olsun!., diye bağırdıktan sonra yanıma geldi.Hacı Kalfa, o kadar memnundu ki, kucağındakeçisiyle beni takip eden Munise’yi ancak otelinikinci katında fark etti:-Vay hocanım, bu da kim, nereden çıktı? diyesordu.-Benim kızım, Hacı Kalfa, dedim. Seninhaberin yok. Ben, Zeyniler’de evlendim, şimdibir kızım var. Hacı Kalfa, Munise’nin çenesiniokşayarak:-Söyleyene bakma, söyletene bak. O da olurinşallah. Kız da kız dediğine değer ha! Tosungibi, dedi.Güzel bir tesadüf eseri olarak mavi kuşluodam yine boşmuş. Buna çok sevindim. Akşam,Hacı Kalfa beni zorla evine yemeğe götürdü.Yorgunluğumu bahane ederek gitmekistemedim, ihtiyar adam bana adeta emir veriyor:-Şuna bak hele, sen altı ay yayan yürüsen,benzin bile solmaz, tövbe olsun, diyordu.
Bunların hepsi güzel, hepsi âlâ. Fakat, benidüşündüren başka bir mesele var. Dün akşam,yatmadan bir hesap yaptım, o kadar tuhaf birnetice çıktı ki, inanamadım. Bir kere de aynıhesabı parmaklarımla tekrar ettim. Maalesefdoğruydu. Bu netice, çok acıklı olmakla berabergülmekten kendimi alamadım. Ben, şimdiyekadar kendi gayretim, kendi çalışmam sayesindegeçindiğimi zannediyordum. Halbuki elimdekiparayı sarf etmekten başka bir şey yapmamıştım.Zavallı Gülmisal Kafacığım, yanımda epeycebir para bulundurmadan yabancı bir memleketegitmenin doğru olmadığını söylemiş, anneminelmaslarından birini satarak parasını ayrı bir keseiçinde elime teslim etmişti.Şimdiye kadar birçok masrafım olmuştu. Öyleya, bu kadar zaman açıkta kalmıştım. Sonra yolparaları da epeyce tutuyordu. Fazla olarak fakirbir köy hocasından başka bir şey olmadığımı da
düşünmemiştim. Etrafımda sefil, aç bir insangördüğüm zaman ufak tefek yardımlardabulunmayı vazife bilmiştim. Fakat insanlar, sahi,insafsız mahluklar. Belki de yüzyumuşaklığımdan alınmış cesaretle etrafımdaaçılan eller, hele son ‘zamanlarda o kadarçoğalmıştı ki...Tabii, ne tuttuğunu hâlâ bugün de pek iyibilmediğim birkaç kuruş aylığım bütünmasraflarımı karşılayamazdı. Daha fenası, buaylıklardan ikisini de henüz almaya muvaffakolamamıştım.İşte bu fevkalâde ihtiyaçlar karşısında herbaşım sıkıştığında bu keseye el atmıştım. Fakat,şimdi bu zavallı torbacık da öyle hafiflemişti ki,içindekilerini saymaya cesaret edemiyordum.Demek, beş ayın bütün macerasına, bütünyorgunluklarına rağmen beni yaşatan yineailemin yardımı olmuştu.Pencereden giren çınar yapraklarıylaoynayarak bunu düşünürken hem güleceğimhem de ağlayacağım geliyordu. Mamafih, yine
bir teselli icat ettim.“Üzülme Çalıkuşu, hiçbir şey kazanamadınsa,geçinmenin, yaşamanın ve tahammül etmenin neolduğunu da mı öğrenmedin? Bu az kazanç mı?Bundan sonra artık çocukluğu bırakır, kadınkadıncık olursun kızım!” dedim.Ben, böyle düşünürken boş sofada, birdenbirebir telaş uyandı. İhtiyar bir hademe, bir elindebir palto, bir elinde bir bastonla MaarifMüdürü’nün odasına doğru koşuyordu.Birkaç dakika sonra minimini boylu müdürünazametli boynunu yükseltip tek gözlüğünüparlatarak merdivenden çıktığını gördüm.Arkasından odaya girecektim Biraz evvelmüdürün paltosuyla bastonunu götüren sakallıhademe karşıma dikildi:-Dur be hanım, efendi nefes alsın. Acelen ne?Ananın karnında dokuz ay nasıl bekledin? diyebana çıkıştı.Böyle muamelelere yavaş yavaş alışmıştım,
onun için müteessir olmadım. Hatta, bilâkis,halim bir sesle:-Kuzum baba, beyefendi kahvesini içtiktensonra haber ver. Beklediğiniz muallime gelmişde, diye rica ettim.Maarif Müdürü, beklemiyordu. Fakat öylesöylersem hademenin belki daha fazla gayretegeleceğini düşünüyordum. Ne yaparsın bukurnazlıkları öğrenmek lâzımdı.İhtiyar hademe, üç beş dakika sonra tekrarodadan çıktı. Siyah çarşafımla beni birdenbirefark edemeyerek söylenmeye başladı:-Nerede o kadın? Hay Allah, hem adamın ikiayağını bir pabuca sokar, hem kaçar.-Darılma baba, buradayım. Gireyim mi?-Haydi, gir bakalım, senin gönlün olsun.Müdür, başı açık, dudağının ucunda kocamanbir puro ile makamında oturuyordu, köşedeki birkoltuğa gömülmüş yaşlı bir zata küçücükvücudundan umulmayacak kadar çatlak, cüretli
bir sesle bir şeyler söylüyordu:-Efendim, ne memleket, ne memleket!Dünyanın israfını yaparlar da kendilerine birkartvizit bastırmazlar. Seksen kişi sizi görmekistediğine dair kapıdan hademe ile habergönderir. Hademe doğru dürüst isimlerinisöyleyemez, bir keşmekeştir gider. Ben, idaredeDeli Petro sistemine taraftarım. Memurları yalnızresmi hayatlarında değil, hususi hayatlarında datakip etmeli; yedikleri, içtikleri şeye, oturdukları,gezdikleri yere, elbiselerine müdahale etmeli.Gelir gelmez mekteplere bir tamim gönderdim.Asgari iki günde bir tıraş olmayacak, ütüsüzpantolon, yakasız gömlek giyecek muallimlerinazledileceklerini söyledim. Dün mekteplerdenbirini teftişe gidiyordum. Kadının önünde birmuallime rastladım. Tanımazlıktan gelerek: “Git,muallime haber ver, Maarif Müdürü geldi, de!”dedim.-Efendim, muallim bendenizim, diye cevapverdi.-Hayır, sen bir hademe olmalısın. Çünkü bu
kıyafette muallim olamaz, ben bu şekildegiyinmiş bir muallime tesadüf edersem kolundantuttuğum gibi sokağa atarım.Herif taş gibi dondu kaldı. Arkama bakmadaniçeri girdim. Şimdi, yarın yine o mektebegideceğim. Bu adamı aynı halde görürsemderhal azledeceğim.Söze başlamak için müdürün susmasınıbekliyordum. Fakat onda öyle bir teşebbüsyoktu; gittikçe coşarak esip savurmaya devamediyordu:-Evet efendim, geçenlerde mekteplere tamimgönderdim: “Muallime ve muallimler mutlakabir kartvizit bastırmalı. Kartsız olarak makamavuku bulacak müracaatlar kabul edilmez!”dedim. Fakat kime anlatırsın?Birdenbire sert bir tavırla bana döndü:“Bahse girerim ki Muallime Hanım da butamimi almıştır. Fakat buna rağmen yine kartsızmüracaat ediyor. Yine hademenin ağzında: “Siz
bir hanım çağırmışsınız, o geldi!” teranesi. Kim?Hangi hanım? Sarı çizmeli Mehmet Ağa.Hayretten donakaldım. Demek bütün busözler bu hiddet bana karşı. Benim kartsız içerigirmek istediğim için!-Ben sizden emir almadım efendim,diyebildim.-Nasıl olur? Siz nerede hocasınız?-Geçen hafta gelmiştiniz. Zeyniler Köyümuallimesi, kapanmasını emrettiğiniz mektep.Maarif Müdürü, kaşlarından birini kaldırarakdüşündü:-Ha, evet hatırladım. Ne yaptınız, muamelebitti mi?-Emrettiğiniz gibi oldu efendim, söylediğinizevrakı da getirdim.-Peki başkâtibe teslim edin, tetkik etsin.Kirli yakalı başkâtip, beni tam iki saat istintâketti. Evrakı tekrar tekrar gözden geçiriyor:
“Müteferrika senetleri”, “evrâk-ı müsbite”,“lüzum müzekkeresi”, “beyanname sureti”,falan diye birçok anlayamadığım şeyler soruyor,ihtiyar heyetinden getirdiğim mazbatalara itirazediyordu.Ben, ikide birde şaşırdıkça onun öyle birdudak bükmesi, “Sözde bunlar da hoca!” diyebir hakaret etmesi var ki... Yanlış battal edilmişbir senet pulu için beni adeta ağlatacaktı.Sonra, bir mesele daha çıkardı. Bilmem kaçyıl önce bir muallimeye dam tamiri için iki yüzelli kuruş vermişler, onun senedi yokmuş:“Niye bu paranın mahsubu yapılmamış? Senetnerede? Bulamazsan mahkemeye gidersin!” diyeter ter tepiniyordu.Ben:-Beyefendi, yapmayınız, ben oraya gideliyarım sene bile olmadı, diye anlatacak gibioluyor, fakat bir türlü lakırdı anlatamıyordum.-İlahi efendim, illallah efendim. Ben, böyle
rezalete gelemem efendim. Benim deli olmayavaktim yok efendim, diye söylenerek kâğıtlarıaldı, Maarif Müdürü’nün yanına girdi.Bulunduğum odada biri sarıklı, öteki, bıyıklarıhenüz terlemiş iki kâtip daha vardı, masalarınınbaşında kendi işleriyle meşgul görünüyorlar,bizimle hiç alakadar olmuyorlardı.Başkâtip hiddetle odadan çıkınca bu iki efendibirdenbire yerlerinden fırladılar, müdürünodasına bitişik olan kapıya kulaklarını koyarakdinlemeye başladılar.Fakat kâtiplerin bu zahmeti beyhudeydi. ikidakika sonra müdürün, değil bizim odadan,belki sokaklardan bile işitilecek bir seslebağırmaya başladığı duyuldu.Sarıklı kâtip sevincinden, genç kâtibin sırtınavuruyor:-Allah senden razı olsun Müdür Bey, şu teresibir kalayla, dinsizin hakkından imansız gelir,diyordu. Maarif Müdürü başkâtibe şöylesöylüyordu.
-Bıktım efendim senden, bıktım senden. Bu,ne şekilperestlik, bu ne küflenmiş kırtasiyecikafası. Hakkı var kadının Sana kaç seneliksenedi yaratacak hali yok ya. Aklın ermiyorsagit, çık git. İstediğin yere kadar yolun açık.Zaten sen gitmezsen, ben seni taburcu edeceğim.Hay, hay, derhal yaz istifanı. Yazmazsan adamdeğilsin.Eyvah yüreğime iniyordu. Kâtiplere:-Yok hemşire hanım, yok! dedi. Aldırış etme.Müstahaktır o terese, ikide birde kendinden dahaedepsiz biri çıkıp ağzının payını vermezse rahatetmez, it dişi, köpek dirisi. Allah senden razıolsun, o, paparadan sonra birkaç gün sakinler,kendinin de kafası dinlenir, bizim de...Ses kesilmişti: Kâtipler, hemen masalarınakoştular. Hafız Efendi, kendi kendine:-Bu, meseldir; dinsizin hakkından imansızgelir, diye bir şeyler mırıldanıyordu.Başkâtip, ayaklarıyla beraber sakalı da
titreyerek içeri girdi. Başını çevirmedenyanlarına bakan kazlar gibi, gözlerinden birininyan bakışıyla kâtipleri süzdü. Onlar, öyle sakinve sessiz çalışıyorlardı ki, müsterih oldu, yavaşyavaş söylenerek yerine oturdu. Mamafihçalışamıyordu. Birkaç kere uflayıp pufladıktansonra yavaş sesle söylenmeye başladı.-Elli yaşına gelmiş, bunca memuriyetlerdebulunmuş, muameleye bizim baş hademe kadaraklı ermiyor bu teresin. Kendi yarın cehennemolur gider, kabak bizim başımıza patlar. Öyle ya,günün birinde başımıza bir müfettiş ekşise,muamelatı bir gözden geçirse: “Be herifler, sizeşek başı mısınız? Bu iki yüz elli kuruşunmahsubu niçin yapılmamış? Sizin buusulsüzlüğü niye gözünüz görmedi!” dese, herif,hepimizi mahkemeye sevk etse hakkıdır.Hazine-i devlet hukukuyla oyun olur mu?Vallahi biz geberip gitmiş olsak, yüz sene sonraevlat ve ahfadımızdan bu parayı tahsil ederler.Kâtipler, başlarını defterlerinden kaldırmış,hürmetli bir dikkatle bu serin sözleri
dinliyorlardı.Başkâtip, havayı iyi bularak sordu:-İşittiniz mi mendeburun yediği herzeleri?Hafız hayretle başını kaldırdı:-Hayrola, bir ses işittik ama, size miydi?-Kısmen bana; ukala dümbeleği.-Esef buyurmayınız efendim, onlar muamelatavaki değillerdir. Zatıâliniz olmasanız üç gündebu dairenin altı üstüne gelir.Bu sözleri, hafız söylüyordu. Biraz evvelbaşkâtibin uğradığı hakarete çocuk gibi sevinenHafız Efendi! Yarabbî, bunlar ne tuhaf insanlar!Bununla beraber, sarıklı kâtibin tahmini birdereceye kadar doğru çıkmıştı. Başkâtip,geçirdiği fırtınadan sonra hayli yumuşamış vesakinleşmiş görünüyordu.Bir sigara yakıp, dumanlarını iki tarafasavurarak:-Adam sende, kim bu devlete hizmet etmiş de,
bir “Allah razı olsun” demişler, dedi ve benidaha fazla yormadan acele acele evrakı teslimaldı.Biraz sonra, kendi işim için ikinci defa olarakMaarif Müdürü’nün odasına girdiğim zaman,yorgunluktan dizlerim titriyor, gözlerimkararıyordu.Müdür, şimdi başka bir davanın peşindeydi.Türlü huysuzluklarla hademelere, odasınıntozlarını aldırıyor, duvardaki resimlerin yerlerinideğiştiriyor ve ikide birde küçük bir elaynasında saçlarını, kravatını muayeneediyordu.Hâlâ aynı köşede oturan ihtiyar efendi ilearalarında geçen bazı sözler bana bu hazırlığınsebebini anlattı: B.’ye, Piyer For isminde birFransız gazeteci gelmiş, Maarif Müdürü dünakşam Vali tarafından verilen ziyafette bumuharrir ve karısı ile tanışmış. Piyer For, çokenteresan bir adammış. Gazetesinde: “YeşilB.’de Birkaç Gün” serlevhâsı altında bir seri
makale yazacakmış.Müdür, heyecanla anlatıyordu:-Bugün saat üçte karı koca, ziyaretimegelmeyi vaat ettiler. Kendilerine mekteplerimizinbir ikisini göstereceğim. Gerçi bir Avrupalıyagöğsümüzü gere gere gösterebilecek birmektebimiz yok ama, bir politika yapacağımçaresiz. Herhalde lehimize yazı koparacağımızıumuyorum. Bereket versin ki, ben bulundumburada, yoksa bu ziyaret selefim zamanındaolsaydı, Avrupalıya rezil olduk gittiydi.Ben, hâlâ kapının yanında, paravanın birköşesinde bekliyordum. Acele acele:-Yine ne var, hanım? dedi.-Muamele bitti, efendim.-Pekâlâ, teşekkür ederim.-Hı!-Teşekkür ederim, gidebilirsiniz.-Bana başka bir emriniz olacaktı. Yeni bir
memuriyet için.-Evet, fakat şimdi açık yerim yok. Münhalvukuunda bir şey yaparız, isminizi kalemekaydettirin.Maarif Müdürü, bunları keskin bir sesle aceleacele söylüyor ve bir an evvel çekip gitmemibekliyordu.“Münhal vukuunda!”Bu sözü İstanbul’da, Maarif Nezareti’nde debirçok defalar işitmiştim ve manasını maalesefçok iyi biliyordum. Müdürün sinirli sesi bendetuhaf bir isyan uyandırmıştı. Dışarı çıkmak içinkapıya bir adım attım, fakat o saniyede gözümünönüne bir hayal, oteldeki odamızda miniminikeçisiyle oynayarak beni bekleyen Munise’ninhayali geldi.Evet, ben, şimdi eski Feride değildim. Hemenhemen ağır vazifeleri olan bir anneydim.O vakit, tekrar döndüm. Yağmur altındasokaklardan geçenlere el açan bir fukara gibi
başım önüme düşmüş, sesimde bir korkakdilenci ahengiyle:-Beyefendi, beklemeye vaktim yok, dedim.Söylemeye utanacağım, fakat müşkül birvaziyetteyim. Eğer bana hemen bir işvermezseniz...Daha fazlasını söyleyemiyordum. Yeisimden,utancımdan göğsüm tıkanıyor, gözlerim yaşlarladoluyordu.O, aynı titiz ve telaşlı tavrıyla:-Söyledim hanım, dedi. Açığım yok. Yalnız“Çadırlı”da bir köy mektebi var ama, karışmam.Berbat bir yer diyorlar. Çocuklar köykahvesinde okuyorlarmış. Muallim için de yatıpkalkacak yer yokmuş, işinize gelirse tayinedeyim veyahut daha iyi yer isterseniz,beklersiniz.-Haydi, efendim, cevabınızı bekliyorum.Bu Çadırlı’nın Zeyniler’den daha fena bir köyolduğunu zaten işitmiştim. Fakat aylarca
buralarda sürünmekten, türlü hakaretlereuğramaktansa kabul etmek daha iyi olacaktı.Başımı önüme eğdim, nefes gibi hafif birsesle: “Peki, kabule mecburum!” dedim.Fakat Maarif Müdürü cevabımı işitmedi.Çünkü bu dakikada kapı birdenbire açılmış,dışarıdan biri “Geliyorlar” diye seslenmişti.Maarif Müdürü, redingotunu ilikleyerekkapıdan fırladı. Benim için çekilip gitmektenbaşka iş kalmamıştı. Fakat kapıdan çıkacağımsırada onun Fransızca: “Giriniz, rica ederim.”dediğini işittim.Dışarıdan, evvela kalın mantolu bir gençkadın girdi. Yüzünü görünce hafif bir hayretferyadını men edemedim. Gazetecinin karısıbenim eski sınıf arkadaşlarımdan KristiyanVarez’di.Kristiyan, bir tatilde, ailesiyle beraberFransa’ya gitmiş, orada kuzenlerinden genç birgazete muharririyle evlenerek bir daha geridönmemişti.
Arkadaşım, birkaç sene içinde inanılmayacakkadar değişmiş, kerliferli bir kadın olmuştu.Sesimi işitince başını çevirdi ve yüzümdekipeçeye rağmen bir anda tanıdı:-Çalıkuşum, benim küçük Çalıkuşum, senburada, ah, ne tesadüf!Kristiyan, beni en çok sevenarkadaşlarımdandı. Ellerimden tutarak beniodanın ortasına çekti. Yarı zorla peçemi açtı veyanaklarımdan öpmeye başladı. Henüz görmeyemuvaffak olamadığım kocası ve bâhusus MaarifMüdürü, kim bilir, ne kadar şaşırmışlardı.Ben, onlara arkamı çeviriyor, gözlerimdekiyaşları göstermemek için yüzümü arkadaşımınomzuna saklıyordum.-Ah, Çalıkuşu her şey aklıma gelirdi fakat seniböyle simsiyah bir alaturka çarşafla vegözlerinde yaşlarla burada bulacağımı ümitedemezdim.Yavaş yavaş kendimi toplamıştım. Gizli bir
hareketle tekrar peçemi kapamak istedim. Fakat,o mani oldu. Zorla beni kocasına döndürerek:-Piyer, sana Çalıkuşu’nu takdim edeyim, dedi.Piyor For, uzun boylu, güzel çehreli, kumralbir adamdı. Fakat, biraz delişmendi, yahut da,ben hep lakırdılarını tarta tarta söyleyen ağırbaşlıinsanlar arasında yaşaya yaşaya adamcağızı öylegörecek hale gelmiştim. Gazeteci, elimi öptü veeski bir bildikle konuşur gibi;-Matmazel, çok bahtiyarım, dedi. Bilir misiniz,biz hiç yabancı değiliz. Kristiyan, sizden o kadarçok bahsetti ki... Hatta o, sizi takdim etmeseydide ben Çalıkuşu’nu tanıyacaktım. Mekteptearkadaşlarınız ve hocalarınızla beraber çıkmışbir grup fotoğrafınız vardı Orada çeneniziKristiyan’ın omuzuna dayamıştınız.Görüyorsunuz ya, sizi ne kadar tanıyorum.Onlar, Maarif Müdürü’nü tamamıyla unutmuşgibi benimle konuşmaya başlamışlardı. Bir aralıkbaşımı çevirecek oldumdu.Öyle bir manzara gördüm ki, başka yerde
olsam kahkahalarla gülerdim. Misafirlerleberaber odaya birtakım yabancılar da girmişti.Bunlar, Maarif Müdürü, en önde ve ortadaolmak üzere etrafımızda bir yarım daireçevirmişler, ağızları hayretten bir karış açılmış,meraklı bir hokkabaz hüneri seyreden köylülergibi benim Fransızca konuştuğuma bakıyorlardı.Daha garibi, aralarında Zeyniler’e gelen uzunboylu Nâfıa mühendisi de vardı! Sonradan buefendinin, misafirlere mihmandarlık ettiğinianladım. Adamcağız, nihayet muradına ermiş,yüzümü görmüştü. Bununla beraber, köydebenim için Maarif Müdürü’ne Fransızcasöylediği sözleri hatırladıysa herhalde birazsıkılmış olacaktır.Artık, olan olmuştu. Eski bir sınıf arkadaşımakendimi bu kadar düşkün bir vaziyettegöstermek izzetinefsimi kırmıştı. Buna bir demanevi zillet manzarası ilave etmek istemeyerekyüksek sesle ve olanca cüret ve neşemlekonuşmakta devam ediyordum.
Maarif Müdürü, nihayet vaziyetteki tuhaflığıgördü. Minimini boyu ile gülünç bir revaransyaparak:-Oturmanızı rica ederim, rahatsız olmayınız,diye koltukları gösterdi.Bana artık çıkıp gitmek düşmüştü. Kristiyan’ayavaşça:-Senden artık müsaade isteyeceğim, dedim.Fakat, çamsakızı gibi yapışıyor, bir türlüyakamı bırakmıyordu. Arkadaşımın ısrarınıMaarif Müdürü de fark etti. Biraz evvel bana okadar soğuk ve fena muamele eden bu adam,derin bir hürmetle önümde eğilerek bir koltuk dabana ikram etti:-Hanımefendi ayakta kalmayın, lütfen, dedi.Çaresiz oturduk. Kristiyan, benim sırtımdababayani bir çarşafla burada bulunmamı bir türlüaklına sığdıramıyor, kocasına hitâb ederek:Bilmezsin, Piyer, Feride ne enteresan bir
kızdır, diyordu, İstanbul’un en asil ailesinemensuptur. O kadar zarif bir zekâsı, öyle güzelbir karakteri vardır ki... Onu burada görmek,beni çok mütehayyir etti.Arkadaşım, beni methederken hemhoşlanıyor, hem utanıyordum.Ara sıra gözlerim Maarif Müdürü’ne tesadüfediyordu. Adamcağız, hâlâ hayretten kendinikurtaramıyordu. Ya o saygısız Nafia mühendisi!Odanın bir köşesine saklanmış beni göz hapsinealmıştı.Tabii, ona bakmıyordum. Fakat, hani bazeninsanın yüzünde böcek dolaşır da tuhaf ürpermeolur, onun gözlerinin de böyle bir böcek gibiyüzümde dolaştığını bakmadan hissediyor,rahatsız oluyordum.Kristiyan’ın merakını yatıştırmak için, şuşekilde izahat vermeye mecbur oldum:-Bütün bunlarda şaşılacak bir şey yoktur,herkesin bir şeye heves ettiği gibi, ben dehocalığa heves ettim. Gönlümün rızasıyla bu
vilayette çalışmak, memleketin çocuklarınahizmet etmek istedim. Hayatımdan memnunum,herhalde yelkenli kayık ile dünya seyahatineçıkmak kadar tehlikeli bir kapris değil.Şaşıyorum; bunun ne kadar tabii bir şeyolduğunu bir türlü anlamak istemiyorsun.Mösyö Piyer For, kuvvetli bir ses ve ukala birtavırla:-Ben anlıyorum matmazel, dedi. Ruhun böyleince elan’larını Kristiyan da şüphesiz çok iyianlar. Fakat, birdenbire kendisini toplayamadı.Benim bundan çıkardığım netice şudur ki,İstanbul’da iyi bir garp terbiyesi görmüş bir yenigenç kız nesli vardı. Bunlar Loti’nindezanşante’leri gibi faydasız spleen’lerlekendilerini harap eden nesilden bambaşka birnesle mensupturlar. Onlar, aksiyon’u boş hayaletercih ediyorlar ve İstanbul’daki refah vesaadetlerini bırakarak kendi istekleriyleAnadolu’yu uyandırmaya geliyorlar. Ne güzel,ne ulvi bir feragat numunesi ve benim için nebulunmaz bir makale mevzuu. Türklerin
uyanışından bahsederken müsaadenizle sizinadınızı da zikredeceğim matmazel FerideÇalıkuşu.Telaşla:-Kristiyan, kocanın benim adımı gazeteyegeçirmesine müsaade edersen seninle dostluğukeserim, dedim.Piyer For, kendimi saklamak istemek arzumuyanlış anladı:-Bu tevazu da çok güzel, matmazel, dedi.Sizin gibi bir genç kızın arzularına itaat etmekbir vazifedir. Memleketin hangi bahtiyarmektebinde hoca olduğunuzu sorabilir miyim?Dedim ya, artık olan olmuştu. MaarifMüdürü’ne döndüm, Türkçe olarak:-Bendenize teklif ettiğiniz mektep neresiydi?dedim. Çadırlı Köyü’nü buyurmuştunuz galiba...Piyer For, karnesine dayanarak:-Durunuz, durunuz, dedi. Nasıl söylediniz?..Çağırlı, yoksa Çadırlı? Matmazel, vilayet
içindeki gezintilerimiz arasında fırsat bulursak,sizi güzel köyünüzde talebeleriniz arasındaziyaret ederiz.Maarif Müdürü kıpkırmızı, yerinden kalkmıştı:-Matmazel Feride Hanımefendi köymuallimliği için ısrar ediyor. Fakat ben,kendisinin merkezdeki Dârülmuallimât’ınFransızca hocalığında daha büyük hizmetleryapabileceği kanaatindeyim.Anlamadan yüzüne baktım. Bana Türkçeolarak şu izahatı verdi:-Fransız mektebi mezunu olduğunuzu veFransızca bildiğinizi söylememiştiniz, böyleolunca iş değişti. Şimdi sizi Nezarete inhaedeceğim. Emriniz gelinceye kadar vekil olarakçalışırsınız. Yarın sabah işe başlarsınız, olur mu?Hayatın, bir felaketten sonra daima bir saadetverdiğini, o güzel darbımeselin söylediği gibi,ayın on beşi karanlıksa, on beşinin mutlakaaydınlık olacağını bilmiyor değildim. Fakat, bu
mehtabın bu kadar koyu bir karanlıktan, bukadar umulmaz bir dakikada doğacağını aklımagetiremezdim.Munise tekrar gözlerimin önüne geldi. Fakatbu sefer bir otel odasında minimini keçisiyleoynayan fakir bir çocuk değil, güzel bir evinçiçekli bahçesinde çember çeviren şık bir küçükhanım gibi.Ayrıldığımız zaman Kristiyan, beni bir köşeyeçekti:-Feride, sana onu soracağım. Sen nişanlıydın,niçin evlenmedin?-Cevap vermiyorsun, nişanlın şimdi nerede?Başımı önüme eğdim, gayet yavaş:-Geçen sonbahar onu kaybettik, dedim. Bucevap, Kristiyan’a çok tesir etti.-Nasıl Feride, doğru mu söylüyorsun? dedi.Ah, zavallı Çalıkuşu!... Hangi rüzgârın seniburaya attığını şimdi anlıyorum.Sımsıkı bileklerimi tutan elleri titriyordu:
-Feride, onu çok severdin, değil mi? Saklamaküçüğüm, itiraf etmekten kaçınırdın, fakatherkes bunu bilirdi.Kristiyan, uzak bir rüyayı takip eder gibigözleri dalgın, sesi hareketli devam etti:-Hakkın vardı, onu sevmemek mümkündeğildi. Birkaç defa seni görmeye gelmişti Ozaman, gördüğümü hatırlıyorum Hiç kimseyebenzemeyen bir tavrı vardı. Ne yazık! Sana çokacırım, Feride. Zannederim ki, bir genç kız içinsevdiği bir nişanlının ölümünü görmekten büyükfelaket olamaz.“Sana çok acırım Feride, bir genç kız içinsevdiği bir nişanlının ölümünü görmekten büyükfelaket olamaz!” dediği zaman gözlerimi önümeindirerek kapadım: “Doğrusu, hakkın var”dedim. O vaziyette başka ne diyebilirdim? Fakatben, sana yalan söyledim Kristiyan.
Ben, bir genç kız için daha büyükbahtsızlıklar da biliyorum. Sevdiği bir nişanlınınölümünü gören genç kızlar zannettiğin kadaracınacak insanlar değillerdir Bir büyük tesellilerivardır onların... Aradan aylar, yıllar geçtiktensonra, bir gece yabancı bir memleketin karanlıkve soğuk bir odasında yalnız kaldıkları vakit, onişanlının çehresini göz önüne getirmekimkânına maliktirler; “Bu zavallı gözlerin sonbakışı benimdi!” demek hakkına maliktirler. Buhayalin yüzünü kalplerinin dudağıyla. Halbuki,ben bu haktan mahrumum Kristiyan!..”Bu sabah B... Darülmaullimatı’nda dersebaşladım. Buraya galiba çok ısınacağım.Mamafih, Zeyniler’den sonra, burasınıbeğenmediğimi söylersem esasen ayıp düşer.Yeni arkadaşlar, görünüşte fena insanlar değil,talebemi yaşça bana yakın, hatta zannederim, birkısmı benden büyük, akıllı hanımlar.
Hele Recep Efendi isminde sarıklı bir müdürvar ki, ömür. Mektebe geldiğim vakit MuavineHanım, beni doğru müdürün odasına götürdü.Recep Efendi’nin idareye gittiğini, neredeysegeleceğini söyleyerek beklememi rica etti.Kâh pencereden teneffüs bahçesiniseyrederek, kâh duvardaki levhaların karışıkyazılarını okumaya çalışarak yarım saate yakınonu bekledim.Nihayet geldi, yolda bir sağanağa tutulmuş,latası fena halde ıslanmıştı.Beni odada görünce:-Hoş geldin kızım, idareden şimdi haberverdiler. Allah cümlemize mübarek etsin, dedi.Ağarmış top sakalının çerçevesi içindeyuvarlak yüzü, elma gibi kırmızı yanakları, herbir tarafa bakan şaşı gözleri vardı..Üstünden akan sulara bakarak:-Tu, Allah belasını versin, dedi. Şemsiyeyi
almayı unutacak olduk. Başımıza bu hal degeldi, akılsız kafanın derdini ayaklar çeker,derler ama, bu seferlik bizim lata çekti. Kusurabakma kızım, ben, biraz kurunacağım.Latasını çıkarmaya başlamıştı Ben ayağakalkarak:-Efendim, rahatsız etmeyeyim, sonra gelirim,diye dışarı çıkmak istedim O, bir el işaretiyletekrar oturmamı emretti:-Yok canım efendim, teklif mi var? Birbakıma senin pederin sayılırız, dedi.Arkasında mor çizgili sarı atlastan bir yelekyahut gömlek vardı. (Yakasına bakarsangömlek, ceplerine bakarsan yelek).Sobanın yanına bir iskemle çekerek oturdu.Kocaman meşin kunduralarının at nalı şeklindeçivilerle süslü tabanlarını ateşe vererek benimlekonuşmaya başladı.Çekiçle üstlerine vurulan madenler gibi,kulakta çınlayan tuhaf bir sesi vardı; bütün
K’leri G gibi telaffuz ederek konuşuyordu.-Sen bayağı çocukmuşsun, be kızım. “Heryerde işittiğim bu söz artık canımı sıkmayabaşlamıştı.” Dün de işlerin amma tıkırında gitmişha! Şu var ki, bir memuriyetin muhafazası, omemuriyetin istihsalinden daha müşküldür.Gayri ona göre çalışırsın, Benim muallimlerimkendi öz kızlarım demektir. İlle velâkin gayetciddi olmalı. Bir tanesi geçenlerde bir halyiyecek olduydu: Tövbeler olsun, MaarifMüdürü’ne sormadan pasaportunu eline verdim,kapı dışarı ettim. Öyle değil mi, Şehnaz Hanım?Ağzını açmaya tövbe mi ettin?Şehnaz Hanım, mektebin müdür muaviniydi.Öksürmeden lakırdı söyleyemeyen orta yaşlı,cılız, hasta yüzlü bir kadıncağız. Deminden beribir şey söylemek istediğine dikkat ediyordum.Sinirli sinirli.-Evet, evet, öyle olmuştu, dedi. Sonra sözsöylemek fırsatını kaçırmamak istiyor gibi:-Hamalları iki mecidiyeden aşağı razı
edemiyorum, ne yapalım? diye ilave etti.Müdür Efendi, sobanın yanında dumanlarıçıkmaya başlayan ıslak kundurularının nailitabanlarından tutuşmuş gibi yerinden fırladı:-Bak tereslere, tövbe olsun arkalığı sırtımaalır, eşyayı kendim taşırım. Ben delibozuk birherifim. Yapar mıyım, yaparım, sen git, öylesöyle.Sonra tekrar bana döndü:-Sen, benim bu şaşı gözlerimi görüyormusun? Onların yan bakışlarını alimallah binliraya satmam. Şöyle bir bakıverdim mi, akıllarıbaşlarından gider. Yani demem o demek ki, arifeolmalı, fadıla, edibe olmalı vazifede kusuretmemeli, hariçten muallimlik vakarını muhafazaetmeli. Muavine Hanım, ders vakti oldu mudersin?-Oldu efendim, talebe sınıfa girdi.-Haydi kızım, seni talebeye takdim edeyim,ille velâkin evvela git, şu yüzünü iyi bir yıka.
Müdür Efendi, bu sözleri biraz sıkılarak, sesinialçaltarak! söylemişti. Fena halde şaşırdım,acaba yüzüme bir şey mi sürülmüştü?Muavine Hanım’la birbirimize baktık. O dabenim gibi mütehayyirdi:-Yüzümde bir şey mi var efendim? dedim.-Kızım, kadın kısmının süs ve altına tutkusubir yaradılış eğilimidir, ille muallim kısmınınöyle yüzü, gözü boyalı sınıfa girmesi caizdeğildir. Bugün sana pederane ihtar ediyorum.Ben, şaşkın şaşkın:-Fakat bende boya yok, Müdür Efendi, bendünyada yüzüne boya sürmüş insan değilim,dedim.Recep Efendi, aksi aksi yüzüme bakıyor.-Amma yaptın ha, amma yaptın ha, diyordu.Birdenbire işi anladım ve kendimi tutamayarakgüldüm:-Müdür Efendi, o boyalardan ben de
şikâyetçiyim. Ama ne yapalım ki Allah sürmüş,su ile çıkarmaya imkân yok, dedim. Muavine debenimle beraber gülmeye başlamıştı:-Hanımın tabii rengi efendim, dedi.Bu defa, kahkahalar Müdür Efendi’ye sirayetetti. Fakat, onun gülüşü de herkesten başka türlüidi. “Ha, ha, ha” diye gülerken (h) harflerini,yine mektebe gelmiş çocuklara alfabe talim edergibi tane tane döküyordu.-Amma tuhaf iş ha, Allah’tan ha, Allah’tanha? Allah da verdi mi verir. Sen, böyle parlakyüz gördün mü Muavine Hanım? Kızım, annensana süt yerine gül reçeli mi emzirdi be? HayAllah!..Herhalde bu Recep Efendi, pek hoş bir insanolacaktı. Çarçabuk kanım kaynamıştı.Müdür Efendi, hâlâ üstünde ince incedumanlar tüten latasını giymiş, beni sınıfagötürmeye hazırlanmıştı. Bir koridorpenceresinden talebelerimi görür görmezyüreğim ağzıma geldi. Ne kabalık Yarabbî!
Dershanede belki elli çocuk vardı. Hepsi dehemen hemen benle akran genç kızlar.Birdenbire üstüme dikilen bu bir yığın gözkarşısında adeta eriyordum.Müdür Efendi, hemen bu dakikada çekilipgitseydi, müşkül bir vaziyette kalacak,lakırdılarımı şaşıracaktım. Bereket versin, ondamüthiş bir dinletme merakı vardı:-”Çık kızım, makamına bakalım!” diye hemenhemen zorla beni kürsüye çıkardıktan sonra,uzun bir nutuk verdi. Aman, neler söylüyordu!Avrupalılar tıbbı, kimyayı, felekiyat ve riyaziyatıAraplardan aldıkları halde biz ne halt karıştırıpAvrupalılardan yeni bilgileri almıyoruz?Avrupalıların hazaini ilm-ü irfanına payzeniduhul olup gücün yettiği kadar ganimetler almakmeşru bir çapul imiş. Bu çapul öyle topla,tüfekle olmaz, ancak Fransız diliyle olurmuş.Müdür Efendi, iyiden iyice coşmuştu. Omaden gibi kulaklardan çınlayan sesiylebağırarak beni gösteriyordu:
-O memalik-i irfanın anahtarları, na, şuparmak kadar kızın elindedir. Siz, onunheybetine bakmayın, parmak kadar görünürama, içi cevherlidir. Maşallah. Sıkı yapışın,boğazına basın, ilmi ağzından alın, limon gibisıkın ha...O melun kahkaha nöbetlerinden birinintutmak üzere olduğunu hissediyor, yerleregeçiyordum. Aman Yarabbî, rezil olacaktım! İlkdefa doğrudan doğruya sınıfa bakmaya cesaretettim. Onlar da gülüyordu. Böylece talebemle ilkbakışımız tatlı bir tebessüm oldu. Öylezannederim ki, bu bakış, bu gizli gülüş, o andabizi birbirimize sevdirdi.Sınıfta gülüşmenin artması nihayet MüdürEfendi’nin dikkatini celp etmişti. Birdenbireyumruğunu kürsüye vurdu. Şaşı gözlerinin binliraya satmayacağını söylediği o korkunç yanbakışlarından biriyle sınıfı süzerek:-O ne ya?.. O ne ya, o ne ya?.. Size, az yüzverdiler mi, astarını da istersiniz. Bu kadın
kısmına yüz vermeye gelmez ya, tövbe olsun,berbat ederini. Kapayın çabuk ağızlarınızı.Pişmiş kelleler gibi ne sırıtıp duruyorsunuz, diyebağırdı.Kızlar, o kadar aldırış etmiyorlardı. Doğrusuben, onlardan daha ziyade ürkmüştüm. Nutuk,on beş dakika kadar devam etti. Ara sıragülüşmeler arttıkça Recep Efendi, kürsüyüyumrukluyor: “Ne sırıtıyorsunuz? Kalpatanıgetiririm ha!” diye yarı şaka, yarı ciddi onlarıtehdit ediyordu. Nihayet, son bir defa daha:“Sıkı tutun, yakasını bırakmayın, limon gibisıkıp ilmini ağzından almazsanız, yuh sizinervahınıza; ananızdan babanızdan, devletten,milletten yediğiniz ekmek zıkkım olsun!” diyebağırdıktan sonra çıktı gitti.Talebemle yalnız kaldığım bu ilk dakikanınbu kadar müşkül olacağını düşünmemiştim.Sabahtan akşama kadar durmadan söylenengeveze Çalıkuşu, dut yemiş bülbüle dönmüştü.Başımın içi bomboştu. Söyleyecek bir kelimebulamıyordum. Kendimi tutamadım, gayri
ihtiyari, hafifçe güldüm. Bereket versin,talebelerim beni hâlâ Müdür Efendi’nin nutkunagülüyor sandılar. Onlar da gözlerime bakarakgülümsemeye başladılar. Birdenbire bana bircesaret geldi. Artık, kendimi toparlamıştım.-Hanımlar, diye söze başladım. Bir parçaFransızcam var, bunun size faydası olursabahtiyar olacağım.Artık, tılsım bozulmuştu; dilim açılmıştı. Hiçgüçlük çekmeden söylüyor, kızlarımın yavaşyavaş bana ısındıklarını hissediyordum. Böylekocaman hanımlara karşı kızlarım diyebilmek nesaadet! Yalnız ara sıra biraz fazla gülüyorlardı,benim için hava hoş. Fakat maşallah RecepEfendi, o bin liradan fazla değer yan bakışlarıylasınıf penceresinden bakarsa dehşet! Onun içintalebelerime ayrıca bir ihtarda bulunmaya lüzumgördüm:-Hanımlar, gülmeleriniz tebessüm derecesinigeçmemeli, sizi tehdit etmek için benim elimdeMüdür Efendi’nin galiba “kalpatan” dediği şeyher neyse ondan yok. Fakat size kırılırım, dedim.
Hasılı, ilk dersim pek güzel geçti.Sınıftan çıkarken kızlarımdan biri yanımageldi. Bana “kalpatan”ın sadece “kerpeten”demek olduğunu söyledi. Müdür Efendi fazlagülenleri “kalpatanla dişlerinizi sökerim ha!”diye zarifane tehdit edermiş.B.. 28 MartKızlarımdan çok ama pek çok memnunum.Beni o kadar sevdiler ki, teneffüste bile peşimibırakmıyorlar. Arkadaşlarıma gelince, doğrusuonlara da fena insanlar diyemem. Bana karşıfazla soğuk duranlar, odanın bir köşesinde yanyana bakarak benim için herhalde iyi olmayanşeyler fısıldaşanlar yok değil. Fakat, insan,evinde bile herkesle sevişebilir mi?Arkadaşlar arasında en hoşuma giden, Neziheve Vasfiye diye iki sevimli İstanbul çocuğu.Birbirlerinden hiç ayrılmıyorlar. Fakat, muavinŞehnaz Hanım bana, bunlarla sıkı fıkı arkadaşolmamamı tavsiye etti. Sebebi nedir,
bilmiyorum! Bunlardan başka iki tane eski bildikvar. Birisi vaktiyle Merkez Rüştiyesi’nde benimüdafaa eden uzun boylu, keskin kara gözlükadın ki, burada haftada bir gün dersveriyormuş. Müdür Efendi’nin yan bakışlarındankokmayan yegâne arkadaşımız bu. BilakisRecep Efendi, ondan çekiniyor, gizli gizli mavilatasının yakasını silkerek: “Vah ne şirrettir o!Şunu bir atlatsam yok mu, tövbe olsun gözümaçılacak!” diyor.Eski bildiklerden ikincisi kocaman gözlüklü,dişlek bir ihtiyar muallime. Vaktiyle arası sıratren arkadaşlığı ederdik. Göztepe taraflarındanbir yerde muallimeydi.Onun da gözü beni ısırıyor, dikkatle yüzümebakarak:-Allah, Allah! Bu kadar benzeyiş görmedim.Vaktiyle trende afacan bir mektep kızıgörürdüm. Size öyle benzerdi ki... Fakat o,galiba, Fransız filandı. Türlü maskaralıklar eder,bir vagon dolusu halkı güldürmekten kırargeçirirdi, diyor.
Ben, önüme bakarak:-İhtimal, olabilir, diyordum.Mektepte birkaç erkek muallim de var. ZahitEfendi, ihtiyar bir din dersleri hocası. Coğrafyahocası Ömer Bey, kıranta bir miralay mütekaidi,ismini bilmediğim bir yazı muallimi, nihayetmusiki muallimi Şeyh Yusuf Efendi. Yalnızmektebin değil, bütün B.’nin en ehemmiyetli birşahsı, Yusuf Efendi, bir Mevlevi şeyhiymiş,birkaç sene evvel B.’ye gelmiş, iki kardeş, kendikendilerine küçük, sessiz bir evde yaşıyorlarmış.Bu küçük evi bilenler söylüyorlar, bir musikimüzesi gibiymiş. Her çalgıdan, her sazdanvarmış. Zaten Şeyh Efendi, meşhur birbestekâr... Öyle parçaları varmış ki, insan, onlarıağlamadan dinleyemezmiş.Kendisini ilk defa soğuk, yağmurlu bir gündegördüm. Teneffüste talebelerimle beraberbahçeye çıkmış, onlara yepyeni bir top oyunuöğretmek bahanesiyle biraz oynamış,eğlenmiştim. İçeriye girdiğim vakit siyah
önlüğüm ıslanmıştı. Arada şunu da söyleyeyimki, benim kendi icat ettiğim bu kıyafet mektepteyavaş yavaş yayılmaya başladı. Hatta,talebelerim arasında bile. Müdür Efendi bununrengine itiraz ediyor: “Müslüman kısmına karagiymek yakışmaz, yeşilden yapmalı!” diyor,ama leke olacağını bahane ederek aldırmıyoruz.Muallim odasında kocaman bir çini sobayanıyordu, iki duvar köşesiyle bu sobaarasındaki aralığa girerek ayakta durmuş,ellerimi önlüğümün ceplerine sokarak üstümükurutuyordum. Kapı açıldı, içeriye otuz beşyaşlarında, ince uzun boylu bir efendi girdi. O,bildiğimiz siviller gibi giyinmişti. Böyle olduğuhalde bahsedilen Şeyh Yusuf Efendi’nin mutlakabu zat olduğunu anladım. Mektepte onu çokseviyorlar. Arkadaşlar, hemen etrafını aldılar,paltosunu çıkardılar. Soba borusunu kendimesiper ederek ona bakmaya başladım. Halim, tatlıbir adamdı. Süzgün yüzünde, ekseriya ölmeyemahkûm hastalarda görülen renksiz, nazik,şeffaf bir beyazlık vardı, ince sarı sakalı, açıkmavi gözleri bana, pansiyonun loş dehlizlerinde
mahzun mahzun gülümseyen İsa resimlerinihatırlattı. Hele söz söyleyişi doyulmayacakkadar tatlıydı. Bu halim, tatlı seste belli belirsizbir şikâyet! Etrafında bir daire çevirenarkadaşlarıma bir türlü bitmeyen yağmurlardanşikâyet ediyor, açık havalan, hırçın birsabırsızlıkla beklediğini söylüyordu. Bir aralıkgözlerimiz birbirine tesadüf etti. Köşeninkaranlığında beni biraz daha iyi görmek içinhafifçe gözlerini büzdü:-Kim bu küçükhanım, talebelerimizden mi?diye sordu Arkadaşlarım hep birden banadöndüler. Vasfiye gülerek-Affedersiniz beyefendi, dedi. Takdim etmeyiunuttuk. Yeni Fransızca muallimimiz FerideHanım.Bulunduğum yerden başımla selamladım:-Büyük bestekârımızı tanıdığıma çok memnunoldum efendim, dedim.Sanatkârlar böyle cümlelere karşı pek hassas
oluyorlar. Beyaz teninde bir pembelik uçtu.Ellerini ovuşturarak boynunu büktü:-Bendeniz bestekâr sıfatına layık olacak bireser vücuda getirdiğime kâni değilim. Birkaçparça eserimde küçük bir meziyet varsa, o daHâmit, Fikri gibi bazı büyük şairlerdeki ilahimelâli samimi bir sesle ifade etmesindenibarettir, dedi.Hülasa, bu Yusuf Efendi’yi bir ağabey gibiseviyordum.B...7 NisanEn büyük bir emelime daha kavuştum.Dünden beri güzel, küçük, temiz bir evim var;bunu bana, Allah razı olsun Hacı Kalfa buldu.Kendi evine iki üç dakikalık mesafede, aynısemtin kenarında üç odalı, minimini, bahçeli,şirin bir evceğiz. Daha iyisi, bunu bana içinineşyalarıyla beraber kiraladılar.Munise de, ben de dün çok neşeliydik. Sözdebiraz temizlik yapacak, eşyayı düzeltecektik. Negezer? Gülmekten, birbirimizi kovalamaktan, alt
alta, üst üste boğuşmaktan göz açamadık ki...Hele biçare Munise, gözlerine inanamıyor,kendisini saraya girmiş zannediyor. SadeceMazlum -Çoban Mehmet’in verdiği keçininismini Mazlum koyduk- bizi epeyce korkuttu.Bu yaramaz, açık kalan mutfak kapısındanbahçeye, oradan dereye inen bayıra kaçmış,aşağısı minare boyu var. Allah esirgesin, hafifçeayağı kaysa doğru dereye düşecek. Hoş, buşeytan mahluklar ayaklarını basacakları yeribenden iyi bilirler ya. Neyse, içeri alıncayakadar epeyce yürek üzüntüsü çektik.Evet, evimizden çok memnunuz. Munise,taşlıktaki mavi çinilere ayağını sürüyorduvardaki çiçek resimlerini elleriyle seviyor.Yalnız akşamüstleri ortalık kararırken birazmahzun oluyoruz. Komşu evlere, ellerindemendillerle babalar, kardeşler geliyor. Bizimkapımızı bu saatlerde hiç kimse çalmayacak; budaima böyle olacak.Bu memleketin, öyle güzel bir baharı var ki..
Her taraf yemyeşil. Bahçemde renk renk çiçekleraçıyor, odamın pencerelerine sarmaşıklartırmanıyor. Hele bahçemizin önündeki dik bayır,adeta bir zümrüt çağlayanı Bu dalgalı yeşillikiçinde gelincikler, taze yaralar gibi kanıyor.Bütün boş günlerimi bu bahçede Munise ilekoşmaca oynamak, ip atlamakla geçiriyorumYorulduğumuz vakit ben, resim yapmayabaşlıyorum; Munise, keçisiyle beraberçimenlerin üstüne uzanıyor. Resim merakı bendeyeniden uyandı. Birkaç günden ben Munise’ninsuluboya bir resmiyle uğraşıyordum. Yaramazkız uslu dursa çabucak bitecek, fakat pozdanpek sıkılıyor. Başında kır çiçeklerinden birçelenkle, çıplak kollarında keçisiyle karşımdaoturmak ona pek güç geliyorAra sıra Mazlum, hırçınlık etmeye, uzun incebacaklarıyla debelenmeye başlıyor. O vakitMunise: “Abacığım, vallahi ben durmakistiyorum ama, Mazlum durmuyor. Neyapayım?” diye kaçıyor. Bazı kızıyorum,parmağımla onu tehdit ederek:
-Ben, senin şeytanlığını anlamıyor muyumsanıyorsun? Sen hayvanı mahsus gıdıklıyorsun,diyorumMektepteki derslerim galiba fena gitmiyor.Müdür Efendi benden çok memnun. Yalnız,gülmeyi fazla sevdiğim için ara sıra darılıyor:“Kalpatanı sana da getiririm ha!” diyor. Ben,yalandan surat ediyorum: “Ne yapayım, HocaEfendi? Üst dudağım bir parça kısa da ciddidurduğum vakit bile gülüyorum sanıyorsunuz!”diyorum.Şeyh Yusuf Efendi ile ahbaplığımız çokilerledi. Bu nazik mahzun hastaya bayılıyorum.Sesinin o gizli şikayetiyle öyle güzel, ince şeylersöylüyor ki... On gün evvel tuhaf bir vaka geçti:Mektebin kullanılmayan eşya ile dolu metruk birsalonu var. O gün, bir ders levhası almak için osalona girmiştim. Panjurlar kapalı olduğundanburaya adeta bir akşam karanlığı basmıştı.Etrafıma bakınırken, köşelerden birinde gözüme,toza, toprağa bulanmış bir eski org ilişti,birdenbire gönlümde tatlı ve mahzun bir ihtizaz
uyandı. Çocukluğumun mesut günleri bir orgunçaldığı ağır, derin ilahiler içinde geçmişti.Unutulmuş bir dost mezarına yaklaşır gibi titreyetitreye onun yanına gittim. Bu salona neyapmaya geldiğimi, nerede olduğumuunutmuştum. Yavaşça ayağımı bastım, tuşlardanbirine parmağımı koydum. Org, yaralı birgönülden gelir gibi ağır, derin bir ses verdi. Ah,bu ses!Ne yaptığımı düşünmeden bir sandalye çektimOrgun önünde oturdum; yavaş olarak sevdiğimcantique’lerden birini çalmaya başladım.Org inledikçe yavaş yavaş kendimikaybediyor, ağır bir rüya içine gömülmeyebaşlıyordum. Mektebimin loş koridorlarıgözlerimin önünde açılıyor, siyah önlüklü, kesiksaçlı arkadaşlarım, kafile kafile bu dehlizdengeçiyordu. Ne vakitten beri burada olduğumu,neler çaldığımı bilmiyordum. Eski günlerimineski rüyasına tamamıyla kendimi terk etmiştim.Arkamda derin bir ah, yapraklar içindenrüzgâr geçmesine benzer bir ses işittim. Hafifçe
titreyerek başımı çevirdim. Karanlıkta gözümeŞeyh Yusuf Efendi’nin sarışın siması göründü.Kırık bir dolaba dayanmış, boynunu bükmüş,mavi gözlerinde ağır bir melâl ile benidinliyordu.-Devam et yavrum, devam et, rica ederim,dedi.Cevap vermedim. Orgun üzerine başımı dahaziyade eğerek gözlerimden akan yaşlarkuruyuncaya kadar çaldım. Sonra göğsümdetutuk nefeslerle yorgun, bitkin bir halde durdum.-Sizde ne derin bir istidad-ı musiki, ne hassasbir kalp varmış Feride Hanım! Bir çocukruhunun bu engin hüznü nasıl bildiğinemütehayyirim.Ben, lakayt görünmeye çalışarak cevapverdim:-Bunlar, cantique denilen bir nevi ilahilerdirki, esasen böyle yanık şeylerdir efendim. Hüzünbende değil, onlarda.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 858
- 859
- 860
- 861
- 862
- 863
- 864
- 865
- 866
- 867
- 868
- 869
- 870
- 871
- 872
- 873
- 874
- 875
- 876
- 877
- 878
- 879
- 880
- 881
- 882
- 883
- 884
- 885
- 886
- 887
- 888
- 889
- 890
- 891
- 892
- 893
- 894
- 895
- 896
- 897
- 898
- 899
- 900
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 900
Pages: