Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-16 15:36:05

Description: Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Search

Read the Text Version

geceler öyle uzun geliyor ki...Sabahleyin Hatice Hanım’la beraber muhtarınevine gittim, ihtiyar adam, Munise için havadissormaya geliyorum sandı.-Daha bulunamadı ama, bakalım bir iki yerdeümidim var, gibi sözlerle beni teselli etmeyebaşladı.Ben, akşamki vakayı anlattım. Sözümünsonuna gelirken yüreğim çarpıyor, gözlerimkararıyordu. Dünyada en olmayacak bir şey içinyalvarır gibi ellerimi kavuşturdum:-Bu küçük kızı bana verin. Kendime evlatedeyim, bağrıma basayım. Görüyorsunuz ki,biçare onların elinde ziyan olacak, dedim.Muhtar Efendi, gözlerini kapadı, sakalınıçekiştirerek bir zaman düşündü, sonra:-Pekâlâ kızım, hakikaten sevâb işlemişolursunuz, dedi.-Demek Munise’yi bana vereceksiniz?

-Babası zaten öteki çocuklara bakmaktan âciz.Vermeyip de ne yapacak. Olmazsa eline beş, onkuruş da veririz.O dakikada, sevinçten nasıl çıldırmadığımahayret ediyorum. Bu kadar kolay elegeçireceğimi umar mıydım? Akşamdan berisaatlerce düşünmüş, edebilecekleri itirazlaracevaplar bulmuş, yüreklerini rikkate geçirmekiçin zihnimde adeta nutuklar hazırlamıştım.Daha olmazsa annemden kalan birkaç parçamücevheri verecektim. Onları, bu zavallı küçükesiri kurtarmaktan daha iyi bir yere sarf edebilirmiydim? Fakat, işte bunların hiçbirine hacetkalmıyor, Munise bir canlı oyuncak gibikollarıma bırakılıyordu.Ben, başkaları gibi değildim. Çok sevindiğim,mesut olduğum vakit, duygularımı sözleanlatamam. Mutlaka karşımdakinin boynunasarılmak, onu öpmek ve hırpalamak isterim.Muhtar Efendi de o dakikada işte böyle birtehlike geçirdi ve sadece buruşuk elinin bir defaöpülmesiyle benden kurtuldu.

İki saat sonra, muhtar, Munise’nin babasıylaberaber mektebe geliyordu. Ben, bu adamı fenaçehreli, korkunç, zalim bir insan diyedüşünüyordum. Halbuki, bilâkis, ufak tefek,hastalıklı düşkün bir ihtiyardı.Bana, İstanbullu olduğunu, fakat kırk seneyeyakın bir zamandan beri memleketinigörmediğini söyledi; karışık bir rüyayı anlatırgibi tereddütlerle Sarıyer’den, Aksaray’danbahsetti.Munise’yi bana vermeye razı oluyordu. Fakatona çok acıdığını hissettim. Çocuğu mesutetmek için elimden geleni esirgemeyeceğimi,onu daima kendisine göstereceğimi vaat ettim.Zeyniler’in, fakir, karanlık mektebi bugünekadar, böyle bir bayram, böyle şenlik görmedi.Bundan eminim. Munise ile sevincimizdenodalara, sofalara, sığmıyorduk. Kahkahalarımız,saçaklardan uyuşmuş kuşları uyandırıyor gibi

tavanlardan şen cıvıltılar geliyordu.Munise, birkaç saat içinde nazlı birküçükhanım halini almıştı. Al faniladan birelbisem var ki, ben giyemezdim. Onu bir parçadaraltıp kısaltarak ona koket bir kostüm yaptım.Kız, bu elbise içinde, nasıl anlatayım, bir içimsu, ağza alınınca eriyen fondan şekerleri gibi birşey oldu.Kar, bir gün evvelki şiddetini kaybetmişolmakla beraber hâlâ devam ediyordu.Akşamdan evvel, çocuğu elinden tutarakbahçeye çıkardım. Hatice Hanım, ZeyniBaba’nın kandillerini yakmaya gidinceye kadargezdik, birbirimizi kovaladık, mezar taşlarıarasında top muharebesi yaptık.Neşemiz, ihtiyar kadının çatık yüzünü bilegüldürmüştü:-Haydi artık içeri girin, üşüyeceksiniz, hastaolacaksınız, derken tatlı tatlı sırıtıyordu.Üşümek mi? İnsanın içinde güneş yanarkenüşümek mi? Bu akşam, gökyüzü bana, batıdan

doğuya kadar dallarını uzatmış bir ağaç gibigöründü; yavaş yavaş sallandıkça, üstümüzebeyaz çiçeklerini döken kocaman bir yaseminağacı!Zeyniler, 30 AralıkMunise ile öyle canciğer olduk ki... Bu küçükkız, derslerimden artakalan bütün saatlerimialıyor. Ona ne biliyorsam öğretmek istiyorum.Günde bir saat Fransızca ders veriyorum, resimyaptırıyorum. Hatta, ara sıra -köyde duyarlar dabizi taşa gömerler- kapıları, pencerelerikapatarak ona bir parça dans bile öğretiyorum.Bazen, kendi kendime güleceğim geliyor.-Çalıkuşu! Sen, her şeyi öğreteceğim diyeMunise’yi Allah esirgesin, Hacı Kalfa’nınMilat'ına çevireceksin, diyorum.Bu fakir köy çocuğu, birdenbire, birasilzadeye benzedi. Her halinde, her sözündeince bir sevimlilik var. Evvela, buna hayretetmiştim. Fakat, şimdi sebebini anlamayabaşlıyorum. Munise’nin annesi herhalde

dedikleri kadar adi olmayacak.Çocuk bana, son derece minnettar. Bazen, hiçsebepsiz yanıma yaklaşıyor, ellerimi tutarakyanaklarına, dudaklarına sürmeye başlıyor. Ovakit ben de onun nazik bileklerini elleriminiçine alıyorum, minimini parmaklarını birer bireröpüyorum.Zavallı küçük, asıl iyiliği kendisinin banaettiğini bilmiyor, onu yanıma almakla birfedakârlık ettiğimi sanıyor.Bu çocuğun öyle ümit edilmeyen tuhaf sözlerivar ki... Geldiğinin ikinci günüydü:-Munise, istersen bana anne de, daha iyi olur,dedim. Tatlı tatlı gülümseyerek yüzüme baktı:-Olur mu abacığım?-Niçin olmasın?-Sen, küçüksün, abacığım, sana nasıl annederim? Bu sözü, adeta izzetinefsime dokundu,parmağımla onu tehdit ederek:

-Seni şeytan seni, dedim. Neden ben küçükolayım? Ben yirmi yaşını geçmiş koskocakadınım.Munise, dilini dişlerinin arasına sıkıştırarakbana bakıyor, bir şey söylemeden gülüyordu.-Yalan mı? Koskoca kadınım ya, diye tekrarettim.-Sen, benden o kadar büyük değilsin kiabacığım, on dört-on beş yaş.Kendimi tutamayarak gülmeye başladım.Munise yüz bulmuştu, utana utana:-Sen daha gelin olacaksın abacağım. Ben,saçımın iki tarafına teller takacağım. Kendin gibigüzel bir... Elimle, çocuğun ağzını kapadım:-Bir daha böyle bir şey söylersen dudaklarınıkoparırım, dedim.Küçüğümün bir hali de, süsü çok sevmesi,

fazlaca koket olması. Ben koket ruhlu kızlardanöteden beri pek hoşlanmam ama, Munise’ninayna karşısında süslenmesi, beğene beğenekendisine gülümsemesi beni eğlendirmiyordeğil. Hatta, dün elinde yanmış bir kibrit ucu dayakaladım. Gizli gizli gözüne sürme çekmeyeuğraşıyordu. Maskara, kimden öğrenmiş bilmemki? Şimdi neyse ama, birkaç seneye kadar birgenç kız olup çıkarsa birini bulup sevmeye,evlenmeye kalkarsa fena.Bunlar, aklıma geldikçe hem kız anneleri gibiheyecanlanıyorum, hem de bir yandanhoşlanıyorum.Munise, dün kızara bozara benden bir ricadabulundu. Saçlarının benim saçlarım gibi olmasınıistiyormuş.Bebek oynar gibi, Munise ile oynamak benimzaten Allah’tan aradığım şey. Küçük kızıdizlerimin arasına aldım, saçlarının örgüleriniçözerek istediği gibi tarayıp fırçaladım.Rafın üzerinde duran küçük aynayı aldı:

-Kuzum, abacığım, gel. İkimiz yan yanaaynaya bakalım, dedi.Fotoğraf çektiren kardeşler gibi baş başaverdik. Aynanın içinde gülüyor, birbirimizedilimizi çıkarıyorduk.Munise, lacivert gözleri, duru beyaz teni, inceşirin yüzüyle bir melek gibi güzeldi. Fakatmemnun görünmedi; eliyle burnumu,yanaklarımı okşayarak:-Nafile abacığım, sana benzemiyorum ki,dedi.-Daha iyi ya çocuğum.-Nemelâzım abacığım, ben senin gibi güzeldeğilim ki... Başını daha ziyade yaklaştırıyor,boynumun altından geçirdiği küçük eliyle, yineyüzümü okşuyordu:-Abacığım sen kadife gibisin. Senin yüzündeinsan ayna gibi kendini görüyor, diyordu.Bu münasebetsiz çocuğun saçmalıklarına

gülüyor, o kadar emekle düzelttiğim saçlarınıkarıştırıyordum. Fakat ne saklayayım, defterimibenden başkası okuyacak değil ya, kendimigüzel zannettiğimden çok güzel buluyor:“Feride, sen kendini bilmiyorsun. Sende,kimseye benzemeyen başka bir şey var!”diyenlere hak verecek gibi oluyordum.Neler söylüyorum? Ah, bu küçük kız! Ben,onun aklı başında bir kız haline getirmeyeçalışırken o, beni kendi gibi koket yapacak.Zeyniler, 29 OcakDefterime, bir aydan beri el sürmemiştim.Yazı yazmaktan, herhalde daha fazla işlerimvardı. Hem de mesut günlerin yazılacak nesiolur ki?Bir aydan beri derin bir gönül sükûnu içindeyaşıyordum. Yazık ki devam etmedi. İki günevvel buradan geçen bir posta arabası benim içindört mektup bırakmış. Onları görür görmeziçime bir ateş düştü. Kimden geldiğini, içlerindene olduğunu bilmeden:

-Keşke bunlar, ben görmeden yoldakaybolsaydılar, dedim.İlk tahminimde yanılmamıştım. Zarfınüzerindeki yazıyı tanıyordum. Mektup ondangeliyordu.Zarflar, beni buluncaya kadar elden eledolaşmış, üzerleri mavili, kırmızılı yazılar,damgalarla dolmuştu.Elimi sürmeye cesaret edemeden bir tanesininüstündeki adresi okudum:“B... Merkez Rüştiyesi muallimlerinden FerideHanımefendi’ye.”Zarfları avucumda buruşturduktan sonraocağın yanındaki rafa fırlattım. Pencereye başımıdayayarak dalgın dalgın uzaklara baktığımıgören Munise:-Abacığım, neren ağrıyor? Yüzün sapsarı,dedi. Kendimi toplamaya çalışarak gülümsedim:-Bir şeyim yok, çocuğum. Bir parçacık başım

ağrıyor. Seninle biraz bahçeye çıkarsak geçer.Gece yatağımda, gözlerim karanlığa dikili,saatlerce uykusuz kaldım. Büyük bir kararsızlıkiçinde perişan oluyordum; yüzsüz, zalim bumektuplarda, kim bilir bana neler söylemeyecesaret ediyordu? Birkaç defa lambayı yakarakonları okumak istedim. Fakat kendimi zapt ettim.Onları okumak ayıptı, benim için tenezzüldü.Aradan iki gün geçti. Mektupları hâlâ oradaduruyor, odanın havasına bir zehir neşreder gibi,beni, için için eritiyordu. Müzmin hüznüm,Munise’ye de geçmişti. Zavallı kız derdiminnereden geldiğini biliyor, beni hasta eden bukâğıtlara kinle, nefretle bakıyordu.-Abacığım, dedi. Ben bir şey yaptım ama,bilmem darılacak mısın?Birdenbire döndüm. Gözlerim gayri ihtiyariocağın yanındaki rafa gitti. Mektuplar oradayoktu, teessürden göğsüm tıkanarak.-Nerede onlar? dedim. Çocuk, başını eğdi:

-Ben onları yaktım abacığım. Ne yapayım, senpek üzülüyordun...-Ne yaptın Munise? dedim.Çocuk, benim şiddet göstermemi,omuzlarından tutup sarsmamı bekliyor,titriyordu. Başımı bileğime koyarak yavaş yavaşağlamaya başladım.-Abacığım, ağlama. Ben onları yakmadım,sana mahsus öyle söyledim. Üzülmeseydin ovakit yakacaktım. Al işte.Küçük kız, bir eliyle başımı okşuyor, ötekiylemektupları elime tutuşturmaya çalışıyordu:-Al abacığım, onlar galiba, senin sevdiğinbirisinden geliyor.-Yumurcak, o nasıl lakırdı? diye bağırdım.-Ne bileyim abacığım? Sevdiğinden olmasaböyle ağlar mısın?Bu çok bilmiş bücürün sözlerinden vegözyaşlarımdan utandım. Bu hale bir nihayet

vermek lâzımdı. Artık kararımı vermiştim.-Küçüğüm, keşke bu sözleri söylemeseydin.Fakat madem ki bir kere söyledin. Bak, sanaispat edeyim. Mektuplar benim sevdiğim birinsandan gelmiyor, nefret ettiğim bir düşmandangeliyor. Gel seninle beraber yakalım onları.Oda karanlıktı, yalnız ocakta bitmeye yüztutmuş bir çalı demeti ara sıra parlayıpsönüyordu. Mektuplardan birini ateşe fırlattım.Zarf, kıvrıla kıvrıla yanmaya başladı. Biterkenikincisini, sonra üçüncüsünü attım.Munise, anlayamadığım bir hisle göğsümesokulmuştu. Mektuplar birer birer yanarken,karşımızda ölmek üzere olan bir insan varmışgibi susuyorduk. Sıra dördüncüye geldiği vakit,içime dayanılmaz bir pişmanlık acısı çöktü.Fakat ötekiler yandıktan sonra, bunubırakamazdım. Kalbimin bir parçasını koparırgibi ıstırapla onu da attım.Son mektup ötekiler gibi birdenbire tutuşmadı,bir ucundan ince bir duman çıkarak için için

yanmaya başladı. Sonra, zarfın gevşeyipaçıldığını, ince yazılarla dolu bir kâğıdın yavaş-yavaş yanmaya başladığını gördüm. Artıktahammül edemiyordum. Munise, gönlümdengeçenleri biliyor gibi, birdenbire eğildi eliniateşe sokarak son mektubun bir parçasınıkurtardı.Onu ancak çocuğu uyuttuktan sonra okumayacesaret ettim. Yalnız şu satırlar kalmıştı.“Annem geçen sabah yüzüme bakarkenağlamaya başladı: ‘Ne var anne? Niçinağlıyorsun?’ diye sordum. Evvela söylemekistemedi: ‘Hiçbir şey yok. Bir rüya gördüm!’dedi. İnat ettim, yalvardım, nihayet söylemeyemecbur oldu. Sakin sakin ağlayarak şunlarısöyledi:“Rüyamda onu gördüm. Karanlık bir yerlerdedolaşıyor önüne gelene: ‘Feride buralarda mı?Allah rızası için söyleyin! diyordum. Yüzü

örtülü kadın beni elimden tutarak tekkeyebenzeyen loş bir yere soktu:‘İşte Feride şurada yatıyor. Boğazhastalığından öldü’ dedi. Baktım, evlatçığım,gözleri kapalı yatıyor. Daha yanağının rengi bilesolmamış. O acı ile, ağlaya ağlaya uyandım.Ölü, diri getirir derler, değil mi, oğlum?Feride’yi yakında göreceğim, değil mi, Kâmran?Annemin sözlerini sana aynen yazdım. Benibir tarafa bırak. Fakat annen demek olan buihtiyar kadını daha ziyade ağlatmak doğru mu?Teyzenin rüyası o günden beri benim de rüyamoldu. Ne vakit gözlerimi kapayacak olsam seniuzak bir memleketin karanlık bir odasında;gözlerin kapalı, siyah saçların, taze yüzün...”Mektup parçası burada bitiyor, bana sadeceteyzemin matemini anlatıyordu. Kâmran,görüyorsun ki, bizi her şey birbirimizdenayırıyor. Seninle artık iki düşman bile değiliz;birbirimizi hiç, ama hiç görmeyecek ikiyabancıyız.

Zeyniler, 5 ŞubatDün gece, geç vakit bataklık tarafından silahsesleri gelmeye başladı. Ben korktum; fakatMunise, hiç telaş etmedi.-Her zaman olur, jandarmalar eşkıyakovalıyor, dedi.Silah sesleri seyrek fâsılalarla on dakika kadardevam ettikten sonra durdu.Bu sabah, havadisi öğrendik. Munise’nintahmini doğruymuş.Postacı soyan birkaç serseri ile jandarmaarasında bir çarpışma olmuş. Jandarmalardanbiri ölmüş, öteki ağır yaralı olarak Zeyniler’inmisafir odasına getirilmiş.Öğleye doğruydu, küçük Vehbi, soluk soluğamektebe geldi, beni elimden yakalayarak:-Kız hocanım, çabuk zarfını (çarşaf olacak)giyin, gel be. Seni misafir odasına çağırıyorlar,dedi.

-Kim çağırıyor?-Hekim çağırıyor, babam söyledi.Hemen çarşafımı giydim. Vehbi önde, benarkada misafir odasına gittik.Burası, iki basık oda ile merdivenli, çarpık birsofadan ibaret viran bir hayat. Gece, kar,hastalık gibi sebeplerle yoluna devam edemeyenyolcuları burada barındırıyorlar. Sevâblarınabiraz yiyecek veriyorlar.Kapıda burnundan havaya soğuk dumanlarçıkararak eşinen güzel bir atın yüzünüokşadıktan sonra içeri girdim. Avlu, karanlıkolduğu için lamba yakmaya mecbur olmuşlardı.Kalın kaputlu; kocaman çizmeli, şişman biraskeri doktor, merdiven basamağına oturmuş birşeyler yazıyor, avluda yüzü seçilmeyen birkaçkişi ile konuşuyordu. Çehresini yandangörüyordum. Dolgun beyaz bıyıklı, kalın kaşları,canlı ve sevimli bir yüzü vardı. Fakat, Yarabbî,bu adam konuşuyorken ne kadar kaba hatta ayıp

kelimeler kullanıyordu. O kadar ki, bir ara,tersyüzü geri dönmeyi aklımdan geçirdim.Mutlaka yine fena bir kelime söyleyeceğinianlatan sert bir kahkaha ile gülerek başınıçevirince beni gördü, birdenbire durdu; bozrenkli ceketi üzerinde kocaman siyah sakalınıgörebildiğim birisine:-Yahu, yüzbaşım, hatırın kalmasın ama sana:“Ayı Dayı” adını takanların yerden göğe kadarhakları varmış. Aramızda kadın varmış da nediye beni kibar kibar söyletiyorsun, dedi ve banadöndü:-Hemşire Hanım, kusura bakmayın.Geldiğinizi göremedim. Geçiniz yukarı. Amabiraz durun da ben ineyim. Merdivenler yufkagibi; ikimizi birden çekeceğe benzemiyor. Haydigeçin şimdi. Ben geliyorum.Basamakları ikişer ikişer atlayarak yukarıçıktım.İhtiyar doktorun “Yüzbaşım” dediği adamatakılmakta devam ettiğini işitiyordum.

-Yüzbaşım, bu muallime İstanbullu. Neredenanladığıma şaşıyorsun, değil mi? Ah, yüzbaşım,sen kâinatta hangi hadiseye böyle koyun gibibön bön bakmadın? Merdiveni çıkışındananladım. Gördün mü, nasıl keklik gibi sekiyor?Şimdi istersen yaşını da söyleyeyim: Bukadıncağız, taş çatlasa kırktan fazla değil.Böyle delidolu sözler, öteden beri, beni pekeğlendirir. Kendi kendime güldüm:-İşte bunda yanıldın Doktor Bey, dedim.Beş dakika sonra ihtiyar doktor, çizmelerialtında merdivenleri çatırdatarak yukarı çıktı,yüzüme bakmadan konuşmaya başladı:-Efendim, vaka malum, bir yaralımız var.Ehemmiyetli bir şey değil. Fakat bakılmayamuhtaç. Kendim biraz sonra gideceğim.Yapılacak şey, ehemmiyetsiz bir pansuman, amaağızlarına, yüzlerine bulaştırmalarındankorkuyorum. Onların doktora da emniyetlerizayıftır. Fırsat buldular mı, hemen kocakarı

ilaçlarına başvururlar, ister misiniz, yaranınüstüne türlü müzâhrefât yapıştırsınlar? Sizmektep, medrese görmüşsünüz. Yapılacakşeyleri ben size tarif ederim. Adamcağız,ayaklanıncaya kadar bakıverirsiniz artık, yalnızbilmem içiniz dayanır mı?-Dayanır Doktor Bey. Benim sinirlerimkuvvetlidir. Hiçbir şeyden korkmayın, efendim.-Sen, açsana yüzünü bakayım, dedi.Bu teklifsiz sözlerde garip bir ehemmiyetvardı ki, hiç fütursuz peçemi kaldırdım, hattabiraz da güldüm.İhtiyar doktor, kollarını kaldırdı, saf yüzündekomik bir hayretle gülmeye başladı. Hem dekahkahalarla...-Sen ne arıyorsun burada?Bu sefer de ben şaşırdım. Bu adam beni,acaba bir yerden mi tanıyordu? Mamafih, ben deişi biraz maskaralığa vurmaktan korkmadım,insana o kadar emniyet ve yakınlık hissi veren

bir çehresi vardı ki...-Zannederim, beni tanıdığınızı iddiaetmeyeceksiniz, Doktor Bey...-Şahsını değil, nev’ini tanırım kızım, nev’ini.Hatta, maalesef yeryüzünde çok azalmayabaşlayan nev’ini.-Mamutlar gibi mi efendim?Beş aydan beri zorla içime hapsettiğimyaramazlıklar yeniden taşmaya başlıyordu. SörAleksi’nin daima söylediği gibi, bana hiç yüzvermeye gelmez. Hemen şımarmaya, küçükbebekler gibi ağzımda kelimeleri ezip büzmeye,maskaralık yapmaya başlarım.Herhalde doktor, çok gün görmüş, temiz biradamdı. Aynı gür kahkaha ile gülerek:-O ipiri, şuursuz fil azmanlarının tam tersineufacık, neşeli, sıhhatli, zarif -hatta ihtiyarolduğum için güzel sıfatını da ilave edebilirim-güzel bir kibar çocuğu...Söyle bakayım bana,sen nereden düştün buralara?

Bu kaba saba asker doktorunun çiğ kelimeleri,gürültülü kahkahaları altında derin bir rikkatsezmeye başlıyordum. Nihayet, ciddigörünmeye çalışarak:-Ben muallimim, Doktor Bey. Hizmet etmekistiyordum, buraya gönderdiler. Ben, yer ayırtetmem. Nerede isterlerse çalışırım.Ben, bunları söylerken o, dikkatli dikkatliyüzüme bakıyordu:-Demek sen, buraya hizmet için geldin? Sırfmaarife hizmet için öyle mi?-Evet, maksadım bu.-Bu yaşta, bu çehre ve yaradılışla mı? Sendoğruyu söylesene bana. Gözlerime bakbakayım. Ha, şöyle! Ben, bunları yutar mıyımsanıyorsun?Yumuk yanaklarına gömülerek tatlı tatlıgülümseyen beyaz kirpikli gözleriyle tagönlümün içini görür gibi devam etti:

-Değil, kızım. Asıl sebep başka. Hatta, maişetderdi de değil. Sen, saklanmaya çalışıtıkça, dahaiyi görüyorum. Kim olduğunu, aileni, evini falansorsam söylemezsin, değil mi? Bak, bak nasılbiliyorum. Burada bir muamma var. Derinkarıştıracak değilim. Aramızda bir işaret kâfi..İkimiz de sustuk, ihtiyar doktor birazdüşündükten sonra:-Sana bir küçük hizmet etmeme müsaade edermisin? Seni daha iyi bir yere göndertsem istermisin? Benim tek tuk bildiklerim var Maarifte.-Hayır teşekkür ederim, yerimdenmemnunum. Yine gülerek omuzlarını silkti, alayeder gibi bir sesle:-Çok âlâ, çok âlâ. Fakat fedakârlıklar öylekolay gitmez. Günün birinde canın sıkılırsa banaiki satırlık bir şey yaz, adresimi de bırakayımsana. İnsanlıktır bu.-Teşekkür ederim.Odalardan birisinin kapısını açtı. Çarpık bir

kerevetin üstünde, vücudu ve yüzü bir askeryağmurluğuyla örtülü bir adamcağız yatıyordu.Doktor:-Nasılsın molla, biraz ferahladın mı? diyeseslendi. Yaralı, eliyle yağmurluğu kaldırarakdavranmaya çalıştı:-Kımıldama, yat. Ağrın, sızın var mı?-Yok, çok şükür; sade elmacıkkemiğim azsızlıyor. Doktor, yine güldü:-Ah benim sevgili ayılarım! Dizkapağınıelmacıkkemiği sanır. Midesini tabanında farzeder ama, yerine göre karşısına dikilenlereduman attırır. Geçer molla, bir şey kalmaz.Allah’a şükret ki, az sola sapmadı o kurşun. Senbir haftaya kadar dipdiri ayağa kalkmak istermisin? Yok, burası rahat geldi de, biraz yatayımdersen o başka. Öyleyse, bu kızcağız ne derseyapacaksın, anladın mı? Doktorun artık o.Yaranı o değiştirecek. Eğer ev ilacı falan diye birhalt ettiğini duyarsam, vay haline... Alimallahtekrar gelir, çatır çatır keserim bacağını.

Sargılarını çözmeye başlamıştı. Yarayı birazfazla hırpalayarak adamcağızı: “Aman Bey!”diye bağırtıyordu.-Kes sesini be. Yazık senin erkekliğine!Koskoca bıyıklı, sakallı herif, parmak kadarkızın yanında bağırmaya utanmaz mısın? Buyara değil oyuncak. Böyle hastabakıcıyadüşeceğimi bilsem, ben bile bir tarafımı şöylezararsızca kestirirdim.İhtiyar doktor, bir saat sonra sakallı yüzbaşıile beraber köyden ayrıldı.Dünyada bundan daha sade bir vaka olamaz,değil mi? Fakat ben, şimdiye kadar bu derecetuhaf bir heyecanla bu kadar için içinsarsıldığımı bilmiyorum.Zeyniler, 24 ŞubatBu sene, yaz erken gelecek diyorlar. Birhaftadan beri havalar açtı. Ortalık günlükgüneşlik, tepelerde kar olmasa insan kendinimayısta sanacak.

Bugün cumaydı. Öğle yemeğinden sonraodamda Munise’nin suluboya bir resminiyapmaya uğraşıyordum. Birdenbire kapı çalındı.Hatice Hanım, başörtüsü boynuna düşmüş, eliayağı titreyerek içeri girdi. Onu hiç bu kadartelaşlı ve heyecanlı görmemiştim.-Aman hocanım aşağıya iki efendi geldi. BirisiMaarif Müdürü’ymüş, teftişe gelmiş. Çabuk in!Ben konuşmaya sıkılırım.Acele acele çarşafımı giyerken kendi kendimegülüyordum; odasında elini kolunu hareketettirmeye üşenen bir tembeller şahı buraya kadarzahmet etsin, inanılır şey değil!Aşağıda, dershane kapısı önünde, biri gayetuzun, öteki gayet kısa boylu iki adamlakarşılaştım. Ben, gözlerimle etrafta onu ararkenkısa boylu adam, bana doğru yürüdü. Karanlıktapek iyi seçemediğim yüzünden bir tek gözlükparladı:-Muallime Hanım mı? Teşerrüf ettim. Ben,Maarif Müdürü Raşit Nâzım. Bu ne karanlık yer

böyle. Mektep değil, adeta ahır.-İçerisi biraz daha aydınlıktır efendim, dedim.Minimini vücuduna göre bacaklarını tuhaf birsurette açarak öyle azametli bir yürüyüşü vardıki...Kapıdan içeri bir adım attıktan sonra durdu,nutuk verir gibi elini sallayarak:-Monşer, şuraya bak, dedi. Ne mi'zer, nemi'zer!.. Mektep demeye bin şahit ister. Nasılradikal olmak lâzım? “Ya hep, ya hiç!”dediğime bir kere daha hak veriyorsun ya!Şimdi, onları daha iyi görüyorum, ilk bakıştabir çocuk, yeni yetişen bir dandy sandığımMaarif Müdürü, hemen hemen elliye dayanmışbir köseydi. Durmadan kaşını, gözünüoynatıyor, söylediği her kelime için kırış kırışyüzüne ayrı bir mana veriyordu.Ötekine gelince o, inadına uzun, kuru, esmerve ince bıyıklı bir adamdı. O kadar uzun ki,adeta kamburu çıkmıştı.

Maarif Müdürü, tekrar bana döndü:-Efendim, arkadaşımı takdim edeyim: “VilayetNâfıa Mühendisi Mümtaz Bey.”Ben lakırdı olsun diye:-Öyle mi efendim? Pek güzel, dedim.Maarif Müdürü, sınıfın mukavemetinimuayene eder gibi topuklarını vurarak dolaşıyor,sıralara, levhalara bastonunun ucuyladokunuyordu:-Azizim, büyük projelerim var. Her şeyi yıkıpyeniden yapacağım. Tertemiz müesseseler,istediğim tahsisatı vermezlerse vay hallerine.Çok tedarikli geldim, İstanbul matbuatı ateşetmeye hazır bir batarya vaziyetinde, bendenküçük bir işaret üzerine bam bum... Müthiş birbombardıman. Anlıyorsun ya, ya bu kafanıniçindeki dünya hakikat olacak, ya ben postuvereceğim.Bütün bu güzel sözlerin benim, zavallı bir köyhocasının gözlerini kamaştırmak için

söylendiğine şüphe yoktu. Tekrar tek gözlüğünüyerleştirerek:-Ne kadar talebeniz var? dedi.-On üç kız, dört erkek çocuk, efendim.-On yedi çocuk için bir mektep. Garip lüks!Sen binayı görecek misin Mümtaz?-Mal meydanda. Ne hacet?Maarif Müdürü, grandiose projesindenbahsederken mühendisin, yan yan banabaktığını fark ediyordum. Sonunda bana bellietmemek için gayet bozuk bir Fransızca ile:-Aman azizim, bir bahane ile şunun yüzünüaçtır, yüzünün rengi peçenin altında yangın gibiyanıyor. Nereden düşmüş buraya? dedi.Maarif Müdürü, göründüğü gibi değilmiş;arkadaşının bu sözlerinden adeta sıkıldı veötekinden daha fena bir Fransızca ile cevapverdi:-Rica ederim azizim, mektepteyiz. Ciddi

olunuz!Müdür çenesinin altındaki porsumuş deriyilastik gibi uzatarak bir şeyler düşünüyordu.Birdenbire kararını vererek bana döndü:-Efendim, ben bu mektebi kapatacağım. Ben,şaşkın şaşkın:-Niçin efendim, bir şey mi oldu? dedim.-Efendim, böyle kepaze binada çocuk terbiyeedilemez. Sonra talebe de az. Vilayette kaldığımmüddetçe bütün gayretimi sarf edeceğim,köylerden birçoğunu ucuz, fakat zarif, sıhhi,modern, yani müceddid mekteplere sahipetmeye çalışacağım. Şimdi bana lütfen izahatveriniz.Bonjurunun cebinden şık bir karne çıkarmıştı.Mektebe ait bazı malumat isteyerek kaydetti,sonra:-Size gelince, efendim, dedi. Sizi başkamünasip bir yere tayin ederim. Mektebinkapanma emrini alınca B.’ye gelirsiniz, icabına

bakarız, isminiz lütfen?-Feride.-Efendim, Avrupa’da güzel bir âdet vardır.Baba adını da ilave ediyorlar. Daha muvazzahbir isim olur. Siz muallimler, bu yenilikleri tatbikedivermelisiniz. Faraza künye defterinetalebenizi, Melahat babası Ali Hoca, diyeyazacağınıza, Melahat Ali deyiverirsiniz, olurbiter. Anlaşıldı mı, efendim? Pederinizin ismi?-Nizamettin.-Efendim, size Feride Nizamettin diyeceğiz.Bu şekil size birdenbire garip görünür, amaalışırsınız. Nereden mezunsunuz?Mektebimi söylemeye çekindim. ÇünküFransızca bildiğim anlaşılırsa mühendis birazevvelki sözleri için belki bozulacaktı. Onun içinsadece; “Hususi tahsil gördüm efendim” dedim.-Dediğim gibi B.’ye geldiğiniz vakit beniziyaret edersiniz. Size münasip bir yer ararız.Haydi Mümtaz, programda daha iki köy var.

Talebe sıralarından birine oturarak uzun, incebacaklarını sallayan mühendis yine o güzelimFransızcasıyla sırnaştı:-Bu fevkalâde bir parça. Beni bırak da sen git.Bir çare bulup mutlaka yüzünü açtırmalıyım.Maarif Müdürü, yeniden telaşlandı, bana birşey sezdirmemek için Türkçe:-Vaktimiz yok. Raporunuzu sonra yazarsınız.Haydi buyurun, dedi ve yürüdü.İnadıma arkamı döndüm ve bir şeylerlemeşgul göründüm.Adamcağız, bahçeyi geçerken, bir iki keredaha başını çevirdi. Sokak kapısından çıktıktansonra tahta havalenin kenarını takip ediyor, arasıra ayaklarının ucunda yükselerek içeriyebakıyordu.Havadis, çabuk köyün içine yayılmıştı. Cumaolmasına rağmen çocuklar, çocuk analarımektebe koşuyorlar, mekteplerininkapanmasından pek müteessir görünüyorlardı.

Mektep gibi kendime karşı da yabancı ve hissizsandığım çocukların ağlayarak elimi öpmeleribana çok dokundu.Hatice Hanım, başına kocaman bir çatkıçatarak odasına çekildi. Ben de, müşkül vaziyetedüşüyordum ama, doğrusunu söylemek lâzımgelirse bu işte asıl yanan o biçare oldu.Akşamüstü muhtarın karısı ile Ebe Hanımtekrar mektebe geldiler, ikisi de müteessirdi.Hele Ebe Hanım, bana manalı manalı bakışlarlaiçini çekiyor:-Benim başka niyetim de vardı ama, Cenab-ıHak yardım etmedi, diyordu.Bu teessüre benim de yapmacık bir teessürlemukabele etmem lâzımdı. Gözlerimi önümeindirerek:-Ne yapalım Ebe Hanım, kısmet değilmiş,diye cevap verdim.Hasılı, bu tek gözlüklü, minimini efendi, birsözle Zeyniler’i altüst etti. Köylülerin ağzını

bıçak açmıyor.Yeryüzünde Zeyniler’den daha kötü bir köyedüşmenin mümkün olmadığını bildiğim halde buteessür, bana sirayet ediyor. Yalnız, Munisemüstesna. O yaramaz, sevincinden uçuyor: “Nevakit gideceğiz, abacığım iki güne kadar gidermiyiz? diye kuş gibi çırpınıyor.Zeyniler, 3 MartYarın yola çıkıyoruz.Munise, ilk günlerde pek seviniyordu. Fakatdünden beri onda tuhaf bir neşesizlik başgöstermeye başladı.Ara sıra gözlerini uzaklara dikerek düşünüyor,sorduğum şeylere dalgın dalgın cevapveriyordu:-Munise, benimle gitmek istemiyorsan senibırakayım, dedim.Hemen cevap verdi:-Allah esirgesin, abacığım, kendimi kuyuya

atarım.-Kardeşlerinden ayrılacağına üzülüyormusun?-Üzülmüyorum, abacığım.-O halde babanı göreceğin gelecek!Babama acırım ama, o kadar sevmemabacığım.-Peki, öyleyse derdin ne?Gözlerini indirerek susuyor, daha ısraredersem yalandan gülmeye, boynuma sarılmayabaşlıyor. Fakat ben, bu yalancı neşeyeinanmıyordum. Munise’nin asıl sevincini benbilmez miyim? Mamafih, bu berrak çocukgözlerinde her zaman bir parça hüzünbulmuştum. O kadar söyletmeye çalıştım. Bütünemeklerim boşa gitti.Bir gün bir tesadüf, bana bu çocuk kalbiningizli derdini öğretti. Akşama doğru bir aralık,Munise ortadan kaybolmuştu. Halbuki tam busaatte kendisine ihtiyacım bulunduğunu

biliyordu. Yol hazırlığı için bana yardımedecekti.Birkaç defa çağırdım. Cevap gelmedi.Mutlaka bahçede olacaktı. Pencereyi açtım:“Munise, Munise!” diye seslendim.İnce sesiyle uzaktan, Zeyni Baba’nın türbesiyanından:“Efendim, şimdi geliyorum! diye cevap verdi.Yanıma geldiği vakit, tek başına, niçinoralarda dolaştığını sordum. Cevap verirkenşaşırıyor, manasız bahaneler göstererek, benialdatmaya çalışıyordu.Dikkatle yüzüne baktım. Gözlerikıpkırmızıydı. Hafifçe solmuş yanaklarında yenikurumuş gözyaşı izleri vardı. Birdenbiretelaşlandım. Orada ne yaptığını, niçin ağladığınısöyletmek için, sıkıştırmaya başladım. Bilekleriellerimin içinde, yüzünü gizlemek için boynunugevriyor, dudaklarında hafif bir titreme ile sükûtediyordu.

Ben, mutlaka söyletmeye azmetmiştim. Eğerhakikati benden gizlerse onu buradabırakacağımı söyledim. O vakit tahammüledemedi. Büyük bir günahı itiraf eder gibi,başını önüne eğerek utana utana söyledi:-Annem beni görmeye gelmiş. Gideceğimiduymuş da... Darılma bana abacığım.Bu büyük günahı söylerken bütün vücudutitriyor, gözleri yaşla doluyordu.Anladım küçük, minimini gönlünün acısını,benden ümit edeceğinden çok daha derin ve iyianladım.Yüzüne düşmüş saçlarını düzelterek, yavaşyavaş çenesini okşayarak halim, sakin bir sesle:-Bunda korkacak, ağlayacak ne var? Annendeğil mi, elbette göreceksin, dedim.Biçare; hâlâ inanamıyor, korka korkagözlerime bakıyor; herkesin nefretle, lanetleandığı bu kadını sevmediğine beni inandırmakiçin, çocukça sebepler arıyordu. Fakat, onu öyle

seviyor, öyle yana yana seviyordu ki...-Çocuğum, eğer anneni sevmiyorsan ben seniçok ayıplarım, dedim. Anne sevilmez mi hiç?Haydi koş, onu çevir: “Abam mutlaka senigörmek istiyor” de. Ben, türbenin yanınageliyorum.Munise, dizlerime sarılarak eteklerimi öptü,sonra koşa koşa bahçeye gitti. Bu yaptığım,büyük bir ihtiyatsızlıktı, biliyorum. Eğer bukadınla görüştüğümü duyacak olurlarsa, fenaşeyler söyleyecekler, belki de burada ismimilanetle anacaklardı. Fakat, olsun...Türbenin altındaki ağaç kümesi içinde onlarıbir hayli bekledim. Kadıncağız, epeyceuzaklaşmış, Munise onu yolundan çevirmek içinsazların öte tarafına koşmuş olacaktı.Nihayet, göründüler. Onların ana, kız yanyana gelişleri öyle hazin, öyle hazin bir şeydiki... Birbirinden çekinir, utanır gibi ayrı ayrıyürüyorlar, çamurlara batıyor gibi yaparak,gecikiyorlardı. Bu kadına muhabbetle, şefkatle

dolu bir şeyler söylemeye hazırlanmıştım. Fakat,nedense karşı karşıya geldiğimiz zaman,birbirimize söyleyecek söz bulamadık.Uzun boylu, narin yapılı bir kadıncağızdı.Arkasında yamalı bir eski çarşaf, yüzünde peçeyerine mor bir yemeni, ayağında topuklarıkopmuş, sırılsıklam, yırtık iskarpinler vardı.Birden korkuyor gibi titrediğimi hissediyordum.Mümkün olduğu kadar sakin, heyecansızgörünmeye çalışarak:-Yüzünüzü açsanıza, dedim.Küçük bir tereddütten sonra peçesini kaldırdı.Çok taze olduğu belliydi. Nihayet otuz, otuz beşyaşlarında. Fakat sarışın çehresi öyle yorgun,öyle yıpranmıştı ki...Böyle kadınları ben, çok boyalı diye bilirdim.Halbuki yüzünde boyadan eser yoktu. En ziyadeiçime dokunan şey, Munise’ye çokbenzemesiydi. Birdenbire bana öyle geldi ki,Munise büyümüş, bu yaşa gelmiş. Sonra,sonra...

Çocuğu gayri ihtiyari bir hareketleomuzlarından tutarak dizlerime doğru çektim.Göğsüm, derin nefesleşiyor, gözlerimdoluyordu. Üstüme aldığım; büyük, çok büyükbir vazifeydi. Fakat ben, bunu yapacak,Munise’yi güzel ahlâklı bir kadın olarakyetiştirecektim. Ömrümün en büyük tesellisi bukadın olacaktı. Zihnimden geçen şeyleri o dabenimle beraber düşünüyormuş gibi, dedim ki:-Hanımcığım, görüyorum ki, talih size, buküçük kızı elinizde büyütmek bahtiyarlığınınasip etmemiş. Ne yapalım, dünya bu! Şunu sizesöylemek isterim ki, gönlünüz rahat etsin. Benonu bağrıma bastım. Kendi kızım gibibüyüteceğim. Hiçbir şeyden mahrumetmeyeceğim.İlk defa söz söylemeye cesaret etti:-Biliyorum küçükhanım. Munise, banasöylüyordu...Ara sıra yolum düştükçe onu görmeyegeliyordum. Allah sizden razı olsun.

-Demek, Munise’yi görüyordunuz?Küçük kollarını belime dolayan Munise’nintekrar titremeye başladığını hissettim. Yeni birkabahati bulunmuştu. Demek gizli gizli anasınıgörüyormuş. Sonra, daha hazini, bu görüşmeleribenden gizlediğini kadına söylemeye nedenseutanmış.-Eğer burada kalmış olsaydık, çocuğu herzaman size gösterirdim, dedim. Halbuki benyarın ...’ye hareket ediyorum. Oradan nereyegideceğim belli değil. Yüreğiniz rahat olsunhanımcığım. Ona ana olacağım diyemem.Çünkü annenin yerini hiçbir şey tutamaz. Fakatiyi bir abla olmaya çalışacağım.Aşağıdaki sazlıkta bir adamın dolaştığınıgördük. Bu, benim talebem Cafer Ağa’nınbabasıydı. Sık sık bataklıkta yaban ördeğiavlamaya gelirdi.Munise’nin annesi, birdenbire telaşlandı:-Gideyim hanımcığım, dedi. Beni sizin

yanınızda görmesinler.Bu söz, zavallı kadında, ince bir ruh olduğunugösteriyordu. Zaten halinden, tavrından,yüzündeki manalarından da anlamıştım. İlktahminim doğruydu. Munise, yüzü gibi ruhununinceliğini ve kibarlığını bu talihsiz annedenalmıştı. Kadıncağızın, beni, dedikodudankorumak için gösterdiği telaş adeta kibrimedokundu. Onda iyi bir his bırakmadan ayrılmakistemiyordum. Dedikodulara hiç ehemmiyetvermediğimi göstermek için:-Niçin acele ediyorsunuz? Bir parça dahakalmaz mısınız? dedim.Zavallı kadın, derin bir minnetle ellerimebakıyor, onları öpmek için dudakları titriyordu.Fakat, bana dokunmaya cesaret edemediğibelliydi.Son fırtınanın devirdiği cılız bir kavakağacının gövdesine oturduk. Munise’yi aramızaaldık. Şimdi, söylemek sırası ona gelmişti.Zavallıcık, hayatını bana anlatırsa daha

hafifleyeceğini hissediyormuş gibi bir hareketlesöylüyordu ve öyle düzgün konuşuyordu ki...Bu kadının sade, fakat hazin bir sergüzeştivardı, İstanbul’da Rumelikavağında doğmuştu.Küçük bir memur olan babasıyla anası birbiriarkasına ölünce onu Bakırköy’de kibar bir aileyeevlatlık vermişlerdi. Evin çocuklarıyla beraberbüyümüş, hemen hemen bir küçükhanımmuamelesi görmüştü. On beş, on altı yaşınageldiğinde ona adeta iyi kısmetler çıkmayabaşlamıştı. Fakat, o hiçbirisini istemiyor, hepsinebir bahane buluyordu. Çünkü onun bir sevdiğivardı: Evin küçük beyi, o vakit HarbiyeMektebi’ne giden, bıyıkları henüz terlemiş birgenç. Gerçi bir ümidi yoktu, ne de olsa birevlatlık parçası olduğunu biliyordu. Fakat, haftabaşlarında onun yüzünü görmeyi, sesini işitmeyişimdilik kâr sayıyordu.O sırada Büyük Efendi, B’ye defterdar olmuşve aile, yalnız Harbiyeli oğlunu İstanbul’dabırakarak tamamen buraya göç etmiş.B.’de genç mektepliyi görmeden geçen dört

ay, onu dört senelik bir ayrılık kadar çıldırtmışve nihayet Küçük Bey, yaz tatilini geçirmek içinailesinin yanına gelince...Çok geçmeden macera duyulmuş. Beyefendi,küçükhanımlar hep birden onun üstüneyürümüşler ve onu artık evde tutmakistemeyerek buraya yakın köylerden birine birihtiyar kadının yanına göndermişler. Munise’nindört yaşında kuşpalazından ölen ablası oradadünyaya gelmiş. Bu halde bir kızı, elindeçocuğu ile kim kabule razı olur? Nihayet o,ağlaya sızlaya ihtiyar bir orman memurunavarmaya razı olmuş, ilk zamanlar bir şeysöylemez, talihine razı olurmuş. Fakat, kocası buZeyniler Köyü’ne yerleştikten sonra ağır,dayanılmaz bir can sıkıntısı başlamış. Karanlıkodasında bunalıyor, günden güne sararıpsoluyormuş.Zavallı kadın, bunları anlatırken, hâlâ kendinio ağır karanlığın içinde görür gibi gözlerine,vücuduna bir yorgunluk çöküyordu.

İşte bu sıralarda eşkıya takibi için köye birjandarma kolu gelmiş, iki üç hafta, sazlığınkarşısında çadır kurup oturan bu askerlerin gençzabiti onu takibe başlamış. Kadın da nasılsaşeytana uymuş ve kocasını, çocuğunu bırakarakzabitle beraber kaçmış...Bu sade hikâye, bilmem neden, bana çok tesiretti. Akşam yaklaşıyordu. Munise’yi annesiyleyalnız bırakarak mektebe doğru yürümeyebaşladım. Belki de artık birbirini göremeyecekolan bu iki insanın bu ayrılık dakikasındabirbirlerine söyleyecek bir şeyleri olurdu. Yahutda benim gözümün önünde istedikleri gibikucaklaşıp ağlayamazlar, içlerinde bir hicrânyarası kalırdı.Mezar taşları üzerinden atlayarak mektebedönerken derin derin düşünüyordum. Munise,ben seni asıl kimsesizliğin, yapayalnızlığın içinsevmiş, sana daima acımıştım. Mamafih, budakikada seni kıskanıyorum. Senin sefil, düşkünbir kadın, fakat ne de olsa bir anne olan annenikıskanıyorum. Sen doğduğun, büyüdüğün

yerlerden ayrılırken gözlerinde bir annebakışının hatırasını, dudaklarında anneyaşlarının acı lezzetini göreceksin.Bu sabah, Zeyniler Köyü’nden getirdiğimevrakı çantama doldurarak Maarif Müdürlüğü’negittim. Munise’yi uykuda bırakmıştım. Vakiterkendi, daire yeni açılıyordu, tek tuk gelenmemurlar mahmur mahmur kahve, nargileiçiyorlardı.Kırmızı kuşaklı başkâtibin yerinde şimdi,kıvırcık kara sakallı, yağlı yakalı bir efendioturuyordu. Hademelerden birine sordum.Maarif Müdürü ile beraber başkâtibin dedeğiştiğini, iş için bu sakallı efendi ile konuşmaklâzım geldiğini söyledi.Yanına yaklaşarak selam verdim. MaarifMüdürü Bey’in emriyle kapanan Zeynilermektebi muallimi olduğumu, mektebin evrakınıteslime geldiğimi söyledim:

Başkâtip, biraz düşündü:-Ha, evet, dedi, pekâlâ. Azıcık dışarıdabekleyin de Müdür Bey gelsin.Dairenin loş, basık sofasında tam üç saatmüdürü beklemek lâzım geldi. Böyle yerlerdegelen geçen, insana dik dik bakıyor, hatta sözatanlar bile oluyor.Pencerelerden birinin kenarına kırık birmerdiven dayamışlardı. Basamaklardan birineilişerek beklemeye başladım.Pencere, harap medrese avlusuna bakıyordu.Kolları sıvalı, mavi şalvarlı bir softa, şadırvanınkenarında zerzevat ayıklıyor, dalları, yanımdakipencerenin içine kadar giren kocaman birçınarın üstünde, serçeler oynaşıyorlardı.Dirseklerim dizlerimde, çenem elleriminiçinde, düşünüyordum.Dün sabah, bu vakit, daha Zeyniler’denayrılmamıştım. İrili ufaklı bütün talebelerimkayalığın üstendeki araba yoluna kadar beni

selametlemeye gelmişlerdi. Ne arsız gönlüm varbenim? Etrafımdaki insanları ne kadar çabukseviyorum. Aziz Eniştem’in tuhaf bir sözü vardı.Ara sıra beni ellerimden tutarak:-Ah, benim yapışkan kızım, evvela insanıyadırgarsın, kaçarsın; sonra çamsakızı gibi öylebir yapışırsın ki... derdi.Adamcağızın hakkı varmış. Bu çocuklarınhepsine acıyordum. Güzellerine güzel,çirkinlerine çirkin, sefillerine sefil oldukları için.Böyle her ayrıldığım yerde kalbimin birparçasını bırakırsam âlâ!Zavallılar, birer birer elimi öptüler. ÇobanMehmet, Zehra ile, bana yeni doğmuş bir keçiyavrusu göndermiş. Adamcağızın hediyesi öyleyüreğime dokundu ki... Henüz gözleri açılmamışolan bu yavrucağı Munise’nin kucağına verdim.Çeçen arabasının yanık sesli çıngırakları boşova içinde titremeye başladı. Yavaş yavaşZeyniler’den uzaklaştık. Çocuklara, siyah renklitaşların içinde kayboluncaya kadar Munise ile

beraber arkalarından mendil salladık.Arabanın otel kapısında durması, HacıKalfa’nın yine meraklı bir zamanına tesadüfetmişti.İhtiyar adam, ağzında bir ciğerle kapıdanfırlayan kocaman bir kediyi kovalıyordu.Elindeki nargile marpucunu kamçı gibisallayarak:“Dur, gâvurun kedisi, derini yüzeceğim!” diyebağırarak yanımdan geçerken, “Hacı Kalfa” diyeseslendim.Sesin nereden geldiğini birdenbireanlayamayarak durdu ve arabanın içinde benigörür görmez kollarını kaldırıp sokağın içindeavazı çıktığı kadar “Vay, iki gözüm hocanım!”diye bağırdı.Adamcağızın sevinci görülecek şeydi.Ağzında ciğerle karşıki viranenin duvarlarınatırmanmaya çalışan kediye, neşeli neşeli,-Var, güle güle, zıkkımlan, telaş etme. Helal


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook