Maazallah, bir haramzadeye düşersek, hal fena.Feride Hanım, insan burma bıyıklı delikanlılarada varır ama, bu debdebeyi bulamaz. Ah, şuBey’e münasip bir kızcağız bulabilsek, ne dersinkızım?Ben, bir şey demiyor acı acı gülümseyerekdüşünüyordum.Reşit Beyefendi’nin bana o kadar hürmetetmesi, Sabahat’le Ferhunde’nin derslerine buderece ehemmiyet vermesi, bizimle saatlerceşakalaşması, hatta top oynaması... Demek bütünbunlar... Maarif kâtibinin: “Reşit Beyefendiistese seni Fransızca muallimliğine tayin ederdi,herhalde bir maksadı var!” diye söylediği sözleraklıma geldi. Birkaç sene evvel böyle bir şeyeisyan ederdim. Fakat şimdi, sözü kesmek içinkalfaya lakayt bir tavırla şu cevabı verdim:-Sizinle görücü gider, Reşit Beyefendi’ye birhanımcık arardık. Ne çare ki, ben bir iki günekadar Kuşadası’na gidiyorum. Birkaç ay sonranişanlım oraya gelecek, evleneceğiz, dedim.Sonra şaşkın şaşkın yüzüme bakan ihtiyar
kadına:-Allah rahatlık versin, kalfacığım, ben erkenyatacağım, deyip odama çekildim.Kuşadası, 25 Kasım“Kuşadası’na gider misiniz?” dedikleri vakit,birden sevinmiş, kendi kendime: “Kuşadası,benim adam, bu kadar zamandan beri aradığımsaadeti, gönül rahatımı mutlaka oradabulacağım!” demiştim. Bu his beni aldatmamıştı.Burasını her yerden ziyade sevdim. Pek güzelbir memleket diye mi? Hayır. Kuşadası, evvelcezannettiğim gibi. Munise ile -bu sarıpapağanımla- avare, yalnız bir hayatgeçireceğim bir Robenson adası çıkmadı.Rahatım pek yolunda olduğu için mi? Bu dadeğil. Bilakis her zamankinden ziyadeçalışıyorum. Şu halde? Verilecek cevap birazgülünç. Fakat ne yapayım ki hakikat. BenKuşadası’nı güzel ve rahat yer olmadığı içinseviyorum. Öyle sanıyorum ki, kudret, yalnızgüzel simaları değil güzel toprakları, güzel
denizleri de insana gizli gönül azapları versindiye yaratmış.Bir ay evvel buraya geldiğim vakit, mektebinbaşmuallimesi beni karşısına aldı. Elli yaşlarındakadar, hasta, bitkin bir kadın, bana dedi ki:-Kızım birbirinden tam üç ay fâsıla ile dağgibi iki oğlumu kara toprağa verdim. Dünyayıgözüm görmüyor. Seni buraya ikincimuallimelikle göndermişler. Gençsin, malumatlıgörünüyorsun, mektebi sana bırakıyorum.Bildiğin gibi idare et. İki muallimimiz daha var,yaşlı iki hanım, onlardan hayır yok.Elimden geldiği kadar çalışacağımı vaat ettimve sözümde durdum.Başmuallim Hanım, bana dün dedi ki:-Feride Hanım kızım, sana ne kadar teşekküretsem az, vaat ettiğinden on kat ziyade çalıştın.Bir ay içinde gerek mektep, gerek çocuklarımızçiçek gibi oldu. Allah senden razı olsun.Arkadaşlarından en minimini çocuklaravarıncaya kadar herkes seni seviyor. Ben bile
vakit vakit derdimi, yüreğimin acısınıunutuyorum, sen gülerken gülmeye başlıyorum.Zavallı kadın, kendi kara gözleri içinçalıştığımı zannediyor, minnettar oluyordu.Çalışmak, bütün ruhuyla, kendini başkalarınavermek ne güzel şey! Çalıkuşu tamamıyla eskiÇalıkuşu oldu. Ne o, Ç.’deki müphem yaşamakyorgunluğu, ne İzmir’deki isyanlar, hiçbirikalmadı, bir yaz semasına musallat olmuş geçicibir bulut gibi hepsi dağıldı.Saçlarım, birer birer ağarıncaya kadarbaşkalarının çocuklarına, onların saadetlerinekendimi vakfetmek artık beni korkutmuyor, ikisene evvel, bir sonbahar akşamı, gönlümüniçinde öldürülen küçüklerin boş yerinibaşkalarının çocuklarına verdim.Kuşadası, 1 AralıkBir zamandan beri etrafımda bir muharebesözü dolaşıyordu. Hayatımı mektebe vakfettiğimiçin kulak bile vermiyordum. Bugün kasaba
birbirine girdi. Muharebe başlamış.Kuşadası, 15 AralıkMuharebe başlayalı on beş gün oldu,hastaneye her gün kafile kafile yaralıgeliyormuş. Mektebe bir neşesizlik çöktü,küçüklerimden birçoğunun orduda babaları,kardeşleri, var. Biçareler tehlikeyi, şüphesiz,bilmiyor, fakat hissediyorlar. Üstlerine büyükadam gibi halim bir mahzunluk çöktü.Kuşadası, 16 AralıkNe aksilik, Yarabbî, ne aksilik! Bugünkumandanlığın emriyle mektebi işgal ettiler.Muvakkat hastane yapacaklarmış. Ne isterlerseyapsınlar, umrumda değil. Fakat mektepkurtuluncaya kadar ben ne yapacağım, nasılvakit geçireceğim?Kuşadası, 24 AralıkBugün, mektepte kalan birkaç kitabı almayagitmiştim. Öyle bir karışıklık ki, insan, kitabınıdeğil, kendini kaybetse bulamayacak. Çaresiz
geri dönüyordum. Bir hastabakıcı kadın,kapılardan biri açarak:-Bir kere de Başhekim Bey’e soralım. O,galiba birkaç kitap kaldırmıştı!... dedi.Odanın içi şişeler, sargılar, ecza kutularıyladoluydu. Başhekim, sırtından ceketini atmış,inleye oflaya bu karışık şeyleri düzeltmeyeçalışıyordu. Arkasını döndüğü için, yalnızboynunu, ak saçlarını ve sıvalı bileklerinigörüyordum. Bu halde bir adamdan kitapsormak saygısızlıktı. Hastabakıcıyı eteğindençektim.-Vazgeçiniz, dedim. Fakat o, farkında olmadı:-Beyefendi hani siz Fransızca resimli kitaplarbulmuştunuz, nerede onlar? Dedi.İhtiyar doktor birdenbire kızdı. Başınıçevirmeden öyle fena, öyle ayıp bir cevap verdiki, gayri ihtiyari ellerimi yüzüme kapadım,oradan kaçmak istedim. Fakat, tam bu dakikada,yüzünü çevirmişti. Birdenbire:
-Vay küçük yine mi sen? diye bağırdı.Yüzünü görür görmez, ben de kendimitutamadım:-Doktor Bey, Zeyniler’deki Doktor Bey! Diyeferyat ettim.Mübalağa etmiyordum. Bu, bir feryattı.Şişeleri devirerek yanıma geldi, ellerimi tuttu;başımı çekerek, çarşafımın üstünden saçlarımıöptü. Yalnız bir gün, hatta bir gün bile değil,birkaç saat birbirimizi görmüştük. Hangi gizliruh alakası bizi birbirimize bağlamış, iki senesonra kırk yıllık iki dost, hatta bir baba kız gibibizi birbirimizin kollarına atmıştı? Ne bileyim,insan kalbi, öyle anlaşılmaz bir şey ki!...Hayrullah Bey, tıpkı Zeyniler’deki gibi bana:-Söyle bakalım, yaramaz, senin burada ne işinvar? diye sordu.Çocuk gözleri gibi berrak mavi gözleri, beyazkirpiklerinin içinde tarif edilmez bir tatlılıkla
parlıyordu. Ben, yine tıpkı Zeyniler’deki gibi, bugözlerin içine gülerek:-Biliyorsunuz ki, ben, muallimeyim DoktorBey, dedim. Memleket memleket geziyorum.Şimdi buraya tayin ettiler.Bütün hayatımı ve gönlümü biliyor gibinihayetsiz bir esefle:-Hâlâ mı haber yok, küçük? dedi. Birdenbireyüzüme su serpilmiş gibi ürperdim, gözlerimikırpıştırdım. Hayret ediyor gibi görünmeyeçalışarak:-Kimden, Doktor Bey? dedim.O, canı sıkılmış gibi beni parmağıyla tehditetti:-Ne yalan söylüyorsun küçük? Dudaklarınyalan söylemeyi öğrenmiş ama gözlerin, halindaha pek toy. Kimden mi haber soruyorum. Seniböyle memleket memleket gezdiren her kimseondan.Gülerek omuzlarımı silktim:
-Maarif demek istiyorsunuz, sonra tabiimemleketimin çocuklarına hizmet etmek emeli.Doktor, yine Zeyniler’deki iddiasını tekrar etti.Bu söz, beni çok müteessir ettiği için kelimesikelimesine aklımda kalmıştı:-Bu yaşta, bu halle, bu çehreyle mi? Peki, öyleolsun yaramaz, öyle olsun, tek sen vahşilikgösterme.O ilaçlarını, ben kitaplarımı unutmuştuk,konuşmaya devam ediyorduk:-Mektebimizi aldığınıza o kadar üzüldüm ki,Doktor Bey...-Bana başka bir fikir geliyor... Ne musibetti oköyün adı? Orada sana hastabakıcılık ettirdimdi.Hatırlarsın ya? Burada da bana yardım edermisin, ha? Zaten arada büyük bir fark yok, hasenin minimini maymuncukların, ha benimsevgili ayıcıklarım! Zaten ikisi ruh itibariyle öylebirbirlerine benzer ki... Aynı saffet, aynı temizçocuk yüreği, hem de ateş karşısında yandıkları
bu aylarda benimkilere yardım, daha ecirli biriştir, küçük kız...Birdenbire yüzüm güldü, çocuk gibisevindim. Bana kuvvetimi ve sevgimiharcayacak bir iş olsun da, ne olursa olsun.-Peki Doktor Bey, ne vakit isterseniz işebaşlarım.-Hemen şimdi, bak şurasını ne halekoymuşlar? El değil ki, adeta...Yine hatırı sayılacak derecede fena bir kelime.Ben utanarak:-Fakat bir şartla Doktor Bey... Yanımda pekaskerce konuşmayacaksın... O, gülerek:-Gayret ederim küçük, gayret ederim...Mamafih arada bir kaza olursa kusurabakmazsın artık, dedi.Akşama kadar beraber çalıştık, yarıngeleceğini haber aldığım hastaları kabulehazırlandık.
Kuşadası, 26 AralıkBir aydan beri Hayrullah Bey’in yanındahastabakıcıyım. Muhabere devam ediyor,hastaneye gelen yaralı kafilelerinin ardı arkasıkesilmiyor. İş o kadar çok ki... Bazı gecelerevime bile dönemiyorum.Dün gece geç vakte kadar ağır yaralı birihtiyar yüzbaşı ile meşgul olmak lâzım gelmişti.Sabaha kaşı yorgunluktan bitap düşmüş, eczaodasındaki bir koltuğun içinde uyuklamıştım.Omuzlarıma hafif bir elin dokunduğunuhissettim; gözlerimi açtım, Doktor HayrullahBey’di. Benim üşümemden korkmuş,uyandırmamaya çalışarak üstüme ince birbattaniye örtmek istemişti; pencereden girenhafif seher aydınlığı içinde daha solgun veyorgun görünen mavi gözleriyle gülümsedi:-Uyu küçük, rahatsız olma, dedi.Bu dakikada, bu şefkat, bana öyle tatlı geldiki... Bir şey söylemek, minnetimi anlatmak
istiyorum. Yorgunluk, uyku galebe etti, dalgındalgın gülümseyerek tekrar uyudum.İki büyük kusuruna rağmen, bu ihtiyardoktoru çok seviyorum. Bunlardan biri kabakelimeler kullanması. Gerçi etrafındakiler debuna hak kazanacak münasebetsizlikleryapıyorlar ama, bu da sebep olur mu ya? Bazıağzından öyle şeyler çıkıyor ki, yanındankaçıyorum. Günlerce yüzüne bakamıyorum.Mamafih, kabahatini kendi de biliyor,-Aldırma küçük, bunların irapta mahalli yok,askerliktir, diyor.Hayrullah Bey, kabahatlerini, safpişmanlıklarını, sevimli mahcubiyetleriyleaffettiren, hatta hoş gösteren çocuklara benziyor.İkinci kabahati bundan daha büyük. Bu kabasaba adamda anlaşılmaz bir nicelik var. İnsanınkendine bile itiraf edemediği en olmayacakşeyleri öyle ustalıkla ağzından alıyor ki...Mesela, benim kimseye söylememek için okadar çalıştığım sergüzeştimin büyük bir kısmını
biliyor. Bunları nasıl söyledim. Kendim defarkında değilim. Ara sıra sorduğu tek tuksuallere kuru cevaplar vermekten başka bir şeyyapmamıştım.Halbuki o, bu sözleri bir araya toplaya toplayabütün bir hikâye meydana çıkardı.Doktorun kimsesi yok, yirmi beş sene evvelevlenmiş, dokuz ay sonra karısı tifodan ölmüş.O vakitten beri bekâr kalmış, kendisiRodosluymuş, fakat Kuşadası’nda da bazıemlaki var. Miralaylık maaşına herhalde ihtiyacıolmayan bir adam. Çünkü onun birkaç mislinihastalara sarf ediyor. Mesela bir gün evvel,yaralı bir neferin memleketinden gelenmektubunu okumuştum. Neferin ihtiyar anası,sefaletlerinin son dereceyi bulduğunu,çocukların açlıktan, sokaklara döküldükleriniyazıyordu. Yaralı, bu mektubu dinlerken derinderin ah etti.Hayrullah Bey, yanımızdaki yatakta bir askerimuayene ediyordu. Birdenbire bu biçare neferedöndü:
-Çok memnun oldum, neyinize güvenir deböyle alay alay yumurcak çıkarırsınız ortaya?dedi.Bu zalim alay, ok gibi yüreğime saplanmıştı.Münasip bir vakitte bunu ihtiyar doktorasöyleyecektim. Fakat o, bana daha evvel bumeseleden bahsetti:-Küçük, belli etmeden o ayının anasınınadresini al, beş on lira gönderelim, dedi.Öyle anlıyorum ki, bu ihtiyar doktor, ne paraiçin ne de bir vazife fikriyle askerlik ediyor,onun bir iptilası var: “Sevgili ayıcıklarım” dediğibiçare neferlere muhabbet! Fakat bilmem niçin,bu muhabbeti, utanılacak bir şey gibi daimagizlemeye çalışıyor.Kuşadası, 28 OcakBu sabah, hastaneye geldiğim vakit ağır yaralıdört zabit getirildiğini haber aldım.Hastabakıcılar, Hayrullah Bey’in beni aradığınısöylediler. Ne vakit nazik bir ameliyat yapacak
olsa, beni yanında istiyor:-Sana, böyle şeyler göstermek doğru değil,ama, küçük, elinden iş gelecek adam yok, benikızdırıp bağırtıyorlar, ne yapacağımışaşırıyorum, diyor.Çarşafımı attım, acele acele gömleğimigiydim. Fakat, ben hazırlanıncaya kadarameliyat bitmişti. Yaralıyı sedye içinde yukarıyagönderiyorlardı.Hayrullah Bey, beni yanına çağırdı:-Küçük, dedi. Ehemmiyetli bir terzilik ettik:“Ameliyata terzilik diyor.” Genç bir erkânıharpbinbaşısı. Bir bomba, sağ kolu ile yüzünün birtarafını berbat etmiş, kendi odamı verdim. Artık,onunla sen meşgul olursun. Çok büyükihtimama ihtiyacı var.Konuşa konuşa odaya girdik, yatakta yüzü,kolu sargılar içinde sessiz bir insan yatıyordu.Doktorla yanına yaklaştık, yalnız yüzünün soltarafı bir parça görünüyordu. Bu çehre banayabancı değildi. Fakat bu yüzü bir türlü bulup
çıkaramıyordum.Hayrullah Bey, yaralının sol nabzını tutmuştu.Yüzüne doğru eğilerek iki kere:-İhsan Bey, İhsan Bey! diye seslendi.Birdenbire zihnimde bir şimşek çaktı. Ç.’deAbdürrahim Paşa’nın evinde tanıdığımerkânıharp yüzbaşısı idi. Bir adım geri çekildim;odadan çıkacak, bir daha beni bu yaralı zabitiyanına göndermemesini doktordan ricaedecektim. Fakat hasta, gözlerini açmış, benigörmüştü. Tanıdı, lâkin ben olduğuma ihtimalvermedi. Yaralandığı günden beri, kim bilir, kaçdefa kendini kaybetmiş, hastalığı, ateşi, ona neçılgın rüyalar vermişti? Evet, dalgın gözlerinbakışlarından anladım ki, ben olduğuma ihtimalvermedi, bembeyaz dudaklarında, hafif birgülümsemeyle tekrar gözlerini kapadı.İhsan Bey! Bir zaman evvel çocukluğumdan,beni müdafaa eden bir babam, bir kardeşim,bir... Bildiğim olmamasından istifade etmişler,beni gece âlemlerine sürüklemişlerdi.
Yüreğimde, sürgüne gönderilen bir adi sokakkadını zilletiyle elimi suçsuz yüzüme kapayarakşehirden çıkıyordum. Dünyayı baştan başa birzulüm, kendimi o zulme baş eğmekten başkaçaresi olmayan bir sefil gibi göründüğüm gibi ogünde beni müdafaa ettiniz, mesleğinizi,istikbalinizi tehlikeye koymak, hatta belkiölmeyi göze alarak mürüvvetini gösterdiniz.Madem ki hazin bir tesadüf, bugün bizi karşıkarşıya getirdi, sizden kaçmayacağım, buümitsizlik ve acı günlerimizde bir küçük kızkardeş gibi kendimi hizmetinize vakfedeceğim.Kuşadası, 7 Şubatİhsan Bey’in yarası tehlikeli değilmiş, bir ayakadar kendini toplayabilirmiş. Fakat sağ kaşınınüstünden başlayarak çenesine kadar bütünyanağını kaplayan yara onu korkunç bir suretteçirkin bırakmış.Hayrullah Bey, sargıları değiştirirken yanındabulunmuyordum. Yüreğim dayanamadığı içindeğil, -çünkü her gün yaranın bundan çok daha
fenalarını görüyorum- fakat benim bakışımınona, korkunç yarasına dokunmuş bir bıçaktandaha fazla ıstırap verdiğini gördüğüm için...Zavallı adam, ne çehre ile hastanedençıkacağını biliyor, açıktan açığa bir şeysöylemediği halde, derin bir ümitsizlik içindebulunuyor.Hayrullah Bey:-Biraz daha gayret delikanlı, yirmi güne kadardipdiri ayağa kalkacaksın, dediği zaman, adetatelaşa düşüyor.Yaralının bugünlerini hoş geçirmesi içinkalbimin bütün şefkat kabiliyetini sarf ediyorum;bazen yatağının başucunda kitap okuyorum,hatta, masal bile söylediğim oluyor.Evet, biçarenin hiçbir şey söylemediği haldedaima çirkin kalmak azabından bir dakikakurtulamadığı o kadar belli ki...Bazen gizli teselliler icadına çalışıyordum.Büsbütün başka şeylerden bahsediyor gibi
görünerek yüz güzelliği kadar dünyadalüzumsuz, hatta muzır bir şey olmadığı, asılgüzelliği ruhta, gönülde aramak lâzım geldiğinisöylüyorum.Kuşadası, 25 Şubatİhsan Bey, ümit ettiğimizden az zamanda iyioldu. Bu sabah sütlü çayını götürdüğüm zaman,onu giyinmiş buldum.Bir sene evvel Abdürrahim Paşa’nınbahçesinde tesadüf ettiğim parlak elbiseli, güzelve mağrur çehreli erkânıharp yüzbaşısı gayriihtiyari gözümün önüne geldi.Binbaşı üniformasının yakası içinde incecikboynunu yana doğru meylettiren, yüzündekiyara yerinden, bir ayıp gibi utanan hasta asker, ogüzel, mağrur erkânıharp zabiti miydi?Teessürümü galiba gizleyememiştim. Onu,başka bir şeyle tevil etmeye çalışarak yalandandarılmaya başladım:-İhsan Bey, bu yaptığınız adeta çocukluk,
daha tamamıyla iyi olmadan niçin giyindiniz?dedim. Gözlerini önüne indirdi:-Yatmak daha ziyade hasta ediyor da ondan,diye cevap verdi.İkimiz de susuyorduk. O, hırçın asabiyetinigizlemeye çalışarak:-Artık gitmek istiyorum, bir şeyim kalmadı,tamamıyla iyi oldum, diye ilave etti.Yüreğim merhametten eziliyordu, renkvermemek için, şakaya vurdum:-İhsan Bey, görüyorum ki, benidinlemeyeceksiniz. Yine asker inadınız uyandı.Fakat, şunu haber vereyim ki, ben, şimdi fitneliketmeye gidiyorum. Doktorunuza her şeyi habervereceğim, sizi iyice paylasın da görürsünüz,dedim.Tepsiyi bırakarak acele acele dışarıya çıktım.Fakat doktoru görmeye gitmedim.25 Şubat (Akşama doğru)
Hayrullah Bey’le müthiş bir kavga ettim. Amaiş için değil, başkalarının işine karışmaksaygısızlığını pek ileri vardırdı da ondan...Demin İhsan Bey’den bahsediyorduk.Yüzünün onu fazla müteessir ettiğini söyledim.Hayrullah Bey, dudaklarını büktü:-Hakkı var, ben, onun yerinde olsam, şuradankendimi denize atardım. Öyle surat, balıklarayem olmaktan başka neye yarar? dedi.-Ben, sizi başka türlü sanıyordum, DoktorBey. Ruh güzelliği yanında yüz güzelliğinin neehemmiyeti olur? dedim. Hayrullah Beygülmeye, benimle eğlenmeye başladı:-Lakırdıdır o küçük, o suratlı adama kimsemetelik vermez. Hele siz yaştaki kızlar yok mu?Şikâyet eder gibi yakasını silkeliyordu. İsyanettim:-Hayatımı bir parça biliyorsunuz, bazı esrarımıhemen hemen zorla benden çaldınız. Benim
güzel hem de çok güzel bir nişanlım vardı. Benialdattı diye onu kalbimden silip attım, ondannefret ediyorum.Hayrullah Bey, yeniden bir kahkaha kopardı.Sonra beyaz kirpiklerinin içinde küçüle küçülegülen mavi gözlerini ta kalbimin içine dikti:-Bana bak küçük, dedi. Öyle değil, gözleriminiçine bak da söyle, onu sevmiyor musun?-Ondan nefret ediyorum.Çenemi tuttu, hâlâ gözlerime bakmakta devamediyordu:-Ah, zavallı küçük, sen onun için senelerdenberi çıra gibi cayır cayır yanıyorsun. O hayvan,seninle beraber kendi kendine de yazık etmiş.Bu aşkı, o, başkasında zor bulur. Hiddettensesim boğularak:-Niçin bana bu ağır iftirayı revagörüyorsunuz, nereden biliyorsunuz? dedim.-Hatırlarsın ya, seni o köyde gördüğüm gün,bunu anladım. Saklamaya çalışma nafile. Sevda,
çocuk gözlerinden uyku gibi akıyor.Gözlerim kararıyor, kulaklarım uğulduyordu.O, hâlâ söylüyordu:-Başkalarının içinde yaşarken öyle herkese,her şeye yabancı bir halin, rüya gören insanlaramahsus dalgın, mahzun bir gülümseyişin var ki,yüreğimi yakıyor küçük. Sen, yaradılış itibariylebile herkesten başkasın. Esâtîr, buseden doğmuşbuse ile gıdalanmış, büyümüş birtakımperilerden bahseder. Bunları yalnız bir hayalzannetmemeli. Onların dünyada numunelerivardır. Feridecik, sen onlardan birisin. Sen,sevmek, sevilmek için yaratılmış bir mahluksun.Ah, deli kız, çok yanlış hareket etmişsin, neolursa olsun, bu sersem oğlanın yakasınıbırakmamalıydın. Mutlaka mesut olacaktın.Bir isyan feryadıyla kıvrandım. Çırpınarak,ayaklarımı yere vurarak:-Niçin bunları söylediniz? Benden neistiyorsunuz? diye ağlamaya başladım.
O vakit, doktorun da aklı başına geldi:-Doğru küçük, hakkın var, bunlar sanasöylenecek şeyler değildi. Berbat bir halt ettik,affet beni küçük diye beni teskin etmeye çalıştı.Artık, darılmıştım, yüzüne bakmayı canımistemiyordu:-Göreceksiniz, onu sevmediğimi nasıl ispatedeceğim, dedim. Şiddetle kapıyı kapayarakdışarı çıktım.Yine 25 Şubat gecesiİhsan Bey’in lambasını gördüğüm vakit, ohâlâ soyunmamıştı. Pencerenin önünde, ayaktaduruyor, akşamın denizdeki son kızıltılarınıseyrediyordu.Söz olsun diye:-Üniformanızı ne kadar göreceğiniz gelmişefendim, dedim.Odaya, akşamın alacakaranlığı iyiden iyiyeçökmüştü, İhsan Bey, bu karanlıktan cesaret
almış gibi muammalı bir tebessümle başınısalladı, ilk defa açıktan açığa derdini söyledi:-Üniformam mı efendim? Evet, şimdi ümidimyalnız onda. Yüzümü o, bu hale getirdi.Uğradığım felaketi tamir etmek kudretini ondagörüyorum.Bu sözlerin manasını anlamıyor, hayretleyüzüne bakıyordum. O hafif bir göğüs geçirerekdevam etti:-Gayet sade, Feride Hanım anlaşılmayacakşey değil. Bir nizamiye zabiti gibi geriyedöneceğim. Bombanın yarım bıraktığı iş tamamolsun, ben de kurtulayım.Genç binbaşı, bu sözleri bir çocuk saffet veıstırabıyla söylüyordu. Lambayı yakmak içinona arkamı dönmüştüm. Tutuşturduğu kibriti,belli etmeden üfledim, fitili düzeltmek istiyorgibi eğilerek gayet yavaş:-Böyle söylemeyiniz İhsan Bey, siz istersenizbahtiyar olabilirsiniz Mesela, zararsız bir kızlaevlenirsiniz, iyi bir aileniz, minimini
çocuklarınız olur, her şeyi unutursunuz.Başımı çevirmediğim halde hissediyordum ki,o da bana bakmıyor hâlâ pencereden deniziseyrediyordu.-Feride Hanım, ne kadar temiz kalpli bir kızolduğunuzu bilmesem, benimle eğleniyorsunuz,diyecektim. Beni bu halde kim ister? Ben kiböyle olmadan evvel, bir kadının hiç olmazsagülmeden yüzüme bakabileceği günlerde bilehoşa gitmemiştim. Şimdi öyle bir alilim ki.Artık devam etmek istemedi, kendisinitoplamaya çalışarak:-Feride Hanım, bunlar lüzumsuz sözler.Affedersiniz, lambayı yakar mısınız? dedi.Bir kibrit daha çaktım, fakat elim bir türlülambaya gitmiyordu. Gözlerimi bir titrek alevedikerek düşüne düşüne onun sönmesinibekledim. Oda, eski karanlığın içine düşünceyavaş yavaş:-İhsan Bey, dedim. Siz o muvaffakiyetsizliğe
uğradınız vakit mağrur, hodkâm bir erkektiniz.Elem, ümitsizlik, kalbinize bu inceliğivermemişti. O vakit, mesleğinizi çiğneyerek,belki ölümü göze alarak, bir küçük kızı, hakirbir iptidaiye hocasını müdafaa etmiştiniz. Sonrabunların hepsinden daha mühim olarak bugünkükadar, -artık saklamayınız, derdinizi anlıyorum-bugünkü kadar bedbaht değildiniz. Niçin obiçare iptidaiye hocası ömrünü sizin saadetinizevakfetmesin?Hasta binbaşı, tıkanmış bir sesle:-Feride Hanım, rica ederim, beni böyleolmayacak hayallere düşürerek büsbütünbedbaht etmeyin, dedi.Artık, kararımı vermiştim. Ona döndüm.Başımı önüme eğdim:-İhsan Bey, ben sizinle, evlenmeyi ricaediyorum. Beni kabul ediniz, göreceksiniz, sizine kadar mesut edeceğim, ne kadar mesutolacağız...Gözyaşlarıyla perdeli kirpiklerimin arasından
binbaşının karanlık yüzünü göremiyordum.Sadece uzattığım eli dudaklarına götürerekkorka korka parmaklarımın ucunu öptü.Her şey bitti. Artık, bundan sonra kimsebenim onu için için sevdiğimi söylemeye cesaretedemeyecek.Kuşadası, 26 ŞubatO günden beri, sen benim için biryabancıydın, bir düşmandan başka bir şeydeğildin Kâmran. Bir daha yüz yüzegelmeyeceğimizi, bu dünyanın gözleriylebirbirimize bakmayacağımızı, birbirimizin sesiniişitmeyeceğimizi biliyordum. Böyle olduğuhalde ben, senin nişanlın olmak hissini bir türlügönlümden çıkaramamıştım. Ne söylesem, neyapsam; kendime, sana ait bir şey gözüylebakmaktan kurtulamıyordum.Evet, niçin yalan söyleyeyim? Bütünnefretlerime, isyanlarıma, bütün o geçmişşeylere rağmen, ben yine bir parça senindim.
Bunu, ilk defa bir başkasının nişanlısı, buncasenenin, bunca sabahında senin nişanlın diyeuyandıktan sonra bir gün, başkasının nişanlısıdiye uyanmak, Kâmran, ben asıl bu sabah,senden ayrıldım. Hem de bir hatıra götürmeye,son bir defa başını çevirerek, arkasında bıraktığışeylere bakmaya hakkı olmayan bir biçaremuhacir gibi.Bu sabah, İhsan Bey’le görüştükten sonra onudoktor Hayrullah Bey’in odasına götürecek,nişanlandığımızı haber verecektim. Bu büyükvaka için her günkü hastabakıcı gömleğim peksade düşecek, yeni nişanlımı belki mahzunedecekti. Bahçede cılız çiğdemler yetişmişti.Onlardan küçük bir demet yaparak göğsümeiliştirdim.İhsan Bey’i, bu sabah yine giyinmiş buldum.Beni görünce bir çocuk saffetiyle gülümsemeyebaşladı. Düşündüm ki, bugünden sonra onumesut etmek benim vazifem.
Zorla gülmeye çalışarak ellerimi uzattım:-Bonjur, İhsan Bey, dedim.Sonra, çiğdemlerden birkaç tanesini ayıraraküniformasının göğsüne iliştirdim:-Bu gece rahat uyuduğunuzu tahminediyorum.-Pek çok. Ya siz?-Altı aylık bir çocuk kadar memnun, müsterihbir uyku.-Niçin yüzünüz solgun öyleyse?-Düşününüz ki, bahtiyarlık da insanısoldurabilir.Bu cevap üzerine ikimiz de sustuk.İhsan Bey’in dudakları bembeyazdı Kısa birsükûttan sonra ağır ağır söze başladı. Ara sırasesinin titremesinden korkuyor gibi susuyor,birkaç saniye tereddüt ediyordu, dedi ki:-Feride Hanım, size ölünceye kadar
minnettarım. Bana eski bahtiyar zamanlarımdada nasip olmamış emsalsiz bir gece geçirttiniz.Size demin hakikati söylemedim; ben bu gecesabaha kadar uyumadım... “Ben sizinleevlenmeyi rica ediyorum” diyen sesinizkulağımdan gitmedi. Uyuyamadım, çünkü sizinnişanlınız olarak geçirdiğim tek saadet gecesininbir dakikasını ziyan etmemek lâzımdı. Ömrümünsonuna kadar size minnettar kalacağım.-Sizi daima mesut edeceğim, dedim.O, derin bir heyecan içindeydi. Ellerimitutmak istiyordu. Fakat cesaret edemedi. Birhasta çocuğa hitâb eder gibi, halim, okşayıcı birsesle:-Hayır, Feride Hanım, bu gecenin bir ferdasıolamazdı, bunu biliyorum. Bu gece, çok mesutoldum. Fakat, buna rağmen, ben, bugüngidiyorum, birkaç saat sonra sizden ayrılmışolacağım.-Niçin İhsan Bey? Beni istemiyor musunuz?Doğru değil, bana bu kadar ümit verdikten sonra
gitmek doğru değil.Zabit, arkasını duvara dayadı, gözlerinikapayarak, derin derin: “Ah, bu ses!” dedi.Sonra, birdenbire silkindi, hemen hemen sert birsesle:-Biraz daha gayret etseniz, merhamet size,beni sevdiğinizi iddia ettirecek.-Niçin olmasın, İhsan Bey? Madem ki sizinlenişanlanmak istedim, demek ki bunda bir sebepvardı. O, adeta acı bir istihza ile cevap verdi:-Evet, siz madem ki benimle evlenmeyi kabulettiniz, demek ki beni seviyorsunuz. Fakat, ben,sizin tarafınızdan bu kadar sevilmekistemiyorum. Siz, izdivaca sahiden ihtimalverdiniz miydi, Feride Hanım?-Feride Hanım, beni, ümitsiz bir alile karşıduyulmuş bir merhametten başka saiki olmayanbir aşk sadakasını kabul edecek kadar düşmüş,bitmiş bir adam mı sanıyorsunuz?Nihayet bir mahzunlukla başımı eğdim:
-Hakkınız var. Biz iki biçare insanız, iki derdibirleştirirsek, belki mesut oluruz diyordum,yanılmışım.Duvarda asılı duran kılıcı göstererek ilaveettim.-Sizin yine bir teselliniz var. Dediğiniz gibivazifenizin başına döneceksiniz. Ben kadınım,sizden daha biçareyim.Bir donuk kış sabahına göğüslerinde birkaçcılız çiğdem, dudaklarında onlar gibi yalancı birtebessümle karşı karşıya gelen yeni nişanlılar ondakika sonra gözlerinde yaşlarla bedbaht birağabey, kimsesiz küçük bir kız kardeş gibibirbirlerinden ayrıldılar.Kuşadası, 2 NisanÜç gün evvel, mektebi iade ettiler. Beş yıllıkfâsıladan sonra tekrar derse başladık. Fakat,nemelazım, sene sonu oldu gitti. Bahar, sınıfları
pırıltılı güneş aydınlıklarıyla, ılık çiçekkokularıyla dolduruyor. Duvarlarda Akdeniz’inyeşil hareleri dolaşıyor, çocuk olsun, büyükolsun, kimsede çalışmaya istek yok.Başmuallim, bir türlü Kuşadası’nda kalmakistemiyordu. Bir ay evvel başka bir yeregönderdiler. Yerine beni tayin ettiler. Hem deunvanımı “Müdire”ye çevirmek şartıyla. Ben bucihetten bu işe memnun olmadım. Çünkümuallim arkadaşlarım tuhaf bir nazarla bakmayabaşladılar.Gerçi bunlar, öyle malumatlı, meziyetliinsanlar değil, fakat ne olursa olsun, yaşlı başlıkadınlar. Maarif memurlarının dedikleri gibi herbirinin onbeşer, yirmişer senelik “kıdem”leri var.Onların yerinde olsam, sonra, günün birindekendi kızımdan küçük bir çocuğu başımagetirseler, zannediyorum ki benim de kalbimkırılır.Mart iptidasında Hayrullah Bey’i tekaüt ettiler.Kendisi zengin adam, maaşa muhtaç değil.
Mamafih, mahzun oldu.-Sevgili ayıcıklarımdan birçoğunun gözlerinielimle kapadım, isterdim ki, benim gözlerimi deonlar kapasınlar, mezarıma onlar götürsünler,olmadı, dedi.Hayrullah Bey, malumat cihetinden de çokmükemmel bir adam.Bütün gençliğini okumakla geçirmiş. Evindekocaman bir kütüphanesi var. Dünyada kitaptanlüzumsuz, boş şey olmadığını söylüyor. Kitapyazanlar gibi, okuyanların da hayatta hiçbir şeygörmeden geçip giden budalalar olduğunu iddiaediyor. Geçen gün onu kuvvetli bir itirazlamağlup etmek istedim.-Madem ki öyle siz niçin bu kadar çokokudunuz, hatta beni de buna teşvikediyorsunuz? dedim.Bu, öyle itirazdı ki, akan suları durdururdu.Fakat o, hiç bozulmadı, bilâkis, kahkahalarlagülüp, benimle eğlenerek:
-Daha iyi dedin ya, beni budala değil diyesana kim söyledi, küçük, dedi.Bu ihtiyar doktoru anlamıyorum ki... Her neyiseverse aleyhinde bulunuyor. Hatta öylehissediyorum ki, beni bile azarladığı zaman herzamankinden daha çok seviyor.Hastaneyi bıraktığı günden beri kâh günlerceevine kapanarak kitap okuyor, kâh askerliktenkalma çizmelerini çekiyor, sırtına jandarma gibibir tüfek takarak Düldül’e biniyor: (düldül, onunpek sevdiği emektar atıdır) bu kıyafetle köylerdebakacak hasta, kendini meşgul edecek bir işaramaya gidiyor.Evinde seksenlik bir sütanne ile “Odabaşı”diye çağırdığı topal bir bahçıvan var.Üç gün evvel benimle Munise’yi evine davetetmişti. Pek keyifliydi. Ben, kütüphaneyikarıştırırken o, Munise ile saatlerce çocuk gibioyun oynadı. Munise’ye öyle ciddi emirlerveriyordu ki, gülmekten bayılıyordum:
-Şimdi saklambaç oynayacağız, lâkin güç yeresaklanmak yok ha, parmak kadar vücudun var.Bir yere sıkışırsın, saatlerce beni yorarsın. Sonra,beni bulamazsan, merak etme ha, belkisaklandığım yerde uyur kalırım.Munise’yi birkaç güne kadar çarşafasokuyorum. Şöyle böyle on dördüne giriyor.Boyu şimdi tam benim boyum kadar. Küçükçiçekler gibi açıldı, beyaz denecek kadar açıksarı saçlarının içinde beyaz küçük yüzü, gününsaatlerine göre değişen lacivert gözleriylegüldükçe yanağında güller açan, ağladıkçagözlerinden inciler dökülen peri kızlarınabenzedi.Hayrullah Bey, bu çarşaf meselesine çokkızıyor. Ben de onun daha pek küçük olduğunubiliyorum ama, ne yapayım, korkuyorum.Tanıdıklardan bazıları:-Feride Hanım, sen bunu erkekten kaçır,vakitsiz kaynana olacaksın, diyorlar.İçime bir heyecan düşüyor. Hem seviniyor,
hem titizleniyorum. Kaynanalar için tevekkelititiz demezler.Geçen gün, mektepten geliyorduk. Karşıkaldırımda on altı, on yedi yaşlarında güzelce birmektepli yürüyordu. Ara sıra bize bakışıtuhafıma gitti. Peçemin altından, belli etmedenMunise’ye baktım. Bir de ne göreyim. Hainsarı çıyan gözünün ucuyla delikanlıya bakarakgülmüyor mu? O kadar meraklandım ki sokağınortasında düşüp bayılacaktım. Canavarıbileğinden yakaladım; fena halde sıkıştırmayabaşladım. Evvela inkâr etti. Baktı ki, bendeinanacak göz yok, yalandan ağlamaya başladı.Çünkü gözyaşlarına dayanamayacağımı, benimde ağlayacağımı biliyor.-Ben de sana yapacağım cezayı biliyorum,dedim. Çarşıda bulduğum koyu nefti ipeklidenbir çarşaf dikmeye başladım.Bu sabah da bir elyotrop kavgası ettik. Birkaçay evvel söz arasında elyoptropu çok sevdiğimisöylemiştim. Hayrullah Bey, bilmem nereden
bulmuş, üç dört gün sonra bir şişe getirmesinmi? Bitmesin diye çok ihtiyatlı kullanıyorum.Sağ olsun, yaramaz kız rahat vermiyor ki.Musallat oldu, bir parça yalnız kaldı mı, odayabir elyoptrop kokusudur yayılıyor. Sonra,masum masum:-Almadım vallahi abacığım, diye yeminediyor.Kuşadası, 5 MayısBu sabah, Munise biraz hasta ve renksizuyandı. Gözleri kırmızı, benzi soluktu. Mekteptepek çok iş olduğu için evde kalmak mümkündeğildi. Mamafih, doktor Hayrullah Bey’euğradım. Bize uğrayarak Munise’ye bakmasınırica edecektim. Aksi olacak, o da yarım saatevvel Düldül’e binerek bilmem hangi köyegitmiş.Eve döndüğüm vakit Munise’yi yataktabuldum, ihtiyar bir komşuya, ara sıra çocuğuyoklamasını rica etmiştim. Eksik olmasın, hiçyanından ayrılmamış, akşama kadar yayında
çorap örmüş.Munise’nin nezlesi artmıştı. Başı ateş gibiyanıyor, sabahkinden daha sık öksürüyordu.Sesi kısılmış nefes alırken hafif bir tıkanıklıkhissettiğini söylüyordu. Boynunun altındatutarak ağzını açtırdım, elime sert sert bezelerdokundu. Yüzüne yaklaştırdığım lambanınziyası gözlerini kamaştırıyordu. Ağzında, küçükdilinin etrafında beyaz beyaz kabarcıklargörünüyordu.Munise, benim merakımla eğlendi:-Öksürükten ne olur abacığım, Zeyniler’de deben öksürük oldum, unuttun mu? dedi.Çocuğun hakkı var. Zeyniler’de, karlarıniçinde onu yarı donmuş bir halde bulduğumgece böyle değil miydi? Çocuklarda nezlenin neehemmiyeti olur? Yalnız canımı sıkan şey,Hayrullah Bey’in bulunmaması. Onbaşıdeminden tekrar uğradı, beyin bu gece köydekaldığını söyledi, inşallah o gelinceye kadarküçüğüm kalkmış olur.
Kuşadası, 18 TemmuzBu sabah hesap ettim, küçüğüm toprağadüşeli tam yetmiş üç gece olmuş.Yavaş yavaş buna da alışmaya, bu acıyı dahazmetmeye başlıyorum, insan, neye tahammületmiyor ki!..Demin, ihtiyar doktorumla deniz kenarınagitmiştik. Kumsaldan çakıllar, sedef kabuklarıtopladım, sakin suların üstünde taş sektirmeyebaşladım.Hayrullah Bey, çocuk gibi seviniyordu. Beyazkirpiklerinin içinde masum mavi gözleriylegülerek:-Ah, gençlik! Elhamdülillah onu da yendik.Bak, rengin gibi neşen de gelmeye başladı, dedi.Güldüm:-İnsanın sizin gibi doktoru olduktan sonratabii değil mi? dedim.Ağır ağır başını salladı:
-Tabii değil, küçük, tabii değil, doktorluk dainsanlar gibi, kitaplar gibi doğruluk ve cefa gibiasılsız, fasılsız bir masal... Parmak kadar çocuğukurtaramadıktan sonra, içine tüküreyim benböyle fennin.-Ne yapalım, Doktor Bey, üzülmeyiniz. Allahöyle istedi, öyle oldu, dedim.Mahzun mahzun yüzüme baktı:-Zavallı küçük; ben sana asıl niçin acıyorum,biliyor musun? Bir derde uğradığın vakit, asılteselli edilecek kendin olduğunu unutuyor,başkalarını teselliye başlıyorsun. Senin bumazlum hallerin beni ağlatacak gibi oluyorküçük.Biraz sustu. Sonra, kendi kendine şikâyetebaşladı:-Ben de ama ipsiz sapsız herif oluyorum ya,bunadım mı, nedir? Haydi küçük gidelim.Sararmış tarlaların içinden eve doğruyürümeye başlamıştık. Bütün çiftçiler, doktoru
tanıyorlar. Kocaman bir ekin yığının yanındaçalışan ihtiyar bir kadınla konuştuk. HayrullahBey, birkaç sene evvel bu kadının torununutedavi etmiş. Büyükanne çok dualar etti; sonratemmuz güneşinin altında harman döğen gürbüzbir genci çağırdı:-Gel buraya. Hüseyin, velinimetinin elini öp.O olmasaydı, sen şimdi bir avuç toprakolmuştun, dedi.İhtiyar doktor, Hüseyin’in yanık, yerli yüzünüokşadıktan sonra:-Ben öyle kuru kuruya el öpmelerdenanlamam delikanlı. Haydi bakalım bizi düvenebindir, dedi.İki kuvvetli öküzün çektiği düvene bindik,hemen, beş on dakika bu saman denizinin sarıdalgaları üstünde ağır ağır dolaştık.Bugün artık o vakayı yazmak kuvvetinikendimde buluyorum. Defterimin son sayfasınıyazdığım gecenin son sabahı Munise’yi dahaziyade hasta buldum. Sesi konuşamayacak
derece kısılmıştı. Biçare küçük göğsühavasızlıktan bunalıyordu. Ne olursa olsun, birbaşka doktor aramaya gidecektim; fakatçarşafımı giyerken Hayrullah Bey geldi. Hastayıkısa bir muayeneden geçirdikten sonra,ehemmiyetli bir şey olmadığını söyledi.Mamafih, çehresi çatık, gözleri düşünceliydi.Bu çehreyi beğenmediğim korka korkakendisine söyledim. Canı sıkılmış gibiomuzlarını silkti:-Mızmızlanmaya lüzum yok. Tam dört saatlikyoldan geliyorum. Yorgunluktan berbat oldum;söze hizmet ettiğimiz yetmiyor da, bir dedalkavukluk mu etmeli? dedi.Hayrullah Bey, ehemmiyetli hastalıklarkarşısında daima böyle asabi ve kaba bir adamoluyordu.Yüzüme bakmaya çalışarak:-Lüzum yok ama, ihtiyaten bir iki doktorarkadaşı çağracağım, kâğıt kalem bul, çabuk,
dedi.Bugün her işim aksi gidiyordu. Sabahtan berimektepten üç defa hademe göndermişlerdi.Maarif Encümeni azasından iki efendi ile birmüfettiş gelmiş, benden bazı şeylersoracaklarmış.Üçüncü haberi getiren hademe kadını adetahırpalayarak kovuyordum. Hayrullah Bey,birdenbire hiddetlendi:-Ne halt var burada? Haydi vazifenin başına.Yorgun yorgun, az işim varmış gibi, bir deseninle mi uğraşmalı? Haydi çabuk, çarşafınıgiy, marş. Sen burada durup beni şaşırtırsın.Billah çıkar giderim.İhtiyar doktor öyle sert ve kati tavırla bu emrivermişti ki, itaat etmemek mümkün değildi.Bir kelime söylemeye cesaret edemedim;peçemin altıda ağlaya ağlaya mektebe gittim.Maarif, beni dünyanın nimetine gark etse,bugünkü fedakârlığımı ödeyemez. Müfettişler
sınıfları geziyorlar, talebeleri imtihanaçekiyorlar, defterleri görmek istiyorlar, bin türlüolmayacak şeyler soruyorlardı. Başımdakikıyamet içinde nasıl düşündüm, nasıl cevapverdim, bilmiyorum! Vakit ikindiyeyaklaşıyordu, onlar hâlâ gitmiyorlardı.Nihayet aralarından bin perişanlığımı fark etti:-Rahatsız mısınız Müdire Hanım? Çehrenizpek bozuk görünüyor, dedi.Artık, kendimi tutamadan, merhamet ister gibiboyumu büküp, ellerimi kavuşturarak:-Evde çocuğum ölüyor, dedim.Acıdılar, manasız teselli sözleri söyleyerekgitmeme müsaade ettiler.Evimle mektebin arası nihayet beş dakikalıkbir yer. Ben bu yolu yarım saat, belki daha uzunbir zamanda yürüdüm. Sabahtan beri evekoşmak için o kadar çırpındığım, hırçınlaştığımhalde, şimdi bir türlü oraya gitmekistemiyordum. Tenha sokaklarda duvarlara
dayanıyor, yorgun yolcular gibi çeşme taşlarınaoturuyordum.Evimin açık pencereleri içinde yabancı erkekbaşları görünüyordu. Kapıyı bana “onbaşı” açtı.Bir şey sormaya cesaret edemiyor, bir şeysöylememesi için gözlerimle, halimleyalvarıyordum. Fakat o, bana ummadığım birşey söyledi:-Fakir çocuk hastaca.... Allah, inşallah, şifasınıverir, dedi.Birdenbire tavanlar sarsıldı, merdiven başındadoktor Hayrullah Bey göründü. Göğsü çıplak,başı açık, kolları sıvalıydı:-Kim geldi Onbaşı? diye seslendi. Halsizhalsiz merdiven basamağına çömelmiştim.Taşlığın karanlığında beni görünce durdu, şaşkınşaşkın:-Sen misin, Feride? Pekâlâ kızım, pekâlâ,dedi. Sonra ağır ağır yanıma indi; halim, her şeyibildiğimi söylüyordu. Ellerimi tuttu, kesik kesik:
-Kızım, gayret et, dişini sık inşallah kurtulur.Serum yaptık, elimizden geleni yapıyoruz. Allahbüyük, ümit kesilmez, dedi.-Doktor Bey, müsaade ediniz, onu göreyim,dedim.-Şimdi değil, Feride bir parça sonra. Şimdibiraz dalgın, vallahi bir şey olmadı. Yeminediyorum sana. Dalgınlık billahi. Sakin birinatla:-Mutlaka göreceğim, Doktor Bey, hakkınızyok, diye sızlandım. Sonra, içimi çekerek ilaveettim:-Zannettiğinizden ziyade kuvvetliyim.Münasebetsiz bir şey yapmamdan korkmayın.Hayrullah Bey, bir parça düşündü; sonrabaşını sallayarak razı oldu:-Peki kızım, fakat şunu unutma ki, beyhudeah-û vahlar hastayı ürkütür.İnsan, ne kadar acı olursa olsun, bir
mecburiyeti kabul ettikten sonra içine sükûn vetevekkül geliyor. Hayrullah Bey’in omzunabaşımı dayayarak odaya girerken, ne gönlümdeheyecan, ne gözümde bir damla yaş vardı!Aradan yetmiş üç yıl kadar uzun, yetmiş üçgün geçtiği halde hâlâ o odayı gözümün önündegörüyorum.İçeride gömleklerinin yakasını ve kollarınıaçmış iki genç doktorla bir ihtiyar kadın vardı.Ağaç yapraklarının içinden süzülerek giren birikindi güneşi odayı parlak bir hayatladolduruyordu. Dışarıda kuşlar, ağustos böcekleriötüyor, uzaklardan bir gramafon sesi geliyordu.Odanın içi karmakarışıktı. Sandalyelerde,raflarda, şişeler, pamuklar, yerlerde duvarlardaMunise’ye ait bin türlü eşya sürünüyordu.Aynanın kenarında onun doktorun bahçesindekiçiçeklerden eliyle yaptığı bir demet, konsolunüstünde deniz kenarından topladığı bir avuçrenkli taş, sedef kabukları, sandalyelerdenbirinin altında.İskarpinin bir teki, duvarda B.’de evimizin
içinde suluboya ile yaptığım resmi (başında kırçiçeklerinden bir çelenk, kucağında Mazlum ileyaptığım o resim) sonra, bin türlü boncuklar,kumaş parçaları, cam küpeler, duvaklı gelinkartpostalları, bir kız çocuğu kalbinin bütün bumasum ve biçare sevgileri...“Munise, artık çarşaflı bir genç kız oluyor”diye iki hafta evvel ona sarı yaldızlı bir karyolaalmış, bir bebek yatağı hazırlar gibi özene,bezene muslinlerle süslemiştim.Küçüğüm, bu ipeklerin içinde bir başka ipekkümesi gibi bembeyaz yatıyor, başı ağır birrüyanın rehaveti içinde biraz yana düşüyordu.Karyolasının demirinden, nefti çarşafının dahabitmemiş pelerini sarkıyor, başucundaki raftaB.’de satın aldığım bebeği -küçüğümünbuselerinden solmuş yüzü, iri mavi gözleriyle-ona bakıyordu. Hastalığın bütün acıları, azaplarıdurmuştu. Yorgun bir uyku içinde uyurkenağzının etrafında son bir hayat titriyor, gülümsergibi aralanmış dudakları, inci dişlerinigösteriyordu. Bu zavallı güzel şeyler karanlık bir
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 858
- 859
- 860
- 861
- 862
- 863
- 864
- 865
- 866
- 867
- 868
- 869
- 870
- 871
- 872
- 873
- 874
- 875
- 876
- 877
- 878
- 879
- 880
- 881
- 882
- 883
- 884
- 885
- 886
- 887
- 888
- 889
- 890
- 891
- 892
- 893
- 894
- 895
- 896
- 897
- 898
- 899
- 900
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 900
Pages: