azıcık yadırgardı. Halbuki bunda, bir perdeninötekine geçişi hissedilmiyor. Birbirine örülmüşgibi bağlanan mütemadi1746 sesler... KendiKuran okuyuşunu hatırlatıyor.— Eğer oğlumuz olursa ben bu mektebeveririm.— Allah esirgesin!— Niçin Osman?— Oğlunu Sinekli Bakkal olmayan herşeyden esirge, uzak tut, Rabia. Esasendamarlarında karışık kan olanların içlerindekidaimî didişme, çarpışma kendilerine yetişir!— Fakat sen bizim tarihimizi okumadın mı,Osman? Hepimizin damarlarında o kadarbaşka başka kanlar var ki... Halbukihiçbirimizin içinde öyle bir didişme yok.— Yalnız kan değil, iki gözümün nuru... Birde hars, medeniyet başkalığı vardır. Belki o,kandan çok insanları birbirinden ayırır.İnsanların kafasında, kalbinde bir cehennemkargaşalığı yapar...Sustu. Rabia onun içindeki kıyameti teskinetmek istiyormuş gibi omzuna dokundu,
okşadı.— Ben oğlumun kafasında, kalbinde ahenk,sükûn isterim. Başka başka taraflara çekentesirlerden onu muhafaza etmek isterim.— Fakat insanın içi öyle karmakarışıkolması iyi olacak, Osman. İnsanın hiç içisıkılmayacak.Gevrek gevrek gülüyordu. Münakaşaettikleri muhayyel çocuk ona bir hakikatmiş gibigeliyordu. Yalnız Osman’ın içinde başka illerin,başka seslerin aksi olması ihtimali azıcık onuendişeye düşürdü.O sabah karşı yamaçlara vuran balıkçışarkılarıyla uyandılar. Balıktan dönenlerBoğaz’ı geçiyorlar.O gün Boğaziçi onlara bir bayram günü gibigeldi.Zurna, dümbelek, mavnaların üstündetepine tepine oynayarak Göksu’ya giden halkınşamatası... Hayat topraklardan fışkırıyor,yerde ve havada başlarını döndüren birşiddetle atıyor.Rabia, dinamo1747 üstünde oturuyormuş
gibi titredi.Dünyanın yüreği gümbür gümbür atıyordu.O akşam evin önüne çıktılar. Rabia,Osman’a bir koltuk indirdi, kendilerine bir halıserdi. Penbe dizlerini dikmiş oturuyor, Rabia,gözleri yıldızlarda sırtüstü uzanmış yatıyordu.Osman, oturduğu yerden, koya batan yıldızlarıgörüyor, suyun üstünde bir altın yağmuru gibiyağıyorlar.O akşam orada idiler. Bazân RabiaOsman’ın koltuğuna arkasını dayar, ud çalardı.Hep uzun, yanık taksimlerle başlar. Fakat hepsöylediği şarkılar şen, hattâ tuhaftı. En çoktekrar ettiği, macuncuların, cuma günleri SinekliBakkal’dan geçerken söyledikleri “Çil horoz”türküsüydü.“Horozumun kuyruğu güdük” diye başlarbaşlamaz, Penbe de azıcık kısık sesiyle birağızdan aldırırdı.Osman’ın coşkun mizacını tadil eden1748Rabia’daki bu tuhaf muvazene her vakit onumemnun etmezdi. En ateşli dakikalarında kızın
içinde onunla alay eden bir ifrit1749 varmışhissini duyardı. Kendi kendini teselli etmek için,“Böyle ediyor ama, bilirim beni çok seviyor.Öteki, beni seven kadınlar daha ateşli, dahaihtiraslıydılar. Fakat onlarınki mevsimle gelipgeçen şeylerdi. Rabia’nın bana bağlı,muhabbeti her gün için... Vefası yıllar için,”derdi.Arif’in ablası şimdi yalıya sık sık geliyor,onları rahat bırakmıyordu. Ay aydınlığı olduğuakşamlar, Rabia’ya şarkı söyletiyorlardı. Osene, Rabia’nın sesi Boğaziçi’nde en çoksevilen sesti. Bebek Koyu her taraftan gelensandallarla doluyor. Bir defa Rabia gazelsöyledi... Vehbi Dede’nin en klasik, en mistikgazeli. Bu ağır ve derin bir fikre istinateden1750 Fuzulî’nin1751 gazelini, o akşamevde olan Mabeyinci’nin ricasıyla söylemişti.Nice yıllardır ser-i kûy-ı melâmet beklerizLeşker-i sultan-ı irfânîz, velâyet bekleriz...diye başladı.
Cîfe-i dünya değil kerkes gibi matlûbumuzBir bölük Ankâlarız, kât-ı kanâat beklerizyerine gelince halk coştu.Kârvân-ı râh-ı tecrîdiz, hatar havfın çekipGâh Mecnun, gâh ben, devr ile nevbetbekleriz.Sanmanız kim giceler bîhûdedir feryadımız,Mülk-i aşk içre hisâr-ı istikâmet bekleriz...mısralarına gelince, ah, of, yaşa sesleriBoğaz’ı öttürdü. Bu keyfetmeye çıkmış, karnıtok, sırtı pek, zevk arayan güruhun her biri,birdenbire Rabia’nın sesiyle ideal ardındankoşanların, kafalarını taştan taşa çarpanlarınsırrî1752 ihtiraslarını1753 duyuvermişti.Haftada bir akşam Kanarya’da yemekyiyorlardı. Orada Rabia şarkı söylemeyiistemezdi. Boğaziçi’nde onun sesinden ziyadekendisiyle alâkadar olan bir Nejad Efendi vardı.Onu balkona götürür, yukarı aşağı dolaşırlar,konuşurlardı.
Onları oturduğu yerden seyreden Osman,artık kıskançlık duymuyordu. Rabia onundu.Ötekiler bir şaheser seyretmeye gelmişyabancılardı. O günlerde onun içini zaferle,şevkle dolduran başka bir şey de vardı.Rabia’nın kalbinde onun bir tek rakibi VehbiDede’nin tesiriydi.Rabia’dan bir akşam Dede, “Yine zevrak-ıderûnum” şarkısını istedi. Kız elini kalbinegötürdü. Sesi özür diliyor, fakat gözlerigülüyordu.— Bir daha bunun “kırılıp kenara”düşeceğine aklım ermiyor. Size “Boyun bosunyoktur a herif, şamamasın şamama” türküsünüsöyleyeyim mi, dedi.Osman kendi kendine, “Boğaziçi ve ben,nihayet Rabia’ya etten kandan halk edilmişolduğunu öğrettik,” diyerek seviniyordu.Fakat o günlerde Rabia’nın ihmal ettiğiyalnız Vehbi Dede değildi. Eski bağlarınınhepsi gevşemiş gibiydi. Bebek Tepesine hercuma nefes nefese tırmanan zavallı cüce debiraz unutulmuştu.
Temmuz ayı ve ağustosun ilk haftası böylegeçti.Rabia, ağustosun ikinci haftasında SinekliBakkal’a dönmek istedi. Ağustos onunhayatında belki başka bir dönüm noktasıydı.Selim Paşa, Tevfik’in cülûsta1754 affedilmesiihtimalinden bahsetmemiş miydi?— İyi haber çabuk duyulur, Rabia.Ömrümüzde ilk defa yaşıyoruz, yavrum.Kuzum, kuzum ayın sonuna kadar gitmeyelim.— Peki, Osman...Peki ama, artık Rabia’nın ne kafası ne kalbitamamen Osman’ın. Tevfik orada yerini istiyor.Biraz da işsizlikten bıkmış gibi. Artık yalıyainmiyor. Hep beyaz evde elinde sarı yapraklıeski tarihler, divanlar.1755 Okumadığı zamansabırsızlığı, sıkıntısı besbelli...Rabia’nın böyle içi içine sığmadığı bir sabahOsman, onu aldı, zorla deniz kenarına götürdü.Rumelihisarı mezarlıklarının önünde birkayanın üstüne oturdular. Sular ayaklarınageliyor, dalgalar tembel, ağır bir ahenkle
çakıllara vurup çekiliyor. Deniz henüztamamen uyanmamış.— Bu dalgaları martta görmeli, Rabia.Kudurmuş gibi kafalarını kayalarda parçalarlar.Öyle yaman bir saldırışları, ahenkleri vardır.— Bir gün sakin, telaşsız bir şeydenhoşlandığını işitmedim, Osman.— Sükûn? Sükûnun denizde ne işi var?Düşün, kim bilir üstünde kaç milyon adamölmüştür! Kim bilir şimdi üstünde kaç milyonavare, cesetsiz ruh dolaşıyor...Osman’ın elleriyle havayı göstererek, sırfşairane bir lâf diye söylediği bu sözler,Rabia’nın muhayyilesini harekete getirdi.— Buraya geleli perşembe, pazartesiölülere Yasin okumayı bile unutuyorum.— Ölülerle senin ne alışverişin var, Rabia.Sen diriler için okuyorsun... Sen...— Her sabah namazından sonra inşaallahdenizde ölenler için ayrı bir Yasin okuyacağım.— Rabia, Rabia, bu eski, bu ölü şeyleregene dalma...Fakat Rabia onu artık işitmiyordu.
Hafızasında salan eski sevgililer, eski şeylerdirilmiş, ona sitem ediyorlardı. Etrafını sevmek,etrafını düşünmek, bu Dede’nin bilerek,Tevfik’in bilmeyerek ona öğrettiği biricikhakikat... Biricik, insana sükûn veren, hazveren şey. Halbuki o, tam bir aydır hepkendisiyle, kendi saadetleriyle meşguldü. Busabah o saadet, Rabia’ya biraz bayat, biraztatsız geldi.Ölülerle yaşamanın o kadar iyi bir şeyolmadığını anlatmak onları teselli etmekistiyormuş gibi hafif hafif sallanarak, gamlı vederin bir sesle, “Yeryüzünde hayat bir oyun...”diye başlayan ayeti okumaya başladı.Evlerine bu ağır hava içinde döndüler. Evinönünde Osman karısının kolunu çekti:— Gel şu çamların altına gidelim.— Sen git yaprakların üstüne uzan, dinlen.Ben gelirim.Osman’ın altındaki çam iğnesi tabakasıısınmış tuğla gibi sıcaktı. Üstündeki yeşilgölgede bile serinlik yoktu. Öğle yaklaştıkça,sıcaklık, ateşli bir nefes gibi havayı, yeri
ısıtıyor. Osman arkaüstü uzandı, gözleriniyumdu. Dalarken uzak bir araba sesi işitti.“Mektebe olacak,” diyerek uyuyakaldı.Epeyce uyumuş olacak. Birisi yüzünebakıyormuş hissiyle silkindi, uyandı. Rabiabaşucunda duruyordu. Arkasında siyah ipekçarşafı, elinde çantası, resmî ziyaretlerininkıyafeti. Bu siyah bohçaya benzeyen siyahkatların arasında yüzü, şakaklarına doğruçekilmiş gibi, dudakları kısılmış.— Nereye gidiyorsun, Rabia?— Sabiha Hanım, kâhya kadınla arabayollamış. Dün gece kalbi tutmuş. Beniistiyormuş.— Bahane!Osman’ın yanına çömeldi. Anlattı. SabihaHanım’ın hastalığına, aldıkları fenâ bir habersebep olmuş. Hilmi, yazı Lübnan’da geçirmekiçin Vali’den izin almış. Tevfik’le beraber ailesinigötürmüş. Fakat oradan Avrupa’ya kaçmış. BirFransız vapurunda ona yer temin eden, kadınkılığında vapura kaçıran Tevfik imiş. Zavallı,Sabiha Hanım az daha kederinden ölüyormuş.
Çünkü Hilmi’nin cülûsta affedileceğindeneminmiş... miş... miş...— Baban da kaçabilmiş mi?— Hayır.Rabia’nın eski çarpık tebessümü. Kaçmakşurada dursun, Tevfik’i Hilmi’yi kaçırdı diyeTaif’e kalebent1756 yollayacaklarmış. Çarpıktebessüm daha derin. Zehir gibi acı. Osmandoğruldu. Kolları siyah bohça çarşafı sarmakistedi.— Ne vakte kadar senin baban Hilmi’ninyüzünden ceza görecek?Kız, omzundaki kolları bilmeyerek itti.Kalktı. Acı çizgiler dudaklarının etrafındansilindi.— Tevfik, Hilmi Bey’i çok sever. Sevmekdemek, sevdiği için ceza görmeyi göze almakdemektir, Osman! Kim bilir şimdi onukaçırdığına nasıl sevinir. Oh, iyi etti de yaptı...Tevfik’in fedakârlığını güzel bulmuş,sevmiş, sevinmiş... Fakat gergin yanaklarınauzun kirpiklerinden damla damla yaş akıyor.— Ben de gelirim. Seni yalnız yollayamam,
Rabiam.— Hayır, hayır. Ben bu akşam SinekliBakkal’da kalır, yarın erken gelirim.Gitti. Osman’ın içi hiddetle karışık birteessürle1757 doluyordu. Bebek’teki sayılısaadet günlerini bu vak’a artık kapatmıştı.1738. Kapalı ve yalnız arkada oturulacak yeriolan, dört tekerlekli araba.1739. Cariye.1740. Kırmızı.1741. Müzisyen, müzikten anlayan.1742. Siyah renkli.1743. İnsansız.1744. Fransız şairi Alfred de Musset.1745. İtalyanca müzik terimi. Notalarınbirbirinden iyice ayrılarak çalınması.1746. Aralıksız.1747. Mekanik enerjiyi elektrik enerjisinedönüştüren alet.
1748. Değiştiren.1749. Kötü ve korkunç olan.1750. Dayanan.1751. Divan şairi. Fuzulî.1752. Sırlı, gizemli.1753. Tutkularını.1754. Padişahın hükümdarlık tahtına çıkmayıldönümünde.1755. Divan edebiyatı şairlerinin şiirlerinitopladıkları eser.1756. Kale dışına çıkmamaya hüküm giyensuçlu.1757. Acıyla.
17— Ah yavrumu bir daha dünya gözüylegöremeyeceğim... Hilmiciğim, Hilmiciğim...Sabiha Hanım, Rabia’nın boynuna sımsıkısarılmış, hüngür hüngür ağlıyor. Rabia birçocuk yatıştırır gibi arkasını okşuyor.— Neden göremeyeceksiniz, gözyummadan yıllar gelip geçiyor. Bir keredüşünün. Zavallı Hilmi Bey’e buraları zindangibi gelirdi. Şimdi sabah akşam, kapısürgülemeden, etrafı kollamadan, GençTürklük konuşuluyor.Rabia gülüyordu. İhtiyar da yaşlarınınarasında güldü, sonra uzandı. Rabia, buruşukyanaklarını sildi, üstüne battaniyesini çekti.Kadın gene doğruldu. Rabia’nın gözlerinekabahatli bir çocuk hicabıyla1758 bakıyordu.— Hilmi’ye lanet okuyorsun, değil miRabiacığım?— Vallahi, billahi, kör olayım okumuyorum.Hem siz şimdi Tevfik’i düşünmeyin. O, Taif
Kalesi’ni orta oyunu meydanına çevirir.— Sahi... Sahi...— Şimdi artık uyuyun. Doktorların sözünüdinlemeli. İlacınızı vereyim mi?— Ben uyurken başımda oturur beklermisin?— Beklerim.Sabiha Hanım çarçabuk daldı. Rabiabaşında, sandalyenin üstünde bekledi. Zavallıkadın bütün gece saçını başını yolmuş,isteri1759 içinde çırpınmıştı. Hilmi’ninkaçmasıyla yediği acı darbe yanında bir deRabia’nın başına gelen felâkete sebep olmakazabı vardı. Zavallı çocuğun babasının başınahep Hilmi yüzünden felâket geliyordu. YaRabia, bir daha evlerine gelmezse... Ya bedduaederse... Hem o kadar Rabia’nın dostluğunaalışkındı ki, kaybederse onun yerini artık birşey dolduramayacaktı. Şimdi Rabia’nın bu dostve müşfik1760 tavrı kadının hasta, yıpranmışkalbine doktorların ilacından fazla sükûn verdi.Şükriye Hanım ayaklarının ucuna basarak
odaya girdi. Rabia’yı, Paşa görmek istiyordu.Hanımefendi’yi o bekleyecekti.Rabia, Paşa’yı odasında buldu. Elleridizlerinde, gözleri yerde düşünüyordu.Paşa’nın boş vaktinde arka kaşağı oymaması,“Ten ten terani...” diye eski bestelermırıldanmaması o kadar gayri tabiî, o kadar acıbir manzara ki... Rabia onu bu kadar düşkünve meyus1761 görmemişti. Selim Paşa’yıböyle düşük ve bî-çâre görmek yüz senelikazametli bir çınarın yakılmasına şahit olmakkadar elim1762 bir şeydi.— Hanım nasıl, Rabia?— Uyuyor.— Oh, oh, şükür.Kapanık yüzü biraz açıldı. Rabia’yayabancı gelen bir tevazuyla sordu:— Oğlum Tevfik’i gene mahvetti. Biziaffedecek misin, yavrum?— Yapmayın... Babam Hilmi Bey’i ne kadarsever. Beni sevdiğinden çok sever... Eminim okendisi hiç meyus değildir. Ne yapalım?
Alnımızın yazısı.Paşa, kızın titreyen elinin, genç alnındagörünmeyen bir yazı üstünde dolaşmasınagülümseyerek baktı.— Otur, kızım.Karşı karşıya oturmuş birbirlerinin yüzünebakıyorlardı. Paşa’nın elâ gözlerinin mânâsıgarip bir şekilde değişmişti. İçlerine çökmüşolmalarına rağmen gene sönük değildiler.Bebeklerinde bambaşka bir ışık vardı. Bugözlerin tahakkümü etrafını ezen gurur silinmiş,içlerinde yeni bir anlayış, bir teslimiyet hâsılolmuştu.1763— Hilmi için pek müteessir değilim, Rabia.Fakat Tevfik’i Taif’ten kurtarmak için her şeyifedâ ederdim. Maalesef Hilmi’nin babası olmakelimi ayağımı bağlıyor. Padişah’ın bundansonra artık ne yüzüne bakabilir ne de bir şeyisteyebilirim.— Hilmi Bey’e de kabahat bulmayın,Efendim.— Bulmuyorum, zihnim biraz dolaşık.Vaktiyle dünyada bir şeye inanırdım: kuvvet ve
kuvveti temsil eden devlet nizamı. Halbukişimdi bana geliyor ki, insanların talihine, binbirtane başka kuvvetler de hâkim.Hükümdarların, hükümetlerin elinde birkarıncadan âciz görünen en zavallı bir insandabile her zaman ezilmeyen, öldürülemeyen gizlikuvvetler var.Sustu. Sonra daha alçak bir sesle devametti:— Kendi muhakememin1764salabetine1765 artık pek emin değilim. Buncayıldır inandığım şeyler, hizmet ettiğim şeylerdoğru mu, değil mi? Fakat bilmek lâzım, Rabia.Şimdi her zamandan fazla bilmek lâzım. Çünküsultanların padişahına1766 hesap vermekgünü yaklaştı.Bunları söylerken Paşa’daki değişiklik dahakuvvetle hissediliyordu. Bin seneyi birdenatlamış gibi görünüyordu. Fakat bu seneler onubunatmamış, kafasını çürütmemiş,dumanlatmamış... Bilakis daha olgun, dahaetraflı ve muvazeneli bir anlayış vermiş gibiydi.
Öyle bir olgunluk ki, yetmiş yaşındakileregeldiği gibi yirmi beş yaşındakilere de gelebilir.Yaşamanın, düşünmenin ve nâmuskâr fikirlerinolgunluğu, Rabia tahlil edemiyor, fakatzâhirî1767 zavallılığına rağmen ihtiyardaeskisinden daha derin bir kudret seziyordu.Bu, Rabia’nın anlayamadığı bir kuvvetti.Paşa’nın eski, işlenmemiş demir külçesinebenzeyen kudreti değil... Örs ve ateş altındadövülen, şekil alan demirin kudreti. Herhalde butecrübe ve bu tahavvül1768 onun boş göğsünebir insan yüreği koymuştu.Rabia içini çekti.— Alnımızın yazısı.Zayıf parmakları tekrar genç alnınıngörünmez yazıları üstünde dolaştı. Paşa o gün,bu kelimenin tekerrüründen1769 garip bir teselliduyuyordu. İlk defa olarak, Şark’ın bî-çâreferdinin1770 hayat savaşında ezilmemesindekadere inanışın bir amil1771 olacağınıdüşünüyordu. Başlarında boza pişiren en
kavî,1772 en zalim hükümdarları hep kül gibisavrulmuş, geçmiş çınar gibi insanları devirenfırtına, zamanında baş eğmeyi bilen,nazenin1773 sazlara benzeyen insanlarıköklerinden koparamamıştı. Ma’nevîkuvvetlere derunî teslimiyetin hilkatte ennafiz1774 bir kudret olmadığını kim iddiaedebilir.— Ben istifa ettim, Rabia. Padişah istifamıkabul eder etmez Şam’a gideceğim. Dürnev’ialıp getireceğim. Biraz da yalnız kalmaya,düşünmeye ihtiyacım var. Tevfik’inmektubunda bahsettiği sürgünleri görmek,konuşmak istiyorum. Ama henüz hanıma birşey söylemedim.Elinde yemek tepsisi bir kız odaya girdi.Rabia kalktı, bir masa çekti. Karşı karşıyayemek yediler. İçlerindeki hüzne rağmen ikiside iştahla yemek yediler. Yemekten sonraberaber aşağı indiler. Merdivenin altbasamağında Paşa durdu.— Padişah altmışını geçti. Tevfik ancak
kırkını geçiyor. İstikbalde1775 onun daha çokhissesi var. Herhangi dakika ahval1776değişebilir, sen babana kavuşabilirsin, Rabia,dedi.Sabiha Hanım uyanmıştı. Sedirin üstündeoturmuş çorba içiyordu. Yüzü dinlenmiş, zihniHilmi ile muhabere tesisi1777 için yol aramaklameşguldü. Acaba Osman’ın oralarda birtanıdığı bir Frenk ahbabı bu işi temin edebilirmi? Bunları Rabia ile münakaşa ederkengözünün kuyruğuyla hep Paşa’ya bakıyordu.İhtiyar, sakalını karıştırdı. Eski müstehzîsesiyle:— Ben artık Zaptiye Nazırı değilim, sizistediğiniz fitneyi tertip ediniz, dedi.Sabiha Hanım kaşlarını çattı.— Ne demek istiyorsun, Paşa?— İstifa ettim.— Hata ettin. Ne olursa olsun, insanbaşındaki devleti1778 ayağıyla tepmemeli,Paşa!— Öyle ama ben artık Genç Türklere falaka
atamaz, süremez hale geldim. Bunlarıyapamayan adam bu devletin emniyetini elindetutamaz.Sabiha Hanım eğildi. Kocasının eliniyakaladı ve dudaklarına götürdü. Rabia kalktı.— Dönüyor musun, Rabia?— Hayır, bu akşam Sinekli Bakkal’dayım.Yarın Rakım Amca’yı yollayacağım. Bizimkileritoplayıp getirecek.Rabia ile Rakım mutfakta baş başakahvelerini içtiler. Rakım:— Keşke bugün gidip Osman’ı getireydim,diyordu. Rabia başını salladı. O akşam yalnızkalmak, sükûn içinde düşünmek istiyordu.Osman’ın telâşı, ateşi onun zihninikarıştırıyordu. Osman, Rabia’nın yalnız, yalnızkendisiyle meşgul olmasını istiyordu. Rabia’nınyanakları kızardı. Bu fikre isyan ediyordu.Gerçi o Boğaziçi günleri hayatındaunutamayacağı bir sergüzeştti. Fakat insanlarsünnet çocukları gibi bütün gün “âlâ âlâ hey...”içinde yaşayamazlardı. Hele Rabia... Kaç kişi
onun dostluğuna, vefasına muhtaçtı. Otevekkeli Sinekli Bakkal’da doğmamıştı! SabihaHanım, ömrünün sonuna gelen Selim Paşa,mahzun gözlü cüce Rakım... Hele onu ihmalettiğini düşündükçe içi sızlıyordu. Fakatbunların hepsinden daha ziyade Tevfik vardı.Kadın gibi tatlı kestane renkli gözleri, uzunbıyıkları, her vakit gülen dudaklarıyla şimdineredeydi? Tevfik ona mutfakta dolaşıyormuşgibi geldi. Selim Paşa’nın, yüreğine biraz ümitveren sözlerini gayri ihtiyari tekrar etti.— Tevfik kırkını henüz geçti. Padişahaltmışına geliyor. Herhangi gün devirdeğişebilir. Hasretliler kavuşabilir.— Bunları kimsenin yanında sakınsöyleme, Rabia. İnsanın babasına emniyetiyok. Duvarlar hep kulak. O kadar yıl sabrettin.Biraz daha sabret.— Dut yaprağı sabırla atlas olur... Ah birTevfik’e kavuşacağımız gün gelse,Amcacığım.— Belki o gün çok yakındır, Rabia. Balıkbaştan kokar. Tepemizdekilerin kokusu
burnumuzun direğini kırıyor. Mutlak temizlikgünü gelecek...O akşam, saatlerce mutfakta oturdular.İkide birde ya Rakım ya Rabia birdarbımesel1779 söylüyor, karşısındakineyürek vermeye çalışıyordu.Osman, Rabia’yı beklerken karşısındaRakım’ı görünce Sabit Beyağabeyvârî1780sövdü:— O kocakarıya Rabia, saadetimizi fedâediyor.— Tevfik Taif’te kalebentken, Boğaziçisafası pek Rabia’nın içine sinmez.— Hakkın var, Rakım. Ben hep böylekendimi düşünüyorum. Hayvan gibi... SinekliBakkal’ın köpekleri bile benden dahainsaniyetli.Hiddeti geçti. İçi nedametle1781 doldu.Şimdi hep karısını teselli etmek, onu avutmak,çareleri düşünüyor.Penbe, çıkınları, bohçalan hazırlayınca yola
düzüldüler. Köprü’den arabaya bindiler.Arabayı kapının önüne kadar götürmek içinbahane olan bu bohçaları Osman elinden gelseöpecek. Kırık kaldırımlarda sendelemeden, tozyutmadan eve gitmek ne saadet. Hattâ loşsokağın üstündeki dar ışık yolunda vızıldaşansinek bulutunda bile bir şiir var.— Amca Bey... Hey Amca Bey!Sabit Beyağabey köşede arabayı görürgörmez elini sallayarak Osman’a bağırmayabaşlamıştı. Osman arabadan atladı. Rakım’a:— Rabia’ya söyle, ben biraz sonra gelirim,dedi.Sabit Beyağabey’le köşede, çardağınaltında bir kahve ısmarladılar. Ağabey içini açtı.Mahalle heyet-i ihtiyariyesinin1782intihap1783 zamanı gelmişti. Ağabey takımıeskici Fehmi Efendi’yi atlatmak, yerineOsman’ı getirmek istiyorlardı. Bu küçük vak’amahallenin hayatında çok mühimdi.Tepelerindeki Padişah zulüm veistibdadına1784 rağmen –mahallede pek de
mühim bir işi olmayan birkaç kişilik heyetintihap etmek hakkı– onlara kendi kendileriniidare edenlerin vakarını1785 veriyordu.Osman, Ağabey kadar heyecanlandı. Vesözüne, nasihatine bu kadar bel bağlayan buhaşarı genç kitleyi, Fehmi Efendi’yi tekrarintihap etmeye ikna etti. Bu küçük, fukarasokakta bir sima1786 olmak ona ilk evlendiğigünler kadar cazip ve insanı göründü. Ağabeyyumruğunu çarpık kahve masasına indirdi.Fehmi Efendi tekrar intihap edilecekti.Osman’la beraber dükkânın önüne kadar omuzomuza yürüdüler.Rakım dükkâna yerleşmiş, alışverişbaşlamıştı. Rabia merdiven başında, elindeOsman’ın terlikleri bekliyordu.— Kuzum ayaklarını çıkar, merdivenleri busabah erkenden ovdum.Merdiven ayağında ayak çıkarmak... Bu,Osman’ın hiç alışmadığı bir âdet. Tahta silindiğigünler müstesna1787 Osman odasınınkapısına kadar potinleriyle çıkardı.
— Tahtalar tamamen kuruyuncaya kadarben bir dolaşayım. Eskici Fehmi Efendi’yigörmek istiyorum. Ağabey’i gördüm.— Konağa gitsen daha iyi olur... Rabiasözünü kesti: Zavallı Sabiha Hanım bitik...Mutlaka seni görmek istiyor.— Bu akşam yemekten sonra berabergideriz. Beni göreceğin geldi mi?Rabia’nın omzunu okşadı, çenesini deokşamak istedi. Fakat o hayli huşûnetle1788Osman’ın elini itti. Yanakları gelincik gibi.— Ben sana halk içinde okşamak olmazdemedim mi?İşte gene eski dar kafalı, Sinekli Bakkallıhafız kız! Boğaziçi’nde biraz adama alışır gibiolmuştu!Dükkândan çıkınca, Osman, FehmiEfendi’nin dükkânına değil, İmam’ın evine gitti.Aylık günü üç gün geçmişti.Baş örtülü, yaşlı bir kadın kapıyı açtı veOsman’ı derhal tanıdı.— Üç gündür İmam Efendi yatıyor. Çokhasta. İyi ki geldiniz. Ben sizi Boğaziçi’nde
sanıyordum. Ben sevabına çorba pişiripgetirdim. Ama bugün pek yalnız bırakılır gibideğil.— Sen git Hanım, ben sen gelinceye kadarEfendi Baba’yı bırakmam.Kadın’ın eline iki mecidiye1789 sıkıştırdı.Yukarı çıktı. İmam’ın yatağı odanın ta ortasınaserilmiş. Arkasına evdeki yastıkların hepsi üstüste yığılmış. İhtiyar âdetâ oturur gibi yatıyor.Fakat gene nefesi kısık.Dizlerinde yazma bir yorgan, arkasında,belinden bir kuşakla kavuşturulmuş bir basmahırka. Takkenin altında beyaz bir çatkı.Şakaklarında ve alnında birer tümsek.Gözleri sıtmalı, yanakları daha çökük.Kadavraya benzeyen simanın üstündeki burnu,Osman, tiyatrolarda kullanılan takma bir burnabenzetti. Fakat delikleri kabarıyor, nefesalmakta çok güçlük çektiği hissediliyor. Veboğazında garip bir hırıltı var. Herhalde ihtiyarçok hastaydı. Fakat buna rağmen içine çökengözlerinin içinde haşin ve eğilmeyen iradesiparlıyor. Başucundaki rahlenin üstünde biri
açık duran üç cilt el yazması kitap İmam’ınhâlâ okuyabilecek kadar dimağına hâkimolduğunu gösteriyor.Osman rahlenin altında, pul şişede1790tembel tembel dolaşan üç sülüğe baktı, gayriihtiyari güldü. Odanın havasında lavanta çiçeğiile karışık soğan kokusu vardı.İmam Osman’ı tanımış mıydı? Herhaldeçok aksi sesiyle hırıldaya hırıldaya sordu:— Ne istiyorsun?— Hastasın, Efendi Baba!— Nihayet geldin mi? Üç gün geciktin.İhtiyarın içi rahat etsin diye Osman beşaltını yorganın üstünde tespih çeker gibikımıldayan parmakların arasına koydu.Parmaklar altınları hastanın gözlerineyaklaştırdı. Sonra göğsünden kesesini titreyetitreye çıkardı. Ve kese göğsüne girip hırkakavuşuncaya kadar konuşmadı.— Böyle yalnız hasta nasıl olur? Aşağıdakikadını tutayım senin yanında kalsın olmaz mı?— Estağfurullah! Kim para verecek?Çorbamı bile o pişiriyor. Yoksa para getirdiğini
söyledin mi?— Söylemedim.— Kesemde altın olduğunu kimsesezmesin ha... Gırtlağımı koyun gibi keserler...Mel’unlar, haydutlar, kahpeler...Göğsü kalaycı körüğü gibi inip çıkıyor.— Ama ben bir doktor getireceğim, EfendiBaba. Merak etme, viziteyi ben veririm.— Ne dedin, ne dedin? Hepsi kâfir, hepsiilaçların içine şarap kor... Estağfurullah...Sesi kesildi. Göğsü ve burun deliklerişiddetle işledi. Parmakları şakaklarını sıktı.— Kafamı çekiçler dövüyor. Soğanbağladım kâr etmedi. Gece arkama sülükçekeceğim.— Peki, peki, sen biraz rahat et. Benbeklerim.Hasta gözlerini kapadı, başı yastığa düştü.Dudakları ıslık çalar gibi fısıldadı:— Şeytan’a biraz ekmek ufağı ver.Sayıklıyor muydu? Hayır. Yatağın yanındahakikat bir tabakta ekmek ufağı var. Osmanpencereden bir “ciyk, ciyk” duydu. Başını
çevirdi. Kafesin altından parmak kadar küçükbir serçe çıktı, pencerenin bu tarafına geçti.Kuyruğunu sallıyor, başı bir tarafta Osman’abakıyordu. Osman yavaş yavaş ilerledi, ekmekufağını pencerenin içine serpti. İhtiyata1791 hiçlüzûm yoktu. Serçe, hep başı bir tarafta küçükkuyruğunu titreterek pencereden minderesıçrıyor, odada kim olursa olsun, kaçmayacakkadar alışık olduğunu hissettiriyordu.Sayıklar gibi hasta mırıldandı:— Emine’ye kavuşmak günü geliyor.— Rabia’yı görmek istemez misin, EfendiBaba?— Ne dedin? Ne dedin?Gözlerini açtı. Fakat Osman’ı değil eskigünleri görüyordu. Biraz sonra daldı vehorlamaya başladı.Osman’a dakikalar yıl gibi geliyordu. Öğlevakti gelmiş geçiyor, Rabia merak edecek. Obunları düşünürken, İmam eski mahallemektebi hocalığının hatıratını sayıklıyor:“Falaka cennetten çıkma... Eti benim kemiğisenin...”
Nihayet sayıklama durdu. Göğsünden şimdiyağsız ve bozuk makineden çıkan seslerçıkıyor. Ağzı kara bir çukur gibi açık...Avluda kadının takunya seslerini duyuncaaşağı indi. Kadına, İmam fenâlaşırsa habervermesini tembih etti. Sokağa çıkınca saatinebaktı. Saray’daki dersine geç kalmamak içineve yemeğe bile gitmeden koşmaya başladı.O gece Rabia halsiz görünüyordu. Konağagiderlerken İmam’ın hastalığını söylemeye dilivarmadı.Konaktan döndükleri zaman mutlaksöylemek istiyordu. Fakat nasıl başlayacağınıbilemiyordu. Sabiha Hanım’ın lâkırdısını açmakistedi... Belki oradan...Rabia kollarını sıvayarak,— Aman Osman, yarın konuşuruz,uykudan gözüm açılmıyor. Namaz kılarkenseccadede dalacağım, diyordu.Osman yatağa girdi. Rabia’nın namazınınbitmesini bekledi.— Rabia, büyükbaban çok hasta...Kız seccadeyi uykuda gibi topluyordu.
Esneyerek:— Allah şifalar versin, dedi.— Gidip görsen fenâ olmaz.— Aman şimdi seccadeden baş kaldırdım.Beni günaha sokma... Beni kovdurmak mıistiyorsun?Annesini son gördüğü günün hayalikafasında yatağa girdi. Osman da ertesisabaha kadar beklemeye karar verdi.— Ne var Amca?Ortalık henüz ağarırken Rakım kapıyıvurdu, Rabia’ yı uyandırdı, Rabia yalınayak,kapının önüne koştu.— Allah sana uzun ömürler versin, Rabia.— Çabuk söyle, kim öldü, kim öldü?Mutlaka, mutlaka Tevfik’i öldürdüler! Kızelleri göğsünde, gözleri yerlerinden fırlamış...— Büyükbaban ölmüş. Yanında bakankadın geldi haber verdi. Osman’ı uyandır.Rabia, İmam’a ne derin, ne samimi birminnet hissetti. Âdetâ ona, Tevfik ölecekmiş deonun yerine İmam ölüvermiş – Rabbim gani
gani1792 rahmet etsin.1758. Utancıyla.1759. Duyu bozuklukları, türlü ruhkarışıklıkları, çırpınma, kasılmaları ve bazeninmelerle kendini gösteren bir sinir bozukluğu.1760. Şefkatli.1761. Üzgün.1762. Acı.1763. Belirmişti.1764. Yargımın.1765. Sağlamlığına.1766. Tanrı’ya.1767. Görünüşteki.1768. Değişim.1769. Tekrarlanmasından.1770. Güçsüz kişisinin.1771. Etken, sebep.1772. Güçlü.1773. Nazlı.
1774. İçe işleyen, etkin.1775. Gelecekte.1776. Durumlar.1777. Haberleşme kurmak.1778. Talihi.1779. Atasözü.1780. Gibi.1781. Pişmanlıkla.1782. İhtiyar heyetinin..1783. Seçilme.1784. Despotluğuna.1785. Onurunu.1786. Kimse.1787. Dışında.1788. Sertçe.1789. Eskiden kullanılan ve o zamanki 20kuruş değerinde olan gümüş sikke.1790. Yeşil camdan yapılan çok ince çeperlişişe.1791. Ölçülü yaklaşmaya.1792. Bol bol.
18“Padişah Sinekli Bakkal imamı kadarmükemmel tezkiye1793 yapıyor, birader.”Mabeyinci, Selim Paşa’ya istifasının kabuledildiğini ve Hünkâr’ın,1794 eski ZaptiyeNazırı’nın hizmetlerini takdir eden birkaç iltifatıile, selâmı şâhânesini tebliğ eder etmez Paşa,her vakitki temennasını1795 yapıp otururkenböyle demişti. Evet, Hünkâr’ın iltifatı, bir tabutbaşında mahalleliyle ölüleri hayırla yâdetmelerini1796 ihtar için1797 tezkiye yapanmahalle imamı lâflarını hatırlatmıştı.Paşa otururken, âdetâ Padişah’tan böylehafif bir tarzda bahsedenin kendisi olduğunainanmayacağı geliyordu. Güya içine saklananbir yabancı bu sözleri söylemiş ve gülmüştü.Ve omuzlarından bir yük kalkmış gibi kendinihafif hissediyordu. İçinden, “Devlet ağırlığı,devlet yükü,” diyordu. Bu ağırlığa rağmeneskiden nasıl omuzları gururla havada, göğsü
ileride yürürdü. Bu tavır sadece içine, dışınaşekil veren bir kalıptı. “Devlet kalıbı” veinsanları o kalıp ne hatır ve hayale sığmayanşekillere sokardı. Şimdi o kalıbın pençesindende kurtulmuştu. Vücudunun en küçükzerresine kadar istediği şekli alabilecek,Hilmi’yi sürdüğü günden beri kafasını karıştıranşüpheler, tereddütler, uzun muhakemeler1798artık onu kudrete tapmak beliyesinden1799kurtarmıştı. O zavallı Zaptiye Nazırı SelimPaşa... Dar kafalı, aptal, yarı makine, bir esir...Bu Selim Paşa’nın içinde uçsuz bucaksız birhürriyet var. Zaptiye Nazırı Selim Paşa’nıntapındığı kudret –devlet ve padişah– kâinatahâkim kudretin ancak bir cüz’ü!1800 Bu SelimPaşa’nın tapındığı kudret kâinatın kendisi,bütün kudretin mecmuu...1801Selim Paşa gülerek konuşurken Mabeyincionu dikkatle gözden geçiriyordu.— Galiba bu günlerde Vehbi Dede ile çokülfet ediyorsunuz,1802 Paşa.
Evet, Türk ülkesinde, bilhassa padişahlarhüküm sürdüğü günlerde ruhların zinciriniancak Mevlana Celaleddin Rumî gibi kudretlerkırabilir. Selim Paşa sigarasının külünüsilkerek cevap verdi:— Şam’a giderken evimi, ailemi emanetedecek bir dosta ihtiyacım var. Dede’den dahaemniyetli bir dost bulmak kâbil mi?1803(Güldü.) Bu günlerde biz geçmiş günlerindebdebe1804 ve daratını1805 tasfiyeetmekle1806 meşgulüz. Selâmlığı1807kapıyorum. Eşyasını satıyorum. Münasip birkiracı bulunca kiraya vereceğim. KâhyaŞevket’ten ve bir tek bahçıvandan başkauşakları da savıyorum. Bostanı da kirayaverdim. Kiracıdan para almayacağım ama, evinsebzesini ve yemişini bedava verecek.Arabayı... İkisini de ve atları da sattık... içiniçekti. Atlarını evlât gibi severdi.— Konaktaki cariyelerinizi neyapacaksınız?— Hepsini azat ettim. Hepsinin esasen
birikmiş birkaç parası var. Ekserisi tahsil gördüve mûsikî-şinâstır. Şimdiden bütün İstanbulonlara mürebbiye1808 diye, mûsikî hocası diyetalip. Hanım, iki yaşlı azatlısını1809 yanındaalıkoyacak.— Artık bol bol misafir kabul eder, tatlı tatlısohbet edersiniz, Paşa.Selim Paşa’nın dudakları büzüldü, gözlerigülüyordu.— Bizim vaktimiz ve arzumuz uzunsohbete müsait ama, eski yârândan kimseninkapımızı açtığı yok. Konağın bahçesine aradagiren bir tek konak arabası, Nejad Efendi’ninhanımının. Fakat ben artık Sinekli Bakkalsokağındaki komşularla ülfet etmeyeçalışacağım.Sinekli Bakkal! Rabia’nın mahallesi...Mabeyinci bir ay evvel billûr gibi bir sesinBebek Koyu’nda dolaştığını hatırladı. Kendikendisine mırıldandı:— Cîfe-i dünya değil kerkes gibimatlubumuz.
Paşa başını salladı.— Bir bölük Ankalarız, Kâf-ı kanaatbekleriz.— Rabia ile kocası da her gün bizde. Benyokken onlar da Vehbi Dede ile beraber bizimhanımı yalnız bırakmayacaklar.— Fakat gelin hanımı getirmek için siz niyegidiyorsunuz? Şevket Ağa’yı yollasanız olmazmı?— Olur ama, ben yer değiştirmek istiyorum.Elini başına götürdü. Tepesine vurdu:— Çok düşünmek, burada temizlik yapmakzamanı geldi, Bey birader. Kafamda toplanansüprüntünün yanında Kasımpaşa çöplüğütertemiz kalır.O akşam Selim Paşa konaktan yalnız çıktı.Sinekli Bakkal kahvesine doğru yollandı.Şevket Ağa, telâş içinde, hemen Paşa’nınşemsiyesini yakalamış, eski günlerdeki gibiarkadan gidiyordu.Paşa döndü, Şevket’e eski günler gibigürledi:— Ben çocuk muyum ki arkamdan
geliyorsun, be herif! Sonra birdenbire yarı tatlı,yarı müstehzî bir sesle ilave etti:— Ben artık Nazır değilim, Şevket.İnsanım.Kahve halkı, birdenbire Selim Paşa’yıaralarında görünce çekindiler, sıkıldılar. Fakato, aldırmadı. Elbet alışacaklardı. Kahvesiniiçtikten sonra doğru İstanbul Bakkaliyesi’nedaldı. Dükkândan ve mutfaktan, oranın kırksenelik aşinasıymış gibi geçti. Rakım’ın gözlerihayretle, korku ile birer fincan gibi açılmıştı.Fakat mutfak kapısının dışında yaseminleriberaber sulayan Rabia ve Osman onun gelişinio akşam tabiî buldular.— Rakım, Paşa’ya iskemle çıkar.— Bu akşam bize yemeğe gelmez misiniz,çocuklar?Osman elindeki kovayı bırakmadan gülerekcevap verdi:— Siz kalsanız da bizimle bahçede yemekyeseniz... (Göğe baktı.) Azıcık hava bulutlu...Mutfakta yeriz. Nasıl olur, Paşa Efendi?Paşa, cevizin altındaki hasıra giderek:
— Ben de bu daveti bekliyordum, OsmanEfendi, dedi.On dokuz ağustosa kadar günler hep böylegeldi, geçti. Selim Paşa ağustosun yirmiikisinde hareket edecekti. Eski efendisine sonbir nezaketi, onu cülûs gününü İstanbul’dageçirmeye mecbur etmişti. Evini genedonatacak, eski günlerin saz takımı, büfesiolmayacak, sünnet düğünü yapılmayacak,hokkabaz gelmeyecek. Fakat buna mukabilbütün bunlara sarf edilen para hesap edilmiş,Sinekli Bakkal heyet-i ihtiyariyesine mahallefukarasına kışın kömür, odun alınmak içinverilmişti.Cülûs günü yemekten sonra konağa enevvel Rabia gitti.Dört genç halayık, daha doğrusu sabıkhalayık, havuzun etrafına çömelmiş fenersiliyor, mum dikiyorlardı. Şevket Ağa mumpaketlerini birer birer açıp dağıtıyordu.Fıskıyenin sesinden, fenerlerin tıkırtısındanbaşka ses yoktu. Kimse konuşmuyordu.Donanma1810 günlerinin gürültüsü henüz
sokakta başlamamıştı.Rabia, ayakta, yerde çalışanları bir zamanseyretti... Şevket Ağa’nın elleri çalışırken,kulakları etrafı dinliyor gibi. Belki eskişenliklerde, çakıl döşeli yoldan birbiri ardıncagiren konak arabası tekerleklerinin hışırtısınıişitiyor... Kızların gözleri, sağa sola, bilhassa ikitaraftaki kameriyelere dalıyor, sonra hayaletgörünmüş gibi önlerine eğiliyor. Belki oradakimûsikî takımını, büfeyi, kalabalığı hatırlıyorlar.Sükûn derinleşti. Tayfların,1811 hayallerinhâkim olduğu bir sükût. Rabia’nın birdenbirekalbi sıkılıyormuş gibi oldu. Kuvvetli bir lodosrüzgârı çıkıyordu. Akasyaların tepeleri ağır ağırdalgalanıyor. Gökte kızıl bulutları birdenbireazan lodos rüzgârı süpürüp götürüyor. Havadahastalıklı bir kızıllık var. Hava sıtma nefesi gibisıcak, saçakların içinde derin vemütemadi1812 bir inilti var.Sabiha Hanım yukarıdan, Hilmi’nin eskiodasının penceresinden başını çıkardı:— Paşa burada, Rabia. Osman gelince ona
piyano çaldıracağız. Ne yapalım, bu senesazımız, mızıkamız yok....İhtiyar kadının sesi şendi. Gene bir çocukcanlılığı ile bu elim değişmede, bu inhitatta1813bile oynayacak, gülecek bir şey buluyor.— Osman gelinceye kadar ben dönerim,Hanımefendi. Şöyle bir bahçeyi dolaşayım.Rabia sükûn peşinde, daha doğrusu serinlikpeşinde, ta bostana kadar gitti. Bostandakimse yoktu. Fakat sükûn bulmak kâbil değildi.Çünkü karışık olan sıkıntılı olan şey Rabia’nınkendi yüreği idi. Hattâ aradığı serinliği bilebulamadı. Hummalı kızıltı, yeşil gölgeleri dahaloş yapmış, yaprakların arasından yer yerbulutların uçuşu görünüyor... Bostan dahakasvetli... Âdetâ adamın göğsünün üstünebasan bir ağırlık var. Gerçi yüksek duvarlarorasını rüzgârdan koruyor. Fakat o lodos iniltisiorada daha korkunç. Bostan sıtmaya tutulmuş,sayıklıyor gibi... İçinden kaynayan bir sıcaklıkvar, ağaçları, toprakları bile terletiyor gibi...Rabia, baş örtüsünün ucuyla alnının veparmaklarının terini sildi. Gözleri bostan
dolabını1814 aradı. Tahta çark ölü gibihareketsiz, etrafında asılı kovacıklar kupkuru.Dolabı çeviren küçük eşek de cansız. Dolapdönerken bu kovadan billûr sular yeşillikarasında nasıl insana serinlik verir.— Deeeh...Rabia, eşeğe bağırıyordu. Fakat oaldırmadı. Sinekleri kovmak için kuyruğunu,kulaklarını kımıldatmasa, Rabia’nınBonmarşe’den aldığı oyuncak eşekten farkıyok.Rabia, harklardaki1815 yosunlu, kirlibirikinti sulara bakarken birdenbire bir bulantıduydu. Yer, Kadıköy vapurunun altındakilodoslu deniz gibi kalkıp iniyor.Fakat o akşam hasta olmak olamaz. Sankineden içine bu gariplik çökmüştü? Ne vardı?Selim Paşa ile karısı çocuk gibi şen vekaygusuzdular. Galiba fenerleri silen kızlarınhüznü ona da sirayet etmişti.1816 Onlarınsilinmiş, gamlı gözlerinde, hiçbirdebdebenin,1817 hiçbir saadetin daimî
olmadığını sezen, hayatın şekilden şekle girenrevişinden1818 ürkmüşlerin bakışı vardı.Hayat bu idi. Rabia’nın da saadeti bu şekildeğiştirmek kanununa bağlıydı. Farkında bileolmadan Tevfik elinden gitmiş, belki yarınOsman da gidecek. Kim bilir istikbal ona nelerhazırlıyor? Kaza... Kader... İnsanların saadetinigizli elleriyle kırmaktan zevk alan menhus1819kudret! Bir ağaca dayandı. Belki farkındaolmaksızın artık sevgilerini elinden almamasıiçin kaza denilen, kader denilen şeyeyalvarıyordu.Bostanın kuytuluğundan ayrılınca içi açıldı.Bu kadar meyus1820 olacak ne vardı. BelkiTevfik beklediğinden daha çok evvelçıkagelecekti... Osman o kadar SinekliBakkal’ın işleriyle meşgul, o kadar o sokağındaimî bir siması ki... Dünya zannedildiğindenziyade saadetle, teselli ile dolu. Bak Osmannasıl İmam’ın cenazesini kaldırttı, o çetin veaksi ihtiyara Rabia’nın haberi olmadan o kadarbaktı. Dünya iyi insanlarla dolu...
Âdetâ konağa bir an evvel varabilmek içinakasyalı yolda koştu. Bir nefeste Hilmi’ninodasına çıktı.Osman piyano çalıyordu. Paşa ile karısıyan yana iki koltuğa oturmuş dinliyorlardı.Alafranga mûsikîye vaktiyle söğen adam bumuydu?Rabia, kapının eşiğini atlarken, OsmanAbdülhamid’in marşını çalmaya başladı.Koltuktaki ihtiyarlar zembereklerine basılmışgibi ayağa kalktılar. Sabiha Hanım değneğinedayanmış, gözleri yerde; Paşa’nın başıhavada, gözleri uzaklara dalmış. Omuzlarınınyükselişinde, göğsünün öne doğru atılışında,kafasının dikliğinde eski Zaptiye Nazırı’nıcanlandıran bir hal var. Bilmem Paşa’ nın odakika gözlerinin önünden bir selâmlık resmigeçiyor. Padişah camiye gidiyor... Renk,hareket ve ses şaşaası!1821 Ve bunlarıhazırlayan, tertip eden hep kudret ve azametsahibi bir Zaptiye Nazırı! İhtiyarın hafifçe sakalıtitredi, başı biraz daha dikleşti ve marşın sonmısraına kalın sesiyle söylemeye başladı.
Sabiha Hanım’ın küçük omuzlarısarsılmaya, buruşuk yanaklarına yaşlardökülmeye başladı.Selim Paşa silkindi. Haberi olmadan içinegiren devlet ve kudret tayfını çıkardı attı. Songünlerin hafif ruhlu, lâubali ihtiyarı oluyordu.— Ne ağlıyorsun ya? Seni deli kız seni! BuMevlid değil, şenlik!Rabia fısıldadı:— Belki bu Padişah’ın son şenlik günü!— Şimdi ondan bahsetmeyelim, Rabia.Osman Efendi, çal. Bu piyano yarınBedestan’a gidiyor. Selâmlıktaki de gidiyor.Bize Dürnev’in odasındaki kuyruksuz piyanoyeter.Bu piyano nasıl Bedestan’a gider? Nasılyabancı ellere geçer? Osman, Rabia’nın yıldanyıla çam fidanı gibi uzayışını bununla ölçmemişmiydi? Osman’ın gözleri karardı.— Bunu yabancılara satma, Paşa!— Ya kime satayım?— Benim böyle elden düşme bir piyanoyualmaya hazır kaç tane talebem var.
— Sen onu Şevket’le konuş, hallet. YarınBedestan’a götürmesin.Rabia ile Osman selâmlıktaki piyanoyu datetkik için çıktılar, gittiler. Sabiha Hanım,arkalarından seslendi:— Geç kalmayın çocuklar, erken yemekyiyeceğiz.Yarı yarıya boş bir selâmlık. Soyunmuş birpehlivan gibi güzelliği daha aşikâr...Perdesiz camlara göğün son kızıllığı veakasyaların yeşilliği vurmuş. Renkli camipencereleri gibi ışığı, renk süzgecindengeçiriyor. Birdenbire yere inen akşama şaşmışgibi bir sükût. Akasya dallarında bir tek bülbüluzun uzun dem çekiyor...1822 Rabia’ya bubirisi içini çekiyor gibi geldi.Hiç şüphe yok ki, o gün selâmlık tekindeğildi. Rabia, babasına gittiği gün bu odadaSelim Paşa’ya meydan okumuştu. Tevfikyumuşak kestane gözleriyle belki şimdiburada... Belki Taif zindanlarında Rabiasınıdüşünüp bir kadın gibi ağlıyor. O gün Rabia ileel ele bu merdivenlerden inmişlerdi. Nasıl
olmuştu da Tevfik, Rabia’nın kafasında,kalbinde sönük bir hayal derecesine inmişti.Kız, gözlerinde toplanan yaşları tutmak içinyutkundu, göz kapaklarını sıktı. Fakat katı,mütehakkim1823 bir el parmaklarındanyakaladı.— Nen var, Rabia? Elin titriyor. Yüzünsapsarı.— Piyanoya bakacaksan, çabuk bak.Buradan gidelim. Boş ev fenâma gidiyor.Fakat Osman hiç de acele etmekistemiyordu. Oda kapısını açtı. Rabia karşıdakiaynada kendini gördü. Osman’ın yüzündeki,hareketindeki hayat, şiddet aynada bile barizdi.Bir parmağıyla çalarken Rabia’ya diyorduki:— Sana çok memnun olacağın bir şeysöyleyeceğim... Benim bir planım var.— Peki, çabuk söyle...Rabia’nın sesi sabırsızdı, dürüşttü.1824Osman’ın ardı arası gelmeyen planlarınıburada konuşmanın ne münasebeti vardı.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 808
Pages: