Reşat Nuri GüntekinÇALIKUŞU
Reşat Nuri Güntekin’in Eserleri1 — Çalıkuşu2 — Dudaktan Kalbe3 — Akşam Güneşi4 — Acımak5 — Damga6 — Kızılcık Dalları7 — Eski Hastalık8 — Miskinler Tekkesi9 — Anadolu Notları I-II10 — Yaprak Dökümü11 — Ateş Gecesi12 — Bir Kadın Düşmanı13 — Gökyüzü14 — Değirmen15 — Yeşil Gece16 — Olağan İşler
17 — Gizli El18 — Harabelerin Çiçeği19 — Sönmüş Yıldızlar20 — Tanrı Misafiri21 — Kan Davası22 — Kavak Yelleri23 — Leylâ ile Mecnun24 — Son SığınakPiyesleri :HançerBalıkesir MuhasebecisiHülleciTamı Dağı Ziyafeti, (N. Cumalı)ÇalıkuşuEski ŞarkıBir Köy ÖğretmeniYaprak Dökümü
Tercümeleri :Hz. Muhammed’in HayatıBir Fakir Delikanlı, (Emil Dergmenheim’den)La Dam O Kamelya, (A. Dumas Fils)Kahramanlar, (Cariyi)Don Kişot, (Cervantes Saavedra)EvhamHakikat, (Emil Zola)Yabancı itiraflar (J. J. Rousseau)Atlı Adam
Reşat Nuri Güntekin -ÇalıkuşuHayatıGüntekin, 1889’da, Askeri tabip olan NuriBey ile Erzurum valisi Yaver Paşa’nın kızıLütfiye Hanım’ın oğlu olarak İstanbul’dadoğmuştur. Öğrenim hayatı boyunca birçok ilgezen Güntekin, ilköğrenimine Çanakkale’debaşlamıştır. Daha sonra İzmir’deki Frerlerokulunda bir süre öğrenim görüp sınavla girdiğiDarülfünun Edebiyat Şubesi’ni 1912’de bitirdi.Böylece öğrenim hayatını yirmi üç yaşındabitirmiş oldu.Güntekin 1927’e kadar Fransızca ve Türkçeöğretmenlikleriyle müdürlük görevleriniüstlenmiştir. Bazı görev aldığı okullar BursaSultanisi, İstanbul Beşiktaş İttihat ve TerakkiMektebi, Fatih Vakf-ı Kebir Mektebi,Akşemseddin Mektebi, Feneryolu Murad-ıHâmis Mektebi, Osman Gazi Paşa Mektebi, Vefa
Sultanisi, İstanbul Erkek Lisesi, Çamlıca KızLisesi, Kabataş Erkek Lisesi, Galatasaray Lisesive Erenköy Kız Lisesi’dir.Güntekin, 1927’de maarif müfettişi oldu ve buarada Dil Heyeti’yle birlikte bazı çalışmalardabulundu. 1939’da ise Çanakkale milletvekiliolarak TBMM’de bulundu. Bu görevini 1946’yakadar sürdürdü. 1947’de, Cumhuriyet HalkPartisi’nin Ankara’da yayımlanan Ulusgazetesinin İstanbul kolu olan Memleketgazetesini çıkardı. Güntekin daha sonramüfettişlik görevine geri döndü ve 1950’deUNESCO Türkiye temsilciliği ve öğrencimüfettişliği görevleriyle Paris’e gitti. 1954’te iseyaşında dolayı bu görevden ayrılmak zorundakaldı. Emekliliğinden sonra bir süre İstanbulŞehir Tiyatroları edebi heyeti üyeliği yapmıştır.Güntekin’e Akciğer kanseri teşhisikonulduktan sonra tedavisi için Londra’ya gittive orda hastalığına yenik düşerek öldü. 13Aralık 1956 günü, Karacaahmet Mezarlığı’nagömüldü.
İÇİNDEKİLERHAYATIÇALIKUŞUBİRİNCİ KISIMİKİNCİ KISIMÜÇÜNCÜ KISIMDÖRDÜNCÜ KISIMBEŞİNCİ KISIMIIIIIIIVV
VIVIIVIIISÖZLÜKÇE
Çalıkuşu
BİRİNCİ KISIMDÖRDÜNCÜ sınıftaydım. Yaşı m oniki kadarolmalı. Fransızca muallimimiz Sör Aleksi, birgün bize yazı vazifesi vermişti. “Hayattaki ilkhatıralarınızı yazmaya çalışın. Bakalım nelerbulacaksınız? Sizin için güzel bir hayat teminiolur,” demişti.Hiç unutmam; yaramazlığımdan,gevezeliğimden bıkan öğretmenler, o sınıfta beniarkadaşlarımdan ayırmışlar, bir köşede tekkişilik bir küçük sıraya oturtmuşlardı.Müdirenin söylediğine göre, ders esnasındakomşularımı lakırdıya tutmamayı, uslu uslumuallimi dinlemeyi öğreninceye kadar orada birsürgün hayatı geçirmeye mahkûmdum.Bir yanımda kocaman bir tahta direk vardır.Ne yapılsa sınıftan çıkarılmasına imkân olmayanve ara sıra çakımın ucuyla ötesine berisineaçtığım yaracıklara stoik bir vakarla tahammül
eden sessiz sedasız, ağırbaşlı ve upuzun birkomşu.Öte yanımda manastır terbiyesinin istediğiserin ve mağrur loşluğu temin için yapılmışabenzeyen ve panjurları hiç açılmayan bir uzunpencere dururdu. Ehemmiyetli bir keşifyapmıştım. Göğsümü sıraya yaslayıp çenemibiraz yukarı kaldırdığım vakit panjurlarınarasından gökyüzünün bir parçasıyla bir büyükakasyanın yaprakları arasından tek bir apartmanpenceresi ve bir balkon parmaklığı görünürdüDoğrusunu söylemek lâzım gelirse, manzarahiç de zengin değildi. Pencere her zaman kapalıdurur, balkon parmaklığına hemen daima birufak çocuk şiltesi ile yorgan asılırdı.Fakat ben, bu kadarından da memnundum.Ders esnasında ellerim çenemin altında kilitli,sör hocalarıma çok ruhani görünmesi gerekenbir vaziyette gözlerimi göğe -panjuraralıklarından görünen hakiki gökyüzüne-uydurduğum zaman, onlar bunu bir uslanma
başlangıcı sanarak sevinirlerdi. Ben de onlarıatlatarak bizden gizlemeye çalıştıkları hayatıseyrediyormuşum gibi bir şey, bir atlatma veintikam zevki duyardım.Sör Aleksi, izahatını bitirdikten sonra biziçalışmaya bırakmıştı.Ön sıraları süsleyen ağırbaşlı sınıf birincilerihemen işe koyulmuşlardı. Yanlarında olmadığımhalde ne yazdıklarını omuzları üzerindenokumuş gibi biliyordum: “İlk hâtıranı, sevgilianneciğimin küçük karyolamın üstüne eğilenmüşfik altın sarısı başı, bana muhabbetlegülümseyen gök mavisi gözleridir,” tarzındaşairane bir yalancılık... Hakikatte annecikler altınsarısı ve gök mavisinden başka renklerde deolabilirdi. Fakat sörlerde okuyan kızlarınkaleminden bu renklere boyanmak, o biçareleriçin bir mecburiyet, bizim için bir usuldü.Bana gelince, ben bambaşka bir çocuktum.Çok küçük yaşta kaybettiğim annemden aklımdapek fazla bir şey kalmamıştı. Fakat herhalde altınsaçlı ve mavi gözlü olmadığı muhakkaktı. Böyle
olunca da hiçbir kuvvet bana onu asılçehresinden başka bir çehre ile düşündürmeyeve sevdirmeye muktedir değildi.Beni bir düşüncedir almıştı. Ne yazacaktım?Duvardaki boyalı Meryem tablosunun altınaasılmış guguklu saat durmadan yürüdüğü haldeben, hâlâ yerimde sayıyordum. Başımdakikurdeleyi çözdüm, saçlarımı yavaş yavaşgözlerimin üzerine indirmeye başladım. Birelimle de kalemimi ağzıma sokuyor, ısıra ısıradişlerimin arasında döndürüyordum.Filozofların, şairlerin, yazı yazarkenburunlarını kaşımak, çenelerinin derileriniçekiştirmek gibi garip garip huyları vardır ya...Kalemi ısırmak ve saçlarımı gözlerimin üstünedağıtmak da benim düşüncelere daldığımaalâmettir.Bereket versin benim düşünce saatlerim çoknadirdir. Çünkü o takdirde hayatım -masallardaki meşhur çarşamba karısı ve ocakanasının hayatı gibi- karmakarışık bir saç kümesi
içinde geçecekti.Aradan seneler geçti. Yabancı bir şehirde,yabancı bir otel odasında, sırf bitiptükenmeyecek gibi görünen bir geceninyalnızlığına karşı koymak için hatıralarımıyazmaya başladığım bu saatte, bir elim yine aynıküçük çocuk tavrıyla saçlarımı çekiştiriyor,gözlerimin üstüne indirmeye uğraşıyor.Bunun sebebine gelince, öyle sanıyorum ki,ben etrafındaki hayata pek fazla kendini kapıpkoyveren, hafif ve dikkatsiz bir çocuktum.Besbelli sıkı zamanlarda kendi kendimle, kendifikirlerimle yalnız kalmak için gözlerimle dünyaarasında, bu saçlardan bir perde koymayaçalışıyordum.Kalem sapını kebap şişi gibi dişleriminarasında çevirmeye gelince, onun hikmetinidoğrusu kendim de pek anlamadım. Bütünbildiğim, dudaklarımdan mor mürekkeplekelerinin eksik olmadığı ve bir genç kız halialır gibi olduğum bir yaşta, beni bir günmektepte ziyarete gelen birisinin karşısına adeta
bıyık çekmiş gibi çıkarak yerin dibinegeçtiğimdir.O gün, bütün düşüncelerime rağmen, ancakşu kadarcık bir şey yazabildiğimi hatırlıyorum:“Ben, galiba balıklar gibi bir göl içindedoğdum. Annemi hatırlamıyor değilim...Babamı, dadımı, neferimiz Hüseyin'i... Beni birgün sokakta koşturan bodur bir kara köpeği...Bir gün, dolu bir sepetten gizlice üzüm çalarkenparmağımı sokan arıyı... Gözüm ağrıdığı vakitiçine damlatılan kırmızı ilacı... SevgiliHüseyin’le beraber İstanbul’a gelişimizi... Evet,bunlara benzer daha birçok şey aklımdangeçiyor... Fakat bunların hiçbiri ilk hatıra değil...Sevdiğim göl içinde, büyük yapraklar arasındaçırılçıplak çabalayışım kadar eski değil... Denizkadar uçsuz bucaksız bir göl... içinde büyükbüyük yapraklar, dört bir tarafında ağaçlar varsa;bu göl nasıl deniz kadar büyük olur,diyeceksiniz... Vallahi yalan söylemiyorum veona sizin kadar ben de şaşıyorum.. Fakat buböyle; ne yapalım?
Vazifem sınıfta okunduğu zaman, bütünarkadaşlarım bana dönerek kahkahaylagülmüşler ve zavallı Sör Aleksi onları yatıştırıpteskin etmek için hayli sıkıntı çekmişti.Garibi şu ki, Sör Aleksi, siyah elbisesininiçinde filiz gibi boyu, bembeyaz koleret’i ilealnına kaldırılmış bir saraylı yaşmağınabenzeyen başlığı arasında sivilceli kansız yüzü,narçiçeği kırmızılığındaki dudaklarıyla şimdikarşımda belirse ve bana tekrar o suali sorsa,galiba aynı cevaptan başkasını bulamayacağım;yine balık gibi göl içinde doğduğumusöylemeye başlayacağım.Sonraları öteden beriden öğrendiğime göre bugöl, Musul taraflarında, adını bir türlü aklımdatutamadığım bir küçük köyün yanı başındadır vebenim uçsuz bucaksız denizim bir ağaç kümesiarasında, kuru bir ırmaktan kalma bir avuçsudan başka bir şey değildir.
Babam; o zaman Musul’daymış. Ben, ikibuçuk yaşında kadarmışım. Yaz o kadar şiddetliolmuş ki, şehirde barınmak kabil olmamış;babam, annemle beni bu köye getirmeye mecburkalmış. Kendisi her sabah atla Musul’a iner,akşamları güneş battıktan sonra dönermiş.Annem hastaymış. Beni bile gözügörmeyecek kadar hasta.Bir zaman pek sefil olmuşum... Aylarcahizmetçi odalarında sürünmüşüm. Sonraköylerden birinde Fatma diye kimsesiz bir Arapkadını bulmuşlar... Fatma, yeni ölmüşçocuğundan boş kalan memesini ve kalbini banavermiş...İlk senelerde bir çöl çocuğu gibibüyümüşüm... Fatma, beni bohça gibi sırtınabağlar, kızgın güneşin altında dolaştırır, hurmaağaçlarının tepesine çıkartırmış.İşte o sıralarda yukarıda söylediğim köyegelmişim. Fatma, beni her sabah yiyeceğimizleberaber bu ağaçlığa getirir, çırılçıplak suya
sokarmış... Akşama kadar alt alta, üst üsteboğuşur, türkü söyler, yiyecek yermişiz... Sonrauykumuz geldiği vakit, kumları kümeleyerekyastık yapar, vücutlarımız suda, başlarımızdışarıda kucak kucağa, yanak yanağauyurmuşuz...Ben, bu su âlemine o kadar alışmışım ki,tekrar Musul’a döndüğüm vakit denizden çıkmışbalığa dönmüşüm. Durmadan huysuzluk ederekçırpınır, fırsat buldukça üzerimdeki elbiseleriatarak çırılçıplak sokağa koşarmışım...Fatma’nın burnunda, yanaklarında,bileklerinde, dövmeden süsler vardı. Bunlara okadar alışmıştım ki, dövmesi olmayan yüzlerbana adeta çirkin görünüyordu. Benim ilk büyükmatemim, Fatma’dan ayrılışım olmuştu. Dönedolaşa Kerbela’ya gelmiştik. Dört yaşımdaydım.Aşağı yukarı her şeyi hatırlayacak bir yaş.Fatma’ya iyi bir kısmet çıkmıştı. Dadımın gelinolduğu, köşeye oturduğu gün, bugünkü gibigözümün önündedir. Yüzleri Fatma gibi dövmeliolduğu için bana dünya güzeli gibi görünen
kadınlarla dolu bir evde beni kucaktan kucağagezdiriyorlar, sonra Fatma’nın yanınaoturtuyorlardı.Sonra, ortaya konan siniler üzerinde avuçlakapış kapış yemek yediğimizi hatırlıyorum.Nihayet, günün yorgunluğundan ve zilli teflerletesti biçiminde dümbeleklerin verdiğisersemlikten, yine erkenden dadımın dizindeuyuyakaldım.Oğlu Hüseyin’i Kerbela’da şehit ettiklerizaman Fatma anamız sağ mıydı, bilmiyorum.Fakat kadıncağız, o kara güne yetiştiysekopardığı vaveyla, benim düğün gecesi sabahıevde kendimi yabancı bir kadının koynundabulduğum zaman kopardığım vaveylanınyanında hiç kalırdı.Hasılı, Kerbela Kerbela olalı zannederim kiböyle gürültülü matem görmemiştir.Bağırmaktan sesim kısıldığı zaman, günlercebüyük adam gibi, açlık grevi yaptım.Dadımın acısını aylarca sonra bana, Hüseyin
isminde bir süvari neferi unutturdu. Hüseyin,talim esnasında attan düşerek sakat kalmış biraskerdi. Babam, onu emir neferi olarak evealmıştı. Hüseyin, delişmen bir adamdı. Beniçabucak sevmişti. Ben de umulmaz veaffedilmez bir vefasızlıkla onun sevgisinemukabele edivermiştim. Gerçi Fatma ile olduğugibi beraber yatmıyorduk, fakat sabahleyinhorozlarla beraber gözlerimi açtığım dakikadasoluğu onun odasında alır, ata biner gibigöğsüne oturarak parmağımla gözkapaklarınıaçardım.Fatma’nın bahçesine, kırlarına bedel; Hüseyin,beni kışlaya asker içine alıştırmıştı. Bu uzunbıyıklı kocaman adamın oyun icat etmektekimaharetini ben, başka kimsede görmedim. Asılgüzeli, bunların çoğunun kazalı, heyecanlışeyler olmasıydı. Mesela beni lastik top gibihavaya fırlatıp tutar, yahut kalpağının üstüneoturtup ayaklarımdan tutarak sıçratır, fırıl fırılçevirirdi. Saçlarım karışmış, gözlerim dönmüştıkana tıkana haykırmaktan duyduğum zevkiondan sonra hiçbir şeyde bulamadım.
Bazen kaza da olmaz değildi. FakatHüseyin’le aramızda sıkı bir mukavele vardı.Oyunda canım yanarsa ağlamayacak, onukimseye şikâyet etmeyecektim. Bu, benimdoğruluğumdan ziyade; onun bir daha benimleoynamamasından korktuğum için büyük biradam gibi sır saklamaya alışmış olmamdandır.Çocukluğumda bana hoyrat derlerdi. Galibahakları da vardı. Kiminle oynarsam canını yakar,bağırtırdım. Bu huy, herhalde Hüseyin’leoynadığım oyunlardan kalma bir şey olacak.Nasıl ki, kendi canım yandığı zaman da pekah-ü zara kapılmadan felaketi güler yüzlekarşılayışım bana onun yadigârıdır.Hüseyin, bazen de kışlada Anadoluluneferlere saz çaldırır, beni yine testi gibitepesinin üstüne yerleştirip garip oyunlaroynardı.Bir zamanlar da onunla at hırsızlığınaalışmıştık. Babam evde olmadığı zamanHüseyin, ahırdan atı çalar, beni kucağına
oturtarak saatlerce kırlarda dolaştırırdı. Fakateğlencemiz uzun sürmedi. Pek günahınagirmeyeyim ama, galiba aşçı kadın tarafındanbabama gammazlandık ve zavallı Hüseyin,ondan iki tokat yedikten sonra bir daha atayanaşmaya cesaret edemedi.Hâlis muhabbet; kavgasız, gürültüsüz olmaz,derler. Biz de Hüseyin’le günde en aşağı beşnöbet kavga ederdik.Bir tuhaf surat asma tarzım vardı. Odanın birköşesinde yere çömelir, yüzümü duvaraçevirirdim. Hüseyin üç, beş dakika beni buhalde bıraktıktan sonra halime acıyarakbirdenbire belimden kavrar, bağırta bağırtahavaya kaldırırdı.Bir nöbet de kucağında titizlik ettikten sonranihayet neferi çenesinden öpmeye razı olurdumve barışırdık.Hüseyin’le arkadaşlığımız iki sene sürdü.Fakat o zamanın seneleri şimdikilerebenzemezdi. O kadar uzun, o kadar uzundu ki...
Çocukluk hatıralarımı anlatırken hepFatma’dan, Hüseyin’den bahsedişim biraz ayıpdüşmüyor mu?Benim babam Nizamettin isminde bir süvaribinbaşısıydı. Annemle evlendiği seneDiyarbakır’a göndermişler, gidiş o gidiş. Artıkbir daha İstanbul’a dönmemiş. Diyarbakır’danMusul’a, Musul’dan Hanıkın’a, oradanBağdat’a, Kerbela’ya geçmiş... Bir yerde üst üsteiki sene kalmamış.Annemi bana benzetirler. Hele babamlaevlendiği seneden kalma bir fotoğrafı vardır kibenim modelim gibidir. Fakat zavallı kadın,sıhhatçe hiç bana benzememiş. Çok zayıfmış.Bitip tükenmez yolculuklara, dağların serthavasına, çöllerin ateşine dayanacak bir vücuttadeğilmiş. Sonra, galiba bir hastalığı da varmış.Fakat zavallının bütün evlilik hayatı, bu hastalığısaklamaya çalışmakla geçmiş... Ne yapsın,babamı çok seviyormuş. Kendisini zorla ayırırlardiye korkuyormuş...
-Seni hiç olmazsa bir mevsim için, iki ay içinannene göndereyim. O biçare de ihtiyar... Senikim bilir ne kadar göreceği gelmiştir, dermiş.Fakat annem:-Şartımızda bu var mıydı? İstanbul’a beraberdönmeyecek miydik? diye adeta çıkışırmış...Hastalığı için de:-Benim hiçbir şeyim yok... Biraz yorgunluk...İki gün evvel biraz hava değişti de ondanoldum, geçer, gibi şeyler söylermiş...Sonra, İstanbul’u göreceği geldiğinibabamdan saklarmış... Fakat mümkün mü? Dahauykuya dalalı iki dakika olmadan uyandırır veKalender’deki yalımızda, civarındaki korudaveyahut Boğaz’ın sularında geçmiş bir uzunrüyayı anlatırmış. Birkaç uyku dakikasına bukadar uzun rüyaları sığdırmak için insanın oyerleri herhalde çok, çok göreceği gelmiş olmasılâzım gelmez mi?Büyükannem serasker kapısına,
mabeyincilerin konaklarına giderek ağlayıpsızlıyormuş, fakat bu yalvarmalar bir türlü neticevermiyormuş.Nihayet annemin hastalığı artınca babam, hiçolmazsa onu İstanbul’a götürmek için bir ay izinistemiş ve cevap beklemeden yola çıkmış.Mahfeler içinde çölü geçişimiz bugünkü gibihatırımdadır.Beyrut’ta denize kavuşmak, annemi birazcanlandırır gibi olmuştu. Misafir olduğumuzevde beni yatağına oturtarak saçlarımı tarıyor,ellerimin kirli, düğmelerimin kopuk olmasınaaldırmadan başını göğsüme kapayarakağlıyordu.Bir gün büsbütün ayağa da kalktı;sandığından yeni elbiseler çıkararak süslendi.Akşamüstü babamı karşılamak için aşağı indik.Babam, bende biraz vahşi tabiatlı, sert bir askerhatırası bırakmıştır. Fakat annemi ayaktagörünce sevinçle konuştuğunu, yeni yürüyen birçocuk gibi onu bileklerinden tutarak ağladığını
hiç unutamam...Bu, bizim bir arada geçirdiğimiz son günoldu. Annemi ertesi gün açık bir sandığınkenarında, başı bir çamaşır bohçasının üstünedüşmüş, dudaklarında bir kan lekesiyle ölübulmuşlar!Altı yaşında bir çocuğun epeyce şeylere aklıermesi lâzım gelir. Fakat ben, nedense hiçbir şeysezememiştim. Bulunduğumuz ev kalabalıktı.Birçok günler büyük bir bahçede çocuklarlaboğuştuğumu; Hüseyin’le beraber sokaklarda,deniz kenarlarında, cami avlusu gibi kubbeliyerlerde dolaştığımı biliyorum.Annemi yabancı bir toprakta bıraktıktansonra, İstanbul’a dönmek babamın içinesinmemiş... Galiba biraz da büyükannem veteyzelerimle karşılaşmaktan çekinmiş... Fakatbuna mukabil beni onlara göndermeyi bir vazifebilmiş. Sonra tabii, günden güne büyüyen bir kızçocuğunu kışlada neferler elinde terbiye etmeimkânsızlığını da düşünmüş olacak.
Beni İstanbul’a neferimiz Hüseyin getirdi.Lüks bir vapurda kılıksız bir Arap neferininkucağında bir minimini kız çocuğu... Bumanzara, vapurda birçok kimseye kimbilir nesefil ve acı görünmüştür. Fakat bu seyahatiHüseyin’den başka kiminle yapsam muhakkakbu kadar mesut olamazdım.Yalımızın arkasındaki korulukta bir taş havuz,bu havuzun kenarında kolları omuz başlarındankopmuş çıplak bir çocuk heykeli vardı.İlk geldiğim günlerde bu kırık heykel, güneşve rutubetten kararmış rengiyle, bana sakat birçöl çocuğu gibi görünmüştü. Havuzun yeşilimsisularının kızıl yapraklarla örtülü olmasına göremevsim galiba sonbahardı. Bu yapraklarıseyrederken altlarında birkaç kırmızı balığındolaştığını gördüm ve büyükannemin özenebezene hazırladığı ipekli entari ve yenipotinlerimle havuzun içinde yürüyüverdim.Etrafta bir çığlık koptu. Neye uğradığımı
anlamaya meydan kalmadan teyzelerim benikucaklarına alarak yukarı götürdüler, bir yandanöpüp bir yandan azarlayarak üstümüdeğiştirdiler.Bu çığlık ve telaştan gözüm yıldığı için artıkhavuza girmeye cesaret edemiyor, yüzükoyun,kenarındaki çakılların üstüne uzanarak başımısuya sarkıtıyordum.Bir gün yine bu vaziyette balıklarıseyretmekle meşguldüm. Tablo, bugünkü gibigözümün önündedir. Büyükannem, birazarkada, omuzlarından hiç eksik etmediği siyahatkısıyla, bir bahçe iskemlesine oturmuş;Hüseyin’se namaz kılar gibi yanında dizçökmüştü.Yavaş yavaş bir şey konuşuyorlardı. HerhaldeTürkçe konuşuyor olmalıydılar ki nesöylediklerini anlayamıyordum. Fakatseslerinden, ara sıra bana bakmalarındanşüphelendim. Tavşan gibi kulaklarımı dikmiştim.Dişimle kırarak havuza attığım simit kırıntılarınaüşüşen kırmızı balıkları izliyor, büyükannemle
Hüseyin’in suyun dibine vurmuş akislerinebakıyordum. Hüseyin, bana bakarken kocamanmendiliyle gözlerini siliyordu. Çocukların bazenyaşlarının çok üstünde garip sezişleri vardır.Niçin? Bu incelikleri akıl edecek yaştadeğildim. Yalnız, bu ayrılığın vakti gelincegüneşin batması, yağmurun yağması gibi hiçbirtedbirle önüne geçilemeyecek bir felaketolduğunu gayet iyi anlıyordum.O gece, büyükannemin karyolasına bitişikküçük karyolamda birdenbire gözlerimi açtım.Başımda yanan kırmızı gece kandili sönmüştü.Fakat pencerelerden giren ay ışığı içindeki odabembeyazdı. Uykumu almıştım, içimdedayanılmaz bir acı vardı. Bir zaman bileklerimedayanarak büyükanneme baktıktan, onunuyuduğuna kanaat getirdikten sonra yavaşçakaryolamdan indim; ayaklarımın ucuna basarakodadan çıktım. Başka çocuklar gibi karanlık veyalnızlıktan korkmazdım. Merdiven tahtalarıgıcırdadıkça büyük bir insan ihtiyatıyla yerimdedurarak ağır ağır sofaya indim.
Kapıları sürgülemişlerdi. Fakat bahçekapısının yanındaki pencere açık bırakıldığı içindışarı atlamak bana bir saniyelik iş oldu.Hüseyin, bahçenin ta öbür ucundaki bahçıvankulübesinde yatardı. Beyaz gecelik gömleğiminuzun etekleri bacaklarıma dolaşa dolaşa orayakoştum. Hüseyin’in bir kerevet üzerine serilmişyatağına sıçradım.Onun uykusu çok ağırdı. ZatenArabistan’dayken de sabahları onu uyandırmakçok zor bir işti. Gözlerini açmaya razı olmasıiçin ata biner gibi göğsüne oturup zıplamak,uzun bıyıklarını dizgin gibi yoklayıp çekmek vebir süre bağırtmak lâzım gelirdi. Fakat bu geceben, onu uyandırmaktan korkuyordum.Uyanırsa beni eskisi gibi koynuna yatırmaya razıolmayacağından; bütün yalvarmalarıma rağmenkucağına alarak büyükanneme teslimedeceğinden emindim.Zaten bütün istediğim, son bir gecemi dahaonun koynunda geçirmekten ibaretti.
O geceki münasebetsizliğim yakın zamanlarakadar aile içinde söylenmiştir.Büyükannem, sabaha karşı uyanıp da beniyatağımda göremeyince çıldıracak gibi olmuş...Birkaç dakika içinde bütün yalı ayağa kalkmış...Ellerinde lambalar, şamdanlarla bahçelere, denizkenarlarına dökülmüşler... Tavan arasındansokağa, kayıkhaneden havuzun iki karış suyunakadar her yeri arayıp taramışlar... Bitişikarsadaki bostan kuyusuna fener sarkıtmışlar...Neden sonra büyükannem, Hüseyin’ihatırlayarak odasına koşmuş ve beni neferinboynuna sımsıkı sarılarak uyumuş görmüş.Ayrılık gününün faciasını hâlâ hatırlar vegülerim. Ben ömrümde o günkü kadardalkavukluk ettiğimi bilmiyorum. Hüseyin,kapının yanına çömelmiş, koskoca bıyıklarıylautanmadan ağlıyordu; ben, Bağdat’ta, Suriye’deArap dilencilerinden öğrendiğim dualarlabüyükannemin, teyzelerimin etekleriniöpüyordum.
Romanlar mahzun insanı; omuzları çökmüş,gözleri sönmüş, hareketsiz ve sessiz bir insandiye, yani daha açıkçası bir miskin şeklindetasvir ederler.Bende daima bunun aksi olmuştur. Ne zamanderin bir üzüntüye kapılsam gözlerim parlar,tavır ve hareketlerim neşelenir, içim içimesığmaz olur. Dünyayı hiçe sayıyormuşum gibikahkahalarla gülerim, türlü gevezelik vedelilikler yaparım. Bununla beraber, öylesanıyorum ki yakın kimsesi ve başkalarınaaçılmaya kabiliyeti olmayan insanlar için budaha iyi bir şeydir.Hüseyin’den ayrıldıktan sonra da böyleyaptığımı hatırlıyorum. Yaramazlıktankuduruyor, beni eğlendirsin diye getirdikleriakraba çocuklarına saldırarak canlarınıyakıyordum.Yabancılar tarafından ayıplanacak birvefasızlıkla Hüseyin’i çabucak yakadan silkip
atmıştım. Pek bilmiyorum ama, ihtimal, onasahiden de dargındım. Yanımda adı anıldıkçayüzümü ekşitiyor, yeni öğrenmeye çalıştığımTürkçe kelimelerle “Hüseyin pis, Hüseyin çirkin,edepsiz... Ööö,” diye yere tükürüyordum.Bununla beraber zavallı, pis, çirkinHüseyin’in bana Beyrut’a çıkar çıkmazgönderdiği bir kutu hurma, hiddetimi yatıştırırgibi olmuşu. Bunların bitmesinden bir felaketgibi korktuğum halde bir oturuşta hepsini silipsüpürdüm. Bereket versin çekirdeklerikalıyordu. Onlarla haftalarca eğlendim. Birkısmını katırboncuklarıyla karıştırarak ipliğedizdim; muhteşem bir yamyam kolyesi şeklindeboynuma taktım. Ötekileri bahçenin ötesine,berisine diktim. Aylarca her sabah küçük birkova ile onları suluyor, bahçede bir hurmaormanı meydana gelmesini bekliyordum.Zavallı büyükannem şaşkına dönmüştü.Benimle başa çıkmak hakikaten imkânsızdı.Sabah karanlığında uyanır, gece yorgunluktanbaygın düşünceye kadar gürültü ve yaramazlık
ederdim. Sesim kesildiği vakit yalıyı adeta telaşalırdı. Çünkü bu, benim ya bir yerimi kesereksessiz sedasız kanımı dindirmeye çalıştığıma, yabir yerden düşerek acıdan bağırmamak içinkıvrandığıma, yahut da sandalye ayaklarınıtesterelemek, minder örtülerini boyamak gibimuzır bir işle meşgul bulunduğuma delaletederdi.Bir gün kuşlara bez ve tahta parçalarıyla yuvayapmak için ağaçların tepesine çıkar, bir başkagün ocak bacasından taş atıp aşçıyı korkutmakiçin dam tepelerine tırmanırdım.Yalıya ara sıra bir doktor gelip giderdi. Birgün kapıda bu doktoru bekleyen boş arabayaatlayarak hayvanları kamçılamış, bir başka günde kocaman bir çamaşır teknesini sürüye sürüyedenize indirmiş, kendimi akıntıya salıvermiştim.Bilmem başkalarında da öyle midir? Bizimailede öksüzlere el sürmek günah sayılırdı. Pekçekilmez hale geldiğim zaman verdikleri ceza,kolumdan tutarak bir odaya kilitlemekti.Bütün çocukların “Sakallı Amca” diye
çağırdıkları tuhaf bir akrabamız vardı. Bu sakallıamca, benim ellerime “Evliya parmaklığı” derdi.Çünkü parmaklarım bir gün bile yarasız, beresizolmaz ve daima kına konmuş gibi bezparçalarıyla sarılı bulunurdu.Akrabalarımla bir türlü geçinemezdim. Yaşçakendimden çok büyük olan akraba çocuklarınıbile yıldırmıştım. Binde bir içimde bir sevgidalgası kabaracak olursa bu da ayrı bir felaketti,insan gibi sevmeyi, sevdiğimi güzel güzelokşamayı öğrenmemiştim. Sevdiğim insanınüstüne bir canavar yavrusu gibi atılır, kulaklarınıısırır, yüzünü tırmalar, tartaklaya tartaklayaşaşkına çevirirdim.Akraba çocukları arasında yalnız birine karşıanlaşılmaz bir çekingenlik ve cesaretsizliğimvardı: Besime Teyze’nin oğlu Kâmran. Mamafihona çocuk demek de pek doğru olmazdı. Birkere yaşça büyüktü. Sonra çok uslu veağırbaşlıydı. Çocukların arasına karışmaktanhoşlanmaz, elleri ceplerinde kendi kendine denizkenarında dolaşır, yahut ağaçların altında kitap
okurdu.Kâmran’ın kıvırcık san saçları, beyaz, nazik,parlak bir cildi vardı. O kadar parlak bir cilt ki,cesaretim olsa da kulaklarına yapışsam,yakından yanaklarına baksam, aynada gibikendimi göreceğimi sanırdım.Bununla beraber, çekingenliğime rağmen birgün Kâmran’la da kavga ettim; deniz kenarındasepete koyarak taşıdığım bir kaya parçasını onunayağı üzerinde bıraktım. Taş mı pek ağırdı, o mufazla nazikti bilemiyorum. Birdenbire bir çığlık,bir vaveyladır koptu. Şaşırdım. Bahçedeki ağacasaklanmak için tırmandım. Ne azar, ne tehdit,hatta ne yalvarma beni aşağıya indiremiyordu.Nihayet bahçıvanı, benim takibime memurettiler. Öyle ki adamcağız, yoluna devam edersebenim vücudumu çekemeyecek kadar incedallara çıkmakta tereddüt etmeyeceğimi ve birkaza çıkacağını anladı, tekrar aşağı indi.Hasılı o gece ortalık kararıncaya kadar, kuşgibi ağaç dalında tünedim.
Biçare büyükannemde hiç uykubırakmamıştım. Kadıncağız, beni iyiden iyiyesevgisiyle sarmıştı. Bazı sabahlar, bir günevvelki yorgunluğunu dinlendirmeden benimgürültümle uyandıkça yatağında doğruluyor,beni kollarımdan tutup sarsarak, “Ne vardı ölüpde bu yaşında bu canavarı benim başımamusallat edecek?” diye anneme çıkışıyordu.Fakat şurası da muhakkaktı ki, bu dakikalardaannem karşısına çıkıp “Bu canavarı mı, yoksabeni mi?” diyebilseydi, büyükannem hiçşüphesiz beni alır, onu geldiği yere gönderirdi.Evet, hastalıklı bir ihtiyar kadının bir günevvelki yorgunluğunu dinlendirmeden uykudanuyanması zordur. Fakat dinlenmiş bir vücut,ıstıraba susamış bir ruhla yatakta uyanış vehatırlayıştaki zorluğu da unutmamak lâzım...Hasılı, verdiğim zahmetlere rağmen eminim kibüyükannem benimle çok avundu ve mesutoldu.
Onu kaybettiğim zaman dokuzyaşlarındaydım. Babam da tesadüfen İstanbul’dabulunuyordu.Zavallıyı bu sefer de Trablus’tan Arnavutluk’akaldırmışlardı, İstanbul’da ancak bir haftakalabilmişti.Büyükannemin ölümü onu müşkül birmevkide bırakıyordu. Bekâr zabit, dokuzyaşında bir kız çocuğunu peşine takıp dağ taşsürükleyemezdi. Nedense, beni teyzeleriminyanında bırakmaya yanaşamıyor, ihtimal, birsığıntı vaziyetine düşmemden korkuyordu. Nedüşündüyse düşündü, bir sabah beni elimdentutarak vapura bindirdi; İstanbul’a geçirdi.Köprüde tekrar bir arabaya binerek bitiptükenmez yokuşlardan çıktık, çarşılardan geçtik,sonra büyük bir taş binanın kapısı önündedurduk.Burası, benim on sene kapalı kalacağım sörmektebiydi. Bizi kapının yanında perdeleri vepanjurları kapalı loş bir odaya aldılar.
Her şey önceden konuşulup hazırlanmışolacaktı ki, biraz sonra içeri giren siyahlı birkadın bana doğru eğildi; başındaki beyazbaşlığın uçları garip bir kuşun kanatları gibisaçlarıma sürünerek yakından yüzüme baktı veyanaklarımı okşadı.Mektebe ilk ayak atışımın yine bir kaza, biryaramazlıkla başladığını hatırlıyorum.Babam, Sör Süperiyör’le konuşurken ben,dolaşmaya, öteyi beriyi karıştırmayabaşlamıştım. Üzerindeki renkli resimlereparmağımla dokunmak istediğim bir vazo yeredüşerek kırıldı.Babam kılıcını çıkartarak yerinden fırladı,telaşla beni kolumdan yakaladı. Kırılan vazonunsahibi Sör Süperiyör ise bilakis gülüyordu.Ellerini sallayarak babamı yatıştırmayaçalışıyordu.Mektepte ben, bu vazoya benzemez dahaneler kıracaktım. Evdeki haşarılığım oradadevam ediyordu. Bu sörler ya hakikaten melek
gibi sabırlı insanlardı, yahut da benim hoş birtarafım vardı. Yoksa başka türlü benim kahrımıçekmek mümkün değildi.Sınıfta mütemadiyen gevezelik eder, oradanoraya dolaşırdım. Herkes gibi merdivenlerdeninip çıkmak benim için değildi. Mutlaka birköşeye sinerek arkadaşlarımın inmesini bekler,sonra atar biner gibi tırabzanın üzerine atlayarakkendimi yukarıdan aşağıya kapıp koy verirdim.Yahut da ayaklarımı birbirine yapıştırarakzıplaya zıplaya basamakları atlardım.Bahçede kuru bir ağaç vardı. Fırsat buldukçaoraya tırmandığımı ve tehditlere kulak asmadanteneffüs sonuna kadar daldan dala atladığımıgören muallim bir gün, “Bu çocuk insan değil,çalıkuşu!” diye bağırmıştı.İşte o günden sonra adım unutulmuş veherkes beni “Çalıkuşu” diye çağırmayabaşlamıştı.Bilmem nasıl, sonradan bu isim, aile arasındaaldı yürüdü ve Feride adı bayram elbiseleri gibi
pek sayılı günlerde kullanılan resmi bir ad olupkaldı.Çalıkuşu benim hem hoşuma gider, hem işimeyarardı. Bir münasebetsizliğimden şikâyetedildiği vakit fütursuzca omuzlarımı silker, “Neyapayım? Bir Çalıkuşu’ndan ne beklenir?”derdim.Ara sıra mektebimize, çenesinde keçi sakalınabenzeyen bir küçük sakal taşıyan, gözlüklü birpapaz gelip giderdi. Bir gün el işi makasıylasaçımdan kestiğim bir parçayı zamkla çenemeyapıştırdım. Hoca benim tarafıma baktığı zamançenemi avuçlarımın içine saklıyor, o başını öteyana çevirince ellerimi açıp sakalımı sallayarakpapazın taklidini yapıyor ve çocuklarıgüldürüyordum. Muallimimiz, bu kahkahalarınsebebini bir türlü anlamayarak öfkesinden çığlıkçığlığa bağırıyordu.Bir aralık, başımı sınıfın koridora açılanpenceresine çevirecek oldum. Camın arkasındaSör Süperiyör’ün bana baktığını görmeyeyimmi?
Şaşkınlıktan ne yapsam beğenirsiniz?Boynumu bükerek, parmağımı dudağımagötürerek “sus” işareti yaptım; sonra daparmaklarımla ona bir öpücük gönderdim.Mektebin en büyüğü bu Sör Süperiyör’dü. Enihtiyar hocalara kadar herkes onu Allah gibisayardı. Böyle olduğu halde kendisinden hocayakarşı suç ortaklığı rica etmem kadıncağızıneşelendirdi. Sınıfa girerse ciddiyetini muhafazaedememekten korkuyormuş gibi gülerek veparmağıyla beni tehdit ederek koridorunkaranlığında kayboldu.Sör Süperiyör, bir gün de beni yemekhanedeyakalamıştı. Sınıftan çalıp getirdiğim kağıtsepetine yemek artıklarını doldurmaklameşguldüm.Sert bir sesle beni yanına çağırdı:“Buraya gel Feride,” dedi. “Nedir buyaptığın?”Yaptığımda ne fenalık olduğunu
anlamıyordum. Gözlerimi yüzüne kaldırarak:-Köpeklere yiyecek vermek fena mı Ma Sör?dedim-Hangi köpeklere? Ne yemeği?-Viranedeki köpeklere... Ah, Ma Sör, benigörünce ne kadar sevindiklerini bilseniz... Dünakşam tâ köşe başında karşıladılar, ayaklarımadolaşmaya başladılar... “Sabredin... Neoluyorsunuz?... Viraneye gitmeden vermem!”diyordum... Zalimler bir türlü lakırdıanlamıyorlar, beni yere yatırıyorlardı... Benim deinadım tuttu. Sepeti sımsıkı eteklerimin arasındatuttum... Az kalsın beni parçalayacaklardı...Bereket versin bir simitçi geçiyordu, benikurtardı.Sör Süperiyör, gözlerini gözlerime dikmişbeni dinliyordu.-Peki, sen mektepten nasıl çıktın? diye sordu.Hiç çekinmeden:-Çamaşırhanenin arkasındaki duvardan
atladım, dedim. Sör, büyük bir felaket haberialmış gibi ellerini başına götürerek:-Nasıl cesaret ettin? dedi. Aynı saffetle:-Merak etmeyiniz Ma Sör... Duvar çok alçak...Hem nasıl istiyorsunuz ki kapıdan çıkayım?...Kapıcı beni bırakır mı hiç? Birinci defasında:“Ma Sör Terez seni çağırıyor!” diye aldattım daöyle kaçtım... Rica ederim siz de beni habervermeyin... Çünkü köpeklerin aç kalmalarıtehlikesi var...Sörler ne garip insanlardı. Zannederim kibaşka bir mektepte bunu yapsam ya hapsedilir,yahut da bir başka ceza görürdüm.O, benimle yüz yüze gelmek için yereçömeldi:-Küçük hayvanları korumak güzel şey, dedi.Fakat itaatsizlik etmek hiç öyle değil... Bıraksepeti bana... Ben kırıntıları kapıcı ile köpekleregönderirim.Hayatta kimse, galiba bu kadın kadar beni
sevmedi.Sörlerin buna benzer hareketleri o zamanyelin kayaya tesiri gibi bir şeydi, haşarılığıma,intizamsızlığıma mani olacağa benzemezdi.Fakat zamanla, gizli gizli içeriye işlemiş busilinmez izlerin bende şifasız bir zaaf ve rikkattortusu bırakmış olmasından korkarım.Evet, ben hakikaten garip, anlaşılmaz birçocuktum. Hocalarımın zayıf damarlarınıyakalamıştım. Her birinin en ziyade nedenüzüleceğini gayet iyi keşfeder ve ona göreişkenceler hazırlardım.Mesela Sör Matild isminde ihtiyar ve sonderece mutaassıp bir musiki hocamız vardı. O,mesela, duvardaki Meryem heykelinin önündegözlerinde yaşlarla dua ederken, heykelinetrafında uçuşan sinekleri göstererek: “Ma Sör,aziz annemizi melekler ziyarete gelmiş!” gibi birsözle en can alacak yerinden vururdum.Bir başka hocamızın son derece temiz ve titizolduğuna dikkat etmiştim. Yanından geçerken
kalemimin iyi yazmamasından şikâyet eder gibiyapar, onu şiddetle sallayarak zavallınınbembeyaz yakasına mürekkep sıçratırdım.Yine bir tanesi vardır ki, böceklerden pekkorkardı. Kitaplardan birinde boyalı bir akrepresmi bularak makasla etrafını kestim, sonra bukâğıt parçasını yemekhanede yakaladığım iri birat sineğinin sırtına zamkla yapıştırdım ve akşammütalaasında bir bahane ile hocamın yanınayaklaşarak kürsünün üzerine bıraktım.Ben Sör’ü lakırdıya tutarken sinek yürümeyebaşlamıştı. Zavallı kız, havagazı lambasınınışığında korkunç bir akrebin kıskaçlarını,kuyruğunu titreterek kürsünün üzerindeyürüdüğünü görünce bir feryat kopardı. Yanındaduran bir “T” cetvelini yakalayarak bir vuruştasineği kürsünün üstüne yapıştırdı; sonra arkasınıduvara dayayıp elini yüzüne kapayarak küçükbir baygınlık geçirdi.O gece yatağımda ben de bir yarım saatçiksağdan sola, soldan sağa döndüm ve kıvrandım.
Şöyle böyle oniki yaşında vardım, içimde arve haya duyguları hayli inkişaf etmişti. Hocamayaptığımdan utanıyordum.Sonra kabahatimin kolay geçiştirilecekkabahatlerden olmadığını anlıyordum. Ertesi günmuhakkak istintâka çağrılacak ve kim bilir neolacaktım?Uykum arasında Sör Süperiyör’ü birkaç kerekarşımda gördüm. Çatkın bir çehreyle üzerimeyürüyor, gözlerini açıyor, bağırıyordu.Ertesi gün birinci ders vakasız geçti, ikincininsonlarına doğru kapı aralandı; içeri giren Sör,hocaya bir şey söyledikten sonra beni eliyledışarı çağırdı. Dehşet!Ben, omuzlarımı kısarak, dilimi çıkararak köskös dışarı çıkarken çocuklar gülüyorlar, hocacetveliyle hafif hafif kürsüye vurarak onlarısükût ve ciddiyete davet ediyordu.Biraz sonra Sör Süperiyör’ün odasında idim.Fakat hayret! Müdirenin çehresi rüyada
gördüğüm çehreye hiç benzemiyordu. O kadarki, bir an akrepli sinek oyununu icat eden vehocanın bayılmasına sebep olan yaramazın bendeğil, o olduğuna inanacak gibi oldum.Yüzü mahzundu, dudakları titriyordu. Benielimden tutup göğsüne çekecek gibi bir hareketyaptı. Sonra yine bıraktı:-Feride, çocuğum... Sana bir habervereceğim... Üzücü bir haber... Baban bir parçahastaymış... Bir parça diyorum, ama galibaziyadece...Sör Süperiyör, elindeki bir kâğıt parçasınıburuşturuyor, sözünün arkasını getirmeyemuvaffak olamıyordu.Beni sınıftan getiren Sör’ün birdenbiremendilini yüzüne kapayarak dışarı çıktığınıgördüm.Anlamıştım, Bir şey söylemek istiyordum.Fakat Sör Süperiyör gibi benim de dilimtutulmuştu. Başımı çevirerek açık penceredenkarşıki ağaçlara baktım. Güneş vurmuş
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 858
- 859
- 860
- 861
- 862
- 863
- 864
- 865
- 866
- 867
- 868
- 869
- 870
- 871
- 872
- 873
- 874
- 875
- 876
- 877
- 878
- 879
- 880
- 881
- 882
- 883
- 884
- 885
- 886
- 887
- 888
- 889
- 890
- 891
- 892
- 893
- 894
- 895
- 896
- 897
- 898
- 899
- 900
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 900
Pages: