değildi. Fakat,küçükhanımı bir gece misafir etmek şerefi onlariçin o kadar büyük bir şeydi ki, sözlerimdenşüphe etmediler.Zavallı sütninenin benim için hazırladığı kırlavantası kokan tertemiz yatağı ertesi sabah boş,dokunulmamış gördüğü zaman ayakları suyaermiştir ki, o vakit de kuş uçmuş kervan geçmişbulunuyordu.O gece, sütninenin odasında, lambamısöndürmüş, karanlığa baka baka uzun bir planhazırlamıştım.Dolabımın bir köşesinde, kırmızı kurdelesiyle,ağır ağır solup sararmaktan başka bir şeyeyaramayacak zannettiğim diplomam gözümdebir ehemmiyet almıştı. Bütün ümidim, pekmakbul olduğunu söyledikleri bu kâğıt
parçasındaydı. Onun sayesinde Anadoluvilayetlerinden birinde bir hocalık alacak, bütünhayatımı çoluk çocuk arasında, şen ve mesutgeçirecektim.İstanbul’dan çıkıncaya kadar, Eyüpsultan’dakiGülmisal Kalfa’nın evinde gizlenmeye kararvermiştim. Gülmisal Kalfa, annemin dadısıydı.Annem evlenirken, onu da Eyüp’te ihtiyar birkolcubaşıya vererek çırak çıkarmışlardı.Annemi çok sevmesine mukabil, teyzemlerlearası bozuktu. Büyükkannem sağken ara sırayalıya gelir, bana boyalı Eyüp oyuncaklarıgetirirdi. Fakat, o öldükten sonra kalfa, büsbütünayağını kesmiş, teyzelerim de adını anmazolmuşlardı. Sebebini bilmiyordum ama,aralarında galiba bir de kavga çıkmıştı.Her halde, İstanbul’da benim için GülmisalKalfa’nın evinden daha emin bir yer yoktu.Teyzem zihnimde gittikçe dallanıpbudaklanan mektubu aldıktan sonra, ağlamaktanbaşka bir şey yapamayacaktı. Öteki alçak da ne
de olsa insandı, izimi keşfetse bile, karşımaçıkmaya yüz, surat bulamayacaktı.O sabah, kalfanın sokak kapısını aralıkbuldum. Kendisi kınalı kaşlarının üstünde birbaşörtüsü, çıplak ayaklarında hamamnalınlarıyla evinin taşlarını yıkıyordu.Bir şey söylemeden kapının önünde durdum,onu seyretmeye başladım. Yüzüm sımsıkı kapalıolduğu için beni tanıyamıyor, fersiz mavigözleriyle şaşkın şakın bana bakıyordu.-Bir şey mi istediniz hanım? dedi. Bir, iki kereyutkunduktan sonra:-Dadı, beni tanımadın mı? diye sordum.Sesim, onun üzerinde anlaşılmaz bir tesir yaptı,ürkmüş gibi geri çekilerek:-Fesuphanallah, fesuphanallah! diye seslendi.Açsana yüzünü hanım?Valizimi ıslak taşların üstüne koyarak peçemikaldırdım. Kalfa, boğuk bir feryat kopardı:-Güzide, Güzidem gelmiş. Ah, evladım!
Damarları çıkmış zayıf kollarıyla boynumasarılıyor, gözlerinden sel gibi yaşlar akarak:-Ah çocuğum, ah çocuğum diye hıçkırıyordu.Bu fazla heyecanın sebebini anlamıştım.Benim gittikçe anneme benzediğimi söylerdi.Hatta, onu hiç unutmayan eski bir arkadaşı:“Güzide’nin, tamamıyla yirmi yaşındaki çehresi,sesi. Feride’yi ağlamadan dinleyemiyorum”derdi.Gülmisal Kalfa’ya da şimdi aynı şey olmuştu.Ağlamanın bu kadar güzel bir şey olacağını, buihtiyar Çerkez halayıktan evvel bana hiç kimseanlatamamıştır.Annemi ben, hayal meyal hatırlarım. Bazı terkedilmiş odalarda, toza, toprağa bulanmış,çizgileri ve boyaları silinmiş eski resimlerşeklinde belli belirsiz bir hayal. Bu hayal,bugüne kadar bende ne bir hüzün, ne bir fazlasevgi uyandırmıştı.Fakat, Gülmisal Kalfa, zavallı ihtiyar
kafasından benimle onu ayırt edemeyerek“Güzidem” diye hıçkırırken, içimde anlaşılmazbir şey oldu. Annem, gözümün önünde,ölümünün ateşi yüreğimde, ben de “Anne,anneciğim!” diye katıla katıla ağlamayabaşladım. Zavallı kalfa kendini unutmuş,benimle uğraşmaya başlamıştı.Gözyaşları içinde ona sordum:-Kalfa, annem bana çok mu benziyordu?-Çok, kızım, seni görünce aklım karıştı, onugörüyorum sandım. Allah toprağı kadar ömürversin sana.İhtiyar kalfa, taşlığın yanındaki odada, beniçocuk gibi soyarken, hâlâ için için ağlamaktadevam ediyordu.Onun patiska perdeli küçük odasındageçirdiğim ilk saatlerin tadını dünyadaunutamayacağım. Beni, soyduktan sonra,dokuma bir örtü ile kaplı kerevetinin üzerineyatırdı, başımı dizine koydu, alnımı ve saçlarımıokşayarak annemi anlatmaya başladı.
Doğduğu gün, mavi yüzlü yemenisi ile ilkdefa kucağına aldığı dakikadan sonra ayrıldığıgüne kadar, bütün hatıralarını bir bir anlattı.Sıra bana gelince, ben de, başıma gelenleriona, olduğu gibi söyledim. Kalfa sözlerimi, birçocuk masalı dinler gibi gülümseyerek dinliyor,ara sıra “Vah yavrum” diye içini çekiyordu.Fakat, dün gece köşkten nasıl çıktığımı, bir dahaölünceye kadar oraya dönmeyeceğimisöylediğim vakit, telaşa düştü: “Feride, sençocukluk etmişsin, Kâmran Bey bir cahilliketmiş. Tövbe eder, bir daha yapmaz!” dedi.Gülmisal Kalfa’ya isyanımı anlatmaya imkânyoktu. Hikâyemin sonunda dedim ki:-Gülmisal Kalfa, ihtiyar kafacığını nafileyorma! Ben, iki üç gün sana misafir olduktansonra başka bir memlekete gideceğim. Eliminemeğiyle yaşayacağım.Ben, böyle söylerken, kadıncağızın gözleridoluyor, ellerimi okşayıp yanaklarına,
dudaklarına sürerek:-Bu ellere kıyabilir miyim ben? diyordu.Kalfayı dizlerimin üstüne oturtup hoplatarak,buruşuk yanaklarını çekiştirerek anlattım ki, oeller için şimdilik fazla bir tehlike yoktur.Yaramazlık eden birkaç küçüğün ara sırakulaklarını çekmekten başka bir şeydekullanılacak değildir.Anadolu’da nasıl hocalık edeceğimi, neleryapacağımı öyle neşe ile anlatıyordum ki,nihayet, o da, benim heyecanıma kapıldı. Yeşilbir bürümcüğe sarılı küçük Mushaf'ını duvardanindirdi ve onun üzerine yemin etti ki, buradamisafir kaldığım müddetçe, beni elevermeyecektir. Öte taraftan beni aramayagelenler olursa, kapıdan çevirecektir.O gün akşama kadar, Gülmisal Kalfa ile ev işigördük. Ben, şimdiye kadar hep hazırdanyemiştim. Bir gün bir yumurta bilepişirmemiştim. Bu, artık değişmeliydi. Bundansonra, aşçıyı hizmetçiyi nerede bulacaktım?
Hazır Gülmisal Kalfa elimdeyken ondan nasılyemek pişirileceğini, bulaşık ve çamaşıryıkanacağını, hatta, söylemesi ayıp ama, nasılsökük dikilip çorap yamanacağınıöğrenmeliydim.İskarpinlerimi, çoraplarımı çıkardıktan sonraişe girişmiştim. Kalfanın isyanlarına, feryatlarınakulak asmadan, kuyudan kova kova su çektim.Tahtaları sildim yahut batırdım. Sonra, yinekuyu başına oturarak onunla beraber zerzevatayıkladım.Zerzevat ayıklamak deyip geçeriz, ama o neince işmiş! Kalfa, soyduğum patateslerigördükçe feryat ediyor:-Kızım, sen onların yarısını kabuklarıylaberaber atıyorsun, diyordu.Ben, o vakit dikkatle gözlerimi açıyor:-Sahi öyle kalfa. Ben, bunu sendenöğrenmeseydim, bin zahmetle satın aldığımpatateslerimin yarısını atacak ve ömrümünsonuna kadar farkında olmayacaktım, diyordum.
Ondan öğreneceğim şeyleri yazmak içinyanıma küçük bir not defteri koymuştum.İkide birde:-Dadı, patatesin tanesini kaç kuruşa verirler?Kabuklarını en çok kaç santim kesmek lâzımgelir? gibi sualler soruyor, dadıyıgüldürüyordum. Hele:-Dadı, tahta silmek için kaç kova su lâzım?dediğim zaman, kadıncağızın adeta gözlerindenyaş geldi.Cahil bir Çerkez'e yeni mektep usullerini nasılanlatırsın? Bunları yaparken seviniyor,akşamdan beri, vücudumun bir yerinden gelenhafif sızının adeta uyuştuğunu duyuyordum.Tenceremizi ateşe koyduktan sonra,mutfaktaki tertemiz hasırın üstüne oturduk.-Ah, kalfacığım, diyordum, kim bilirgideceğim yerler ne kadar güzeldir. Ben,Arabistan’ı hayal meyal biliyorum. Anadolu
herhalde ondan çok daha güzeldir. Orada kiinsanlar bize benzemezlermiş. Kendilerifakirmiş, fakat gönülleri öyle zengin, öylezenginmiş ki, hiçbiri, değil fakir bir akrabaçocuğuna, hatta düşmanına ettiği iyiliği başınakakmak mürüvvetsizliğinde bulunmazmış.Küçük bir mektebim olacak. Baştan başaçiçeklerle donatacağım. Çocuklarım, bir alayçocuğum olacak. Kendime “abla” dedirteceğim.Fakir olanlara, elimle siyah önlükler dikeceğim.“Hangi elinle?” diyeceksin. Gülme, alay etme.Onu da öğrenirim elbette.Kalfa, kâh gülüyor, kâh pişman olmuş gibikızarak:-Feride, evlatçığım, sen çok yanlış yolagidiyorsun, diye içini çekiyordu.Görürüz bakalım hangimizin yanlış gittiğini.Bu işler bittikten sonra teyzemin o korkunçmektubu yazıldı. Bu mektubun bir yerinde şöylesöylüyordum: “Seninle açık konuşacağım, teyze.Kâmran, bana hiçbir zaman bir şey söylemedi.
O, benim için hiçbir zaman kendini beğenmiş,şımarık, manasız, ruhsuz, karaktersiz bir konakçocuğundan başka bir şey olmadı. Zayıf,minimini, çerden çöpten bir insan. Dahasayayım mı?Ben, onu hiçbir zaman ne beğendim, neistedim, ne de başka türlü bir his duydum.‘Böyledir de niçin onunla evlenmeye razıoldun?’ diyeceksin. Çalıkuşu’nun kafasızlığımalum. Bir delilik yaptık. Fakat, bereket versinki, kendimi vaktinde topladım. Oğlunuz içinböyle düşünen bir kızın saadetli eviniz için nasılbir felaket olacağını anlamanız lâzım gelir. İşte,bugün, içinizden ayrılmak ve aradaki bütünbağları kesmek suretiyle bu felaketin önünüaldım. Senelerden beri gördüğüm iyiliklerinbirazını ödedim.Bu lakırdıları işittikten sonra, artık, benimadımı ağzınıza almak küçüklüğünden kendinizisakınacağınızı umarım. Yine bilmelisiniz ki, buağza alınmaz lakırdıları utanmadan, çekinmedenbile size yazan nankör ve terbiyesiz kızla karşı
kaşıya gelecek olursanız, bir çamaşırcı kadınkavgası yapmaya da kadirdir.Bunun için en iyisi, artık birbirimizin adınıanmamak olacaktır. Farz edin ki, Çalıkuşu da,anası gibi bir köşede ölüp gitti, isterseniz bir ikidamla gözyaşı dökün; ona karışmam. Fakat,sakın uzaktan, bir yardıma filan kalkayımdemeyin; hakaretle reddederim.Ben, yirmi yaşında, postunu sudan kurtarmışbir insanım, canım nasıl isterse öyle yaşarım.”Bu terbiyesiz mektubu hatırladıkça daimautanacak ve ağlayacağım. Fakat lâzımdı.Teyzemin beni aramasına, belki peşimedüşmesine başka türlü mani olamazdım. Varsınkızsın, darılsın teyzem bana. Fakat üzülmesin.Ertesi gün mektubumu elimle postayaverdikten sonra, doğru Maarif Nezareti’negittim, arkamda Gülmisal Kalfa’nın bol çarşafı,yüzümde onun kalın peçesi vardı. Böyle
yapmaya mecburdum. Çünkü, hem sokaktakendimi kimseye tanıtmamak lâzımdı hem deMaarif Nezareti’nin, açık gezen kadın hocalarapek ehemmiyet vermediğini işitmiştim.Nezaret kapısını buluncaya kadar cesur veneşeliydim, işlerimin gayet kolay biteceğiniumuyordum. Bir hademe beni Nazır’ın yanınagötürecek, o da diplomamı görür görmez; “Hoşgeldin hanım kızım. Biz de senin gibileribekliyorduk” diye beni, Anadolu’nun en yeşilbir memleketine tayin ediverecekti. Fakat,kapıdan girince hava birdenbire değişti; beni birheyecan, bir korku aldı.Girintili, çıkıntılı sofalar, binanın alt başındanüst başına kadar acayip merdivenler, busofalarda, bu merdivenlerde bir alay insan.Kimseye bir şey sormaya cesaret edemiyor,şaşkın şaşkın etrafıma bakınıyordum.Sağımda, yüksek bir kapının üzerinde“Makam-ı Nezaret” diye bir tabela gözüme ilişti.Herhalde Nazır’ın odası orada olacaktı. Kapınınönünde, parlak marokenden kıvrım kıvrım
somya telleri fışkırmış bir köhne koltukla kollarıyaldızlı kerli ferli bir hademe oturuyordu. Öylebir edası vardı ki, insan “Acaba Nazır Paşa,yahut Bey bu mu?” diye şüpheye düşse yeriydi.Korka korka yanına yaklaştım:-Nazır Bey yahut Paşa’yı görmek istiyorum,dedim. Hademe parmaklarını tükürükleyimkumral palabıyıklarının ucunu kıvırarak, şahanebir bakışla beni süzdü, ağır ağır:-Ne yapacaksınız Nazır Bey’i? dedi.-Hocalık isteyeceğim, dedim.O, bıyıklarının ucunun ne şekil aldığınıgörebilmek için dudaklarını büzüp cevap verdi:-Böyle şey için Nazır Bey rahatsız edilmez.Git, dairesine söyle. Usulü dairesinde muameleyap!Usulü dairesinde muamelenin ne olduğunuöğrenmek istedim. Fakat o, artık cevap vermeyelüzum görmedi; aynı mağrur ve şahane eda ile
başını öbür tarafa çevirdi.Peçenin altında, korku ile dilimi çıkardım. Bu,böyle olursa, efendisi, kim bilir ne olacak? Vaybaşımıza gelen, diye düşündüm.Merdiven parmaklığının kenarına sekiz on sukovası dizmişler, üzerine -Köşkte tahterevallioynamak için kullandığımız tahtalara benzer- biruzun tahta alarak garip bir peyke meydanagetirmişlerdi. Peykenin üzerinde kadınlı erkeklibir yığın insan oturuyordu.Siyah yün çarşafını çenesinin altındaniğnelemiş, çini mavi gözlü bir ihtiyar kadınıgözüme kestirdim, yanına yaklaşarak halimianlattım. Acı bir bakışla:-Meslekte müptedi olduğunuz görülüyor.Nezarette tanıdığınız kimse yok mu? Dedi.-Hayır. Belki bir tanıdık vardır ama,bilemiyorum, dedim. Fakat buna ne lüzum var?Söylediği kelimelere göre âlim bir hoca hanımolduğu anlaşılan mavi gözlü kadın gülümsedi:
-Bunu daha sonra anlarsınız kızım, dedi. Gelinsizi Tedrisat-ı İptidaiye Dairesi’ne götüreyim, birkere Müdür-i Umumi Beyefendi’yi görmeyeçalışın.Müdür, siyah sakallı, yer yer çiçekbozuğundan yenmiş kocaman kafalı, kalın kaşlıgayet esmer bir adamdı. Odasına girdiğimzaman, yazıhanesinin önünde ayakta duran ikigenç kadınla konuşuyordu.Bir tanesi fark edilecek kadar titreyen elleriyleçantasının içinden buruşuk kâğıtlar çıkarıyor,birer birer yazıhanenin üstüne koyuyordu.Müdür, kâğıtlara şöyle bir göz gezdirdi,imzalarına, damgalarına baktı, sonra:-Gidin, isminizi şubeye kaydettirin, dedi.Hanımlar, geri geri giderek bir temenna ettiler.-Siz ne istiyorsunuz hanım?Bu sual, bana sorulmuştu. Biraz şaşırarak,kekeleyerek halimi anlatmaya başladım. Fakat o,birdenbire sözümü kesti. Sert bir sesle:
-Muallimlik değil mi? İstidanız var mı? dedi.Daha ziyade şaşırdım:-Yani diplomam mı demek istiyorsunuz,dedim. Müdür, sinirli bir istihfafla dudaklarınıbüktü; köşede oturan cılız bir misafire başınısalladı:-Görüyorsunuz ya hali. insan, nasıl çıldırmaz?istida ile şahadetname arasındaki farktanhaberleri yoktur. Sonra muallimlik isterler; dahasonra da maaş az, yer uzak diye kafa tutarlar.Odanın tavanı fırıl fırıl başımda dönüyordu.Ne diyeceğimi kestiremeyerek şaşkın-şaşkınetrafıma bakıyordum.Müdür, daha sert bir sesle:-Ne bekliyorsunuz? dedi. Haydi bilmiyorsanızbir biline sorun, istida yapın!Ben, şaşkınlıkla bir yere çarpmadan odadançıkmaya çalışırken köşede oturan küçük efendiaraya girdi:
-Beyefendi hazretleri, müsaade buyrulur mu?Hanım kıza halisane bir nasihat vereyim.Aman Yarabbî, neler söyleniyordu! Benimgibi kadınlar, hocalıktan ziyade, sanata hevesetmeliymişler. Beyefendinin buyurdukları gibi,istida ile şahadetname arasındaki farkı henüzanlamamış olduğuma göre hocalıkta muvaffakolacağım esasen şüpheliymiş. Fakat çalışırsam,mesela iyi bir terzi olur, hayatımı kazanırmışım.Merdivenden inerken gözlerim etrafı kapkaragörüyordu. Kolumu biri tuttu. O kadardalgındım ki, az kaldı bağıracaktım.-İşin nasıl oldu kızım?Bu suali, yine o çini mavi gözlü hanımsoruyordu. Öfke ve ümitsizlikten ağlamamakiçin dişlerimi sıkarak halimi anlattım. Tatlı birgülümseme ile:-Tanıdığın olup olmadığını bunun için
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 858
- 859
- 860
- 861
- 862
- 863
- 864
- 865
- 866
- 867
- 868
- 869
- 870
- 871
- 872
- 873
- 874
- 875
- 876
- 877
- 878
- 879
- 880
- 881
- 882
- 883
- 884
- 885
- 886
- 887
- 888
- 889
- 890
- 891
- 892
- 893
- 894
- 895
- 896
- 897
- 898
- 899
- 900
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 900
Pages: