köy mektebinde, ruhumun içine döküldükleridakikadan bugüne kadar beni mesut etmişlerdi.Kuşlar, hâlâ şenlik yapıyorlar. Gramofon hâlâçalıyordu, ikindi güneşinin ağaç yapraklarınıtarayan ışıkları, bu renksiz çocuk yüzüne,örselenmiş kelebek kanatlarının parmaklarındabıraktığı yaldızlı toza benzer bir renk veriyor,alnına dökülmüş sarı perçemleriyle oynuyordu.Ne bir feryat, ne üstüne atılmak gibi bir telaş...Kollarım ihtiyar doktorun boynuna kilitlenmiş,başım omzunda, adeta acı bir saadetle bugüzelliği seyrediyordum.Ölüm, yavruma bir ay ışığı tatlılığıylayaklaşıyor, bir ana dudağı gibi korkutupürkütmeden alnından, dudaklarından öpüyordu.Doktorlar, yatağa yaklaşmışlardı. Birisinin,ipek örtüler içinden küçüğümün çıplak kolunuçıkardığını, ona bir iğne yaklaştırdığını gördüm.Hayrullah Bey hafifçe döndü, vücudunugözlerime siper etti. Birisi:
-Kolonya, bir parça kolonya, diyordu.İhtiyar doktor, başıyla raflardan birinigösterdi. Kuşlar hâlâ durmuyor, gramofongittikçe artan bir şenlikte çalmakta devamediyordu.Birdenbire odanın içine keskin bir elyotropkokusu yayıldı. Kolonya bulamamışlar onukullanmışlardı. Elyotrop... Küçüğümün elindenhemen hemen zorla çekip aldığım bu şişe...Bana verdiği bütün saadetlere mukabil ondan,sevdiği ehemmiyetsiz bir kokuyu kıskanacakkadar mı kalpsizlik etmiştim?-Şişeyi yatağa boşaltınız, doktor bey,küçüğüm bu koku içinde daha mesut ölecek,dedim.Hayrullah Bey, saçlarımı okşuyor:-Haydi Feride, haydi evladım, artık dışarıçıkalım, diyordu.Munise’yi son defa öpmek istiyordum.Cesaret edemedim, yalnız çıplak kolunu tuttum.
Küçüğüm, ara sıra ellerimi tutar, avuçlarımıçevirerek içlerinden öperdi. Bende onun gibiyaptım. Bu zavallı buruşuk avuçlarının içindenküçük küçük buselerle öptüm, abasına ettiğibütün iyilikleri için teşekkür ettim.Bu dakikadan sonra Munise’yi bir dahagöremedim. Beni yatağımın üstüne uzattılar veyalnız bıraktılar.Bir yandan titriyor, bir yandan terdöküyordum. Evin içine yayılan keskin elyotropkokusu bir dalga gibi içime gömülüyor,göğsümü tıkıyordu. Bana öyle geldi ki bu koku,bu ikindi aydınlığındaki kuşların sesi, senelercedevam etti. Sonra yavaş yavaş ortalık karardı.Gözlerimin önünde Munise’nin, kar fırtınasındakaybolduğu o karanlık gecenin hayali titriyordu.Küçüğümün kapıya vurduğunu, fırtınanıniçinde ince sesiyle inlediğini duyuyordum.Gecenin bilmem hangi saatindeydi. Kuvvetlibir ışık gözlerimi yaktı; saçlarıma, alnıma bir eldokunduğunu hissettim, gözlerimi açtım, ihtiyar
doktor, elinde bir şamdanla yüzüme eğiliyor,sönük mavi gözlerinde, beyaz kirpiklerindeyaşlar titriyordu. Rüya içinde gibi:-Saat kaç? Bitti, değil mi?Dediğimi hatırlıyorum, sonra yine yavaşyavaş o Zeyniler gecesinin karanlığına daldım.Gözlerimi, tekrar açtığım vakit, bulunduğumyeri tanıyamadım; başka oda, başka pencereler...Dirseklerime dayanarak kalkmaya çalıştım,başım benim değilmiş gibi, tekrar yastığınüstüne düştü. Şaşkın şaşkın, etrafımabakınıyordum. Yine doktorun mavi gözlerinigördüm.-Feride, beni tanıdın mı?-Niçin tanımayayım Doktor Bey? dedim.-Çok şükür, çok şükür. Cümlemize geçmişolsun.
-Bir şey mi oldu, doktor?-Sen yaşta bir çocuk için ehemmiyetsiz, birazuyudun kızım, biraz uyudun, ehemmiyetverilecek bir şey değil...-Ne kadar uyudum?-Epeyce zaman, ziyanı yok... On yedi günkadar...On yedi gün uyku. Ne tuhaf!.. Aydınlık, benirahatsız ettiği için tekrar gözlerimi kapadım, buon yedi günlük uykuya; başkasının göğsündengeliyor, dudaklarından çıkıyor gibi bir tuhaf sesveren kahkahalarla güldüm; sonra tekraruyudum.Büyükçe bir beyin humması geçirmişim.Doktor Hayrullah Bey, beni kendi evinenakletmiş, on yedi gün başucumdan ayrılmamış.Bu, benim hayatta ilk büyük hastalığımdı.Nekahet zamanım kırk günden ziyade sürdü.
Günlerce yerimden kalkamadım. Hastalıktansonra saçlarım demet demet inmeye başlamıştı.Bir gün, makas istedim; onları enseminhizasından kestim.Nekahet ne tatlı şey. İnsan, yeniden dünyayagelmiş gibi oluyor; en ehemmiyetsiz yerlere -renkli oyuncaklara bakan küçük çocuk gibi-sevinçle, saadetle bakıyor. Cama kanatlarınıçarpan bir kelebek, aynanın kenarında renkliakisler uyandıran bir güneş aydınlığı, uzak birsürünün hafif çıngırak sesleri, kalbimi lezzetlititremelerle çırpındırıyordu.Hastalık, son üç senemin bütün zehirlerini alıpgötürmüştü. Hatıralarım bile başkasına ait şeylergibi geliyordu. Onlar, artık bende ne bir keder,ne bir heyecan uyandırıyordu. Zaman zamanhayretle kendime soruyordum:-Sakın bunlar bir uzun rüyanın hatıralarıolmasın! Yahut onları bir eski romandanokumuş olmayayım? Evet, vakaları rüyada,çehreleri, boyaları solmuş, çerçeveleri tozlanmışeski fotoğraflarda görmüş gibiyim.
Doktor Hayrullah Bey, bu nekahet zamanındabana arkadaşlık etti. Bir gün yalnız bırakmadı.Kâh hikâyeler söylüyor, kâh romanlar okuyarakbeni eğlendirmeye, güldürmeye çalışıyordu. Obiçare de çok yoruldu.-Hele şöyle bir adamakıllı ayağa kalk...Alimallah hasta bile olmasam, keyif için patiskaentari diktirip üç ay yatakta yatacağım. Sana bintürlü naz edeceğim, diyor.Ara sıra benim, uykuya benzeyendalgınlıklarım oluyor, incelmiş gözkapaklarımınarasından pembe güneş ışıkları sızarak birzaman o halde kalıyordumO vakit, Hayrullah Bey, karşımdaki koltuktakitap okuyor yahut uyukluyordu. Bu dalgınlıksaatlerinde ruhumun vücudumdan ayrıldığını,ışık gibi ses gibi boşluklarda dolaştığınıhissediyordum.Nerelere, hangi memleketlere gidiyordum,bilmiyorum. Yalnız birdenbire uçurumlara
düşmek hissi içinde, içim ılınarak silkinipuyandıkça öyle hissediyorum ki, uzak, pek uzakbir yerlerden dönüyorum. Kulaklarımda ışıksüratiyle aşılmış mesafelerin rüzgârlarıhışıldıyor, gözlerimde havanın en yüksektabakalarında görülmüş dumanlı memleketlerindağınık, sönük hatıraları titriyordu.Evvelki gün Hayrullah Bey’e dedim ki:-Doktorcuğum, artık büsbütün iyileştim. Onuziyaret edebiliriz.Evvela razı olmadı, daha hiç olmazsa on beşgün, bir hafta sabretmemi söyledi.Fakat hastaların inatçılığına, titizliğinetahammül etmek mümkün olmuyor. İhtiyararkadaşımı nihayet razı ettim. Bahçeden ikikucak çiçek, deniz kenarından birçok renkli taş -küçüğüm bunları çiçeklerden ziyade severdi-topladık.Munise, Akdeniz’e karşı bir tepeciğinüstünde, kendi gibi incecik bir küçük servininaltında yatıyor. Saatlerce yanında oturduk.
Hastalığımdan beri ilk defa olmak üzere doktorlaonu konuştuk. Küçüğümün nasıl öldüğünü, nasılgömüldüğünü bilmek istiyordum. Bütünısrarlarıma rağmen Hayrullah Bey bana tafsilatvermedi. Yalnız bir şey öğrenebildim:Gömüldükten sonra imam, Munise’nin annesininismini sormuş, bunu, tabii kimse bilmiyor doktorbenim, bu küçük kız için hemen hemen bir anneolduğumu hatırlamış, ismimi vermiş. Yavrumu“Munise bin Feride” diye toprağa teslimetmişler...Kuşadası, 1 EylülDoktor Hayrullah Bey bu sabah bana:-Küçük, dedi. Beni yine bir köyden istemişler.Düldül sana emanet, sakın hayvanınpansumanını o “Odabaşı” ayısına bırakma.Kendi bacağı gibi Düldül’ün bacağını dakestirmeye mi azmetti, hain nedir? Bir türlü ayakiyi olmuyor, pansumanı biliyorsun. Yarayı tekrarbağladıktan sonra Düldül’ü sekiz, on dakikabahçenin içinde dolaştır, hatta mümkünse bir
parça, ama çok değil, koştur anladın mı? ikinciişe gelince, fırıncı Hurşit Ağa bugün fırınkirasını getirecek, yirmi sekiz lira mı ne, benimtarafımdan parayı alırsın. Ayrıca, neydi osöyleyeceğim? Kafa kalmadı ki... Ha, evet,benim kütüphanemi aşağıya naklettir. Deniztarafındaki odayı sana vereceğim. Orası dahagüzel, hem kışın lodosa karşıdır, üşümezsin...Ne vakitten beri söylemek istediğim sözünsırası gelmişti. Dedim ki:-Doktor Bey, Düldül’ü merak etmeyin, kirayıda alırım. Fakat, ötekine ihtiyaç var mı? Artık,misafirliğim kâfi derecede uzadı, müsaadeederseniz ben gideceğim.Doktor, ellerini kalçalarına dayadı, benimtaklidimi yapmak için sesini incelterek hiddetle:-Misafirliğim kâfi derece uzadı. Müsaadeederseniz ben gideceğim, dedi. Sonra daha sertbir tavırla yumruğunu sallayarak:-Ne dedin? Gidecek misin? Yediği naneyebak. Ağzını kulaklarına kadar yırtarım da asıl o
vakit kıyamete kadar gülersin.-Fakat, Doktor Bey, dedim, misafirlik fazlauzuyor. Yine elini beline dayayarak:-Peki, küçükhanım hazretleri, gitmekistiyorsunuz, âlâ fakat Quo Vadis?...Gülümseyerek cevap verdim:-Doktor bey, nereye gideceğimi ben de kendikendime soruyorum. Fakat şu var, gitmek elzem.İlanihaye yanınızda kalamam. Bu, tabii... Endüşkün bir zamanımda bana yardım ettiniz,bunu unutmayacağım, fakat...Hayrullah Bey, çenemin altından tuttu:-Küçük kız, gevezeliğe lüzum yok, biz,seninle “iki ahbap çavuş” olduk. Haydi,münasebetsizliği bırak. Ben, hâlâ ısrarediyordum:-Doktor Bey, kalmak benim canıma minnet,emin olunuz, yanınızda çok mesut oluyorum,fakat niceden beri size yük olacağım? Gerçi çok
insaniyetlisiniz, fedakârsınız...Doktor, kısa saçlarımı birbirine karıştırarakeğlenmeye devam ediyor, yine benimsöyleyişimi taklit etmek için yanağınıçukurlaştırarak, dudaklarını sivriltip, sesiniincelterek:-İnsaniyet, fedakârlık... Trajedi mi oynuyoruzbe deli çocuk? diyordu. Anlatamadık gitti,insaniyet, fedakârlık bana vız gelir, küçük kız.Ben keyfim için yaşadım, keyfim için sanahizmet ettim. Senden hoşlanmayayım da bak,suratına bakar mıydım? Kendimi tepesi üstüminderden attığımı işitsen yine fedakârlıkettiğime inanma. “Bu hodkâm ihtiyar, kim bilir,ne zevk buldu?” de. Moliere’in bir kahramanıvardır, pek zevkime gider. Herife dayak atarkenöteki beriki kurtarmaya gelir, herif, hepsinikovar. “Haydi efendim işinize. Allah Allah!Belki ben, dayak yemekten hoşlanıyorum!” der.Haydi küçük, zevzekliği bırak, geldiğim vakitodalar hazır olmazsa vay haline alimallah hani,bir iri genç bekçi var, herifi çağırır zorla seni
nikâh ederim. Cezayı görürsün ha?..Hayrullah Bey’in, ara sıra yaptığı gibi, yinemünasebetsiz şakalar edeceğini, beniutandıracağını biliyordum, hemen yanındankaçtım.Hayrullah Bey, benim için hem iyi bir baba,hem iyi bir arkadaş oldu... Evinde, kendimiyabancı bulmuyorum, benim gibi kalbi ve hayatıkırılmış bir kızın ne kadar mesut olmasımümkünse o kadar mesut oluyorum. Kendimebin türlü şey icat ediyorum, ihtiyar sütnineyeyardım, evi düzeltmek, bahçeye yemeklere hattadoktorun hesaplarına bakmak, daha böyle bintürlü iş.Buradan ayrılıktan sonra ne yapacağım? Ben,artık alil sayılırım. Sıhhatim yavaş yavaşdüzeliyor. Fakat nafile, öyle hissediyorum ki,içimde müebbeden kırılmış bir şey var. Eskisıhhatimi, bana her şeyi hoş gösteren eskineşemi artık bulamayacağım. Gülerkenağlıyorum, ağlarken gülüyorum, dakikamdakikama uymuyor. Mesela, geçen akşam pek
neşeliydim. Yatağımda gözlerimi kaparken adetakendimi mesut hissediyordum. Sabaha doğrukaranlığın içinde hiç sebepsiz ağlaya ağlayauyandım. Neyim vardı? Niçin ağlıyordum?Bunu kendim de bilmiyordum. Öyle sanıyorumki gece, bu kocaman dünyanın bütün evlerinibirer birer birer dolaşarak ne kadar keder,ümitsizlik varsa hepsini toplamış, getirip benimgöğsüme doldurmuş. Bu sebepsiz, isimsiz dilsizyeis içinde: “Anneciğim, anneciğim!” diyetitreye titreye hıçkırıyor, daha kuvvetle feryatetmemek için parmaklarımla ağzımıkapıyordum. Birdenbire yanımdaki odadanHayrullah Bey’in sesi geldi:-Feride, sen misin? Ne oldun kızım?İhtiyar doktor, elinde mumla odama koştu, neolduğumu, niçin ağladığımı bile söyletmeyelüzum görmeden ehemmiyetsiz, belki manâsızşefkat kelimeleriyle beni teskin etti:-Bir şey değil, kızım, bir şey değil,ehemmiyetsiz bir sinir nöbeti, geçer yavrum.
Vah, çocuğum, vah.Ben, gözlerimde bir türlü durmayan yaşlar,tıkanan kuş yavruları gibi açık ağzımda boğukhıçkırıklarla titrerken ihtiyar arkadaşım,pencereye döndü, karanlıkta ta uzaklarayumruğunu saklayarak:-Allah belanı versin, aslan gibi çocuğu berbatettin, dedi. Yalnız kaldıktan sonra da böylehastalık ve ümitsizlik saatlerim olursa ben neyapacağım? Adam sende... Şimdiden bunu niçindüşünmeli? Herhalde daha en az bir ay, belkidaha ziyade, doktor beni bırakmayacak...Alacakaya Çiftliği, 10 EylülBir haftadan beri Alacakaya’da, sözüm onabir çiftliğim var, hayli zamandan beri gidipyoklamadım, işçileri boş bırakmaya gelmez.Seni on beş gün oraya götüreyim. Sana da iyi birtebdili hava olur; gözün gönlün açılır. Bak,yakında mektep açılıyor. Bütün yıl kapalıkalacaksın.-Doktor Bey, açıklık yerleri çok severim, fakat
mektep açılmak üzere. Bilmem ki, nasıl olur?diye cevap verdim. O, hiddetle omuzlarını silkti:-A babam, ben sana gider misin? Diyesormadım ki mülahazat söylüyorsun;götüreceğim, dedim. Sen ne karışırsın? Bu,doktorca bir iş... Olmazsa rapor yazar, zorlagötürürüm. Haydi, haydi! Bir kaç parça çamaşır,kütüphaneden benim “Rousseau”larımı al.Hayrullah Bey, beni artık bir mektep çocuğugibi idare ediyor. Hastalığımdan sonra,zayıflayan irademle ona karşı koymak mümkündeğil, hem de daha tuhafı, bundan şikâyet deetmiyorum, bu itaat, adeta hoşuma gidiyor.Doktorun çiftliği bakımsız kalmış. Fakat, negüzel bir yer. Kışın bile buraları, bir baharabenzermiş. Hele, bir kayalık var ki, seyretmekledoyulur şey değil. Bu kayalar, güneşin sabah,öğle, akşam güneşi olmasına, havanın açık,yahut kapalı bulunmasına göre renk değiştiriyor,lal kırmızısı, pembe, mor, beyaz yahut siyahgörünüyor. Onun için buraya: “Alacakayalar”
demişler.Çiftlik beni umduğumdan ziyade meşgul etti.Çiftçilerle beraber süt sağıyorum. Artık, benimde samimi bir ahbabım olmaya başlayanDüldül’e binerek civar koruluklarda geziyorum.Hasılı, düşündüğüm kır hayatı.Mamafih, gönlüm pek rahat değil, birkaç günekadar mektep açılacak, işimin başındabulunmam, binayı silip süpürtmem lazım.Hayrullah Bey’e söz anlatmak kabil değil ki...Doktor, geceleri bana roman okutuyor.-Bu ipsiz sapsız lakırdılara tahammül edilmezama, senin ağzından bayağı hoş oluyor, diyor.Dün gece, yine ona kitap okuyordum. Kitaptabazı açık sözler var. Onlar geldikçe utanıyor,yerlerine süratle başka kelimeler koymaya,yahut cümleleri atlamaya çalışıyordum.Hayrullah Bey, benim telaşımı fark ediyor, gürkahkahalarla tavanları sarsıyordu.Birdenbire karanlıkta köpekler havlamaya
başladı. Pencereyi açtık. Çiftliğin kapısından biratlı giriyordu. Hayrullah Bey:-Kim o? diye seslendi. Onbaşının sesi:-Benim, yabancı değil, diye cevap verdi.Onbaşının bu saatte Kuşadası’ndan burayagelmesi mühim bir vakaydı. Doktor:-Hayırdır inşallah! Ben, aşağı inip anlayayımbakalım. Gecikirsem sen yat küçük, dedi.Hayrullah Bey, bir saate yakın bir zamanOnbaşının yanında kaldı. Yukarı çıktığı vakit,yüzü kırmızı, kaşları çatıktı:-Onbaşı niçin gelmiş Doktor Bey? dedim. Sertbir sesle adeta bağırdı:-Sana git yat, dedim yahu, sana ne? Olurrezalet değil bu kız çocuklarının maskaralığı be!Bana ait bir iş.Artık, onun tabiatını öğrenmiştim. Böylezamanlarda üzerine varmaya gelmiyordu.Çaresiz, şamdanı alarak odama gittim.
Bu sabah, uyandığım vakit Hayrullah Bey’inerkenden mühim bir iş için gittiğini, mamafih,dönmezse merak etmememi söylediğini haberverdiler.Herhalde bu zarf bana ait olacak... Bu kâğıtparçası beni derin derin düşündürüyor. Acababunu dün gece onbaşı mı getirdi? Öyleyse niçinHayrullah Bey, benden sakladı? Buna imkânyok; mutlaka bu zarf, kitaplar arasındaKuşadası’ndan gelmiş olacak.Kuşadası, 25 EylülHayata paçavra diyen meğer ne doğrusöylüyormuş!Son vakayı defterimin son sayfasına olduğugibi kaydediyorum. Kendimden ne bir isyan, nede bir damla gözyaşı ilave etmek istemiyorum.Hayrullah Bey, beni, iki gün çiftlikte bekletti.Üçüncü gece merakım o dereceyi buldu ki, ne
olursa olsun, sabahleyin bir araba hazırlatacak,kendi kendime kasabaya inecektim. Fakat ertesisabah, uyandığım vakit onu gelmiş buldum.O kayıtsız, kaygısız Hayrullah Bey’i, hiç bukadar perişan ve yorgun gördüğümühatırlamıyorum. Her zamanki gibi saçlarımadudaklarını kondurdu. Sonra dikkatli dikkatliyüzüme bakarak:-Hay Allah belalarını veresiceler, tuu! dedi.Başımda yeni bir tehlikenin dolaştığınıanlıyor, fakat bir şey sormaya cesaretedemiyordum.Hayrullah Bey, elleri ceplerinde düşünedüşüne epeyce dolaştı. Sonra, elleriniomuzlarıma koyarak:-Küçük, sen bir şeyler biliyorsun, dedi.-Hayır, Doktor Bey.-Biliyorsun, böyle olmasa işlerdeki tuhaflıknazarı dikkatini celp edecekti. Mutlaka bir şeylersoracaktın. Gayet ağır, ciddi bir teessürle:
-Hayır, Doktor Bey, dedim. Hiçbir şeybilmiyorum, yalnız telaş ve ıstırap içindeolduğunuzu görüyorum, bir kederiniz var.Benim hem hâmîm, hatta hemen hemen babamolduğunuz için sizin kederiniz benim demektir.Neyiniz var?-Feride, kızım, kendini kâfi derecede kuvvetlihissediyor musun?Merakım, korkumdan daha üstündü. Sakingörünmeye çalışarak:-Ben gayretli bir kızım, bunun birkaç misalinigördünüz, söyleyiniz Doktor Bey, dedim.-Feride, şu kalemi eline al, söyleyeceğimşeyleri yaz, haydi kızım ihtiyar dostuna itimat et!Hayrullah Bey, dura dura, düşüne düşünebana şu satırları yazdırdı:“Kuşadası Maarif Encümeni Riyaset Âlisine,Hizmet-i maarifte devamıma ahval-i sıhhiyemmüsait olmadığından, Kuşadası İnas Rüştiyesi
Müdürlüğü’nden affımı istirham ederimefendim.”-Şimdi kızım, düşünmeden, bir şey sormadanimzanı at, o kâğıdı bana ver. Ellerin titriyor,Feride, yüzüme bakmaya cesaret edemiyorsun.Daha iyi kızım, daha iyi. Çünkü sen, o temizgözlerinle bana bakarken ben şaşıracağım.Fevkalâde bir şeyler geçtiğini anladın, değil mi?Dinle beni Feride. Eğer heyecan, teessürgösterirsen sözünü kesmek mecburiyetindekalacağım. Halbuki her şeyi bilmen lâzım.Feride, hayata karıştığın üç sene içinde insanınne mal olduğunu anladın sanıyorsun değil mi?Nafile, şu altmış seneye yakın hayatımda benbile anlayamamışım. Ben ki, dünyada şenaatin,rezaletin bin türlüsüne tesadüf ettim; ben bukadarını hâlâ ihtiyar kafama sığdıramıyorum.Biz seninle dünyanın en temiz, en iyi ikidostuyuz değil mi? Aylarca senin hastavücudunu kendi çocuğum gibi kollarımdatuttum, bize ne demişler, ne diyorlar, biliyormusun Feride? Mümkün değil, tasavvuredemezsin. Ben senin âşığın mışım, ellerini
yüzüne kapama, bilâkis başını dik tut. O hareketiyüz karası olanlar yapar, bilâkis, gözlerime bak,nemiz var birbirimizden çekinecek? Dinle beniFeride, dinle, sonuna kadar söyleyeyim. Bumelun iftira, evvela mektepten çıkmış.Arkadaşların ötede beride aleyhimizdeolmayacak şeyler söylemeye başlamışlar. Sebepmalum: Kendileri dururken senin müdire oluşun.Ben, altı ay evvel sana haber vermeden küçükbir hizmette bulunmak için bir mektupyazmıştım. Bu terfiin benim elimde olmasışüpheleri artırmış.Bu fesat yangını aylardan beri için içinyanıyormuş. İş Maarif Encümeni’nin,kaymakamın kulağına gitmiş, uzun uzadıyatahriratlar yazılmış, tahkikat yapılmış. VilayetMaarif Müdürlüğü’nce tercüme-i halini tetkiketmişler, birçok karanlık noktalar varmış. Meselaİstanbul’dan B.’ye gelişin, sonra merkezmektebinden istifa ederek ücra bir köye gelişin,şüpheli bir firara benziyormuş. Birkaç ay sonrameçhul bir yerden yardım olmuş. Maarif
hayatında misli görülmemiş bir süratle terakkietmiş, köy muallimliğinden Darülmuallimatmuallimliğine yükselmişsin. Sonra yine sebepsizbir istifa. Bu defa, başka bir memleketegidiyorsun, fakat orada da tutunamıyorsun. Ç.Maarif Encümeni’nden bir cevap gelmiş.Okurken içim, zehir kesildi, Feride. Güya senorada... Yok, yok söylemeyeceğim. Terbiyeli,yüksek, ilim irfan adamlarının kaleminden,ağzından çıkan şeyleri, benim o patavatsız askerağzım da söylemeye cesaret edemeyecek. Ben kibilirsin, ağzıma ne gelirse söylerim, en iğrençkelimeyi bile dudağımda hapsedemem. HasılıFeridecik, yaralı geyikleri av köpekleri nasılsararsa, senin etrafını da öylece sardılar. Enmasum hareketin, aleyhine bir delil olarak tefsiredilmiş; mazbatalara, tahkikat evrakına geçmiş.Ara sıra hasta talebelerini tedavi için benimektebe davet etmen, küçüğümüz ölürkentâkatsiz başını bir lahza omzuma dayaman,sonra sen hasta yatarken yatağının yanındageçirdiğim saatler birer cinayetmiş! Yüzsüzlüğüo derece ileri vardırmışız ki, bir memleketin örf
ve âdeti, ırz ve iffetiyle alay etmişiz.Etrafımızdaki insanları hiçe saymışız. Herkeseseni hasta diye ilan ederken tarlalarda, kol koladüvene binmişiz. Vazifenle meşgul olacağınyerde, bahçemde at koşturmuşsun, bunlar dakâfi gelmemiş şehir haricinde çiftliklereçekilmişiz.Feridecik, sana bunları bütün çiğliğiylesöylüyorum. Mızmız tesellilerle seni bir zamandaha avutabilirdim. Ümîdlerini yavaş yavaş,birer birer kırabilirdim. Fakat böyle yapmadım.Niçin biliyor musun? Mesleğim, yaşım bana birkanaat verdi. Bir zehri, insan bir kerede yutmalı,ya ölür ya kurtulur.Zehri şurupla, daha bilmem ne haltla karıştırıpyudum yudum içmek pis şey, iğrenç şey.Felâketi ağır ağır haber vermek testere ile adamkesmeye benzer.Evet Feride, hayatın en ağır sillesini yedin.Yalnız olaydın bu darbe seni öldürebilirdi. Öyleya, bu kadar insan, kuş kadar çocuğun üstüneçullanırsa ne olur? Dua et ki tesadüf karşına
çürüklüğe atılmış bir ihtiyar çıkardı. Benimömrümün saati alaturka on biri çalmak üzere.Fakat, ne ziyanı var? Sana hizmette bulunmakiçin bu kadarcık bir zaman da kâfidir. Bunamuvaffak olursam, bir yığın manasız vukuatiçinde ziyan olmuş günlerime acımayacağım.Korkma Feride, bu da geçer. Sen gençsin, dahagüzel günler görmekten ümidini kesme. İstifanıkendim götürecektim, vazgeçtim. Seni bu haldebırakmaya cesaret edemeyeceğim. Çocukkısmının türlü densizliği, denliliği olur. HaydiFeride, haydi seninle açık havaya çıkalım,koyunlarla, ineklerle uğraşalım. Bu hayvanlar,gördükleri iyiliğe karşı emin ol, dahanimetşinastırlar.İhtiyar doktor, istifanamemi zarfa koyarakonbaşıya verdi.Bu kâğıt parçasına sadece ömrümün birparçasını değil, gönlümün son bir tesellisini dahagömüyordum. Ne hazin, Yarabbî, ne hazin!Hangi ümide sarılsam elimde kalıyor, neyi
seversem ölüyor. İşte üç sene evvel bir sonbaharakşamıyla beraber ölen genç kızlık rüyalarım,kendi küçüklerim, sonra Munise, onunarkasından belki kalbimin öksüzlüğünüavuturlar diye ümit ettiğim talebelerim.Yavrularını tehlikede gören bir ana kuşhırçınlığıyla üstlerine titrediğim bu şeyler,sonbahar yaprakları gibi birer birer sararıyor,dökülüyor. Daha yirmi üç yaşıma girmedim;yüzümden, vücudumdan çocukluğun izlerisilinmedi; halbuki gönlüm, baştan başa bütünsevdiklerimin ölüleriyle dolu.Hayrullah Bey, beni üç gün yalnız bırakmadı.Bu kadar felaket karşısında gösterdiğim sükûnve tahammüle inanamıyor, geceleri ben yattıktansonra odamın kapısına gelerek:-Feride, bir şeye ihtiyacın var mı? Uykunyoksa geleyim, diyordu.Üçüncü gecenin sabahıydı. Bir mayıs günügibi taze, ılık bir sabah vakti erkenden kalktım.Hayrullah Bey’e elimle süt sağdım, kahvaltıhazırladım.
Elimde tepsi, sakin çehremde hemen hemenneşeli bir tebessümle odasına girdiğim zaman,doktor pek memnun oldu:-Aferin Feride! Çok memnun oldum. Nenelâzım, dünyanın gamını çekecek sen mi kaldın?dediPenceresini açtım, dağınık birkaç eşyasınıdüzelttim. Çiftliğe ait şeylerden, koyunlardanbahsettim. Mütemadiyen söylüyor, gülüyor,hatta eskiden mektepte yaptığım gibi ara sıraıslık çalıyordum.Hayrullah Bey o kadar seviniyordu ki, tarifedilemez. Onun memnun olduğunu gördükçedaha neşeleniyordum.Nihayet, vaktin geldiğine hükmettim.Doktorun koltuğunu pencerenin yanına çektim,dizlerine bir örtü örttüm. Sonra, pervazınkenarına çıkıp oturarak:-Sizinle konuşacak şeylerim var, Doktor Bey,dedim. Hayrullah Bey, eliyle gözlerini
kapayarak:-Söyle fakat aşağı in. Maazallahyuvarlanırsın...-Siz merak etmeyin, benim çocukluğum ağaçdalları üstünde geçti. Şimdi, size memnunolacağınız bir karardan bahsedeceğim.Görüyorsunuz ya, ne kadar sakinim .. Ben, dünakşam mühim bir karar verdim.-Neye?-Yaşamaya.-Bu ne demek?-Gayet sade, kendimi öldürmemeye. Çünkübirkaç gün, olgun bir ciddiyetle bunudüşünmüştüm.Bu sözleri şaka eden bir çocuk hafifliğiyle,gülerek söylüyordum, ihtiyar doktor, heyecanlayerinden fırladı:-Ne söylüyorsun, yumurcak? Bu ne? Eğerşimdi senin yerinde olsaydım, hayretten aşağı
düşer, parça parça olurdum. Fakat sen aşağı inAllah aşkına, ne olur, ne olmaz!Ben gülerek:-Yaşamaya karar verdiğimi söyledikten sonraartık aşağı düşmemden korkmak manasız değilmi, Doktor Bey? Bu kararı niçin verdim? Bunusize söyleyeyim. Birçok sebep var. Evvelacesaret edemeyeceğim. Siz, benim ara sıraölümden bahsetmeme bakmayınız. Ne olursaolsun, ben ölmekten çok korkarım. Bundanbaşka çarem kalmadığı halde yine cesaretedemiyorum, Doktor Bey.Bu sözü, ellerimi uzatarak, boynumu bükerek,sakin, saf bir tavırla söylemiştim.Hayrullah Bey heyecanla bileklerimi tuttu,beni zorla pencerenin kenarından indirdi.Hemen hemen hırpalayarak alçak bir iskemleyeoturttu:-Ne anlaşılmaz bir mahluksun sen, Feride!Bakıyorsun parmak kadar hiçten bir oyuncakoluyorsun. Bakıyorsun öyle derinliklerin,
tuhaflıkların, sonra öyle inanılmaz bir metanetinvar ki... Peki Feride, söyle, dinliyorum.-Yegâne arkadaşım, hâmîm, babam sizsiniz,yaşamaya devam edeyim. Güzel. Ölmeyecesaretim olmadığını anladıktan sonra, ben debundan başka bir şey istemiyorum. Fakat nasıl?Bana bir yolunu gösteriniz. Bir kolayınıbulabilirseniz ne âlâ!Hayrullah Bey, kaşlarını çatarakdüşünüyordu.-Feride, dedi. Bunları ben de düşündüm.Konuşmak için biraz daha beklemek istiyordum.Fakat, madem ki bu kadar kendine hâkimolabiliyorsun. Peki kızım, konuşalım. Bir kere,muallime olmaktan katiyen ümidinikesmemelisin. Vaka hakkında sana bugün biraztafsilât verebilirim:On gün evvel vilayetten bir müfettiş geldi.Fok balığı gibi azıdişleri dışarı fırlamış, lanetçehreli bir şey. Bu müfettişin riyaseti altında birtahkikat komisyonu teşkil ettiler. Azlini tebliğ
etmeden seni sorguya çekmek istiyorlardı. Ogece “Onbaşı”nın getirdiği kâğıt bir nevicelpname idi. Düşün Feride, sen böyle birheyetin karşısına nasıl çıkardın? Yabancılarınağzından işiteceğin o iğrenç ithamlara nasılcevap verebilirdin? Bunu haber alınca aklımbaşımdan gitti. O, encümen odasını gözümünönüne getirdim; seni siyah çarşafınla, zavallı,sararmış çocuk çehrenle, bükük boynunla o fokbalığının yırtıcı dişleri karşısında gördüm. Gerçio kapının kurallarıyla seni parçalamaya azmedenbu adam “kurt ile kuzu” masalındaki canavargibi sudan sebepler arıyor, o budala olduğukadar iğrenç iftiraları tekrar ediyor. Seni, bunakbir askerin az buçuk çiğ kelimeleri karşısındabile renkten renge giren masum yüzün, ürkmüşelâ gözlerinle o fok balığının karşısında yalnızbırakmak!Hayrullah Bey, halim mavi gözleminde hiçgörmediğim korkunç parıltı, çenesindelakırdılarını boğan, dişlerini birbirine çarptıranbir titreme ile yumruğunu sallayarak:
-Güzel ağzımı öyle bir açtım, o fok balığınıöyle bir kalayladım ki Feride... O anda kurşunlavursalar bir damla kanı çıkmayacaktı.İki gün evvel, benim aleyhimde mahkemeyemüracaat ettiğini haber aldım. Müfettişlereyaptıkları işin temizliğini bir kere de mahkemehuzurunda tekrar için o günü sabırsızlıklabekliyorum.İhtiyar doktor gözlerindeki o vahşi parıltı,şakaklarındaki korkunç kırmızılık sönünceyekadar sustu. Sonra yine eski halim sesi, bön, saftavrıyla devam etti:-Bu arada ne olduysa sana oldu. Arada sen,ateşe yandın. Hemen zorla sana istifanıyazdırdım diye ileride benim için fenadüşünmeni istemem. Alâkanı katiyen kesmenlâzımdı. Allah bu gözleri, bu dudağı gülmek veetrafındakilere saadet vermek için yarattı. Fokbalıklarının karşısında ağlasın, titresin diyedeğil... Feride, sana bir şey daha söyleyeceğim.Şimdi sana karşı mesuliyetim iki kat oldu.
Çünkü başına bu felaketin gelmesine ben sebepoldum. Onun için lâzım ki, bunu yine ben tamiredeyim. Dediğim gibi, meslekten artık bir şeyümit edemezsin. Bugün bir çaresini bulsak bile,yarın başka bir bahane ile seni vuracaklar, fazlaolarak o vakit belki ben de bulunamayacağım.Haydi, beraber düşünmeye devam edelim.İstanbul’a, ailenin yanına dönmeye imkân varmı?Başımı önüme eğdim:-Hayır, Doktor Bey, onlar benim içinbüsbütün bitti.-Başka bir çare: iyi bir gençle evlenmenmümkün değil mi?-Hayır, Doktor Bey. Ben ihtiyar bir kız olarakölmeye azmettim.-Evlenirsen bahtiyar olacağına benim de okadar kanaatim yok, Feride. O melun, kalbineöyle yer etmiş ki, söküp atmak mümkün değil.-Doktor Bey, ayaklarınızı öpeyim, her şeyden
bahsedin, fakat bu mesele...-Peki küçük, peki.-Teşekkür ederim, Doktor Bey.Hayrullah Bey, beyaz bıyıklarını dişleriyleçiğneyerek düşünüyordu:-Peki, öyleyse ne yapacağız? Zaruret falançekmenden korkum yok. Çünkü benim azbuçuk servetim ikimize de yeter, paramı neyapacağım diye düşünüyordum. Seninsaadetinden iyi neye sarf edebilirim?Vereceğim cevabın onu kızdıracağınıbiliyordum, fakat bu zaruriydi. Korka korkadizlerimi kaşıyarak:-Fakat Doktor Bey, ben hangi sıfatla sizdenböyle bir para yardımı kabul edebilirim? Nasılbir insan mevkiine inerim?Hayrullah Bey kızmadı, fakat gayet mahzunbir şikâyetle yüzüme baktı:-Ayıp Feride, ayıp. Bu kadar birbirimizle
anlaştıktan sonra ortaya böyle söz atman ayıp.Fakat ne yapalım ki, sen bütün serbest, hiçbirşeye ehemmiyet vermiyor gibi görünentavırlarına rağmen sade ruhlu, mahdut, mazlumbir ev kızısın: “Kınalı kuzu” dedikleri cinsten birkızcağız... Böyle olmamalıydı, fakat olmuş.Şimdi benim muhakememi takip et Feride. Seningibi, bir ihtiyar, samimi arkadaşından küçük biryardım bile kabul edemeyecek kadar mağrur birkız bâhusus bu işten, bu dedikodulardan sonratek başına nasıl yaşar? Seni tekrar evlendirmeyidüşündüğüm bunun içindi Feride. Kimsedenyardım kabul etmek istemezsen, çalışmakistersen buna imkân yok. Beraber yaşayalım,benden ayrılma desem buna razı olmazsın, değilmi? Cevap vermeye cesaret edemiyorsun. Fakat,başını eğiyorsun; doğrusunu istersen, bunu bende emin bir çare telâkki etmiyorum. Niçin busaatte her şeyi açık açık konuşmamalı? Mahallenamına kaymakama bir heyet gitmiş. Benimevimde ailemden, akrabamdan olmayan bir gençkızla yaşamamın örfe ve şeriata aykırıgöründüğünü söylemiş. Hatta hatta senin başka
bir memlekete gönderilmeni istemiş. Herkesinkabahatini açık açık yüzüne söyleyen bir “körkadı” olduğum için beni zaten kimse sevmez.Bu vesile ile niçin bana da bir darbeindirmemeli, değil mi? Hülasa, Feridecik, seninne benimle yaşamana ne kendi kendineyaşamana imkân var. Haksız şüpheler hayatınızehirleyecek, bu melun leke, nereye gitsen senitakip edecek. Mazindeki şüpheli bir nokta, herçapkına, her serseriye seni tahkir etmek hakkınıverecek. Ne yapacağız Feride? Nasıl hareketedeceğiz? Seni nasıl müdafaa edeceğiz?Ölmeye mahkûm bir hasta mazlumluğuylayüzüne baktım. İçimdeki derin ümitsizliğerağmen hâlâ gülümseyerek:-Nihayet siz de teslim ediyorsunuz ki, ölümüdüşünmekte hakkım varmış. Şu güneşe, şuağaçlara, uzakta görünen şu denize bakınızDoktor Bey. Benim kadar başı dara gelmeyenbir insan, kendi gönlünün rızasıyla bu güzelşeylerden ayrılmak ister mi?Hayrullah Bey, eliyle ağzımı kapadı:
-Yeter artık Feride, yeter artık. Ömrümdeyemediğim bir haltı yedirteceksin. Beni çocukgibi hüngür hüngür ağlatacaksın.Yaprakları dökülmüş kuru dalların arasındaparlayan sonbahar güneşine elini uzattı:-Ben hayli ihtiyarım; sefaletin, acının türlüşeklini gördüm. Kollarımın arasında nice gözlerkapandı. Karşımda ölmek mecburiyetinden bukadar sükûnla bahseden bu güzel çocukyüzünden, gülmek için vesile arıyor gibi titreyenyaramaz dudaklarından daha büyük faciagörmedim.Hayrullah Bey, dizlerinden örtüsünü atarakodanın içinde epeyce dolaştı; sonra önümdedurarak:-O halde, son çareye başvuracağız. Senişeriatlerine uyacak bir sıfatla evimdealıkoyacağım, müdafaa edeceğim. Hazır olFeride. Öbür Perşembe...Bir haftadan beri Kuşadası’ndayım. Yarın
gelin oluyorum. Hayrullah Bey, hem hususiişlerini görmek, hem de eve bazı yeni eşyaalmak üzere, evvelki gün İzmir’e gitti. Bu akşamdöneceğine dair telgraf aldım.Bu yeni eşyaya lüzum olmadığınısöylemiştim. Tuhaf bir tavırla itiraz etti:-Yok, nişanlı hanım, bu adeta benimyaşlılığımı başıma kakmak demek olur. Gerçikudret, bir yanlışlık etmiş, aramıza otuz beş, kırksenelik bir zaman sokmuş, ama hiç ehemmiyetiyok. Asıl gençlik, ruhun gençliğidir. Sen banabakma, ben yirmi yaşında delikanlılardan dahadinç bir adamım. Hem seni öyle telli pullu gelinolmuş görmek isterim. Ben, ergen adamsayılırım; emelim kursağımda kalır. Sanaİzmir’den müthiş bir gelin elbisesi getireceğim.Ben, bir şey söylemiyor, önüme bakıyordum.Hayrullah Bey, sözüne devam etti:-Sana ben bir de yüzgörümlüğü veriyorum,ama müthiş bir yüzgörümlüğü. Keşfet bakayım:Küpe, yüzük, inci, elmas, hiçbiri değil. Aklını
yorma bulamazsın. Bir yetimhane.Hayretle yüzüne baktım. O, memnuniyetlegülerek:-Hoşuna gidecek şeyi nasıl keşfettim. Bizim“Alacakaya”daki çiftliği ben, otuz kırk kişilik biryetimhane şekline sokuyorum. Etraftabulduğumuz kimsesiz çocukları orayatoplayacağız. Ben doktorluk edeceğim, senhocalık ve analık.Bu satırları, nekahat günlerimi geçirdiğimodanın penceresi önünde yazıyorum. Bahçedekidallarda hiç durmayan bir kuru yaprak yağmuruyağıyor.Ağaçların çıplak kollarından döktüğü buyapraklardan bazılarını rüzgâr, penceredeniçeriye defterimin sararmış yaprakları üzerinesavuruyor.İhtiyar arkadaşımın sönük mavi gözlerindekişefkat, merhamet, temiz ve menfaatsizmuhabbeti gönlümde son bir yeşil yaprak gibiyaşıyordu; ona bir koca gözüyle bakmak
mecburiyetinde kaldığım günden beri bu sonyaprak da sarardı. Ne yapalım, hayat böyleymiş!Buna da katlanmak lâzım.Karınca ayağı gibi minimini yazılarla dolanmektep defterimin son sayfalarına geldim. Nehazin tesadüf! Sergüzeştimle beraber defter debitiyor. Yeni bir deftere yeni hayatımı yazmayabaşlamak mümkün değil, artık söyleyecekneyim kalıyor ki? Hem yarın başkasının karısıolduktan sonra buna ne hakkım, ne cesaretimolacak. Öbür sabah başkasının odasındauyanacak genç kadının, hayatı bir parça nağme,birkaç damla gözyaşından ibaret olan Çalıkuşuile ne alakası kalacak?Çalıkuşu bugün defterinin gözyaşlarındankirlenmiş sayfalarına dökülen sonbaharyaprakları içinde müebbeden ölüyor.Bu son ayrılık saatinde niçin hakikatisaklamalı? Bu okumayacağın defteri ben senin
için yazdım Kâmran. Evet, ne söyledim, neyazdımsa hep senin içindi. Yanlış, çok yanlış biriş tuttuğumu bugün artık itiraf edeceğim. Ben,her şeye rağmen seninle mesut olabilirdim. Evet,her şeye rağmen seviliyordum, sevildiğimi debilmiyor değildim; fakat bu bana kâfi gelmedi,istedim ki çok, pek çok sevileyim, kendisevdiğim kadar değilse bile -çünkü buna imkânyok- ona yakın sevileyim. Bu kadar sevilmeyebenim hakkım var mıydı? Zannetmem Kâmran.Ben, küçük, cahil bir kızdım. Sevmenin, kendinisevdirmenin de bir yolu var, değil mi Kâmran?Halbuki ben bunları hiç, hiç bilmiyordum. SeninSarı Çiçeğin -taş atmak için söylemiyorumKâmran, inan bana, madem ki seni mesut etti,ben hayalimde onunla barışıyorum- kim bilir nekadar cazibeli bir kadındı? Kim bilir sana negüzel şeyler söylüyor, ne güzel mektuplaryazabiliyordu? Ben, belki senin çocuklarına,çocuklarımıza iyi bir anne olacaktım. O kadar.Kâmran, ben, seni sevmesini, sendenayrıldıktan sonra öğrendim. Hatta yaptığımtecrübelerle, başkalarını sevmekle sanma sakın.
Gönlümün içindeki derin, hazin, ümitsiz hayalinisevmekle.Zeyniler mezarlığının karanlığında, rüzgârınsonbahara kadar haykırıp ağladığı uzungecelerde, Çeçen arabalarının ince sesli, yanıkçıngıraklarının titrediği bu ovalarda, Söğütlükbahçelerinin ılık iğde kokularıyla doluyollarında, ben hep seninle yüz yüze, seninhayalinin kollarında yaşadım. Yarın, karısıolacağım biçare adam, beni zambak gibi masumbir kız zannediyor, ne yanlış! Sevdanınhiçbirinin, bu dul kadın ruh ve vücudunu benimkadar hırpaladığını, yıprattığını zannetmiyorum.Kâmran, biz asıl bugün birbirimizdenayrılıyoruz. Ben, asıl bugün dul kalıyorum...Bütün olan, geçen şeylere rağmen, sen yine birparça benimdin; ben bütün ruhumla senin...(Feride’nin jurnali burada bitiyordu.)
BEŞİNCİ KISIMIKÂMRAN, seninle yol arkadaşlığı etmekişkence billahi, iki saatten beri belki yüz şeysordum. “Evet” yahut “Hayır”dan başka cevapalamadım. Kendine gel, oğlum.Kâmran, bozuk yollarda sarsılan arabanınköşesinde akşam rüzgârına karşı pardösüsününyakasını kaldırmış, dalgın dalgın Marmara’yıseyrediyordu. Gözlerini zorla denizden ayırarakgülümsedi:-İki saatte, iki yüz suale, iki yüz cevap azdeğil zannederim, enişte, velev “evet”, “hayır”gibi kısa cevaplar olsun.-İyi ama oğlum, sen o cevapları da düşünerekvermiyorsun ki... Makine gibi söylüyorsun.
-Güzel tedavi ve tebdilihava usulü, enişte...Beni, boş yere düşündürüp yormak için birkastınız olmalı.-Hayır nankör, hakikaten sana yaranmak kabilolmuyor... Seni gerçi düşündürmek istiyorum,fakat maksadım yormak değil, öteki şeyidüşünmene mani olmak.Mamafih, artık ümidimi kesiyorum. Senicanlandırmak kabil değil. Mesela, üç gün evvelbir düğün bahanesiyle seni köye götürdüm.Çeşit çeşit insanlar gördün; davul, zurnadinledin; köçek, pehlivan seyrettin; ben, kendipayıma müthiş eğlendim; fakat sen eğlenmedin,inkâr etme, göz ve izan var.-Size anlatmak kabil değil enişte, benimyaradılışım başka türlü.-Yok oğlum, sen kendini fena bıraktın. Bak,ben altmışıma giriyorum, günden güne dahagençleşiyorum.-Ayşe Teyzem duymasın.
-Duysa da umurumda değil. Buraya ilkgelişimde ben, daha ihtiyar görünmüyormuydum? Kâmran güldü-Ben, Tekirdağ’a geleli on sene oldu. Hâlâaklımdadır. Yine böyle bir ağustos günüydü.Aziz Bey ellerini birbirine vurdu:-Etme, Allah aşkına, seneler amma çabukgeçiyor! Hakkın var ya. Bugün sade dört yaşınayakın çocuğun var, dört beş sene kadar daFeridecikle nişanlı kalmıştın. Ah Kâmran, şuFeride’ye nasıl kıydığını hâlâ aklımasığdıramıyorum. Çalıkuşu’nun bülbül gibi sesini,gül yüzünü hatırladıkça hâlâ yüreğim sızlar.Aradan on sene geçti, hâlâ benim evinarkasındaki arka bahçeye bakmaya yüreğimtahammül etmez. Hani, ölsem, gitsem seniaffetmeyeceğim Kâmran.-Enişte, tebdilihava için memleketinize davetedilmiş bir hastaya böyle söylenir mi?-Evet, ama senin derdinin bununla alakası yok
ki. Sevdiğin bir kadınla evlendin, bir sene biletamamıyla mesut olamadın. Münevver yatağadüştü, üç senelik hayatını hastabakıcılığıylageçirdin. Adada, İsviçre'de ve daha bilmemnerelerde hastanı tedaviye çalıştın. Kadere nedenir? Geçen kış karın vefat etti. Sana birdüşkünlüktür ârız oldu. Bir türlü kendinitoplayamadın. Hâlâ hasta gibisin. Bunun Ferideile ne alakası var? Sen başka birisini seviyordun.Kâmran, yine o acı gülümsemesiyle cevapverdi:-Enişte, kimse bana inanmıyor, siz de, tabiiinanmayacaksınız, garip göreceksiniz.Hayatımın bazı sergüzeştleri, hatta epeyceheyecanlı sergüzeştleri oldu. Fakat sizi teminederim ki, ben dünyada hiçbir şeyi, hiçbir insanıFeride kadar sevmedim.Aziz Bey, dişleri arasından mırıldandı:-Yaman sevda, yaman aşk!..-Söyledim ya, enişte, inanmıyorsunuz. Zatenkimse inanmıyor. Müjgân, senelerden beri bana
dargın. Feride sözünü ağzıma aldırmıyor;kaşlarını çatarak: “Yok, Kâmran, ondanbahsetmeye hakkın yok!” diyor. Annem öyle,teyzem öyle, herkes öyle. Burada Feride’denbahsedebileceğim yalnız Nermin var. Nermin,bugün on yedi yaşında. Feride buraya geldiğivakit yedi yaşındaydı, hayal meyal aklındakalmış. Feride’yi: “Beni salıncakta sallayankırmızı entarili ablam” diye hatırlıyor. Öylegünlerim oluyor ki, Nermin’e entarili ablasındanbahsettirmek için lisanımın bütün kuvvetini sarfediyorum.-Ne tuhaf insansın Kâmran? Peki, ya öteki?-O, bir hastaydı, benim yüzümden ölmesimümkündü. Feride’den ümidi kestikten sonra,ona karşı olsun bir insanlık ve merhamet vazifesiifa etmek istedim, o kadar.-Anlaşılır dava değil. Sen karışık ruhlu biradamsın Kâmran.-Burası doğru enişte. Ne istediğimi, neyaptığımı hiçbir zaman kendim de bilmedim.
Emin olduğum yalnız bir şey var, Feride’ye karşızaafım. Bir çocuğun öyle halleri, öyle hatıralarıvar ki, unutmak mümkün değil. Öyle sanıyorumki, bunları ölürken hatırlarsam ağlayaraköleceğim. Size bir delil daha söyleyeyim, enişte.Tebdil-i havaya ihtiyacın var dedikleri zaman ilkaklıma gelen yer Tekirdağ oldu. Beni burayasizin davetleriniz mi getirdi zannediyorsunuz?Köy, düğün eğlenceleri için mi bir aydır buradadurduğumu sanıyorsunuz? Darılmayınız. Benburada, ilk gençliğimin birkaç kırık hatırasınıaramaya geldim, o kadar.-Madem ki münasebetsizlik etmiştin; bunutamire imkân yok muydu?-Yanlış hareket ettim enişte, çok yanlışhareket ettim. Feride, öyle derin bir infial içindebizden ayrılmıştı ki, izini keşfettiğim vakit,birdenbire üstüne düşmekten korktum. Onunsadece kalbi değil izzetinefsi de yaralanmıştı. Birbaşına yabancı memleketlere gitmek için kimbilir, ne kadar müteessirdi? Aradan hiç olmazsaaltı aylık bir zaman geçmeden beni görürse belki
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 858
- 859
- 860
- 861
- 862
- 863
- 864
- 865
- 866
- 867
- 868
- 869
- 870
- 871
- 872
- 873
- 874
- 875
- 876
- 877
- 878
- 879
- 880
- 881
- 882
- 883
- 884
- 885
- 886
- 887
- 888
- 889
- 890
- 891
- 892
- 893
- 894
- 895
- 896
- 897
- 898
- 899
- 900
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 900
Pages: