büyük suç değildi.Köpek bir kaya kovuğunun içine, aklıncaemin bir yere saklanmıştı. Biraz sonra küreklidüşmanının, ikinci bir hücumuna uğradığızaman ne yapacağını, kendi ayağıyla girdiği bukapandan nasıl kurtulacağını düşünmeden, kesikkesik uluyordu. Kumsal boyunca dümdüz koşupgitseydi, yahut benim tasarladığım yoldan bayıratırmansaydı mutlaka kurtulacaktı.Vaktim olsa, bu zavallı köpeği kurtarmak içinbir şey yapardım. Fakat ne çare ki, benimderdim de kendi başımdan aşkındı. Ben de onungibi kovalanıyordum.Müjgân’la kuzenimin, burnu dönmeleri tekraraklımı başımdan aldı ve arkama dönmeden yinehızlı adımlarla biraz yürüdükten sonra, bayıratırmanmaya başladım.Mamafih, evvelce de düşündüğüm gibi,büsbütün kaçmaya da içim razı olmuyordu,ikide birde duruyor, belli etmeden yavaşçaarkama, daha doğrusu aşağıya bakıyordum.
Facia, Müjgân’la Kâmran’ı da alakadar etmişgörünüyordu. Devrilmiş katran tenekesininbaşında heyecanla konuşuyorlardı.Nihayet, kuzenimin cebinden çantasınıçıkardığını, balıkçıya paralar verdiğini gördüm.Daha garibi, sevinçle küreğini yere atan balıkçı,bana dönüyor, elleriyle işaretler yapıyordu.Müjgân’ın yaptığını hatırladıkça, aklımçileden çıkıyor, bütün vücudumu ateş basıyordu.Ara sıra tırnaklarımla avuçlarımı kopararak:“Rezil oldum, alacağın olsun, Müjgân!”diyordum.O hızla zannederim ki, İstanbul’a kadargiderdim. Fakat kapının önünde Aziz Eniştemkarşıma çıktı:-Kız, ne o çehre? Pancar gibi kızarmışsın! Birimi kovaladı, diye yolumu kesti.Sinirli bir gülme ile “Ne münasebet!” dedimve çocuk sesleri gelmekte olan arkaya bahçeyekoştum.
Arka bahçede, büyük bir gürgen ağacına asılı,bir kolan salıncağı vardı. Bazı günler komşuçocuklarını toplayarak, burasını bayrammeydanlarına çevirirdim. Bugün, küçükarkadaşlarım, benim davetimi beklemeden iriliufaklı bir sürü halinde gelmişler, salıncağınetrafını sarmışlardı.Ne güzel tesadüf! Eve gelirken odamakaçarak kapıyı kilitlemeyi düşünmüştüm. Fakatonlar, muhakkak arkamdan gelecekler, zorlakapıyı açtırmak isteyerek, sofada rezaletçıkaracaklardı. Halbuki şimdi, çocukların arasınakarışır, işi deliliğe vurarak onların yanımasokulmalarına mani olabilirdim Arkadaşlarımarasında salıncağa önce binmek yüzündenkavga çıkmıştı. Ben, hemen aralarına atıldım,kollarımla onları iki tarafa dağıtarak:-Hepiniz kenara sıralanın, bakayım... dedim.Ben, sizi birer birer kendim sallayacağım.Salıncağa atladım, küçüklerden birini dekarşıma alarak, yavaş yavaş sallamaya başladım.
Çok geçmeden onlar sökün ettiler veçocukların arkasında durdular.Müjgân, hızlı hızlı soluyor, ara sıra eliylegöğsünü bastırıyordu. Kuzenim, onu fazlacakoşturmuş olacaktı.İçimden: “Daha beter ol!” dedim ve salıncağıhızlandırdım.Kenarda nöbet bekleyen çocuklartitizlenmeye, “Çok oldu ama, bizi de, bizi de!”diye bağrışmaya başlıyorlardı. Fakat ben, kulakasmıyor, başımdaki gürgenin sık yapraklarınıhışırdatarak, gittikçe artan bir hızlahavalanıyordum.Bu hal, çocukları büsbütün hırslandırmıştı.Sabırsızlıklarından, çizdiğim sınırı aşarak,kendilerini salınacağın önüne atıyorlar,Müjgân’la Kâmran, onları kollarından çekerekyüzlerini, gözlerini çarpıp dağıtmalarına manioluyorlardı. Daha fenası, benimle berabersallanan küçük de kesilmişti. Dizlerimin arasındaçığlık çığlığa haykıran bu yumurcağın ipleri
bırakmasından, yere düşüp ölmesindenkorkmaya başlamıştım.Çaresiz salıncağı durdurdum ve çocuğaçıkışmaya başladım. Bir parça hızlı sallanmaktankorkacak çocuğun, kolan salıncağında ne işivardı? Bunlar evde küçük kardeşlerininbeşiğinde sallansalar daha iyi olurdu. Daha bunabenzer birtakım sözler. Yani açıkçası, Kâmran’ınbana lakırdı söylemesine fırsat vermemek içinşirret bir yaygara. Bereket versin öteki çocuklarda ayrı perdeden, ayrı tempodan başkayaygaralar koparıyorlar, bahçeyi cehennemeçeviriyorlardı.-Beni de, Feride Abla. Beni de. Beni de.-Hayır, hiçbirinizi almayacağım,korkuyorsunuz.-Korkmayız Feride Abla, korkmayız,korkmayız, korkmayız.Bu esnada evin penceresinden teyzemin sesiişitildi:
-Feride, onların da biraz gönlünü ediver,canım.-Teyze, böyle söylüyorsunuz ama, düşerlerse,bir yerleri kırılırsa sonra beni haşlarsınız.-A kızım, çocukları düşürtmek şart değil ya.Yavaş sallayıver.-Teyze, bilmez gibi söylemeyin, rica ederim.Kırk yıllık Çalıkuşu’nu daha tanımadınız mı?Bana güven olur mu? Uslu uslu başlarım. Sonrasalıncak gidip geldikçe şeytan yavaş yavaşdürteler: “Haydi, haydi. Biraz daha!” diye.“Etme, eyleme, yanımda çocuklar var!” diyecevap veririm. Fakat o: “Haydi Feride, haydiFeride!” diye tekrar eder. Bu kadar teşvike birzavallı Çalıkuşu nasıl dayanır, insaf etsenize!Gevezeliğim tükeniyor, fakat arkam dönükolduğu halde, kuzenimi omuz başımdahissediyordum. Sesim kesilir kesilmez onunbaşlayacağına hiç şüphem yok. Ne yapmalı?Onunla yüz yüze gelmeden nasıl kaçmalı?
Eteklerime bir çocuğun sarıldığını görüyorum,koltuklarının altından tutarak havayakaldırıyorum. Bu, misafirlerimin en miniminisi,yedi, sekiz yaşında bir bebekti. Yüzünü yüzümeyaklaştırarak:-Hatırın kalmasın ama, seninle hiç olmazdiyorum. Bu tombul yanacıkları kanatırsak neolur?Çocuğun arkasını bir gölge kaplıyor. Bu,Kâmran’dır. Bu başı başımdan ayırır ayırmazonunla yüz yüze, göz göze geleceğime hiçşüphe yok. Artık kurtuluş çaresi kalmadı. Ondankaçınmak, korkmak dünyada kibrimeyediremeyeceğim şey, onun için küçüğükollarımdan indiriyorum ve dimdik Kâmran’ıngözlerine bakıyorum:-Haydi küçük, Kâmran ağabeye yanaş, o,hanım gibi nazlı, nazik bir çocuktur. Ninnisieksik bir sütnine gibi seni sarsmadan, yormadanuslu uslu sallar. Yalnız, fazla kıpırdama. Çünkünazik kolları seni zapt edemez, ikiniz de
düşersiniz.Niyetim, gözlerim gözlerine dikili, ona başeğdirip neticeye kadar bu küstah ve zalim alayadevam etmek. Fakat o, gözlerini kaçırmıyor,mendilimle tozlu avuçlarımı silmeye başlıyorum.Kâmran:-Eğleniyorsun öyle mi yaramaz? dedi. Şimdigörürüz, beraber sallanacağız.Çevik bir hareketle ceketini çıkardı.Müjgân’ın kollarına fırlattı.Teyzem pencereden:-Aman, Kâmran, çocukluk etme. O canavarlabaşa çıkamazsın, bir yerini kırar, diyebağırıyordu.Çocuklar, eğlenceli bir şey seyredeceklerinianlayarak geri çekildiler. Biz salıncağın yanındayalnız kaldık.Kuzenim gülerek:-Ne bekliyorsun, Feride? dedi. Korkuyor
musun? Bu sefer yüzüne bakmaya cesaretedemeyerek:-Ne münasebet, dedim ve salıncağa atladım.İpler gıcırdadı, salıncak yavaş yavaş hareketetti.Ben, ihtiyatlı davranıyor, çok zorlu olacağınıhissettiğim bu sallanmada kuvvetimi muhafazaetmek için dizlerimi hafifçe bükmekle iktifaediyordum.Gitgide süratimiz artmaya, gürgen, gittikçeçoğalan yaprak hışırtılarıyla sarsılmaya başladı.İkimiz de dişlerimizi sıkıyor, bir kelime bizebiraz kuvvet zayi ettirecekmiş gibi susuyorduk.Hareketin sarhoşluğu yavaş yavaş beni sarıyorkendimden geçiyordum. Alaycı bir sesle:-Pişman olmaya başladınız mı acaba? diyesordum. O da, gülerek.-Kimin pişman olacağını görürüz, dedi.
Dağınık saçlarının arkasından, pırıl pırıl yananyeşil gözleri bende garip bir kin; bir zulüm meyliuyandırıyordu. Kuvvetle dizlerimi bükereksalıncağa çılgın bir sürat verdim. Şimdi, her gidişve gelişte başımız yaprakların içine dalıpçıkıyor, saçlarımız birbirine karışıyordu. Biraralık, bir rüya içinde gibi teyzemin “Yeter,yeter!” diye bağıran sesini işittim.Bunu Kâmran da tekrar etti:.-Yeter mi, Feride? dedi.-Onu size sormalı, diye cevap verdim.-Benim için hayır, dedi. Müjgân’danöğrendiğim güzel şeyden sonra, yorulmamaimkân yok...Dizlerim birden bire gevşedi, iplerin elimdenkurtulmasından korktum.Kâmran, devam etti:-Bunu ümit ediyordum. Ben, buraya senin içingeldim Feride...
-İnelim artık, düşeceğim, diye yalvardım. O,düşkünlüğümü anlamadı:-Hayır, Feride, dedi. Benimle evlenmeye razıolduğunu ağzından işitmeden seni bırakmam,beraber düşüp ölünceye kadar.Dudakları saçlarımın arasından alnıma,gözlerime dokunuyordu. Dizlerim büküldü;birbirine kenetlenmiş ellerim açılmamaklaberaber kollarım iplerin etrafına kaydı. Kâmran,beni bu esnada kavramamış olsaydı, muhakkakdüşecektim. Fakat onun kuvveti beni muhafazaetmeye kâfi değildi. Muvazenesi bozulansalıncağın birdenbire dönen ipleri arasında yereyuvarlandık.Hafif bir sersemlikten sonra gözlerimi açtığımzaman kendimi teyzemin kucağında buldum.Islak bir mendille şakaklarımı siliyor:-Bir yerin acıyor mu, kızım? diyordu.-Hayır teyze, dedim.
-Öyleyse niçin ağlıyorsun? Gözlerindekiyaşlar ne?-Ben mi ağlıyorum, teyze? Başımı teyzemingöğsüne soktum:-Düşmeden evvel ağlamış olacağım, teyzededim.Üç gün sonra, Ayşe Teyzem’Ie Müjgân dabize katılmış olarak sürü sepet İstanbul’adönüyorduk. Havadisi oğlunun bir mektubuylaöğrenen Besime Teyzem ile Necmiye bizi,Galata rıhtımında karşılamaya koşmuşlardı.Nişanlılığımın ilk haftaları herkesten kaçmaklageçti. Bunların başında Kâmran geliyordu. O,benimle yalnız kalmak, beraber gezinmek vekonuşmak istiyordu. Zannederim, bu, her nişanlıgibi onun da hakkıydı. Fakat ne çare ki, bendünyadaki nişanlıların en acemi ve vahşisiydim.Kâmran’ın bana doğru geldiğini gördüğümzaman ürkmüş bir at gibi patır patır kaçıyordum,arkamdan sapan taşı yetişemiyordu.
Müjgân vasıtasıyla ona bir ültimatomvermiştim. Karşı karşıya geldiğimiz zamanbenimle nişanlı gibi konuşmayacaktı. Sözünütutmazsa her şeyi bozacağımı yeminlerlesöylüyordum. Müjgân, Tekirdağ’da olduğu gibiburada da ara sıra beni yatağımda sıkıştırıyor:-Niçin bu deliliği yapıyorsun, Feride? diyordu.Biliyorum ki, onu ölesiye seviyorsun. Bunlar,sizin en güzel zamanlarınızdır. Kim bilir, onunsana söyleyecek ne güzel şeyleri vardır...Müjgân, bazen bu kadarla kalmıyor, incecikelleriyle saçlarımı okşayarak onun ağzındankonuşuyordu.Yatağımda büzülerek:-İstemiyorum... Korkuyorum, utanıyorum,tuhaf bir şey işte... Anlatamayacağım ki, diyesızıldanıyor, daha üstüme varırsa ağlıyordum.Sonra, beni bırakıp yatmaya gittiği zamanKâmran’ın söylediği şeyleri kendi kendimetekrar ediyor, bu kelimelerin ahengi içinde
uykuya dalıyordum.Teyzem, bana özene bezene bir nişan yüzüğüyaptırmıştı. Benim yaralı parmaklarımayakışmayacak kadar göz alıcı, zengin taşıvardı...Bunu teyzem, bir İstanbul dönüşünde, beni birpencere kenarına çekerek bir sürpriz gibigösterdiği., karşıki ağaçların içinde kaybolmaküzere olan güneşe tutup parıldattığı zaman,gözlerimi kapayarak geri çekildim, ellerimiarkama sakladım, kızardığımı göstermemek içinyüzümü perdenin karanlığına siper ettim.Teyzem, beni anlamadı, sevinçle boynunasarılmayışıma hayret eder gibi:-Beğenmedin mi yoksa, Feride? dedi. Soğukbir sesle:-Çok güzel teyze, mersi, dedim.Bu hareketime, canının sıkıldığı anlaşılıyordu.Mamafih, bu, uzun sürmedi. Tekrargülümsemeye başlayarak:
-Elini uzat da bir tecrübe edelim, dedi. Eski biryüzüğünü ölçü verdim, inşallah dar falandeğildir.Teyzem kolumu zorla çekecekmiş gibi,arkama sakladığım parmaklarımı birbirinekilitliyordum:-Şimdi imkânı yok, teyze dedim. Daha sonra...-Çocukluk etme, Feride.İnatla başımı önüme eğdim, ayaklarımınucuna bakmaya başladım.-Birkaç gün sonra akrabalarımıza bir küçükdavet vereceğiz. Nişan takacağız.Yüreğim hızlı hızlı çarpıyordu:-İstemem, dedim. Buna mutlaka lüzumgörüyorsanız ben mektebe gittikten sonra yapın.Güzel bir azarı hak etmiştim. Fakat, teyzem,yine büyüklüğün kendinde kalmasını istedi.Gülümserken dudaklarını kısarak hafif bir alaygeçti:
-Nasıl, nişan toplantısında senin yerine birvekil mi koyacağız? Nikâhta öyledir ama kızım,nişanda henüz böyle bir âdet çıkmamıştır.Verilecek cevap olmadığı için önümebakmakta devam ediyordum.Teyzem, alacağım dersin şiddetini gidermekiçin bir eliyle belimden tuttu; öteki eliyle çenemi,saçlarımı, alnımı okşayarak:-Feride, zannederim ki, artık çocukluğubırakmak zamanı gelmiştir, dedi. Şimdi seninyalnız teyzen değilim, annenim de...Buna pekmemnun olduğumu söylemeye lüzum yok değilmi? Sen, Kâmran için, huyunu bilmediğimherhangi bir yabancı kızdan çok daha iyisin.Yalnız...Yalnız biraz fazla havaisin. Çocukluktabu, belki pek zararlı bir şey değildir. Fakatgitgide büyüyorsun. Büyüdükçe de elbetteağırlaşacaksın, akıllanacaksın. Mektebinibitirmene ve evlenmenize aşağı yukarı; dört senevar. Hayli uzun zaman. Böyle olmakla berabersen, nişanlı bir kızsın. Ne demek istediğimi,
bilmem anlatabiliyor muyum? Ciddi ve ağırbaşlıolmalısın. Çocukluğa, yaramazlığa, inatçılığaartık nihayet vermelisin. Kâmran’ın ne kadarince hisli ve nazik olduğunu biliyorsun.Kelimesi kelimesine aklımda kalmış olan busözlerde hakikaten yakıp hırpalayacak bir şeyvar mıydı? Bunu bugün bile anlamış değilim.Fakat, ne bileyim, teyzemin beni kıymetli oğluiçin biraz küçük gördüğü korkusunuseziyordum.Nasihatlerinin nasıl tesir ettiğini anlamak istergibi: -Şimdi artık anlaştık, değil mi, Feride? dedi.Sırf akraba ve bir iki yakın dost için bir nişanziyareti yapacağız.Kendimi çiçeklerle ve avizelerle süslü birmasada şimdiye kadar alışmadığım bir tuvaletle,bambaşka saçlar ve çehreyle onun yanındagördüm. Bütün bakışlar üzerimize toplanmıştı.Birdenbire titreyerek silkindim:-İmkânı yok bunun teyze, diyerek dörtnalaaşağı kaçtım.
Müjgân, bugünlerde benim için bir abladanfazla bir şey, hemen hemen bir anne olmuştu.Geceleri odamızda yalnız kaldığımız zamanlambayı söndürüyor, onun hırpalanmaktanbüsbütün incelmiş vücudunu kollarımın arasınaalıyor, cevap vermemesi için elimle ağzınıtıkayarak yalvarıyordum:-Dünyada en acıdığım, alay ettiğim insanlar,nişanlı kızlardı. Ben, onlardan biri oldum.Onlara yalvar. Kimse bana, nişanlı demesin.Yerin dibine geçiyorum, korkuyorum, ben dahaçocuğum. Önümüzde daha dört uzun sene var.O zamana kadar daha büyürüm, alışırım. Kimsebana nişanlı muamelesi etmesin şimdi.Nihayet, ağzı serbest kalan Müjgân:-Peki, diyordu. Yalnız bir şartla. Dahadoğrusu iki şartla. Evvela benimleboğuşmayacaksın. Sonra, onu çok sevdiğinibana, yalnız bana, bir kere daha tekraredeceksin.
O zaman, Müjgân'ın göğsüne yüzümüsaklıyor, başımla üst üste birkaç kere “evet”işareti yapıyordum.Müjgân, vaadinde durmuştu. Evdekilerdenolsun, dışarıdakilerden olsun kimse yüzümekarşı -nişanlandığımdan- bahsetmiyordu. Aradabir şakalaşmaya kalkanlar olursa benden,ağızlarının payını alıyorlar ve susuyorlardı Hatta,bunlardan biri bir gün benden, ağzına bir hafifşamardık da yedi. Fakat bereket versin yabancıdeğil, kuzenimin ta kendisiydi bu... Benimtarafımdan gayet haklı bir şamardık; fakat, Allahesirgesin, Besime Teyzem duysa, kim bilir, bananeler yapardı.Böyle olmakla beraber, yine de köşkte pekrahat sayılmazdım. Mesela, mevkiim büyüdüğüiçin, günün birinde beni evin daha hatırlı birodasına taşıyorlar, perdelerimi, karyolamı,gardırobumu değiştiriyorlardı ve bunun sebebinisormaya, tabii cesaret edemiyordum.Bir gün, araba ile Merdivenköyü’nde bir köy
düğününe gidilecekti. Araba, kalabalıkçaydı.Boş bulundum:-Arabacının yanına bineyim, dedim.Bir kahkaha koptu. Ben, kızararak kös kösarabaya bindim.Eskiden olduğu gibi ara sıra mutfaktan kayısıkurusu falan aşırmaya gittikçe hain aşçı:-Ne istersen açık yeyiver, küçükhanım. Gayrızatınıza hırsızlık yakışmaz, diye benimle alayediyordu.Kimse, henüz bir şey söylemediği halde artıksokaktan çocuk çağırmaya da cesaretedemiyordum. Kırk yılda bir ağaca çıkmak içinbucak bucak saklanmak ve geceyi beklemeklâzım geliyordu. Fakat, bunların arasında enbaşa çıkılmazı, Kâmran’dı. Vakanın son günleriköşkte, onunla kovalamaca oynamakla geçtidiyebilirim.O, beni yalnız yakalamak için fırsat arıyordu.Ben, bütün şeytanlığımı, kendimi tenha bir yerde
kıstırmamaya sarf ediyordum.Ara sıra bana teklif ettiği araba gezintilerineyanaşmıyor, pek fazla ısrar ederse yanımıza -Müjgân’dan başka- birini alıyor ve yoldamütemadiyen onunla konuşuyordum.Müjgân’dan başka diyorum Çünkü Müjgân’ınyolda beni; onunla yalnız bırakmak içinkaçmayacağına, yahut da lüzumsuz gevezelikleretmeyeceğine emniyetim yoktu.Kâmran, bir gün bana:-Biliyor musun, Feride, beni bedbahtediyorsun dedi.Kendimi tutamadım:-Şimdiden mi? dedim.Bu suali, o kadar komik bir hayretlesormuştum ki, ikimiz de gülmeye başladık.-Müjgân’a söylediğini bir kere de seninağzından işitmek istiyorum. Zannederim ki, bubenim hakkım
Müjgân’a ne söylediğimi hatırlamıyormuşumgibi yalandan gözlerimi havaya kaldırdım,düşündüm. Sonra:-Evet, ama, dedim. Müjgân kız. Cariyeniz de,zannederim, öyle. Aramızda konuştuğumuz herşey, herkese söylenemez.-Ben herkes miyim?-Yanlış anlamayınız. Tipiniz, biraz kadın tipiolmasına rağmen erkeksiniz. Demek ki, bir kızarkadaşa söylenecek her şey bir erkeğe tekraredilmez.-Ben, senin nişanlın değil miyim?-Galiba bozuşacağız. Biliyorsun ki, ben bukelimeyi istemiyorum-Görüyorsun ki, kendime bedbaht demektehakkım var. Yine belki ağzıma vurursun diyekelimeyi söylemeye cesaret edemiyorum. Fakatsana karşı, kimse için duymadığım bir his variçimde...
Ne vakitten beri, kaçtığım kapana tutulmaküzere olduğumu anladım. Konuşursam, ya sesimtitreyecekti, ya başka bir münasebetsizlikyapacaktım. Kâmran’ın sözünü ağzına bırakaraksokağa doğru bir koşu kopardım.Onun da, arkamdan geleceğinizannediyordum. Fakat öyle bir şey işitmeyinceyavaşladım; biraz sonra, usulca arkama baktım.O, sadece ağaçlardan birinin altındaki birkamış kanepeye oturmuştu.Kendi kendime:-Galiba ben, ayıp yapıyorum, dedim.Öyle sanıyorum ki, Kâmran bu esnada banabaksa pişmanlığımı anlayacak, tekrar yanımagelecekti ve galiba, ben de artıkkaçamayacaktım.Kuzenimin oturuşunda, hakikaten bedbaht birinsan tavrı vardı. Kendi kendime gayret vermekiçin söylenmeye başladım:
-Sinsi sarı çıyan. Bu bahçede mesut dulunetekleri arkasından nasıl koştuğunu dahaunutmadım. Pekâlâ yapıyorum.Tatilin son günlerinde başımdan geçen birkazayı da söylemeden geçemeyeceğim.Köşk halkı bir gün sağ elimin bir parmağınınkocaman bir sargı beziyle bağlı olduğunugördüler. Soranlara:-Bir şey değil, bir parçacık kestim; ziyanı yok,kendi kendine geçer, diyordum.Teyzem yarayı inatla sakladığımı fark edince:-Mutlaka bir yaramazlık ettin. Ehemmiyetli birşey ki, saklıyorsun. Bir hekime gösterelim,başımıza bir iş açar, diyordu.Hakikat şuydu: Teyzem, beni bir gün yatakodasındaki gardırobundan galiba bir mendilalmaya göndermişti. Gardırobun aralık birgözünde mavi kadife kaplı bir mahfaza gördüm.Bu, benim nişan yüzüğümdü. Onu bir dakikaparmağımda seyretmek hevesine karşı
koyamadım. Fakat, bu kapris, bana pahalıya maloldu. Yüzük, teyzemin korktuğu gibi biraz daryapılmıştı; bir türlü parmağımdan çıkmıyordu.Manasız bir heyecan içinde bir hayli zorladım,sonra dişlerimle çıkarmaya çalıştım. Nafile. Ben,uğraştıkça parmak şişiyor, yüzük büsbütündaralıyordu.Söylesem muhakkak bir çaresini bulacaklardı.Fakat, nedense, bu yüzükle yakalanmak fenahalde kibrime dokunuyordu. İşte o zaman,parmağımı bir sargı ile bağladım. Tam iki günvakit buldukça odama kapanıp sargıyı çıkararakkendi kendime saatlerce uğraştım. Üçüncü gün,hakikati utana sıkıla teyzeme itiraf etmeyehazırlandığım bir zamanda yüzük kendiliğindençıkıvermesin mi?Niçin? Her halde, geçen iki gün içinde üzüntüve sıkıntıdan zayıflamış olacaktım.Tatilin son günü, hazırlığa başlamıştım.Kâmran, buna itiraz etti:-Bu kadar aceleye ne lüzum var. Feride?
Birkaç gün daha kalabilirsin, dedi.Fakat ben, model bir talebeymişim gibi razıolmuyor:-Sörler, mutlaka mektep açıldığı gün gelmemitembih ettiler. Bu sene de dersler çok sıkı, diyeçocukça bahanelerle inat ediyordum.Kâmran, bu ısrarım karşısında yine bir hüzünve dalgınlık nöbeti geçirdi.Ertesi gün, beni mektebe götürürken hiçkonuşmadı ve ayrılacağım zaman:-Benden bu kadar çabuk kaçmak isteyeceğiniummazdım, Feride, diye sitem etti.Zaten, pek öyle aklı başında, çalışkan birtalebe değildim. Üstelik bu dert çıkıncabüsbütün kendimi şaşırdım.İlk üç ayın notları son derece fena gitti. Bu,bir gayret yapıp kendimi toparlamazsam, sınıftakaldığımın resmiydi.Bültenler dağıtıldığı günün akşamı Sör Aleksi,
beni bir köşeye çekti.-Notları beğendin mi, Feride? dedi. Bedbin birtavırla başımı saklayarak:-Epeyce bozuk Ma Sör, dedim.-Epeyce değil, pek çok. Ben sizin bu kadardüştüğünüzü hatırlamıyorum. Halbuki bu senebaşka türlü çalışacağını umardım.-Hakkınız var. Bu sene geçen seneden bir yaşdaha büyüğüm.-Sadece o kadar mı?Garip şey! Sör Aleksi, çenemi okşuyor,manalı manalı gülüyordu. Ne yapacağımışaşırarak gözlerimi gözlerinden kaçırdım.Ah bu Sörler! Dünyaya ait hiçbir şeyinfarkında görünmemelerine rağmen en küçükdedikoduları bilirler, öğrenirler. Kimden? Nasıl?On sene aralarında yaşadığım ve öyle pek alık,salak bir kız olmadığım halde bunu bir türlüanlayamamışımdır.
Ben, bir bahane ile kendimi kurtarmayauğraşırken, Sör Aleksi, daha açıldı:-Zannederim ki, bültendeki numaralarıherkese göstermekten sıkılacaksınız, dedi.Arkasından daha ağır bir taş:-Bu sene sınıf geçemezseniz bir sene, bir uzunsene daha burada beklemek tehlikesi var.Baktım ki, taarruza geçmezsem SörAleksi’den yakamı kurtarmaya imkân yok.Çaresiz, yüzsüzlüğü ele aldım, yalansı birsaflıkla:-Tehlike mi? Niçin tehlike? diye sordum.Sör Aleksi, kadınca konuşmasının zaten sonhadlerine varmıştı. Bundan ilerisine gitmek,aşağı yukarı, benimle yüz göz olmak demekti.Mağlup olduğunu bana göstermektençekinmeyen koket bir tavırla yanağıma bir fiskevurdu:-Onu, sen kendi kendine bulabilirsin, dedi ve
yürüdü.Mişel, bu sene mektepte yoktu. Olsaydı,muhakkak, beni, konuşmaya mecbur edecek,zihnimdeki perişanlığı büsbütün arttıracaktı.Bir sene evvel uydurma bir masaldanbahsederken ne kadar serbest ve farfaraysam busene hakikaten nişanlı bir kız vaziyetinedüştükten sonra o kadar korkak olmuştum.Arkadaşlarımdan beni tebrik edenleri kısa, kurubir teşekkürle başımdan savıyor, yılışmakmeylini gösterenlere yüz vermiyordum.Yalnız, bir tanesi, bizim taraflardaki birermeni doktorun kızı, bu inadımı yenmeyemuvaffak oldu. Hafta tatillerini mekteptegeçiriyordum. Üç ay içinde, ya iki ya üç geceeve çıkmıştım.Sebebini kendim de pek iyi bilmediğim buinat, Besime Teyzem’le Necmiye’yigücendiriyor, Kâmran’a ne düşüneceğini, neyapacağını şaşırtıyordu. O, ilk aylarda her haftamektebe uğruyordu. Sörler bir şey söylemeye
cesaret edememekle beraber bir nişanlının birtalebeyi ziyaret etmesini skandal addediyorlar,kuzenimin beni parloir’da beklediğini haberverirken, yüzlerini ekşitiyorlardı.Ben, parloir’ın mahsus açık bıraktığım birkapı kanadına dayanıyor, ellerimi mektepgömleğimin kayış kemerlerine sokarak ayaktanihayet beş dakika konuşuyordum. Kuzenim,ara sıra bana, mektup yazmayı da teklif etmişti.Fakat Sörlerin, gelen mektupları, Türkçe bilenbirisine okuttuktan sonra yırtmak âdetleriolduğunu söyleyerek vazgeçirmiştim.Bu ziyaretlerin birinde, aramızda hiç hoşolmayan bir konuşma geçtiğini hatırlıyorum.Kâmran, uzak durmama sinirlenerek kapıyızorla kapamak istemişti. Fakat, o yaklaşırkenben, kendimi dışarı atmaya hazır bir vaziyetalmış, alçak sesle:-Rica ederim Kâmran, demiştim. Biliyorsunuzki, odada görünür görünmez kaç delik varsa, okadar da göz vardır. O birdenbire duraladı.
-Nasıl olur, Feride? Biz nişanlıyız. Yavaşyavaş omuzlarımı kaldırdım:-İşte, asıl o bozuyor ya dedim, bir gün:“Ziyaretleriniz biraz sıkça oluyor. Affedersinizama, burasının mektep olduğunu hatırlamanızlâzım gelir!” yolunda bir söz işitmekistemezsiniz...Kâmran, bembeyaz kesildi ve o günden sonrabir daha mektebe uğramadı.Yaptığım, hakikaten fenaydı. Fakat, başkaçare yoktu. Kâmran’ın yanında sınıfa dönüş,bütün başların bana çevrilmesi, yürekler acısı birşeydi.Ne anlatıyordum? Evet, bir gün doktorunhafta tatilinden dönen kızı bana:-Kâmran Bey, Avrupa’ya gidiyormuş, öylemi? dedi. Birdenbire şaşaladım:-Nereden bu haber? dedim.-Babamdan Madrid’deki amcası çağırmış.
“Bilmiyorum” demeyi kibrime yediremedim.-Evet, öyle bir fikir var; küçük bir seyahat,dedim.-Pek küçük değil, sefaret kâtibi oluyormuş.-Çok az kalacak.Konuşmayı bu kadarla keserek ayrıldık.Arkadaşımın babası, bizim köşkten ayağı eksikolmayan bir insandı. Aile dostumuz gibi birşeydi. Havadisin doğru olması mümkündü.Fakat, nasıl oluyor da, bana bir şeysöylemiyorlardı. Günleri hesapladım. Yirmigünden beri köşkten haber alamamıştım.O gece hep bu meseleyi düşündüm. Kâmran’agösterdiğim manasız uzaklığı unutuyor, bukadar mühim bir şeyi bana haber vermediği içiniçimden darılıyordum. İşin nihayetinde biz artıkbirbirine bağlı iki insandık.Ertesi gün, perşembeydi. Hava, açık olduğuiçin öğleden sonra gezmeye çıkacaktık, içimiçime sığmıyordu. Bu düşünceler içinde bir gece
daha geçirmek fikri beni korkuttu.Sör Süperiyör’e giderek teyzemin hastaolduğunu söyledim ve izin istedim.Allahtan o gün, sörlerden biri Kartal’agidiyordu. Erenköy istasyonuna kadar berabergitmek şartıyla, Sör Süperiyör, istediğim izniverdi.Elimde küçük valizimle köşke vardığımzaman ortalık kararmak üzereydi.Kapıda beni, köşkün köpeği karşıladı. Bu,ihtiyar köpek, son derece açgözlü vedalkavuktu. Çantamda, iyi kötü daima yenecekbir şey bulunduğunu bildiği için yolumukesiyor, karşımda ayağa kalkarak geri geriyürüyor, ön ayaklarıyla bana tutunmayaçalışıyordu. Ağaçların arasından Kâmran’ınbana doğru gelmekte olduğunu görerek yereçömeldim, köpeğin üstüme sürünmesiniistemediğim kirli ayaklarını yakaladım.O, kocaman ağzını güler gibi açarak dilinisarkıtıyor, ben, onun burnunu sıkıyordum.
Hasılı, aramızda bir oyun, bir cilveleşmedirgidiyordu.Kâmran ta yanıma geldiği zaman keşfetmişgibi görünerek:-Şu gülüşe bakınız, dedim. Aman, nekocaman ağız! Timsaha benzemiyor mu?O, şimdilik dudağında acı bir tebessümleyalnız bana bakıyordu.Köpeği bırakarak eteklerimi silkeledim;mendilimle ellerimi de sildikten sonra birinikuzenime uzattım:-Bonjur, Kâmran, teyzem nasıl? Ehemmiyetlibir şey değil inşallah...O, biraz hayretle:-Annem mi? diye sordu. Annemin hiçbir şeyiyok. Hasta diye mi duydun?-Evet, hasta diye işittim de merak ettim;pazara kadar sabredemeyerek izin aldım.
-Kim söyledi?Yeni bir yalan uydurmaya vakit olmadığı için:-Doktorun kızı, dedim.-O mu sana söyledi?-Evet, söz arasında: “Babamı size çağırdılar,galiba teyzeniz hastaymış” dedi.Kâmran, hayret ediyordu:-Yanlış olacak. Hatta doktor, son günlerde, neannem, ne de başkası için köşke uğradı.Bu nazik bahis üzerinde fazla durmadan:-Çok sevindim, dedim. Öyle merak ediyorumki... Onlar, tabii, içerdeler...Çantamı yerden alarak yürümek istedim.Kâmran, elimden tuttu:-Neden bu acele Feride? Adeta bendenkaçıyorsun! dedi.-Ne münasebet, dedim. Botlarım sıkıyor da...
Zaten içeriye beraber gidecek değil miyiz?-Evet, ama, içeride de, çaresiz herkesleberaber konuşacağız. Halbuki, ben seninleyalnız konuşmak istiyorum. Heyecanımıgizlemek için alaycı bir tavır alarak:-Emir sizin, dedim.-Mersi. O halde, istersen kimseye görünmedenbahçede biraz dolaşabiliriz.Kaçmamdan korkuyor gibi elimibırakmıyordu. Öteki eliyle çantamı aldı. Yanyana yürümeye başladık. Nişanlandıknişanlanalı ilk defa yan yana...Yeni yakalanmış bir kuşun yüreği, göğsündenasıl atarsa benimki de öyle atıyordu. Fakatzannederim ki, beni bıraksa da artık kaçmayakuvvet bulamayacaktım.Birbirimize bir şey söylemeden bahçeninsonuna kadar yürüdük. Kâmran, beklediğimdençok fazla müteessir ve dargın görünüyordu. Buüç ay içinde ne olmuştu, aramızda ne değişmişti,
bilmiyorum. Fakat, bu saatte kendimi ona karşısuçlu görüyor, şimdiye kadar gösterdiğimvahşiliğe pişman oluyordum.Kış ortasında olduğumuzu unutturacak kadargüzel ve sakin bir akşamdı. Etrafımızdaki kurudağ tepeleri bir mercan kızıllığı içindeyanıyordu. Kâmran’a karşı suçlarımı bu kadarkolay kabul etmemde bunun da mı tesiri vardıacaba, bilmiyorum.Bu saatte, onun gönlünü alacak bir kelimebulmak benim için dayanılmaz bir ihtiyaçtı.Fakat, aklıma hiç bir şey gelmiyordu.Artık geri dönmekten başka yapılacak işkalmayınca Kâmran:-Şuraya biraz oturabilir miyiz, Feride? dedi.-Sen, nasıl istersen, dedim. Vakadan sonra ilkdefa sen diyordum. Kâmran, pantolonuna dikkatetmeden oradaki bir kayanın üstüne oturuverdi.Onu, hemen kolundan tutup kaldırdım:-Sen, naziksin; kuru yere oturma, dedim ve
arkamdaki lacivert pardösüyü çıkararakoturacağı yere serdim.-Ne yapıyorsun, Feride? dedi.-Hasta olmaman için, dedim. Zannederim ki,seni muhafaza etmek bundan sonra benimvazifem oluyor.Kuzenim bu sefer de galiba kulaklarınainanamadı:-Ne söylüyorsun, Feride? dedi. Bunu sen mibana söylüyorsun? Nişanlandığımızdan berisenden işittiğim en tatlı söz.Başımı önüme eğdim ve sustum.Kâmran, pardösümü tekrar eline almıştı.Okşar gibi hareketlerle kollarına, yakasına,düğmelerine dokunuyordu.-Sana biraz sitem yapmaya hazırlanıyordum,Feride, dedi. Fakat şimdi hepsini unuttum.Gözlerimi kaldırmadan:-Ben sana bir şey yapmadım ki, dedim. O,
beni tekrar vahşileştirmekten ürküyormuş gibiyanıma yaklaşmaktan korkarak:-Zannederim ki, yaptın, Feride, dedi. Hattafazlaca bile.Bir nişanlı, bu kadar ihmal edilir mi? içimdefena şüpheler de uyandı. Sakın Müjgân yanılmışolmasın?İstemeden güldüm. Kâmran, merakla sebebinisordu, evvela cevap vermek istemedim. Fakat, o,ısrar edince gözlerimi kaçırarak:-Müjgân yanılsaydı, böyle olmazdı ki, dedim.-Böyle ne demek? Yani benim nişanlım mı?Gözlerimi kapayarak üst üste iki defa başımısalladım.-Feridem!Bir küçük feryada benzeyen bu ses hâlâkulağımdadır. Gözlerini açtım ve onun büyümüşgibi görünen gözlerinde iki iri yaş damlasıgördüm.
-Beni, bu dakika içinde o kadar mesut ettin ki,ölürken aklıma gelirse ağlayacağım. Öyleyüzüme bakma. Sen daha pek küçüksün.Mümkün değil, öyle şeyleri anlayamazsın.Hepsini unuttum artık.Kâmran, bileklerimi tutmuştu. Onları geriçekmedim, fakat hıçkıra hıçkıra ağlamayabaşladım. Bu, böyle bir nöbetti ki, Kâmran,adeta korktu.Aynı yollardan geriye dönerken ben, hâlâikide bir içimi çekiyor ve hıçkırıyordum. O, artıkbana elini dokundurmaya cesaret edemiyordu.Fakat, ben onun gönlünün rahat ettiğini anlıyorve memnun oluyordum.-Sen önden gitmelisin, dedim. Ben havuzdayüzümü iyice yıkayacağım. Beni, bu suratlagörürlerse ne derler?Birdenbire aklıma gelmiş gibi Kâmran’asordum:-Avrupa’ya bir seyahat varmış öyle mi? O,
cevap verdi:-Bir fikir. Daha doğrusu, benim fikrim dedeğil. Madrid’deki amcamın bir tasavvuru.Nereden duydun? Kısa bir tereddütten sonra:-Doktorun kızından, dedim.-Doktorun kızı, sana ne çok haberler veriyor,Feride?Kâmran dikkatle yüzüme bakıyordu.Kızararak başımı çevirdim.-Sakın annemin hastalığı bir bahane olmasın?-Doğru söyle, Feride. Sen bunun için migeldin?Yanıma yaklaşmıştı. Elleriyle başımı okşamakistiyor, fakat ürkütmekten korkuyordu. Halbukiben, bilâkis, ona alışmaya başlamıştım. Sualinibir kere daha tekrar etti:-Tahminim doğru mu, Feride?Kâmran’ı çok memnun edeceğini hissederek:“Evet” diye başımı salladım.
-Ne güzel... Dünden beri talihim ne kadardeğişti!Ellerini oturduğum koltuğun kenarlarınadayayarak bana doğru eğildi. Bu vaziyette dörttarafımdan kuşatılmış bulunuyordum. Bana eldokundurmadan yaklaşmak için kurnazca birbuluş. Oturduğum yerde kirpi gibi büzülüyor,omuzlarımı kaldırarak geri çekiliyordum. Çokyakın olan yüzüne bakmamak için mendilimleoynayarak sordum:-Amcan ne teklif ediyor.-Olacak gibi değil. Beni, sefaret kâtibi olarakyanına almak istiyor. Muayyen bir mesleği,yahut bir memuriyeti olmamasını bir erkek içineksiklik sayıyor. Ben, tabii onun fikirlerinisöylüyorum. “İlerde bir sefaret memuruylaberaber Avrupa’ya gitmek belki Feride’yi dememnun edecektir” diyor. Ne bileyim, birtakımsözler...Bahis ciddileştiği için Kâmran muhasaraya
nihayet vererek doğrulmuştu. Ben de, hemenyerimden kalktım.Konuşmamız devam etti:-Bu teklife niçin “Olacak şey değil” dedin?Avrupa’ya gitmek seni memnun etmeyecek mi?-O cihetten söylemiyorum. Bundan sonra, benartık hareketlerimde serbest bir insan değilim.Hayatıma taalluk eden her şeyi seninlekonuşmaya mecburum. Öyle değil mi?-O halde gidebilirsin.-Demek, benim İstanbul’dan ayrılmama razıoluyorsun, Feride?-Madem ki bir erkek için mutlaka bir mesleklazımmış...-Sen, benim yerimde olsan gider miydin?-Zannederim ki, giderdim. Yine zannederimki, senin de şimdi öyle yapman lâzım.İtiraf etmeliyim ki, bu sözleri yalnızdudaklarım söylüyordu. Yoksa, içimden bu
dakikada büsbütün başka türlü konuşuyordum.Mamafih, bana da hak vermen lâzım. “Ben senibırakıp gideyim mi?” diye sorana başka türlücevap bulunur mu?Öte taraftan, Kâmran da, bu ayrılığı bu kadarkolay kabul etmeme müteessir oluyordu. Banabakmadan odanın içinde bir iki adım yürüdüktensonra döndü, aynı suali tekrar etti:-Demek amcamın teklifini kabul etmemidoğru buluyorsun?-Evet.-O halde düşünürüz. Kati bir karar vermekiçin, daha vaktimiz var.Yüreğim hafifçe burkuldu. “Düşünürüz”deyince artık mesele kalmıyor muydu?Herkesin daima benden istemiş olduğu gibi,bir büyük insan ağırbaşlılığıyla konuşmayabaşladım:-Ben, daha fazla düşünmeye değer bir şey
görmüyorum. Amcanın teklifi hakikaten hoş birteklif. Kısa bir seyahat hiç fena olmaz.-Bir memuriyet, o kadar kısa bir şey mi,Feride?-Doğrusu, pek uzun da sayılmaz. Bir, iki, üç,dört senecik. Göz yumup açıncaya kadar geçer...Tabii arada geleceksin de...Bu bir, iki, üç, dört seneyi parmaklarıyla okadar kolay sayıyordum ki...Kâmran’ı bir ay sonra, Galata rıhtımındanvapura bindiriyorduk. Onu, Avrupa’ya gitmeyeteşvik ettiğim için, arkabalarımın hepsi benitebrik ediyorlardı. Yalnız Müjgân, bundanmemnun olmadı. Tekirdağ’dan bana yazdığımektupta, “Hiç iyi yapmadın, Feride” diyordu.“Mani olmalıydın. En güzel senelerinizi ayrıgeçirmekte ne mana vardı? Dört sene, bitertükenir şey mi?”Mamafih bu dört sene Müjgân’ınkorktuğundan çok daha çabuk geçti.
Kâmran tekaüt olan amcasıyla beraberbüsbütün İstanbul’a döndüğü zaman ben bir ayevvel mektepten çıkmış bulunuyordum.Mektepten çıkmak! Ben, içinde yaşadığımmüddetçe bu loş binaya “güvercinlik” adınıvermiştim. Elimde iyi kötü bir diploma ilekendimi dışarı atacağım günün benim için birkurtuluş bayramı olacağını söylerdim. Fakatgünün birinde güvercinliğin kapısı açılıncakendimi; boyumu bir hayli uzatan yeni siyahçarşafım, uzun topuklu iskarpinlerimle sokaktabulunca neye uğradığımı şaşırdım. Üstelikteyzem de köşkte düğün hazırlıklarına başlamış.Bu, beni büsbütün çileden çıkardı.Köşk, boyacılar, dülgerler, terziler, uzaksemtlerden gece yatısına gelmiş akrabalarladolup boşalıyordu. Herkes, kendine göre bir işlemeşguldü. Kimi, şimdiden davet mektuplarıyazıyor, kimi, eksikleri tamamlamak için çarşıpazar dolaşıyor, kimi dikişle uğraşıyordu. Ben,şaşkınlığımın içinde işi serseriliğe vurmuştum.Bir işe yaramak şöyle dursun, başkalarının
işlerine bile engel olacak türlümünasebetsizlikler yapıyordum. Son parti bana,bir delilik ârız olmuştu. Eskiden olduğu gibi,misafir çocuklarını peşime takıyor, köşkün altınıüstüne getiriyordum.Her yer gibi, mutfakta da tamir ve boya vardı.Bunun için yeni aşçı, kabını kaçağını arkabahçede kurduğu bir çadıra nakletmiş, açıktayemek pişirmeye başlamıştı.Bir akşamüstü onun, çadırın önünde tatlıkızartığını gördüm ve derhal aklıma bir şeytanlıkgeldi:-Çocuklar, dedim. Siz şu kümeslerin arkasınasaklanınız. Hiç sesinizi çıkarmayın. Ben size tatlıçalıp getireceğim.Aradan beş dakika bile geçmeden elimde dolubir tabakla küçük arkadaşlarımın yanınadönüyordum.En iyisi, çocuklara paylarını dağıttıktan sonra,herbirini bahçenin bir köşesine dağıtmak vetabağı kümesin içine saklamaktı. Fakat ben
bunu, daha doğrusu aşçının, hırsızlığı farkedince hiddetle öteye beriye koşacağını akıledememiştim.Biraz sonra, mutfak çadırının önünde birkıyamettir koptu. Aşçı, “Bunu yapanın vallahibillahi kemiklerini kıracağım!” diye bağırıyordu.Fena halde korkan küçükler beni dinlemeyerek,kaçışmaya başladılar ve şüphesiz pek iyi deettiler. Çünkü, biraz sonra, aşçı izimizikeşfediyor, elindeki kocaman kepçeyi bir sopadehşetiyle sallayarak deli gibi üstümüzesaldırıyordu.Hain adam, aralarında beni en büyük gördüğüiçin, ötekileri bırakıp beni kovalamayabaşlamıştı. Bu arada ayağı takılıp yere boyluboyunca yuvarlanınca, hiddeti büsbütün arttı.Aşçı yabancı, vaziyet ise çok nazikti.Yakalanırsam, derdimi anlatıncaya kadar hiçolmazsa bir, iki kepçe yiyecek, rezil olacaktım.Köşk tarafına doğru manevra yapmaya imkânolmadığı için, çaresiz sokak tarafına koşuyor,
çığlık çığlığa haykırıyordum.Allah’tan olacak, sabahtan beri çalışan terzimatmazel, Dilber Kalfa ile beraber bahçeye havaalmaya çıkmış. Yolun bir köşesinde onlarlakarşılaşınca, “Geliyor” diye boyunlarına sarıldımve arkalarına saklandım.Dilber Kalfa, aşçının kepçesine karşı elleriniuzatarak:“Ne yapıyorsun, aşçıbaşı, çıldırdın mı? O,gelin hanım, diye bağırdı.Başka bir zamanda olsaydı, bu kelime için,Dilber Kalfa’yı, mutlaka hırpalardım. Fakat, okadar korkmuştum ki, ben de gayri ihtiyarionunla beraber bağırıyordum:“Vallahi ben, gelin hanımım, aşçıbaşı!”Ben, bu aşçı kadar çılgın ve aksi insangörmedim. Kalfa ve matmazelin teminatlarınabir zaman inanmadı. “Yok, böyle hırsız gelinhanım olmaz!” diye söylendi; neden sonra, aklıyatınca da: “Öyleyse aferin gelin hanım sana!”
dedi. “Alırsın öyleyse yeni pantolonu, bak,pantolonun dizkapağını da patlattırdın bana!”Adamcağız, düştüğü zaman burnunu daçarpıp sıyırmıştı ama, bereket versin, onutazminat hesabına katmıyordu.Gizli kalması için, yaptığım işarlara rağmen,bu komedi duyuldu ve her yemekte bana bakıpbakıp gülmek âdet sırasına girdi.Düğüne üç gün kalmıştı. Yine her akşamüstümahut arka bahçenin kapısında çocuklarla ipatlarken, yeni bir hücuma uğradım. Fakat buseferki hücumu yapan, ilkinde beni aşçıdankurtarmaya çalışan terzi matmazel, altmışyaşında olmasına rağmen, bu akşam o da banakarşı ateş püskürüyordu.-Rica ederim, matmazel, birkaç güne kadarsize madam diyeceğim. Doğrudur böyleyaptığın? Son provanızı yapmak için yarımsaattir sizi arıyorum.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 858
- 859
- 860
- 861
- 862
- 863
- 864
- 865
- 866
- 867
- 868
- 869
- 870
- 871
- 872
- 873
- 874
- 875
- 876
- 877
- 878
- 879
- 880
- 881
- 882
- 883
- 884
- 885
- 886
- 887
- 888
- 889
- 890
- 891
- 892
- 893
- 894
- 895
- 896
- 897
- 898
- 899
- 900
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 900
Pages: