Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-16 15:36:05

Description: Çalıkuşu-Reşat Nuri Gültekin

Search

Read the Text Version

sormuştum, kızım, dedi. Mamafih, meyus olma.Yine bir çaresi bulunur belki.Gel seni tanıdıklardan bir şube müdürünegötüreyim. Eksik olmasın, iyi adamcağızdır.Tekrar merdivenleri çıktık, ihtiyar hocanım,bu sefer beni, büyük bir kalem odasından buzlubir camekânla ayrılmış, minimini bir hücreyesoktu. Bugün, hakikaten şansım yoktu. Çünkü,orada da pek ümit vermeyen bir manzara ilekarşılaştım. Sakalının bir tarafı siyah, bir tarafıadeta ağarmış bir efendi, hiddetten ateşpüskürüyor, karşısında benim biraz evvelkihalime benzer bir vaziyette tir tir titreyen birhademeyi dövecek hareketler yapıyordu.Önünde duran bir fincan kahveyi, bulaşıksuyu döker gibi, pencereden sokağa serpti, sonrahademeyi ite kaka kapıdan dışarı çıkardı.Yeni arkadaşımın yavaşça eteğinden çektim:-Aman, buradan kaçalım, dedim.Fakat buna vakit kalmadı. Müdür, bizi

görmüştü;-Hayrola Naime Hocanım? Dedi.Öfkeli bir insanın bu kadar çabuk yatıştığınıömrümde ilk defa görüyordum. Ne çeşit huylarıvar bu memurların, Yarabbî?Mavi gözlü hocanım, birkaç kelime ile halimianlattı. Müdür, tatlı bir gülümseme ile bana:-Pekâlâ kızım, pekâlâ. Geç şöyle otur bakalım,dedi.Bu kuzu gibi adamın, biraz evvel sokağakahve döken, ihtiyar bir hademeyi dut ağacısilker gibi tartaklaya tartaklaya dışarı atan insanolduğuna bin şahit isterdi.-Aç yüzünü bakayım kızım. Ooo! Sen dahahemen hemen çocuksun. Yaşın kaç?-Yirmiyi bitirmek üzereyim efendim.-Acayip. Mamafih, her neyse. Ancak sen,dışarı gidemezsin. Senin için hayli tehlike var.-Niçin efendim?

-Niçini var mı, kızım? Sebep meydanda.Müdür Efendi gülüyor, eliyle yüzümügöstererek Naime hocanıma işaretler yapıyor,fakat meydanda olan bu sebebi bir türlüsöylemiyordu.Nihayet, mavi gözlü hanıma göz kırparak;-Ben daha çok söyleyemem. Sen kadıncadaha iyi anlatırsın Naime Hanım, dedi.Sonra, sakalını iki yana sallayarak kendikendine konuşur gibi ilave etti:-Ah, sen bilsen dışarılarda ne yaman oğluyamanlar vardır!Ben, saf bir hayretle:-Efendim, o çok yaman dediğiniz adamlarkimlerdir, bilmiyorum. Fakat siz de bana onlarınolmadığı yerde ders bulursunuz, dedim.Müdür, bu sefer elini dizkapaklarına vurarakdaha fazla güldü:

-Eh!.. Bu hakikaten hoş!Ben, bir insanı ilk görüşte ya severim yasevmem. Sonradan bu ilk hissimin değiştiğinihiç hatırlamıyorum.Her nedense, bu adamcağıza birdenbire kanımkaynayıvermişti. Hele bir yanı beyaz, bir yanıkara olan sakalı, öyle hoştu ki, yüzünü sağaçevirdiği zaman hemen hemen genç bir adamıgörüyordunuz; sola çevirdiği zaman ise o adam,birdenbire gidiyor, yerine beyaz sakallı o ihtiyaryüzü gülümsemeye başlıyordu.-Dar'ül-muallimat’tan bu sene mi çıktınız,hanım kızım?-Hayır efendim, ben Dar'ül-muallimat'tançıkmadım. Dam dö Sion mektebindendiplomalıyım.-Nasıl mektep bu?Müdüre uzun uzun izahat verdim, sonradiplomamı uzattım. Galiba Fransızca bilmiyordu.Fakat, belli etmemek için kâğıdın ötesine,

berisine bakıyor, elinde evirip çeviriyordu.-Güzel, âlâ...Naime Hocanım teklifsiz bir tavırla:-Kuzum beyefendi, siz iyilik etmeyiseversiniz, şu çocuğu boş göndermeyin, dedi.Müdür, kaşlarını çatarak, sakalını çekiştirerekdüşünüyordu:-Pek güzel, pekâlâ ama, bizimkiler galiba bumektebin diplomasını tanımıyorlar.Aklına bir şey gelmiş gibi elini masayavurarak:-Kızım, sen İstanbul rüştiyelerinden birindeFransızca muallimliği istersin. Bak, sana yolunuöğreteyim. Doğru İstanbul Maarif Müdürlüğü’negidersin...Ben, müdürün sözünü kestim:-İstanbul’da kalmama imkân yok efendim,dedim, mutlaka vilayetlerden birine gitmekmecburiyetindeyim.

O, şaşırmıştı:-Amma yaptın ha! dedi. Gönlünün rızasıylaAnadolu’ya gitmek isteyen muallimeye ilk defatesadüf ediyorum. Ayol, biz muallimlerimiziİstanbul’dan çıkarıncaya kadar akla karayıseçeriz. Sen ne dersin Naime Hocanım?Müdür, hemen şüphelenmişti. Kurnazca biristintâk ediyor, ailem hakkında suallersoruyordu. Adamcağızı kandırıncaya kadarbaşıma hal geldi.Müdür, oturduğu yerden, “Şahap Efendi” diyeseslendi. Camekânlı kalem odası arasındakikapıdan, ufak tefek, cılız bir genç göründü:-Bak, Şahap Efendi, hanım kızı odaya al,Anadolu’da muallimlik istiyor, bir istidamüsveddesi yaz, bana getir.Artık, işime olmuş gözüyle bakıyor, müdürünboynuna atılmak, sakalının beyaz tarafındanöpmek istiyordum. Şahap Efendi, beni kalemodasında karışık bir masanın önünde oturttu,

müdürün istediği müsveddeyi yazmak için banasualler sormaya, söylediklerimi bir kâğıtparçasına not etmeye başladı. Bu fakir kıyafetli,hasta çehreli memurda korkak, mahcup bir halvardı. Sual sormak için bana baktıkça, adetakirpikleri titriyordu.Pencerenin yanında duran orta yaşlı iki kâtip,ağız ağıza bir şeyler konuşuyorlar, ara sıra yangözle bize bakıyorlardı. Bir tanesi;-Şahap, evladım, sen bugün fazla yoruldun.Şu istidayı biraz da biz yazalım, dedi.Kuruyası dilim durmaz ki. Hele birazsevindiğim vakit. Hiç münasebeti olmadığıhalde:-Bu dairede, arkadaşlar birbirlerini ne iyikoruyorlar, dedim.Şahap Efendi, kıpkırmızı kesilerek başını eğdi.Acaba bir pot mu kırmıştım? Herhalde öyleolacak. Çünkü ötekiler de gülüşüyorlardı. Nedediklerini pek duyamadım. Yalnız birinin,“Muallime Hanım hayli pişkin ve mukaşşer”

sözü kulağıma çalındı. Bu sözlerin manasıneydi? Bu efendiler ne demek istemişlerdi?İstida müsveddesi birkaç kere müdürünyanına gitti, geldi. Kırmızı mürekkeple allanıppullandıktan sonra temize çekildi.Müdür:-Haydi bakalım, kızım, Allah tesirini halketsin. Ben, elimden geldiği kadar yardım ederim,dedi.Yanında başka kimseler olduğu için dahafazla bir şey söylemeye cesaret edemedim. Fakatbu kâğıdı kime götüreceğimi, ne söyleyeceğimibilmiyordum. Belki Naime Hocanım’ı tekrargörürüm ümidiyle etrafıma bakınırken gözümeŞahap Efendi ilişti.Küçük kâtip, merdiven başında, birinibekliyordu. Benimle göz göze gelincemahcubane başını indirdi. Bir şey söylemekistediği, fakat cesaret edemediği anlaşılıyordu.Yanından geçerken durdum:

-Size bugün çok zahmet verdim, dedim.Lütfen bunu nereye götüreceğimi de söylermisiniz efendim?-Muamele takip etmek güç bir şeydir, hemşirehanım, dedi. İzin verirseniz istidanızla bendenizmeşgul olayım. Siz rahatsız olmayın. Yalnız,arada sırada kaleme uğrayıverirsiniz.-Ne vakit geleyim? dedim.-İki, üç gün sonra.İşin iki, üç gün uzaması canımı sıkmıştı.Fakat, gelgit, tam bir ay sürüklendi. ZavallıŞahap Efendi’nin gayreti olmasaydı, belki dahada uzayacaktı.Şöyle böyle derler ama, erkeklerin içinde dene insaniyetliler var. Bu çocuktan gördüğümiyiliği hiç unutmayacağım. Beni kapıdangörünce koşuyor, merdiven başlarındabekliyordu.O, elinde kâğıtlarımla odadan odayadolaşırken utancımdan yerlere giriyor, nasıl

teşekkür edeceğimi bilemiyordum.Bir gün, küçük kâtip, boğazına bir bezbağlamıştı. Boğula boğula öksürüyor,konuşurken sesi kısılıyordu.-Hasta mısınız? Niçin bu halde daireyegeliyorsunuz? dedim.-Bugün cevap almaya geleceğinizibiliyordum, dedi. istemeden güldüm. Bu, birsebep olabilir miydi?-Tabii başka işler de var. Malum ya, mektepleryeni açıldı.-Bana verilecek iyi bir cevabınız var mı?-Bilmem. Evrakınız Müdür-i Umumi’de.Teşrif ettiğiniz vakit kendisiyle görüşmenizisöyledi.Müdür-i Umumi, çatık çehresine bir kat dahadehşet veren bir siyah gözlük takmış, önündeduran bir yığın kâğıdı birer birer imzalayıp yerefırlatıyor, ak bıyıklı bir kâtip namaz kılar gibieğilip doğrularak onları topluyordu.

-Efendim, beni emretmişsiniz, dedim. Yüzümebakmadan, sert bir sesle:-Sabret hanım. Görmüyor musun? dedi.Ak bıyıklı kâtip, kaşları ve gözleriyle işaretederek beklememi anlattı. Ayıp bir şey yaptığımıanlayarak birkaç adım geriye çekildim,paravanın yanında beklemeye başladım.Müdür, kâğıtları bitirdikten sonra gözlüğünüçıkardı, mendiliyle camlarını silerek:-İstidanız reddedildi. Zevcenizin hizmeti otuzseneyi bulmuyormuş, dedi.-Benim mi efendim, dedim, bir yanlışlıkolmasın?-Sen Hayriye Hanım değil misin?-Hayır, ben Feride’yim efendim.-Hangi Feride? Ha, aklıma geldi. Maalesefsizinki de öyle. Mektebiniz, Nezaret-i Celile’cemusaddak değilmiş. Bu diploma ile memuriyet

verilmez.-Peki, ben ne olacağım?Bu manasız söz, istemeden dudaklarımdandökülüvermişti. Müdür, tekrar gözlüğünü taktı,benimle alay eder gibi bir tavırla:-Artık orasını da, müsaadenizle, kendinizdüşünün, dedi. Bu kadar meşguliyet arasında,bir de sizin ne olacağınızı düşünmeye kalkarsakvay halimize.Ömrümde acısını unutmayacağımdakikalardan biri de bu olacaktır. Evet, ben, neolacaktım?İyi kötü, senelerce çalıştım. Bu yaşımda enuzak gurbetleri göze alıyordum. Böyle olduğuhalde, yine beni kovuyorlardı. Ben, neolacaktım? Yeniden teyzemin evine dönmek,ölümden daha fena bir şeydi.Son bir ümitle öteki müdüre başvurdum.Ağlamamak için dişlerimi sıkarak:-Beyefendi, benim diplomam işe yaramazmış,

ne yapayım ben şimdi? dedim.Bu sözleri söylerken, fazla mı şaşkınlıkgösterdim nedir adamcağız adeta müteessir oldu:“Ne yapayım kızım? Ben de söyledim amavarak-ı mihr-ü vefayı okuyup dinleyen var mı?”dedi.Bu şefkat, beni adeta şımartmıştı:-Beyefendi, ben mutlaka bir iş bulmayamecburum.Kimsenin beğenmediği, en uzak bir köy deolsa, ben güler yüzle kabul edeceğim.Müdür, birdenbire bir şey düşünmüş gibi:-Dur, kızım, bir tecrübe daha...Köşede, pencerenin yanında, uzun boylu,irice yapılı bir bey gazete okuyordu. Yüzü sokaktarafına dönük olduğu için yalnız, ağarmayabaşlamış saçlarıyla sakalının bir kısmınıgörebiliyordum.

Müdür, bağıra bağıra:-Beyefendi, müsaade buyururlar mı biraz?dedi. O, bir şey söylemeden döndü, ağır ağıryanımıza geldi. Müdür, eliyle beni gösterdi:-Beyefendi, siz sevabı seversiniz. Bu çocuk,bir Fransız mektebinden çıkmış. Halinden,sözlerinden kibar bir ailenin çocuğu olduğuanlaşılıyor. Fakat malum ya, düşmez kalkmazbir Allah. Çalışmak mecburiyetinde kalmış. “Enuzak bir köşeye bile giderim” diyor. Fakatbizimkini bilirsin ya. Gülü tarife ne hacet!“Olmaz” diye kesip attı. Siz Nazır Beyefendi’yebir iki “kelime-i tayyibe” lütfederseniz bu işolur. Kuzum Beyefendi!Müdür, bu sözleri söylerken, onun, vakitsizbir mihnetle çökmeye başlamış omuzlarınıokşuyordu. Giyinişinden, halinden, tanıdığıminanların hepsinden başka türlü bir insanolduğunu anlamıştım. Müdürü dinlerken hafifçeeğiliyor, iyi işitmek için elini kulağının arkasınakoyuyordu.

Biraz kanlı, fakat halim munis gözlerini banaçevirdi, kısık bir sesle Fransızca konuşmayabaşladı. Nereden çıktığıma, nasıl çalıştığıma, neyapmak istediğime dair sualler soruyordu.Verdiğim cevaplardan memnun kaldığı belliydi.Biz konuşurken, şube müdürü keyifli keyifligülüyor:-Bülbül gibi söylüyor Fransızcayı maşallah.Bir Türk kızı için şayan-ı takdir doğrusu,diyordu.Gülmisal Kalfa, daima: “Ayın on beşikaranlıksa, on beşi aydınlıktır” derdi. Sonradan,büyük bir şair olduğunu öğrendiğim o insanbana bakarken, benim için, bu aydınlığınbaşlamak üzere olduğunu hissediyordum. Biraydan beri, yavaş yavaş kaybettiğim güzelneşemi tekrar buldum.O insan, bana yine şimdiye kadar kimsedenişitmediğim güzel sözler söyledikten sonra, beniyanına aldı, Nazır’ın odasına götürdü.

O geçerken hademeler ayağa kalkıyor, kapılaradeta kendiliklerinden açılıyordu.Yarım saat sonra B... Vilayetinin merkezrüştiyesinde açık bulunan bir coğrafya ve resimmuallimliğine tayin edilmiş bulunuyordum.Çalıkuşu, o akşam Eyüp’e dönerkensevincinden adeta uçuyordu. Bundan sonra, o daartık kendi ekmeğini kendi kazanan bir insandı.Kimse, artık ona, adına merhamet ve himayedenen büyük hareketi yapmaya cesaretedemeyecekti.Üç gün sonra, her muamele bitmiş,harcırahımı almış bulunuyordum.Bir sabah, Gülmisal Kalfa beni vapura getirdi.Şahap Efendi, erkenden rıhtıma gelmiş, bizibekliyordu. Bu çocuğun insanlığını dünyadaunutamayacağım. Her işimle uğraşmış, gittiğimyerde, ineceğim otelin adresine kadar hiçbir şeyiihmal etmemişti. Şimdi de erkenden hâlâ sarılıhasta boğazıyla, rıhtımın rüzgârı ve rutubetiiçinde beni uğurlamaya geliyordu.

Bavulumu, yol hediyesi olarak getirdiği küçükbir kutu ile beraber, kamarama kendi eliyleyerleştirdi. Tekrar tekrar inip çıkarakkamarotlara tembihler veriyor, yorulupüzülüyordu.Vapur kalkıncaya kadar, güvertenin birköşesinde oturduk.İnsan, ayrılık saatinde durmadan konuşmalı,nesi varsa söyleyip bitirmeli değil mi? Halbukibu bir saat içinde, Gülmisal Kalfa ile belki, onçift söz konuşmadık. O, sönük mavi gözleriyledenizi seyrediyor, ellerimle oynuyordu. Yalnızvapur kalkacağı zaman dayanamadı: “Anneniburadan vapura bindirdim, Feride. Hem, o seningibi yalnız değildi, inşallah yine seni böylekucağıma alırım.” dedi, hıçkıra hıçkıra ağlamayabaşladı.Şahap Efendi’nin yanımızda olmasınarağmen, ben de galiba kendimi tutamayacaktım.Fakat o esnada bir kargaşalık oldu; “Haydihanım, merdiven kalkıyor!” diye kalfacığımı

omuzlarından yakaladılar, tartaklaya tartaklayamerdivenden indirmeye başladılar.Küçük kâtip hâlâ yanımda duruyordu.Teşekkür için elimi uzattığım vakit, benzinisapsarı, gözlerini dolmuş gördüm, ilk defadikkatle yüzüme bakmaya, adımı söylemeyecesaret etti:-Feride Hanım, büsbütün gidiyorsunuzdemek, dedi. Bu ayrılık dakikasının bir bulutgibi üstüme çöken ağırlığına rağmengülümsemekten kendimi alamadım.-Artık şüphe kaldı mı? dedim.O, bir şey söylemedi, elini elimden çekerekkoşa koşa merdivenden indi.Deniz yolculuğunu çok severim. Altı, yediyaşında bir küçük kızken, babamın neferiyleberaber yaptığım seyahatin zevki hâlâ içimdedir.Vapur, vapurdaki insanlar, hatta Hüseyin,unutulmuş, büyük bir denizi uçarak geçen birkuşun hayalinde ne kadar kalması mümkünse,bende de aşağı yukarı ona benzer bir şey

kalmıştır. Her tarafı akıcı parıltılarla dolu birmavi boşluk içinde uçmak sarhoşluğu. Denizinbendeki bu çılgın tesirine rağmen, güvertedekalmaya tahammül edemedim, vapurSarayburnu’nu dönerken, kamarama indim.Şahap Efendi’nin getirdiği kutu, bavulumunüzerinde duruyordu. Ne olduğunu merak ederekaçtım. Bir kutu fondan... Benim dünyada endelicesine sevdiğim şey.Küçük kâtibin hediyelerinden birinidudaklarıma götürdüm. Fakat birdenbiregözlerimden yaşlar boşandı. Niçin böyleağlıyordum, bilmiyorum! Kendi kendime sözanlatmak istedikçe gözyaşlarına artıyor,göğsümü tıkıyordu. Sebepsiz ıstırabım bu biçareşekerden geliyormuş gibi, gayri ihtiyarı, kutuyuyakaladım, kamaranın minimini penceresindendenize fırlattım.Evet, dünyada bu gözyaşlarından dahamanasız şey olamaz. Bunu anlıyorum. Fakatbuna rağmen, hâlâ şimdi, bu satırları yazarkenkirpiklerimden yaşlar süzülüyor, önümdeki

defter kâğıdını fiske fiske kabartıyordu.Bu, acaba dışarıda sessiz sedasız yağanyağmurun tesiri mi? Şimdi İstanbul nasıl? Oradada böyle yağmur var mı? YoksaKozyatağı’ndaki bahçe, şimdi ay ışıkları içindepırıl pırıl yanıyor mu?Kâmran, ben sadece senden değil, seninolduğun yerlerden de nefret ediyorum.Bu sabah, uyandığım vakit günlerden beridevam eden yağmuru dinmiş buldum. Bulutlardağılmıştı. Sadece, pencerenin karşısındakiyüksek dağ tepelerinde yer yer ince dumanlartütüyordu.Gece yatarken pencereyi kapatmayıunutmuşum. Hafif bir sabah rüzgârı, karyolanınörtülerine, dağınık saçlarıma vuran güneşışıklarını sarı pullar gibi titretiyor, parça parçadağıtıyordu.Beş günden beri bu küçük otel odasında,sinirlerim iyice bozulmuştu. Gece bir aralıkuyanmış, yanaklarımı, üzerine kırağı yağmış

yapraklar gibi ıslak bulmuştum. Yastığım daöyleydi. Demek ki uykumda ağlamıştım.Halbuki, şimdi bir parça güneş; neşemi hattaümidimi yeniden canlandırıyor, vücudumamektep yatakhanesinde uyandığım baharsabahlarının hafifliğini veriyordu.Bugünün bana, güzel bir haber getirmesineimkân yoktu. Artık, bir şeyden korkmuyordum.Sevinçle yatağımdan fırladım, eski biçim küçüklavabonun önünde yıkanmaya başladım.Temiz bir su birikintisine başlarını daldırıpçıkaran kuşlar gibi silkintilerle suları etrafa,karşımdaki aynanın camına sıçratıyordum.Kapı hafifçe vuruldu. Hacı Kalfa’nın sesi:-Sabah şerifler hayrolsun hocanım, sen yineerkencisin bugün, dedi.-Bonjur Hacı Kalfa, dedim, öyle oldu. Sennereden anladın benim uyandığımı? Hacı Kalfagüldü:-Ne bileyim, kuş gibi ıslık çalıp duruyorsun.

Hakikaten, kuşa benzeyen bir tarafım olduğunakendim de inanmaya başlıyordum.-Kahvaltını getireyim mi?-Bugün kahvaltı etmesem olmaz mı? Ses, budefa hiddetlendi:-Yok... Olmaz. Ben, öyle şey istemem. Gezmeyok, eğlenme yok, mahpus gibi tıkıldın, kaldın.Bir de yiyecek yemezsen karşıki komşunadönersin sonra.Hacı Kalfa, bu son sözü karşı odadakikomşuya işittirmemek için, ağzını anahtardeliğine koymuş, sesini alçaltmıştı.Bu Hacı Kalfa ile ne iyi dost olmuştuk. İlksabah uyanır uyanmaz giyinmiş, çantamıkoltuğuma alarak sıçraya sıçraya otelinmerdivenlerinden inmeye başlamıştım. HacıKalfa, yine o beyaz peştemalıyla küçük birhavuzun yanında nargile temizliyordu.Beni görünce kırk yıllık bir ahbap gibi:-Hayrola Feride Hanım, sen niye böyle erken

uyandın, ya? Ben seni yol yorgunluğu ile öğleyekadar uyur sandım; demişti.Ben gülerek:-Öyle şey olur mu? Vazife sahibi bir hoca,öğleye kadar nasıl yatar? demiştim.Hacı Kalfa, nargilesini bırakarak ellerinibeline dayamış:-Şuna bak hele! Daha kendi çocuk, anladın mıefendim, ayağının tozuyla mektebe gider çocukokutmaya, diye gülmeye başlamıştı.Ben Maarif Nezareti’nden tayin kâğıdımıaldığım dakikadan beri, artık, hafiflik etmemeyeyeminliydim; fakat Hacı Kalfa’nın bir bebeklekonuşur gibi hali karşısında, ben de birdenbireçocuklaşmış, çantamı top gibi havaya atıptutmuştum.Bu hareket, Hacı Kalfa’yı büsbütünkeyiflendirmişti. Ellerini birbirine vurarak:-Yalan mı? dedi. Daha sen, kendin çocuksun!

diyor ve kahkahalarla gülüyordu.Bir otel odacısıyla bu derece yüz göz olmakne kadar doğru bilmiyorum, fakat ben de onunlaberaber gülmüş, öteden beriden konuşmayabaşlamıştım.Hacı Kalfa, kahvaltı etmeden mektebegitmeme katiyen razı değildi:-Akşama kadar öyle aç açına el âleminyumurcaklarıyla uğraşılmaz, anladın mıefendim? Sana peynir, süt getirivereyim. Hem,efendim, bu daha ilk gün, acelesi müstacel değil,diye beni zorla havuzun başına oturtmuştu. Busaatte otelin avlusunda kimseler yoktu.Hacı Kalfa, karşıki dükkânlardan birine:-Molla, bizim hocanıma İstanbul simidiyleberaber süt getiriver, diye seslenmiş, sonra dabana dönerek:-Molla’nın sütü de süttür hani. Sizin İstanbulsütleri bunun yanında nargile suyu gibi kalır,demişti.

Hacı Kalfa’nın rivayetine göre Molla, yaz kışineklerini armutla besler, onun için sütleri armutkokardı.-Ancak, Molla’nın kendi de az buçuk armutkokar, diye alay ediyordu.Ben, havuzun başında kahvaltı ederken HacıKalfa, bir yandan nargilelerini çalkalıyor, biryandan bitip tükenmez şehir dedikodularıylabeni eğlendiriyordu. Aman Yarabbî, bu adam,neler biliyordu! Hele mektep hocalarıhakkında... Her birini kaç kat elbiseleri olduğunavarıncaya kadar içli dışlı tanıyordu.-Az eğlen, seni ben götüreyim. Mektepyakındır, ancak yollar karmakarışıktır. Sonrakaybolursun, demiş sakat ayağıyla önümedüşerek beni, hakikaten kendi kendimekaybolacağım Merkez Rüştiyesi’nin yeşil boyalıtahta kapısına kadar götürmüştü.Görünüşü ne kadar sefil olursa olsun, o gün,mutlaka sevmek azmiyle girdiğim bu mekteptenasıl bir felâketle karşılaştığımı tafsilatıyla

anlatmalıyım.Kapıcı kulübesinde kimse yoktu. Bahçedengeçerken hareli bir dokuma çarşafa sımsıkıbürünmüş, yüzü iki katlı peçeyle kapalı birkadına tesadüf ettim. Kolunda eski bir meşinçanta ile sokağa çıkmaya hazırlanıyordu. Benigörünce durdu. Dikkatli dikkatli bakmayabaşladı:-Bir şey mi istiyorsunuz, hanım?-Müdire Hanım’ı göreceğim.-Bir işiniz mi var? Müdire benim.-Öyle mi efendim? dedim. Ben yeni Coğrafyave Resim hocanız Feride’yim. Dün İstanbul’dangeldim.Dokuma çarşaflı müdire yüzünü açmıştı. Benitepeden tırnağa kadar süzdü, sonra tereddütle:-Bir yanlışlık olmasın kızım, dedi. Bizimcoğrafya ve resim hocalığı açıktı, fakat bir haftaevvel Gelibolu mektebinden bir hocagönderdiler.

Fena halde şaşırmıştım:-İmkânı yok efendim, dedim. Beni MaarifNezareti’nden gönderdiler. Emrim çantamda.-Fesuphanallah, fesuphanallah, dedi. Emrinizigöreyim, bakayım.Kadıncağız, kâğıdı birkaç kere okudu, tarihinebaktı, sonra başını sallayarak:-Böyle yanlışlıklar ara sıra oluyor, dedi.Fakında olmadan ikinizi de aynı yere tayinetmişler. Vah Huriye Hanım, vah!-Huriye Hanım kim efendim?-Gelibolu’dan gelen öteki hoca. Kendi halindeiyi bir kadıncağız... Oranın havasıyla imtizaçedememiş. Burasını istemiş. Meğer biçareninbaşına gelecek varmış.-Yalnız o değil, ben de müşkül mevkidekalıyorum efendim, dedim.-Evet, orası da öyle. Netice alınıncaya kadar

kadıncağızı meraklandırmayalım bari. Ben, bir işiçin Maarif Müdürlüğü’ ne gidiyorum. Haydi, sizde gelin. Bakalım, belki bir çare buluruz.Maarif Müdürü, uyuklar gibi gözleriniyumarak karşısındakileri dinleyen, sayıklar gibikesik kesik lakırdı söyleyen, battal, ağır biradamdı.Bizi, can sıkıntısıyla dinledikten sonra ağırağır:-Ben ne yapayım, öyle yapmışlar, öyle olmuş,İstanbul’a yazmalı. Bakalım ne cevap gelir?diyordu.Kısa yeleğinin altından çıkan kırmızı kuşağınabakarak evvela yük arabacısı sandığım iriyarı birkâtip:-Bu hanımın emrindeki tarih daha yeni.Binaenaleyh asıl makbul ve muteber olan budur,dedi.Müdür, istihareye varır gibi düşündü, sonra:-Hayret, gerçi öyle ama, ötekine işten el

çektirmek için emir yok. Nezâret-i Celile’denistizah edelim. Sekiz, on güne kadar cevap alırız.Siz de artık o zamana kadar idare-i maslahatbuyurursunuz, Müdire Hanım, diye hükmetti.Yine, dokuma çarşaflı müdirenin peşinde aynıdolambaçlı sokaklardan, tırıs tırıs mektebedöndüm. Keşke doğru otele gitseymişim.!Hayriye Hanım, kırk beş yaşlarında, karayüzlü, hırçın tavırlı, ufak tefek bir kadındı.Vakayı haber alır almaz yüzü bir kat dahakarardı, gözleri büyüdü, incecik boynununkenarlarında iki damar şişti. Sonra bayramdaçocukların çaldığı kursak düdüğü gibi birferyatla: “Eyvahlar olsun a dostlar! Bu da mıbaşıma geldi?” diye düşüp bayıldı.Muallimler odası birbirine giriyor, gözlüklübir ihtiyar hoca, kapıya üşüşen talebelerikovmak için, adeta kucak kucağa onlarlagüreşiyordu.Arkadaşlar, Hayriye Hocanım’ı sırtüstü yereyatırmışlardı. Yüzüne sular, sirkeler sürüyorlar,

boynundan büzmeli fanila gömleğini gevşeterek,pire ısırıklarıyla benekli göğsünüovuşturuyorlardı.Ben, ne yapacağımı şaşırmış bir halde, odanınbir köşesinde, kolumda çantamla dimdikduruyordum.Biraz evvel, kapıdaki çocukları kovanhocanım, gözlüğünün üstünden aksi aksiyüzüme baktı:-Kızım, insaniyetine şaştım doğrusu, dedi. Birde üstelik gülüyorsun.Hakkı vardı. Maalesef kendimi tutamayarakgülümsemiştim. Kadıncağız, ona değil, kendiperişanlığıma güldüğümü nereden anlayacaktı?Fakat, gülen yalnız ben değilmişim. Uzunboylu, keskin kara gözlü bir genç kadın da kıskıs gülüyordu. Yanıma yaklaştı. Kulağımausulcacık:-Bilmeyen, bu kadının kocası evlenmiş,üstüne ortak getirmiş sanır. Baygınlık falan

değil, vallahi şirretliğinden, dedi.Huriye Hanım, yüzünden burnundan sularakarak gözlerini açmıştı. Midesinde barutpatlamış gibi gürültü ile geğiriyor, başını ikiyana sallayarak:-A dostlar, bana neler oldu? Bunca yıldansonra başıma bu haller gelmeli miydi? diyeperde perde sesini yükseltiyordu.“Bülbülün çektiği dili belasıdır!” derler, yinebir münasebetsizlik ettim, hiç lüzum yokken,“Biraz iyileştiniz inşallah?” diye bir nezaketyapmak istedim. Sen misin hatır soran? HuriyeHanım, öyle bir parlayış parladı ki, anlatamam.Aman neler söylemedi? Hem canına kastetmişimhem de üstelik keyif soruyormuşum. Dünyadabundan büyük yüzsüzlük, arsızlık, terbiyesizlikolamazmış.Bir köşeye sinmiş, utancımdan gözlerimikapatmıştım. Hocalar, Huriye Hanım’ı bir türlüyatıştıramıyorlardı. Perde perde sesiniyükseltiyor, öyle kelimeler söylüyordu ki,

Merkez Rüştiyesi’nde değil, en adi bir sokaktabile ağza alınmazdı.Ne mal olduğum zaten yüzümden belliymiş.Onun ekmeğini elinden almak için Nezaret’tekim bilir, kaç kişiye...Köşede, gözlerim kararıyor, vücudum buzgibi donuyor, dişlerim birbirine çarpıyordu. Enfenası, öteki hocanımlar da hemen hemen onahak veriyor gibi vaziyetler alıyorlardı.Birdenbire ortadaki masaya bir yumruk indi,bardaklar, sürahiler şangır şangır öttü.Bunu yapan, biraz evvel benimle berabergülen keskin kara gözlü genç kadındı. O, şimdicanavar gibi bir şey olmuştu. Yükseldikçegüzelleşen hırçın bir sesle haykırıyordu:-Müdire Hanım, bu nasıl müdirelik? Bukadının, bir muallimenin namusuna diluzatmasına nasıl müsaade ediyorsunuz?Neredeyiz? Bir kelime daha söylemesinemüsaade edersiniz, onu değil sizi mahkemelerdesüründürürüm. Kendini nerede sanıyor bu

kadın?...Kara gözlü muallime, bu defa da ayağını yerevurarak öteki hocalara çattı:-Aferin size arkadaşlar, çok beğendimdoğrusu. Mektep içinde bir meslektaşın tahkiredilmesini böyle sırıta sırıta dinliyorsunuz ha?Ortaklık, bir dakikada sütliman olmuştu.Huriye Hocanım, yalnız kalacağını anlayınca,yine ayılıp bayılmaya, ağlamaya başladı. Dersvakti galiba gelmişti. Hocalar defterlerini,kitaplarını, dikiş sepetlerini alarak birer birerdağılmaya başladılar.Müdire Hanım, “Sizi odamda bekliyorum,kızım,” diye kapıdan çıktı...Biraz sonra, odada beni müdafaa edenarkadaşla yalnız kalmıştım. Ona teşekkür etmeyelüzum görerek:-Vah vah!.. Siz de benim için üzüldünüz,dedim.

O, ehemmiyeti yok, demek ister gibi omuzsilkti ve güldü:-Mahsus yaptım. Böylelerine ara sıra gözdağıverilmezse olmaz, insanın başına çıkmayakalkarlar sonra. Ne yaparsınız. Dersten sonragörüşürüz, olmaz mı?Müdirenin kapısına kadar gittiğim halde içerigirmeyi bir türlü canım istemedi. Tekrar bu bahsitazelemek beni iğrendiriyordu. Kollarımdüşmüş, çantam ağırlaşmıştı, kimseyegörünmeden mektepten çıktım, otele döndüm.Hacı Kalfa, beni görür görmez, meyus birtavırla kollarını kaldırdı:-Vah hocanım vah, neler gelmiş senin başına?diye söylenmeye başladı.Vakayı benden daha iyi biliyordu. Bukadarcık bir zaman içinde nasıl duymuştu.Aman kızım, gözünü dört aç. İstanbul’a

yazacağız diye sana bir oyun oynamasınlar.Nezaret’te tanıdığın varsa hemen mektupyazalım, dedi.Beni Nazır’a tavsiye eden yaşlıca bir şairdenbaşka kimseyi tanımadığımı söyledim. HacıKalfa, onun adını işitir işitmez çocuk gibisevindi:-Vay, o, benim velinimetimdir ayol, dedi.Burada bir zamanlar idadiye müdürü idi. Melekgibi bir insandır. Yaz kızım yaz ve beni seversenbenden de selam yaz, de ki: “Hacı Kalfa kulunmübarek destlerinden bus'ediyor.”Zavallı Hacı Kalfa, ikide bir, sakat ayağınısürüye sürüye yukarı çıkıyor. “MüddeiumumiBey, hak onundur, korkmasın. Maarif Müdürüsıkıştırsın, diyor” yahut; “Belediye mühendisiyarın İstanbul’a gidecek. Nezaret’e uğramayıvaat etti” yolunda havadisler getiriyordu.Ne tuhaf memleket! Birkaç saat içinde rezaletiduymayan kalmamıştı. Otelin kahvesinde, hepbundan bahsediliyormuş.

-Hacı Kalfa, bu ne iş? dedim. Burada herkesherkesi tanıyor?İhtiyar adam, ensesini kaşıyarak:-Avuç içi kadar yer, dedi. Nerede bulursun otaşına toprağına kurban olduğum İstanbul’u.Orada olsa kim kime, dum duma. Buranındedikodusu boldur. Bunu, böylece bilmiş olasın.Benden sana nasihat; kâmil ol, uslu ol. Öyleçarşıda pazarda yüzü açık gezme. İmdi: (AmanYarabbî, bu imdi kelimesini ne tuhaf bir eda ilesöylüyordu!) Sana bir kısmet de çıkar inşallah.Burada bir hocanım vardı. Arife Hocanım. CezaReisi kendisine nikâh etti. Şimdi, bir eli yağda,bir eli balda. Darısı senin başına. Aman güzeldiye mi? Ne gezer! iffetli diye, ağırbaşlı diye,imdi dünyada namustan kıymetli şey yokturinsan için.Gün geçtikçe, Hacı Kalfa’nın bana emniyeti,teveccühü artıyordu. Her gün, evinden ufaktefek eşya, dantel bir bardak örtüsü, işlemeli biryüz havlusu, resimli hazır yelpaze gibi şeyler

getiriyor, odamı süslüyordu.Bazen biz konuşurken, aşağıdan, direk gibibir ses:-Hacı Kalfa, ne cehenneme kayboldun yine?diye haykırıyordu.Bu Hacı Kalfa’nın efendisi, otelin sahibiydi.İhtiyar adam, her defasında türkü söyler gibi,makamla yavaş yavaş:-Elinin körü, elinin körü. Hacı Kalfalarkaldırsın seni, diye söyleniyor; sonrabağırıyordu:-Geldik, geldik, az işimiz var da...Otelde, Hacı Kalfa ile beraber, bir ahbabımdaha olmuştu: Otuzbeş kırk yaşlarında Manastırlıbir kadıncağız.Onunla ahbaplığımızın nasıl başladığınıanlatayım: Otele ilk geldiğim akşam, odamdaeşyamı yerleştiriyordum. Hafif bir kapı gıcırtısıişittim. Baktım, odaya sarı basma entarili, yeşil

krep başörtülü bir kadın giriyor.Daha kapıdan girerken: “iyisiniz inşallah, safageldiniz, hanım kızım” diye hatır sordu.Düzgünlü zarif yüzü; kireçle delik deşiktıkanmış, harap bir duvarı hatıra getiriyor;rastıklı kaşları, simsiyah dişleri, bu çehreye birölü kafası korkunçluğu veriyordu.Biraz şaşırarak:-Safa bulduk efendim, dedim.-Valide hanım nerede?-Hangi valide hanım efendim?-Hocanım... Siz hocanınım kızı değil misiniz?Kendimi tutamayarak gülmeye başladım:-Ben hocanınım kızı değil, kendisiyimefendim. Kadın, yere çömelir gibi yaparak,ellerini dizlerine vurdu:-Ay! Hocanım siz misiniz? Hiç de böyleparmak gibi gencecik hocanım görmedim. Ben,sizi yaşlı başlı hocanım sanıyordum.

-Şimdi böylesi de oluyor efendim.-Olur ya, olur ya... Bu dünyada ne olmaz?Biz, ta şu karşıki odacıkta oturuyoruz, çocuklarıuyuttum, “Safa geldin” demeye geldim size...Allah eksik etmesin, gündüzleri çoluk çocukgailesi var. Haçan bu vakit olur, çocuklaruyurlar, bir kasvettir basar beni. Yalnızlık birAllahü Teâlâ’ya muhsustur öyle değil mihemşireceğim? Efkârlan bre efkârlan; iç sigara,iç sigara, iç sigara. Sabahı ederim. Allahgönderdi sizi hemşireceğim. İki lakırdı eder,açılırız.Kadıncağız, bana evvela! “Hanım kızım” diyehitâb ederken, hoca olduğumu öğrenince, bunu“hemşireceğim”e çevirmişti.Odadaki iskemleyi göstererek:-Buyurun, oturun, dedim ve kendimkaryolanın kenarına oturarak ayaklarımısalladım. Manastırlı Hanım:-Ben iskemlede rahat edemem hemşireceğim,

dedi ve tuhaf bir şekilde yere, ayaklarımındibine oturarak dizlerini büktü, sonra entarisinincebinden bir teneke tütün kutusu çıkararak kalınsigaralar sarmaya başladı. Bunlardan birini banaikram etti.-Teşekkür ederim, ben içmem efendim,dedim. O:-Ben de çokluk içmezdim ya. Gam, kasavetböyle yaptı, dedi.Komşum, adamakıllı dertliydi. Manastır’daepeyce zengin bir adamın kızıymış. Haline görebağları, bahçeleri, öküzleri, inekleri, varmış.Babasının kapısında üç beş fukara doyuyormuş.Manastır’lı belli başlı beylerinden birçoğu onuistemiş. Fakat cahillik bu ya, o: “İlle kılıçlı zabitevaracağım” diye tutturmuş. Keşke, anası onayüz sopa vurup o beylerden birine verseymiş.Lâkin, o biçare kadın da başına geleceği nebilsin! Tutmuş, bir tanecik kızını belindekikılıçtan başka malı, mülkü olmayan birmülazıma vermiş, hürriyete kadar şöyle böylegeçinmişler. Komşum 31 Mart’ta, Hareket

Ordusu’yla. İstanbul’dan dönen bir ahbaptan,kocasının (B.) de bulunduğunu ve burayerlilerinden bir kadınla evlendiğini haber almış.Eh, olur ya; şeriatımız dörde kadar izin veriyor.Zavallı komşum biraz ağlayıp sızladıktan sonraüç çocuğunu almış ve buraya gelmiş.Gelgelelim, kocası bu işten hiç memnunolmamış. Vaktiyle yalvara yalvara aldığı karısı,ne ciğerpare evlatçıklarını gözü görüyor, onlarıtersyüzüne Manastır’a çevirmek için ısrarediyormuş. “Bunca senelik karınım. Etme banabu cefaları” diye ayaklarına kapandığı, köpeklergibi yalvardığı halde, bir türlü kendisini deburada alıkoymaya razı edemiyormuş. Bu uzunhikâyeyi dinledikten sonra dayanamadım:-A hanımcığım, siz de niçin sizi istemeyen birinsan üstüne bu kadar düşüyorsunuz? O sizitekmeliyorsa siz de onu tekmelersiniz, olur biter,dedim.Manastırlı Hanım, cahilliğime acır gibi,gülümseye gülümseye:

-A hemşireceğim, gözümü açtım, onugördüm. Bunca yıl bir yastığa baş koyduk.Kocadan ayrılmak kolay mı? dedi ve sesinititrete titrete:“Anadan geçilir, yârdan geçilmez” diye birbeyit okudu.Ben, adeta hiddetle:-İnsan, kendini aldatan bir erkeği nasıl sever?Ben, bunu anlamıyorum, dedim.O, siyah dişleriyle acı acı sırıtarak:-Siz daha pek çocuksunuz, hemşireceğim. Buacıları çekmemişsiniz, bilmiyorsunuz. Allah yinede bildirmesin, dedi.-Ben bir kız biliyorum ki evleneceğine iki günkala, nişanlısının kendisini başka bir kadınlaaldattığını öğrendi, bu fena adamın yüzüğünübaşına attı ve yabancı bir memlekete kaçtı.-Sonradan pişman olmuştur o kız,hemşireceğim. Acırım ona. Yüreği hasretten göz

göz olmuştur. Sen, kurşunla vurulanları hiçişitmedin mi, be hemşireceğim? Bazıları,vurulduklarının fakında bile olamazlar, üç beşadım koşarlar, kaçıp kurtuluyoruz sanırlar. Yarasıcakken acımaz, hemşireceğim. Hele bir keresoğumaya başlasın. Sen bak, seyret o kızcağıznasıl yanıp yakılacak?...Hiddetle karyoladan fırladım, deli gibi odanıniçinde dolaşmaya başladım. Yağmur pencerelerikamçılıyor, sokaktan boğuk köpek ulumalarıgeliyordu. Manastırlı komşum, derin bir ahçektikten sonra devam etti:-Gurbet ellerindeyim. Kolum, kanadım kırık.Elim ermez, gücüm yetmez. Manastır’daolaydım, kocamı iki günde bu aşiftenin elindenkurtarırdım ya.Hayretle gözlerimi açarak:-Ne yapardınız? dedim.-Ortağım, burada kocama basmış büyüyü,basmış büyüyü. Dilini ağzını bağlamışadamcağızın. Lâkin, Manastır büyücüleri daha

ustadır. Çok değil, üç mecidiyeyi gözdençıkardım mı, kocamı kadının elinden alırlar, yinebana getirirlerdi.Manastırlı Hanım, bana Rumeli büyücülerihakkında uzun uzadıya tafsilat vermeye başladı:Arif Hoca adında bir Arnavut varmış ki,domuz kulağını, birçok ameliyatlarla, bir dürbünhaline getirirmiş, bir kadın bu garip dürbünügözüne koyarak bir kere kocasına baktı mı,erkek ne kadar haşarı oluşa olsun, hemen yolagelirmiş. Çünkü, bütün kadınlar, ona domuz gibigörünürmüş.Arif Hoca, bazen bir sabun parasına, bir topluiğne kaplar ve sabunu okuyup üfledikten sonratoprağa gömermiş. Sabun toprakta eridikçe,insanın düşmanı da oturduğu yerde erir, iğneipliğe dönermiş.Kadıncağız, teneke kutusundan, üst üstesigaralar sarıp içerek buna benzer masallaranlatıyor, büyüler tarif ediyordu.

Ne boş, ne zavallı lakırdılar! Ya hele, osoğuduktan sonra sızlanmaya başlayan yaramasalı! Hiç böyle şey olur mu? Ben, öteki zalimiçin hiç üzülüyor muyum? Onu hiç aklımagetirdiğim oluyor mu?Manastırlı komşumun katmerli düzgünleri,kazan kulplu rastıkları, çökük gözevlerinikorkunç bir halka ile saran kuyruklu sürmeleri,bende evvela bir tiksinme hissi uyandırmıştı.Fakat bunların, erkeğini tekrar elde etmek içinyapılmış bir hile, bir süs olduğunu öğreninceiçim sızladı. Zavallı kadın, diyordu ki:-Adamcağızımın gözüne hoş görüneyim diyeçocukların boğazından kesip düzgün, rastık,sürme alıyorum, yeni gelin gibi süsleniyorum,ama olmuyor. Dedim ya, büyü.O günden beri odamın kapısı ara sıragıcırdıyor, başımı çevirmeden anlıyorum kiodur.-İşin var mı, hemşireciğim? Azıcık geleyimmi?

Yalnızlıktan o kadar bunalmışım ki, bu sesbeni adeta sevindiriyor. Kalemimi bırakarak,ağrıyan parmaklarımı birkaç kere sallıyorum vekomşumun artık ezberlediğim sırnaşık aşkınınhikâyesini zevkle dinlemeye hazırlanıyorum.Penceremin karşısında dimdik yükselen dağınmanzarası ilk günlerde beni eğlendiriyordu.Fakat, ondan da yorulmaya başladım, insan, budumanlı yamaçların rüzgârı içinde saçı başıdağınık, etekleri uçarak dolaşmadıkça, yalçınkayalar üstünde, keçi yavruları gibi sıçrayıpeğlenmedikçe neye yarar?Nerede o, başımı alıp saatlerce kırlardadolaştığım, bahçe kenarındaki çitleredeğneklerle vurarak, sık yapraklı ağaçlarıtaşlayarak kuş kaldırdığım günler! Halbuki ben,Anadolu’yu asıl bunun için istiyordum.Küçükten beri resim yapmayı çok severim.Mektepte tam not aldığım hemen tek ders o idi.Köşkte tertemiz oda duvarlarına, mektepteheykellerin mermer kaidelerine, kurşun, yahut

boya kalemleriyle yaptığım resimler için nekadar azar işitmiş, ceza çekmiştim, İstanbul’dangelirken çantama bir alay resim kâğıdı ve boyakalemleri almıştım.Oteldeki yalnız günlerimde yazıdan sıkıldıkçaresim yapıyordum ve bu, benim için hoş birteselli oluyordu. Hatta Hacı Kalfa’nın da birikarakalem, diğeri suluboya iki resmini yapmayaçalışmıştım.Resimlerin ne dereceye kadar benzediğinibilemiyorum. Fakat o, burnunun, gözününhususiyetlerinden değilse bile, yuvarlak veçıplak başından, posbıyıklarından, beyazönlüğünden kendini tanıdı ve ustalığıma hayranoldu.Adamcağız üşenmeden çarşı, pazar dolaşıyor,kızına çerçeve işletmek için ucuz atlaslar,kadifeler, ipekler, renkli boncuklar satınalıyordu.Nihayet, fazla sıkıldığımı görerek beni evinedavet etti. Hacı Kalfa, karısının tutumluluğu

sayesinde kutu gibi bir ev yaptırmış, boşzamanlarında çocuklarının yardımıyla, bunuyeşile boyamıştı.Ev, derin bir uçurumun kenarında. Uçurum, okadar derin ki bahçenin sarmaşıklarla örtülüparmaklığına kollarınızı dolayıp aşağı baktığınızzaman başınıza bir dönme geliyor.Bu bahçede Hacı Kalfa’nın ailesiyle beraberne tatlı birkaç saat geçirdim!Nevrik Hanım, Samatyalıymış. Kocası gibikaba saba, fakat iyi ruhlu, saf bir kadıncağız.Beni görünce “İstanbul kokuyorsunuz,küçükhanım” diye boynuma sarılmaktan kendinialamadı, İstanbul’un adı anıldıkça gözleriyaşarıyor kocaman göğsü derin hasretnefesleriyle kalaycı körüğü gibi kabarıp iniyor.Hacı Kalfa’nın on iki yaşlarında bir oğlu, ondört yaşlarında bir kızı var. Kızın adı Hayganuş.Pancar renginde, kara kırmızı yanakları, suçiçeğiçıkıyormuş gibi iri sivilcelerle dolu, kalın kaşlı,mahcup ve beceriksiz bir ermeni kızı.

Murat, etli butlu ablasının tersine, çiroz gibikuru, renksiz, bücür bir çocuk.Hacı Kalfa, okur yazar bir adam değilmişama, ilmin kıymetini takdir edermiş, insan herşeyi bilmeliymiş. Sırasına göre yankesicilik bilelâzım olurmuş. Mirat, iki sene Ermeni mektebinegitmiş, iki seneden beri de Osmanlı mektebindeokuyormuş.Hacı Kalfa’nın programına göre bu çocuk, ikisenede bir mektep değiştirecek, yirmi yaşınakadar sıra ile Fransızca, Almanca, İngilizce,İtalyancayı mükemmel öğrenerek tam bir adamolacakmış. Tabii, bu solucan gibi sıpsıska çocuko zamana kadar bu yükün altında ezilipölmezse!Hacı Kalfa, bir gün oğlundan bahsederkendedi ki:-Mirat’ın adına dikkat etmişsindir. Ne arifaneisimdir o, bulmak için bir hafta kafa patlattım, ikilisana da uyar. Ermenice Mirat, OsmanlıcaMurat.

Sonra fevkalâde zekice bir şey söyleyeceğineişaret olmak üzere gözlerinden birini kırparakilave etti:-Mirat, namünasip bir halt yiyip, benikızdırdığı zaman ben de ona, sen, ne Mirat’sın,ne Murat; ancak bir meretsin, derim.İhtiyar Ermeninin bu hiddet sahnelerinden biride, benim evlerinde bulunduğum zamanatesadüf etti. Görülecek şeydi! Çocuğun kabahati,anasının pişirdiği bir yemeği beğenmemişolmaktı.Hacı Kalfa, onu adeta darbımeseller vebeyitlerle azarlıyordu:-Hele şu miskine bak. Bacak kadar boyu var,türlü türlü huyu var. Dilenciye hıyar verdilersebeğenmemiştir, eğridir diye sokağa atmış. Eşekhoşaftan ne anlar? İhtarlarımı semî itibarkulağına sok. Yoksa, tekdirât ile uslanmayanınhakkı kötektir. Sen kim oluyorsun ki Allah’ınverdiği ekmek ve nimeti beğenmiyorsun?!.. Senseni bil sen seni. Sen seni bilmez isen. Patlatırlar


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook