Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 14:04:43

Description: Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Search

Read the Text Version

hakkında hiçbir fikir sahibi olmayı aklınagetirmeden bir ders ezberler gibi ezberliyordu.Bu kadar üst üste gelen şeyleri düşünmekbeyhude bir şeydi. Hele konuşmak...İşte senelerdir, konuşmuşlardı. Herkes, heryerde, her fırsatla, senelerdir bunu konuşmuştu.Her türlü fikir söylenmiş, her ihtimalyoklanmıştı. Şimdi bütün insanlık en korkunçrealite ile karşı karşıyaydı.-Bankaların önünü bilmem gördünüz mü?Kaç gündür hıncahınç dolu...Birdenbire aklına gelmiş gibi sordu, hastakim?-İhsan...Dükkancı başını salladı:-Epeycedir uğramıyordu. Tevekkeli değil.Geçmiş olsun, geçmiş olsun. Üzüldüğü belliydi;fakat hastalığın ne olduğunu sormadı. Mümtaziçinden; galiba bunu bir aile sırrı telakki etti,

diye düşündü. Dükkancı, kedersiz insanolmıyacağını anlatmak ister gibi:-Bizim çocukların ikisine de şubeden habergeldi. İçini çekti: Vallahi bilmem ki neyapacağım. Şaşırdım kaldım, bacanakmemlekette attan düşmüş, kaburgalarını kırmış...Evde kadın harap...Mümtaz kendi sıkıntılarının hikayesiylebaşkasını teselli etmek isteyen bir adamınsözünün bir türlü bitmeyeceğini birkaç defatecrübe etmişti.-Üzülme, hepsi düzelir, hepsi düzelir, diyeayrıldı.Bunlar kendisinden çok yaşlılardan öğrendiğisözlerdendi. Belki de böyle olduğu içinsenelerce kullanmaktan garip bir inatlaçekinmişti. Fakat şimdi bu adamın ıstırabıkarşısında kendiliğinden dilinin ucunageliyorlardı. Demek ki sade ıstıraplarımız,üzüntülerimiz değil, tesellileri, mukavemetçareleri de miraslarımızın arasında...

Çadırcılariçi her zamanki gibi şaşırtıcıydı. Çokdefa kapalı duran bir dükkanın kepengi önünde,Rus işi semaver borusu, kapı topuzu, otuz seneevvel o kadar moda olan sedef bir kadınyelpazesinin dağınık parçaları, büyükçe bir saatemi yoksa bir gramofona mı ait olduğukestirilemeyen birkaç alet, nasılsa buraya kadarbölünmeden, parçalanmadan, gelmiş bazışeylerle birlikte yere serilmiş -kim bilir neyi-bekliyorlardı. En göz alacak yerde sarı pirinçtenbir kahve değirmeni ile geyik boynuzundan birbaston sapı vardı. Dipte, dükkanın kepenginekalın, sarı, tahta çerçeveli iki büyük fotoğrafdayalıydı. Bunlar Abdülhamid devrinden, yahutbiraz daha yakın zamanlardan kalma Rumpatriklerinin resimleri olacaklardı. Nişanları,elbiseleri, alametleri, gazetelerde gördüklerinineşiydi. İyi silinmiş camlarının arkasından geçmişzaman gözleriyle önlerine yayılmış eşyaya, herkımıldanışı bu camları bir an için zaptedensokağın kalabalığına bakıyor gibiydiler. Belki desenelerden sonra gelmiş bu hayat uğultusundan,bu güneş ve ses tedavisinden memnundular.

Mümtaz düşündü: \"Acaba fotoğrafçı, onları dabenim vesika fotoğraflarımı çeken adam gibi itipkaktı mı?\"Bol elbiselerin kıvrımlarında, senelercerahmaniyeti temsil edici azametle birleştirmeğeçalışan yüzlerinde böyle bir zorlanışın iziniaradı. Başlarının ucunda alçıdan manasızçerçevesi içinde güzel bir -Hüvessemiualalim-levhası asılıydı. Donmuş alçı, yazının canlılığınıöldürmemişti. Her bükülüş, her kıvrımkonuşuyordu. Fakat bu küçük sokağın gariptezatları bir değildi. Biraz ileride bir dükkandaçalınan Darülelhan plağından bir nevakar,hemen karşısındaki gramofonun ağız dolusufışkırdığı bir fokstrotun arasından, sağanakaltında kalmış bir gül bahçesi gibi kendi ledünnidünyasını açıp kapıyordu. Mümtaz ikindigüneşinin altında bütün uzunluğunca, adetadikilmiş hissini veren; öylece gözlerine batansokağa baktı. Bir yığın eski eşya, karyolalar,kırık dökük mobilyalar, bezi yırtık paravanlar,mangallar yol boyunca iki tarafta üst üste yanyana diziliydi. En hazini sadece oraya

düşmeleriyle bir facia teşkil eden yatak veyastıklardı. Yatak ve yastık... Kaç türlü rüya vekaç cins uyku vardı burada... Fokstrot boşanmışzembereğin bir hırıltısı içinde kayboldu, hemenyerini insanın ancak böyle bir tesadüflekarşılaşacağı cinsten eski bir türkü aldı. Çamlıcabağları... Mümtaz Memo'yu tanıdı. Abdülhamiddevrinin son günlerinin bütün hüznü Haliç'teboğulan bu Harbiyelinin hatırasında yaşıyordu.Ses bu hayat artıklarının üstünde geniş, aydınlıkbir çadır gibi açılmışti. Bu küçük sokağın nekadar üst üste, girift bir hayatı vardı. Nasıl bütünİstanbul, her çeşit ve her türlü modasıyle, engizli, en umulmadık taraflarıyle burayaakıyordu. Sanki eşyanın, atılmış hayatparçalarının yaptığı bir romandı bu. Dahadoğrusu, yaşadığımız hayatın, ferdi hayatımızınaltında, herkesin ve her zamanın hayatı, içiçe,koyun koyuna, güneş altında devamlı hiçbir şeyolmayacağını göstermek ister gibi burayatoplanmıştı.Her gün, her saat, şehirde geçen her kaza, herhastalık, her yıkılış, her üzüntü bunları buraya

getiriyor, ferdiyetlerini siliyor, umumileştiriyor,onlardan sefaletle tesadüfün elele kurdukları birterkip yapıyordu.-Bazı eski medeniyetlerde ölenle eşyasınınberaberce yanması veya gömülmesi ne güzeladetmiş... Fakat insan sade ölürkenbırakmıyordu ki... İki ay evvel Mümtaz enbeğendiği kol düğmelerini bir arkadaşına hediyeetmişti. On beş gün evvel yeni ciltlettiği birkitabı takside unutmuştu. Sade bunlar mıydı?Birkaç ay evvel sevdiği kadın yaşama iradesinitek başına kullanmak istemiş, ondan ayrılmıştı.İhsan evde hasta yatıyordu. Dokuz gündürzatürree onu yakalamış, yavaş yavaş bugünbulunduğu o dar geçide kadar sürüklemişti. Heran çok fena bir şey olabilirdi. Hayır, insan sadeölürken ayrılmıyor, arkada bırakmıyordu. Belkibütün ömrünce her an birçok şeyler onu arkadabırakıyordu. Sonra olduğu yerde birdenbirekabuklaşıyor, çok ince, görünmez bir şeyle oanda etrafında olanlardan ayrılıyordu. \"Biz migidiyoruz, onlar mı?\", sual buydu...Bununla beraber bu kadar yaşanmış şeyin

burada, güneşin bütün borularını üstüneyıkılacakmış gibi ayakta çalan bu sokaktatoplanması, asıl hayatı, yaşananı unutturacakkadar kuvvetli bir şeydi.Bir nefer yaklaştı, önünde durduğu eşyanınarasından gözüne ilişen bir şey aldı. Bu bir tıraşaynasıydı. Onu çok ihtiyar bir adam takip etti.Kısa boylu, zayıf, temiz ve eski elbiseliydi;evvela sedef yelpazeyi eline aldı; bir dansesnasında sevdiği kadının kendisine emanetettiği eşyayı, kimse görmeden içinde birdenbirecoşan tapınma duygusuyle elinde evirip çeviren,o güzel mahluka ait olmasına şaşırır gibiyoklayan çok toy bir delikanlı haliyle, adetagizlice birkaç defa açıp kapadı; sonra yerineaşikar bir kurtuluş hissiyle koydu, geyikboynuzundan baston sapının fiatını sordu.Mümtaz, eski Şura-yı Devlet azasından BehçetBeyefendi'yle ayak üstünde konuşmak hoşunagitmediği için yana çekildi ve oradan ihtiyaradamın yarı kukla hareketlerini içinde tam biryıkılış ile seyretti. Kim der ki bu biçare yirmiseneye yakın bir zaman bir kadını sevmiş ve

kıskanmış olsun... Ve en sonunda, Behçet Bey,yirmi sene karısı Atiye Hanım'ı sevmiş vekıskanmıştı. İlk önce Atiye'yi kendisinden, sonraİttihat ve Terakki'nin ilk azalarından DoktorRefik'ten kıskanmış, bu kıskançlık yüzündenDoktor Refik'i saraya jurnal etmiş, fakat onunölümünden sonra da kıskançlıktankurtulamamıştı. İhsan'ın kendisine söylediğinegöre, genç kadının ölüm döşeğinde MahurBeste'yi mırıldandığını duyunca ağzına eliylebirkaç defa vurmuştu, belki de böylece buölüme sebep olmuştu. Mahur Beste, Nuran'ındedesi Talat Bey'in eseriydi. Bu ve buna benzerbirkaç hadise onu birkaç koldan evlenme ile çokgenişleyen bu eski Tanzimat ailesi arasındauğursuz tanıtmıştı. Buna rağmen bu garip eserhafızalarda yerleşmişti. Çünkü Mahur Besteküçük ve kısa şeklinde insanın tenine yapışan oacı çığlıklardan biriydi. Eserin kendi macerası dagaripti. Talat Bey'in karısı Nurhayat HanımMısırlı bir binbaşı ile sevişerek kaçınca Mevlevimuhibbi olan Talat Bey bu eseri yazmıştı.Hakikatta tam bir fasıl yapmak istiyordu. Fakattam o esnada Mısır'dan gelen bir dostu Nurhayat

Hanım'ın ölümünü haber vermişti. Daha sonraise bu ölümün eserin bittiği geceye tesadüfettiğini öğrenmişti. Mümtaz'a göre Mahur BesteDede'nin bazı beste ve semaileri gibi, Tab'iEfendi'nin bayati yürük semaisi gibi hususiyürüyüşü olan, insanı büyük manasında kaderlekarşılaştıran bir parçaydı. Onu Nuran'dan,büyükannesinin hikayesi ile beraber dinlediğizamanı çok iyi hatırlıyordu. Çengelköyü'nüntepesinde, Rasathane'den biraz ilerideydiler.Gökte büyük bulutlar vardı ve akşam tauzakta, şehrin üstünde bir altın bataklığı gibiçukurlaşıyordu. Mümtaz uzun zaman etrafaçöken hüznün, o hatıra renkli ışığın buakşamdan mı, yoksa besteden mi geldiğinianlıyamamıştı. Behçet Bey, elindeki bastonsapını bıraktı. Fakat yaymacının önündenuzaklaşamadı. Karısının ölümünden beri durmuşbir saat gibi bütün fikri hayatı olduğu yerdekalan ve hatta üstündeki elbise, boyunbağı,pödüsüetli ayakkabısıyla 1909 yılına ait canlı birhatıraya benzeyen bu adamı belli ki bu küçükkadın eşyası çok gerilere, kendisinin Behçet

Beyefendi olduğu, bir kadını sevdiği, kıskandığıhatta onun ve sevgilisinin ölümlerine sebepolduğu yıllara götürmüştü. Şimdi çoktan beriunuttuğu şeyler, bu hayat artığının kafasındabirdenbire canlanmıştı. Kim bilir böyle ısrarlabaktığı bu kaldırım taşlarında hayatın hangiparçasını görüyor?İhtiyar bir kadın belki daha ileriden satınaldığı eski şiltelerin arkasından düşe kalkayürüyordu. Hamal yükten ziyade sırtındakininhavalesinden mustaripti. Mümtaz burada dahafazla vakit geçirmek istemedi; bugün neSahaflar, ne Çadırcılar ehemmiyetliydi.Bitpazarı'ndan içeriye girdi. Çarşı kalabalık,serin ve uğultuluydu. Küçük dükkanların hemenher tarafına bir yığın insan elbisesi, hazır hayatşekilleri, müstakil, dört taraflı kilitli talihler gibiasılıydı. Bir tanemizi al ve giyin ve öbür kapıdanbaşka bir insan olarak çık! Sarı ve lacivert ameletulumları, eski elbiseler, teyelleri makinedikişinin üstünde görünen açık renk yazlıklar,ucuz, bütün hayat hülyalarını görülmemişmakaslarla sıfıra kadar olduğu yerde kırpan

kadın mantoları, fistanlar, iki yanı dolduruyordu.Hepsinin, masaların, küçük iskemlelerinüstünde, döşemelerde, raflardadüzinelerce tekrarı vardı. Bütün bir bolluktu bu!Darlık, ıstırap, sandığınız gibi az bulunur şeylerdeğildir; hele sizler hayatınızdan bir keresoyunun; biz size ümitsizliğin her çeşidinibulmaya hazırız!Bir vitrinin önünde birdenbire durdu; küçükve kırık bir mankene nasılsa buraya kadardüşmüş bir gelin elbisesi giydirmişlerdi;boynunun boş bıraktığı yerde dükkan sahibi birmoda gazetesinden kesilmiş bir çiftin resminikoymuştu. Tel ve duvağın altında ve beyazelbisenin üstünde ve arkalarındaki sinemaaşkları peyzajıyle bu düzgün ve edalı çift, buelbiseyi ilk defa giyenin kafasında olduğu gibi,her tarafından saadet taşan, yaşanan anı, biriklim gibi zapteden bir hayat ve sevgi reklamıyapıyordu. Küçük bir elektrik ışığı bu satılıksaadetin başucunda, sanki düşünülenleyaşananın arasındaki fark iyice görülsün diyeyanıyordu. Daha fazla görmesine lüzum yokmuş

gibi acele acele yürümeğe başladı. Birtakımköşelerden saptı, yol ağızlarından geçti. Artıketrafına bakmıyordu; zaten ne var, ne yokbiliyordu. İçimdekini görecek olduktan sonra...Aylardır her tarafta yalnız içinde bulunanlarıgörüyordu. O da biliyordu ki, bütün bu gördüğü,önünde durduğu şeylerde ne şaşılacak, ne deöyle korkulacak bir taraf vardı. Bu çarşı şehrinhayatından bir parçaydı; oldum olasıya onu birtarafından sayar dökerdi. Fakat Mümtaz'ın içindekonuşan, gördükleri değil, kendi hayattecrübesiydi.Şu dakikada iyi bir Bonnard'ın karşısındabulunsa, yahut Beylerbeyi Sarayı'nın üstkatından denize baksa, Tab'i Mustafa Efendidenbir beste dinlese veya çok sevdiği Sihirli Flüt'üçalsalar, yine buna benzer şeyler duyacaktı.Kafası, üstüvanesi altindan geçen her şeye kendiiçindeki ufuneti basan, böylece manasını veşeklini örtüp kaybeden bir küçük el tezgahınabenziyordu. Mümtaz buna \"soğuk baskı\" derdi.Aylardır ki Mümtaz'ın dış alemle teması böyleoluyordu. Ona her şey Nuran'la aralarındaki

dargınlığın içinden geçerek, onun tarafındanhavası, rengi, mahiyeti bozularak geliyordu.Uzviyetinde bir gizli zehirlenme vardı; onundeğişikliklerine göre etrafla konuşuyordu. Bubazen herşeyi bir kalemde silen, İstanbul'un oyağmurlu, puslu sabahları gibi her rengisöndüren bir yıkılış olurdu. Mümtaz onun katkat yığılan perdelerini istediği kadar zorlasın;tanıdığı, bildiği hiçbir şeyi göremezdi. Kül rengibir tıkızlık, akışı bile belli olmayan bir nehir gibi,başta kendi varlığının şuuru olmak üzere,herşeyi alıp götürürdü. Bu, ömür dediğimizşeyle beraber yürüyen bir nevi küller altındaPompei idi.Böyle zamanlarda Mümtaz için iyi, kötü,güzel, çirkin hiçbir şey yoktu. Tıpkı arkasındakiuzviyetten, kendisini besleyen sinir cihazından,terkip ve tahlil imkanlarından alakası kesilmiş,adeta tek başına kalmış bir gözde, son ihsasanlarını tek başına yaşayan müstakil bir gözdesade sarsılıştan ibaret bir kainatın akisleri gibi,Mümtaz bu ölüm bahçesinin canlı hayallerine, okül rengi tıkızlıktan kopup kendisine gelen her

şeye anlamadan bakardı.Bazen de evi sarsan, camlardan temellerekadar herşeyi çıldırtan bir korku olur veMümtaz, melekelerinin azami hadde varmışçılgınlığı içinde her şeyden adeta korkarakyaşardı. Hiçbir deniz kazası, batmak üzere olanbir gemiyi bu kadar her parçasiyle sarsmaz, herçivisini yerinden oynatmazdı.Bedesten'e doğru saptı. Müzayede salonuboştu. Fakat iki taraflı camekanlar, odalar,yarınki büyük satış için hazırlanmıştı.Camekanlardan birinde iki aydan beridedikodusu bütün İstanbul'u dolduran eskimücevherlerden biri tek başına, küçük bir yıldıztopluluğu gibi haşin, insan dışı, fakat güzelparlıyordu.Sanki bir gerçek, kendi büyük ve derincevherinde tutuşmuş yanıyordu. Bir nevi ulviyet,azami vuzuha varmış idrak, yahut insanıkendisinde öldürmeğe, bütün zaaflarındankurtulmağa muvaffak olmuş bir güzellik buparıltıyı verebilirdi. Bir an bu mücevheri

Nuran'ın boynunda görmeğe çalıştı. Fakatmuvaffak olamadı; saadet hülyası kurmayıunutmuştu. Şüphesiz ki, Mümtaz için bumücevhere sahip olma imkanı yoktu. Fakat gençkadınla tekrar aynı havanın içinde buluşmaları,tekrar sevişmeleri ona büsbütün imkansızgörünüyordu. Bu imkansızlık, önündeki süsüninsan dışı parıltısıyle zihnindeki kadınıngüzelliğini onun için ayrı şey yapıyordu.Sanki genç kadın hayatından uzaklaşmaklabütün zaaflarından, paylaştıkları her şeydenyıkanmış, hayatın erişilmez tabakalarında buelmasın parıltılı katılığını kazanmıştı. Bir kelimeile ayrılık onu Mümtaz'ın aleminin dışında,efsanevi bir mevcudiyet yapmıştı.-Keşki hep böyle uzakta, bu kadar yalnız,kendisi olarak güzel ve herşeyden uzakbilseydim.O zaman bütün vicdan azaplarından, içiniburgu gibi delen bir yığın hatıradan kurtulacaktı.Bu belki genç adamın hayalinde kendisiniterkeden kadının zaman zaman büründüğü

çehrelerden biriydi. Fakat onun yanıbaşında,aylarca günlerin ekmeğini beraber kırıp yedikleriinsan, kendisi için o kadar azaba katlanmış,bütün ümitlerini paylaşmış, bir an herşeyindışında yalnız onunla, yalnız onun için yaşamışbir varlık, kendi kadını olan Nuran vardı. Fakatbununla da kalmıyordu. Küçük ve çoğu, asıl fonve rengini Mümtaz'ın ruhundaki arızalardan alanhadiselerin çizgi çizgi yaptığı, adeta etineyapıştırdığı bir yığın Nuran daha vardı ki, hepsimahpus olduğu derinliklerden kurtulup suyunyüzüne çıkmağa, oradan Mümtaz'ın hayatınıidare etmeğe fırsat arıyorlardı. Bunların hepsininayrı ayrı, bir Wagner operasının şahısları gibi,hususi havalarla gelişleri, onun içinde uyanışlarıvardı. Hepsi uzviyetini, sinirlerini ayrı hadlerdeçıldırtarak zaptederlerdi. Bazıları günlerce onuaynı haleti ruhiye içinde bunaltır, hiddetten kine,en siyah ölüme kadar götürüp getirir, sonra birküçük çağrı, basit bir vesile ile yerini birbaşkasına terkeder, o zaman kıskançlıktankısılmış yüz, hiddetten bozulmuş nabızbirdenbire değişir; dayanılmaz bir merhamet,içini parçalar, omuzları genç kadına karşı

işlediğini sandığı günahların ağırlığıyle çöker,kendini zalim, anlayışsız, hodbin bulur,kendinden ve hayatından utanırdı.Kıskançlığın, sevginin, pişmanlığın, arzununümitsiz tapınma duygusunun bu üst üste uzattığıçehreler, kendi içinde ve teninde bir büyükfırtına gibi derinden coşup çoğalan, onayanaşacak, hatta nefes alacak en küçük yerbırakmıyan ve genç adamı doğurdukları alemdehapsedip tüketen bu çehreler, denebilir ki, onunüst üste değişen dünyalarıydı.Dışarıdan gelen her şey onun düzeninetabiydi. Onun renklerini benimser, onun üstünedüşer, onun ışığıyle büyür, küçülürdü. O kadarki, Mümtaz'ın, hele son günlerde -benim-diyebileceği ve kendi başına yaşadığı bir hayatıyoktu. Hep tezat halinde ve birbirini kovalayançehrelerin ikliminde yaşıyor, onlarla düşünüyor,onlarla görüp duyuyordu. Halbuki zaman bu içfırtınasında birçok şeyleri durgunlaştırmış, kendimantığına göre seçtiği bir yığın lüzumsuzgeçiciyi atmıştı. Bir bakıma göre Mümtaz şimdisevgilisine bu ayrılığın havasında daha başka

türlü, daha kendisine benzeyen çehrelerlesahipti. Artık onu eskisi gibi kıskanmıyordu.Mücrim, zalim, insafsızca kayıtsız, sadeinsiyaklarının peşinde koşan varlık, buçehrelerin en zalimi ve en yalancısı ortadançekilmişti. Şimdi duyguları ve düşünceleri, dahaziyade durgun ve hüzünlü yüzüyle öbürünü,kendisini itham eden, ona kabahatlerinisaymadan hatırlatan Nuran'ı sunuyordu. Bu hertürlü hatanın üstünde, bir yığın anlaşmazlığınzavallı kurbanı, onu her budalalığında, herdeliliğinde affetmiş, sakin tebessümüyleömrünün bütün acılarını örtmüş kadınınhayaliydi. Bu tebessüm arkasında kendisine ait okadar büyük, facialı, muzlim şeyleri gizlediğiiçin, arkasında onun hatalariyle delikdeşik olmuşbir kalb, insanlara itimadını kaybetmiş, birbıkkınlık içinde her şeyi bırakmış bir ömürbulunduğu ve bunların hiçbirini göstermediği,hepsini örtüp sakladığı için, kendiliğinden enkorkunç silah oluyordu.Bu teşebbüs, içinde kendisine ait herşeyi,bütün hatalarını, mücrim hareketlerini, hele

kendisinin bu anlarda hiç anlamadığı taraflarınıseyretsin diye tutulmuş bir aynaya benziyordu.Sonra Mümtaz, sevdiği ve tanıdığı kadınıtanınmıyacak kadar güzelleştiren, taşıdığımesafelerde onu ufkuna yabancı bir aydınlıkyapan bu tebessümün, ona adeta her çizgisiasırların muhayyilesiyle bulunmuş ve yapılmışbir sanem edası veren bu sükunetin nasıl en sonve çaresiz anlarda hazırlandığını ve genç kadınınbu zoraki tebessümün ve sükunetin arkasınanasıl parça parça sığındığını, oradan içi kanayakanaya etrafa ve kendi hayatlarına, çok güç biruyanışın perişanlığıyla nasıl baktığını pek iyibilirdi.Bu anlarda Nuran etrafındaki herşeyi tanısabile kendisini tanıyamazdı.Fakat dahası vardı. Ayrılığın ve azaplarınınkendisine uzattığı bu son hayal kaç taneNuran'ın birden yerini aldı. Bu keskin, doğrudandoğruya ciğerde çalışan hançer, bu tamöldürmeden kıvrandıran kadeh, bütün sessizkudretiyle hazırlansın diye tanıdığı kadınınhayran olduğu, tapındığı kaç hususiyeti birden

kaybolmuştu. Mümtaz'ı o kadar çıldırtan oçocuk neşesi, yalnız mesut kadınların tanıdığı ofeyizli bahar, kendisini bir aşkın ortasında,yarattığı bir alemin içinde gibi idrak etmeninşuuru, o emniyet, o daima yaratış halinde zekave ruh taşkınlıkları, artık hiçbiri, hiçbirikalmamıştı. O, neşe bir sırça kadehti ki,kırılmıştı. O taşkın, herşeyi örtmeğe hazır bahar,bu önündeki elmasın katılığında feyizlerine sonvermişti. İşin en acısı Mümtaz'ın geçtiği yollarınhiçbiri kaybolmasın diye kendisine bir şeylersaklamasıydı, onun için bu durgun tebessümünaynasında muhayyelesi her an ona kaybettiğicennetlerin bir köşesini açardı.Şimdi -biraz evvel olduğu gibi- bir şarkı, azsonra kaldırım taşında kımıldanan bir aydınlık,bir konuşmada geçen tek bir cümle, yolununüstündeki bir çiçekçi dükkanı, bir başkasınıngelecek günlere dair bir tasavvuru, bir çalışmakararı, herşey geçmişe ait bir hayalle onu birsene evveline götürür, orada uyandırırdı.Hakikat şuydu. Mümtaz Binbir Gece'dekieskicinin hikayesine benzeyen ikiz bir ömrü

yaşıyordu. Bir taraftan güzel günlerinin hatırasızihninden ayrılmıyor; fakat o güneş doğardoğmaz, ayrılığın gecesi bütün azaplariyleiçinde kuruluyordu. Hulasa hemen hemenmuhayyilesinde yaşayan genç adam cennet vecehennemini beraberinde gezdiriyordu. Bu ikihaddin arasında, uçurum kenarlarında şiddetliuyanışlarla dolu bir somnambül hayatı vardı. Buiki zıt ruh haletinin arasından etrafla konuşur,dersini verir, talebelerini dinler, yapacaklarınıtarif eder, dostlarının işleriyle uğraşır,yakalandığı zaman münakaşa eder, hulasa kendihayatını yaşardı.Genç adam bu kadar kalabalık ve kesifyaşamanın sıkıntılarını adım başında çekerdi.Zaman olurdu ki bütün hayatı sadecekaçışlardan ibaret kalırdı. Zavallı Mümtaz,İstanbul sokaklarında bir nevi hayalet gemi gibiyaşıyordu. Her özlediği yerden biraz sonra kendiiçindeki rüzgar onu kovuyor, haberi olmadanlengerler alınıyor, yelkenler şişiyor veuzaklaşıyordu. Bu hissiliğin yanıbaşında çokzihni bir zaafı bulunmasa, Mümtaz çoktan

mahvolmuştu. Fakat seviştiği zamanlarda, buaşka o kadar zararlı olan bu ikiz yaratılış, şimdionu kurtarıyordu. Onun için, bütün yıkılışınarağmen, dış tarafında zaman zaman olsa bile azçok kuvvetli ve velut görünüyordu. Bir ihtirasın,çok derine geçmiş bir hayat tecrübesininarasından etrafa baktığı için, gördüklerini dahaiyi anlıyor, görüş zaviyelerini ayarlamasınıbiliyordu. Zaten, yalnız kendisine ait şeylerdeacemi, çolpa ve ölünceye kadar hasta veyaçocuk kalmağa mahkum yaratılışlardandı.Mümtaz, hiçbir şey düşünmemeğe kararvermiş insanların haliyle acele acele yürüyordu.Çarşıdan Nuruosmaniye'ye çıktı. Oradan aşağıyadoğru saptı. Kiracıyı bir an evvel görmekistiyordu. Bir an evvel bütün işleri bitmeliydi. -Hele bir İhsan iyi olsa... İhsan bir kere iyi olsunda...- Bir dilenci sadaka istedi. Adam yerde,kıçına bağladığı bir tekerlekli tahta üzerindeellerine geçirdiği takunyalarla yürüyordu. Birörümcek kadar ince ve çarpık bacaklarıomuzunun üstünden sarkıyordu; bu ayaklardanbirisinin parmakları arasına geçirdiği bir cıgarayı

fosur fosur içiyordu. Yüzünün solgunluğu,pejmürde hali, ilk yaklaşanı saran hasta insanmanzarası olmasa, dilenciden ve alilden ziyade,güç ve şaşırtıcı numaralar yapan bir akrobata,dansın ve ritmin çılgınlığı içinde kah örümcek,kah yıldız olan, şimdi bir kuğu kuşunu, birazsonra bir gemiyi taklit eden bir balet ustasınabenzetilebilirdi. Yüzü solgun ve zayıftı. Cıgarayıiçine çekerken büyük bir haz duyduğu aşikardı.Yaşı daha ziyade ince bıyıklarının tazeliğindenbelli oluyordu. Mümtaz, uzattığı parayı aldıktansonra adamın vaziyetini değiştireceğine,teşekkür etmek veya başka bir marifetgöstermek için daha şaşırtıcı bir halegetireceğine inanır gibi bekledi. Fakat böyleolmadı. Bilakis başını eğdi, yüzünü görünmezyaptı ve cıgarasından bir nefes daha çekti, sonratakunyalarına dayana dayana daima bacakları,lifi bir ağaç dalı gibi omuzlarına ve gövdesinesarılı, acele karşı kaldırıma geçti ve güneşte birduvarın kenarına dayandı. Bu haliyle dahaziyade bir kabusu, yarım doğmuş bir fikriandırıyordu. Güneşte çimentosu düzlenmişduvarın kenarında, sokağa ait bir şeymiş

gibi bekliyordu.O zaman Mümtaz etrafına dikkat etti: Yol,güneşin altında harap evleri, açık kapıları,dışarıya sarkmış cumbaları, çamaşır serilibalkonlariyle harap ve bitmiyecek korkusunuverecek kadar uzun, bembeyaz, aydınlıkla adetaderisi soyulmuş gibi uzanıyordu. Şurada burada,kaldırım kenarlarında bitmiş otlar vardı. Bir kedi,alçak bir bahçe duvarından sıçradı ve sanki buişareti bekleyen bir kereste fabrikası, testeresiniişletmeğe başladı.\"Hasta bir yol\", diye düşündü; bu manasız birdüşünce idi. Fakat işte zihnine eklemişti. \"Hastabir yol\", bir nevi cüzzama yakalanmış, onuntarafından iki yana sıralanmış evlerin duvarınakadar yer yer oyulan bir yol...Başını kaldırdığı zaman, birkaç yolcunundurmuş, kendisine baktığını gördü ve bulunduğuyerde bir nevi fenalık geçirdiğini anladı.Halsizliği yüzünden bu cüzama tutulmuş, yeryer onun tarafından yenmiş evlerden birininduvarına dayanmağa mecbur oldu. Yol güneşin

altında, onun tarafından hala derisi yüzülerekuzuyordu. Bir çocuk yaklaştı: -Su ister misiniz? dedi. Mümtaz ancak, -Hayır, diyebildi. Ah, bu yoldan bir çıkabilseydi. Fakatyürüyebilmesi için yolun ayaklarının altındakaymaması, olduğu yerde durması lazımdı.\"Acaba bu son mu?\" diye düşündü. Son...Kurtuluş... Herşeyin bitmesi ve perdenin inmesi.O büyük ve ferahlatıcı boşanma. Bütünkafasındakilere, hepsine birden \"paydos!\"demek, kapıları açmak ve yol vermek, sonzerresine kadar her hatırayı, her hayali, hertasavvuru kovmak ve herhangi bir nesne, cansızve şuursuz bir mevcut olmak, bu güneşin altındaparlak bir yılan sırtı gibi, bir ucu dikilen sokağa,güneşin yer yer bir cüzam gibi kemirdiğiduvarlara, evlere katılmak, varlığın çemberindençıkmak, bütün tenakuzlarından kurtulmak...



6Kiracı, küçük dükkanda ilk defa doğuracakbir kedi yavrusunun sancılı telaşıyle, herşeyden,duvarlardan, çuval çuval nalbur eşyasından,kasalardaki çivilerden, tavandan aşağı asılmış biryığın öteberi hevenginden imdat umar gibi,ellerini oğuşturarak geziniyordu. Onu görürgörmez gözlerini kıstı. Bu insanlakarşılaşmasının alametiydi. Masa başında geçenuzun yıllarda, bulunduğu delikten insanlaraböyle bakmak itiyadını almıştı.-Buyurunuz beyefendi oğlum. Ben de sizibekliyordum. O kadar, her gün olduğu gibiydi ki, bu son

cümle olmasaydı, Mümtaz, üst üste gönderdiğihaberleri bir başkası tarafından uydurulmuş birşaka zannedecekti. Bu düşünce içinde suallerinecevap verdi:-İyidir, teşekkür ederim. Selamları var, birazrahatsız. Teşekkür ederim. Konuştukça onunaynı adam olmadığını, hiç olmazsa içindesabırsızlık ve ümit denen zembereklerinçalıştığını, onu uzun, upuzun darağaçlarınakendi kalbinin küçük vuruşlariyle mıhladıklarınıanladı.-Bir kahve elbette içersiniz, yahut soğuk birşey...Mümtaz, hiçbir şey içmiyordu. Bu dükkan, buçuval çuval eşya onu sıkmıştı. Zaten adamın dafazla ısrara niyeti yoktu. Yirmi senedir çektiğimide sancıları yüzünden iki yemek arasındaherhangi bir şey almanın sıhhate ne kadardokunduğunu bilirdi. Onun için teklifininarkasından, tıpkı bir lüks seyahat vagonundansonra hemen bir marşandizin gelmesi gibi,şaşırtıcı bir çabuklukla işe geçti: Kontratlar hazır,

mağazanın da, deponun da...Mümtaz'ın bu sapa yerdeki dükkanın mağaza,mahalleyi kokutan rutubetli mahzenin depooluşuna şaşırmasına meydan vermeden, gençadamın önünde iki kontratı birden açtı. -Tabii, yengenizin mühürü yanınızdadır?Evet, yanındaydı. Kontratlarda hiçbir eksikyoktu. Mümtaz, yengesi namına mühürledi.Adam cüzdanını çıkardı ve:-Bir senelik kirayı hazırlamıştım, diye bir zarfçekti.Mümtaz:-Acaba hasta mı? diyordu.Mavi zarfı, içinden paradan başka herşeyinçıkmasını bekleyen bir yüzle aldı. Tam o andatelefon çalmağa başladı. Genç adam, kendihayretine dışarıdan başkalarının da iştirak ettiğivehmine kapıldı. Başkaları, her ikisini de

tanıyanlar, hepsi bu işe şaşırıyordu. Fakatbirdenbire İhsan'a bir şey olmak korkusuyle o daayağa kalktı; onu burada arayabilirlerdi.-Sana kalay al, diyorum, kalay, kösele... Okadar. Ne kadar bulursan. Öbürlerini geç. Kalay,kösele...Sesi, şimdiye kadar hiç tanımadığı bir irade ilebu iki maddeden başka yeryüzünde ne varsahepsini ilga ediyordu. Sonra bu iradeye küçükbir şüphe karıştı:-Biz makine işinden anlamayız... Sen dediğimiyap.Telefonu kapattı. Tekrar yerine geçti.Konuşmanın işitildiğinden canı sıkılmış gibiydi.bir şey yapmak için siyah gözlüklerini taktı. Sonderece uzaktan, genç adama:-Tamam, değil mi? diye sordu.Mümtaz, mavi zarfı cebine soktu. Gözleri,başka bir öğreteceğin var mı? diye telefona

dikili, kiracıya veda etti. Adamın yüzüne garipbir utanma hissiyle bakmamıştı. Hiçbir siyasimünakaşa, hiçbir sefir dosyası, yalnız birtarafına şahit olduğu bu konuşma kadar onavaziyeti öğretemezdi. Harp olacaktı. Sendeliyesendeliye yürüyor, ikide bir alnını siliyordu.-Harp olacak, diyordu.Bu herhangi bir seferberlikten başka türlü;daha emin, daha kat'i bir hazırlanıştı. Bu yüzdeyüzün, yüzde binin kat'iliği idi. Demek bütün budükkanların içinde bu sessiz hazırlanış vardı;telefonlar işliyor, bir lahzada kalay, kösele, boyave makine eşyası kalkıyor; rakamlar değişiyor;sıfırlar çoğalıyor, imkanlar azalıyordu. -Harp olacak. Gideceğiz, hepimiz gideceğiz.Korkuyor muydu? Kendisini iyice yokladı.Hayır, korkmuyordu. Hiç olmazsa, bu andaduyduğu şeye korku denemezdi. Sadece rahatsızolmuştu. İçine birdenbire, renksiz, manasız birşey, henüz cinsini bilmediği bir hayvançöreklenmişti. Ne olduğunu anlamak için

beklemek lazımdı. -Ölümden korkmuyorum, diyordu. Bütünömrümce ölüme o kadar yakın yaşadım ki...Ondan korkmama sebep yok. Fakat harp, hatta gidenler için bile sade ölümdeğildi. Tek başına ölüm basit bir şeydi. Bazeninsan ona en son çare diye bakabilirdi. Kaç defaMümtaz, tıpkı, şurada sekiz, on kulaç su kaldı;ayaklarım karaya bastığı, kollarım toprağıkucakladığı zaman bütün yorgunluklarımbitecek diye düşünen bir yüzücü gibi, onu birselamet toprağı, geçilmesi lazım bir karşı yakagibi görmüştü. Bu, herkes için aşağı yukarıböyle olmalıydı. Hayır, kötü olan ölüm değildi;ölümün, bu basit işin, bu peşin pazarlığınbirdenbire ve herşeyle beraber son derecegüçleşmesi, çözülmez yumak haline gelmesi,beş on kulaç suyun, bin türlü engelledoluvermesiydi. -Bütün ıstıraplarım, orada, o eşikte bitecek... Acaba hep böyle mi düşünürüz; ölümün mü,

hayatın mı çocuğuyuz? Bu saati hangisikuruyor, mevsimlerin eli mi, mutlak karanlığınparmağı mı? Ölüm muhakkak ki bir akıbet.\"Fakat mademki hayat denen piyango beni teşkileden adem parçasına isabet etmiş. Mademkikainat, her zerresiyle benim için canlanmış, ohalde duyguların ve duyumların cennetinde, buacayip Walt Disney oyununda sonuna kadarpayımı almalıyım!\" Hayır, böyle dedüşünemiyordu. Bu da çok basitti. Bu sadecedışarıda kalmak, satıhta yüzmekti. -Kapının önünde kalmıyoruz ki, evin içinegiriyoruz, ona sahip oluyoruz, benimsiyoruz,benimdir, diyoruz, istiyoruz, memnun oluyoruz.Gidenin arkasından ağlıyor, gitme! diyeeteklerine yapışıyoruz. Hiçbir şeyi kendimizdenayırmıyoruz. Bir sofraya davet edilmiş değiliz;belki mütemadiyen içimizden yaratıyor,doğuruyoruz... Hiçbirimiz hayatı maddenin arızibir hali gibi kabul etmiyoruz. Hatta bu işianlamak isteyenler bile, sonuna kadar oyununiçinde kalıyorlardı. Herşey bizden geliyor,bizimle geliyor ve bizde oluyor. Ne ölüm var, ne

de hayat var. Biz varız. İkisi de bizde. Onlar,ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük,büyük arızalardı. Merihte bir dağ küçük birpatlayışla çöker. Ayda lav dereleri kurur.Kehkeşanın ortasında güneşte parlayan büyükbuğday başakları gibi, yeni güneş manzumelerikurulur. Denizlerin dibinde mercan adalarıdoğar, yıldızlar aya karşı rüzgarların dağıttığınisan çiçekleri gibi, bir renk ve ateş kıvılcımındadağılırlar. Kuş kurdu yer, bir ağacın kabuğundayüz bin haşere tohumu birden açar, yüz binibirden toprağa karışır. Bunların hepsikendiliğinden olan şeylerdi. Bunlar kainatdediğimiz, büyük, tek, emsalsiz incinin, omücerret zaman çiçeğinin, zaman nergisininüzerinde parlayan, onu vakit vakit ve yer yerkarartan akisleriydi.Yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlakzaman, iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçükidare lambası, bu isli aydınlık çırpındığı, çokbasit şeylere kendi mudil riyaziyesine soktuğuiçin, süreyi toprağa düşen gölgemizleölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden

ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbunarasında düşüncemiz bir saat rakkası gibi gidipgeliyordu.İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışınafırlamağa çalışan bir biçare idi. Onun içindekaybolacağı geniş ve biteviye akan nehrindeherşeyle beraber akacağı yerde, onu dışarıdanseyre çalışıyordu. Onun için bir ıstırap makinesiolmuştu. Bir itiliş, haydi ölümün ucundayız;herşey bitti. Mademki sıfırın bütününü kırdık,adet olmağa razı olduk, bunu kabul etmek lazım.Fakat hız bizi kendiliğinden öbür haddegötürüyor; hayatın ortasındayız, onunla doluyuz,tekrar hızımızın oyuncağıyız; fakat bu sefer, busefer terazi mutlak surette ölüme doğrueğiliyordu. Bütün ıstıraplar kendi misilleriyleartacaklardı.İnsanlığın talihi aklıyla zamanın dışınafırladığı, aşkın nizamına karşı koyduğu, genişistihalenin ortasında bir istikrar istediği için,kendiliğinden teşekkül etmiş bir şeydi.İnsanlığın hakiki talihi buydu. Küçük bir idarelambasının, yalnız gölge ve karanlığı görmeğe

mahsus, onlardan kendisine bir zindanyapabilecek kudrette bir cihazın esiri olması, buküçük Homunculos'un peşine takılıpkoşmasıydı. Fakat asıl Homunculos biraksülamelden doğmuştu. Onun için dahaanlayışıydı. Kendisini yaratan tecrübe ona bütünpişmanlıklarını, etrafındaki imkansızlıklarınşuurunu da geçirmişti. Onun için Galathe'ninarabasının tekerleklerine çarpıp küçük şişesinikırmayı, geniş ve şekilsiz eterde kaybolmayıbiliyordu. Fakat bu küçük idare kandilinde bucesaret yoktu. Kendi kendine bir masaluydurmuştu; ona inanıyor, hayatın efendisiolmak istiyordu. Onun için ölümün sofrasıoluyordu. Büyük nehirden ayrıldıktan sonra, ilkrastgeldiği çukuru dolduran bir su gibiydi. Oradaher türlü arızanın, başta kendisi olmakarzusunun kurbanı olacaktı. İnsanoğlununıstırabı kadar tabii ne vardı! Şuurla var olmayı,gerçekten var olmayı ödüyordu. Fakat insanoğlubununla kalmıyor, bu büyük, değişmez zaruretinyanında kendi de yenibaştan talihler icatediyordu. Yaşıyorum diye başka ölümleryaratıyordu. Hakikatte bunlar hep o varlık

vehminin çocuklarıydı. Çünkü hakiki ölümıstırap değildi, kurtuluştu; hepsini hepsinibırakıyorum, sonsuzluğa karışıyorum. Aklınbittiği yerde parlayan büyük incinin kendisioldum; ondan bir zerre değil, kendisi. Aklınserhaddinde hiçbir aydınlığın gölgelenmediğiyerde kendi içinden aydınlık, pırıl pırıl tutuşanbüyük su nergisiyim. Fakat hayır, o bunudiyeceği yerde, -Mademki düşünüyorum. O halde varım,mademki duyuyorum, o halde varım, mademkiharp ediyorum, o halde varım, mademki ıztırapçekiyorum, o halde varım! Sefilim varım,budalayım varım! Varım, varım, diyordu.

7Eminönü'ne kadar, ne yaptığını bilmeden,acele acele bu nizamsız düşüncelerin birindenöbürüne atlayarak gelmişti. Şimdi şuvapurlardan birine atlayabilse, Boğaz'agidebilseydi. Bir ay vardı ki evinde yatmamıştı.Emirgan'ın arka taraflarında bu ev, eskimedreselerin avlusunu andıran kapalıbahçesiyle, Kandilli'den Beykoz'a kadar bütünmanzarayı kavrayan balkonuyle gözündecanlandı. Bahçe gündüz güneşle, arı ve böceksesleriyle dolu olurdu. Birkaç meyve ağacı. birceviz, kapısının önündeki kestane, kenarlardaadını bilmediği bir yığın çiçek vardı; iç kapı,vaktiyle limonluk olan dar, camlı bir koridoraaçılırdı. Ondan sonra yazın o kadar serin olan

taşlık gelirdi. Burada geniş orta masası, küçükiçki dolabı, büyük bir sedir vardı. Merdivengenişti. Bazen iki yastık atarak Nuran'la oradaotururlardı. Fakat genç kadın daha ziyade yukarıkatı, büyük balkonu, Beykoz'a kadar bütünmanzarayı kavrayan sofayı severdi. Dönmesiimkansız olan günleri kendisindenuzaklaştırmağa çalıştı. Şu dakikada onlarıdüşünmeğe hiç lüzum yoktu. İhsan hasta idi;içindeki rahatsızlık, o renksiz külçe hakikişeklini almıştı.O, İhsan'ın hastalığı idi, onun dili ile, onunıstırabıyle konuşuyordu. Bir ahtapot gibi sayısızkollarını uzatmış, herşeyi kucaklamıştı. İçinde vedışında o vardı. Tekrar yanıbaşında oluncayakadar bu böyle olacaktı. Ta ki onun elleriniavucuna alsın, nasılsın ağabey? desin, gözgözegelsinler; o zaman iş değişir, Nuran'ın zamanınageçerdi. O vakit ayrılığın dünyası başlardı;herşeyi kendisine yabancı bulan, kendisinisonsuz bir gurbette duyan insanın, belkemiğiyalnızlıktan ürperen, kadınsız erkeğin dünyası.Bir yığın iç parçalayıcı yokluktan ibaret bir

dünya idi bu. Hep böyle oluyor, çoktan beriiçiçe odalarda yaşıyor gibi, birinden öbürünegeçiyordu.Fakat dönmesi imkansız olan, onu bırakmakniyetinde değildi.Şimdi de karşısına iki genç kız kıyafetindeçıkmıştı. Biri kırmızısı bol empirmesi içindesadece tül ve kıvrım, öbürü çok açık göğsüomuza doğru, hiçbir şey tutmayan tek bir düğmeile kesişin düzlüğünü mühmel yapan ve vücudaadeta o anda ve çarçabuk, ancak elden geldiğikadar örtülmüş halini veren sarı elbisesinde sadetelaş, nefes nefese karşısına dikildiler:-Ah, Mümtaz, seni gördüğümüz ne iyi oldu.-Neredesin, ayol, görünmezsin, etmezsin?İkisi de bu tesadüften memnundular:-Sana öyle havadislerim var ki...Nuran'ın halasının kızı lafı değiştirmek istedi;

fakat Muazzez'in bütün bildiklerini Mümtaz'ayetiştirmesine hiçbir kuvvet mani olamazdı.Zaten genç kız bunu yapacağını, meydanınkendisinin olduğunu biliyordu; fakat işe neredenbaşlayacağını bilmiyordu. Öğrendiği hiçbir şeyikendisine saklayamıyan bu tatlı mahluk, -Mümtaz, herşeye rağmen onu sevimli bulurdu-kısa ömründe ilk defa bu cinsten bir havadisiverecek, hem bildiği bir şeyi anlatacak, hem desenelerdir biriken bir hıncı alacaktı. Bu anıtutması lazımdı; fakat bir üçüncü şey daha vardı;havadisini o tarzda vermeliydi ki, Mümtaz bütünahmaklığına rağmen, -Yarabbim, ne kadaraptaldı ve böyle bir aptalı nasıl sevmişti?-kendisini sevdiğini, derhal teselliye hazırolduğunu anlasın. Fakat kafasına hiçbir şey,hiçbir fikir gelmiyordu. Sadece Mümtaz'a bakıp,dişlerinin ucu ile gülüyordu.-Haydi, söylesene, ne oldu? Mümtaz, sualinigülerek sormuştu.Hakikaten bu kızda hoşuna giden bir tarafvardı. Zalim, şımarık, hodbin, beyinsiz, fakatgüzeldi. Bir meyve gibi tatlı ve çekiciydi. Onu

beğenmek, sevmek, arzu etmek için hiçbirhazırlığa ihtiyaç yoktu. Kumral saçların daimadeğişen, daima dalgalı çerçevesinden bu yüzükendine doğru çekmek, bu dişlerin parıltısınıöperek, ısırarak kapatmak yetişirdi. Kuyu gibifakat aydınlık, lezzetli bir an. Ondan ötesinidüşünmek, bir ufuk aramak manasızdı. O,kendisinde başlar, kendisinde biterdi. O kadarki, doğrudan doğruya telkin ettiği şeyleri bile,bir an düşündükten sonra insan vazgeçebilir,yoluna gidebilirdi. Hiç olmazsa benim içinböyle. Bununla beraber, bu kız şimdi kendisinizehirliyecekti. Şimdi ona Nuran'ın evlendiğinisöyleyecekti.Nihayet İclal dayanamadı; oyun çok uzamıştı;belli ki genç kız akrabasına, kendilerine ait birişin üzerinde böyle durulmasını istemiyordu.Nuran, eski kocasıyle barışmıştı; her yerde, herzaman olagelen bir iş için, bu kadar tereddüde,manalı bakışmağa ne lüzum vardı? Bir boşluğakendini bırakır gibi anlattı:-Belki biliyorsun, canım... Haber filan dediği,Fahir'le, Nuran'ın barışması. Yarın İzmir'e

gidiyorlar. Nikahları orada olacak.Geçtiği yola bakar gibi durdu ve birdenbirekızardı. Mümtaz'la böyle kupkuru konuşmağahakkı var mıydı? Ne yapsın ki Nuran'ı,Muazzez'e karşı müdafaa etmesi lazımdı. Sesiniyumuşatarak ilave etti:-Fatma'nın sevincini görsen... Babam geldi!diye kıyamet koparıyor. Babam geldi, bir dahagitmiyecek! diyor.Şimdi artık kimseye hıncı kalmamıştı. Büyükbir yük altından kurtulmuş gibi nefes aldı. İçinintam rahat edebilmesi için Mümtaz'ın bir şeylersöylemesini bekledi. Mümtaz güçlükle bir -Allah hayırlı etsin, dedi. Bu üç kelimeyi nasıl bulmuş, nasıl birbirineeklemişti. Heceleri, kurumuş gırtlağından nasılçıkarttı? Bunu kendisi de bilmiyordu. Fakatsesinin fazla boğuk olmamasına sevindi. Sonraİclal'in \"Daha bir şeyler söyle... Bu yılandankurtar beni\" der gibi baktığını görünce,

Fatma'nın babasını çok sevdiğini ilave etti. Sonrabaşka bir mevzua geçti. Yavaş yavaşhızlanıyordu. Biraz daha gayret etse tabiiolabilecekti. O söyledikçe İclal'in her zamankitebessümü dudaklarına geldi. Gözlerinin içigülüyordu. Böyle zamanlarında kaşları,baygınlaşan gözleriyle adeta birleşir, alnınınaltında çok mahmur, cazibeli bir gölge yapardı.Şurası var ki İclal, genç kızlık denen mevsimi,tabii yaşıyanlardandı. Onun bir kedi kadarkanaatkar hayatı vardı. Etrafındakiler birbirinekarşı iyi olsunlar, yeterdi; kendisine bundanelbette bir hisse düşerdi. Mümtaz deminden berionun içinden neler geçtiğini biliyordu. Şimdimesuttu. Hepsi mesuttular; Fahir o kadar yıkıcışeylerden sonra karısıyle, Nuran çocuğu ile, İclaltatmin edilmiş aile duygusu ile, Muazzez onasaadetinin yıkıldığını aşağı yukarı kendi ağzıylehaber verdiği için, hepsi mesuttular. Artıkayrılabilirlerdi.-Sizi vapura götürürdüm ama, çok işim var.-Haydi canım, biz senin için beşi beş geçeyikaçırdık...

Mümtaz, onlara, evde hasta olduğundanbahsetmek istemedi. Beyhude yere kendisineacındırmış olacaktı.-Hakikaten işim var, diye ayrıldı.Biraz ileride, arkasına dönüp baktı. Sarıkostüm ve kırmızı emprime, yine yan yanaidiler, yine Muazzez'in etekleri İclal'in elbisesiniküçük çarpışlarla okşuyordu. Fakat artık kolkoladeğildiler ve adımları, aynı düşüncenin ritminidokumuyordu.

İkinci BölümNuran

1Bu, dünyanın en basit, adeta bir cebirmuadelesini hatırlatacak kadar basit bir aşkhikayesidir.Mümtaz'la, Nuran bir sene evvel, bir mayıssabahı Ada vapurunda tanışmışlardı. Birhaftadan beri oldukça kuvvetli bir çocukhastalığı komşuları alt üst etmişti. Nuran,Fatma'yı daha ziyade evde tutamıyacağınıanlayınca, Ada'da teyzesine bırakmağa kararvermişti. Kocasından kışın başında ayrıldığındanberi garip, kendi içine çekilmiş bir hayatı vardı.İstanbul'a bütün kış üç dört defa, o da şu bualmak için inmişti. İki tarafın rızası ile olmasınarağmen -Fahir'e bu son dostluğu da göstermiş,

teklifi üzerine beraberce geçimsizlik davasıaçmağa razı olmuştu- mahkemenin uzun sürmesionu yormuştu. Hadise zaten güzel değildi;inandığı, sevdiği adam, çocuğunun babası,evlendiklerinden yedi sene sonra bir seyahattetanıdığı Romanyalı bir kadın yüzünden iki seneevini barkını bırakmış, şurada burada sürtmüş,sonra da bir gün artık beraberyaşayamıyacaklarını, ayrılmaları lazımgeldiğinisöylemişti. Gerçekte, bu, başından beri mesutolmayan bir evlenme idi. İkisi de birbirini çoksevmişler; fakat vücutça hiç tanımamışlar, Fahirsinirli ve bezgin, Nuran sadece sabırlı, yan yana,birbirlerine kapalı, fakat gündelik işlerde açık,iki tesadüf mahkumu gibi yaşamışlardı.Fatma'nın dünyaya gelişi, bu kapalı ve hemenhemen neşesiz hayatı başlangıcında birazdeğiştirir gibi olmuştu. Fakat çocuğunu çoksevmesine rağmen ev, Fahir'i daima sıkmış,karısının sessiz, yumuşak ve kendialemine gömülmüş hayatını daima yadırgamıştı.Fahir'e göre Nuran ruhen tembeldi. Hakikatte isekadın yedi sene bu yarı uyku hayatından onunkendisini uyandırmasını beklemişti.

Tehlikeli denecek derecede zengin, herihtimale gebe, her manasında velut bir kadınlıkhayatı, bakımsız bir tarla gibi sırf kendisiniişleyecek erkeğin yokluğundan yarı hulya, yarıverimsizliğin bütün sebeplerini kendisinde görenbir aşağılık duygusu içinde akıp gidiyordu.Fahir, sahip olma hissinin içinde her türlü arzuve hevesi uyuttuğu insanlardandı. Onun için buzengin madenin farkına varmadan onunyanıbaşında aslında kısır, ancak insiyaklarınıuyandıracak şiddetli sürprizleri bekleyerekyaşamıştı. Zaman zaman karısına dönüşleri deiçten beslenmediği, kadına karşı daima satıhtakaldığı için, Nuran'ın üstünden bir kayanınüstünden aşan bir dalga gibi, onda hiçbir akisuyandırmadan geçerdi. Böyle bir mizacı, tenişlerini büyük bir mikyasta hesaba katan bir aşk,yahut da, onun hayatına olduğu gibi nakledilmişbir tecrübe uyandırabilirdi. İşte Emma, Köstenceplajlarında tesadüf ettiği Fahir'in hayatına böylebir tecrübe ile girmişti. Bu güzel erkekte birbaşkasının derisiyle uyuşma imkanı eksikti.Fakat Emma'mn on beş senelik aşk kadınıhayatı, bu eksikliği ikisi için de telafi edebilmişti.

Kıskançlık, bir yığın gürültü, vicdan azabı,telaş, hulasa türlü uygunsuzluklar içinde, Fahirbirdenbire kendisini olduğundan başka görmeğebaşlamıştı. Sanki bir yarışta imiş gibi, metresininarkasından nefesi tıkana tıkana iki sene koşmuş,yetişip onu geçemediğini görünce bütündizginlerini teslim etmişti.İşte Mümtaz; hayatını baştan aşağıdeğiştirecek olan kadını bu şartlar içinde, böylebir yalnızlıkta tanımıştı. Mümtaz alt salondakaranlığa gömülmektense, biraz rahatsızolacağını bile bile yukarıda oturmayı tercihederdi. Fakat hangi İstanbullu bindiği vapurdakimlerin bulunup bulunmadığını merak etmez?Hele yersiz kalmak tehlikesi yoksa. O da altkamaraya göz atmadan yukarıya çıkmağa razıolmamış, orada çoktan beri rastlamadığı birdostunu karısiyle beraber görmüş, içinden;\"Sanki başka gün karşıma çıksan ne olurdu?\"diye diye yanlarına oturmuş, biraz sonra Nuranbir elinde birkaç paketle, bir çanta, öbüründeyedi yaşlarında, lepiska saçlı bir kız çocuğu,içeriye girmişti. Karı koca bu yeni geleni tıpkı


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook