düşünmek istiyordu. \"Daha iyisi hiçbir şeydüşünmemek.\" Acele acele Kazancılar içindengeçti. Dişçi mektebinin önünden, sabahleyinyem verdiği güvercinleri ürküterek yürüdü.Sonra tekrar karşıya döndü. Büyük kestaneninaltındaki kahveden, kimseye tutulmamak içinadeta koşa koşa geçti. Camiin avlusuna girdi.Yan gözüyle saate bakmıştı. Altıya on vardı.Gelmişlerdir!Şadırvanda iki ihtiyar abdest alıyordu. \"Nenamazı kılacaklar acaba?\" Siyah çarşaflı,pejmürde kıyafetli ihtiyar bir kadın, çömelmiş,avucuna doldurduğu suyu yüzüne götürerekbeceriksizce serinleniyordu. Elleri, sanki ateştekavrulmuş gibi, küçücüktü. Birkaç güvercin,avlunun mermerleri üzerinde, çok mücerret birbahçede gezinir gibi salınıyorlardı. \"Eskiminyatürlerin dilberleri gibi.\" Sonra kendinekızdı ve tekrar Suat'ın ağzıyle bu benzetmeğibozdu: \"Değil! Olsa olsa çok tecritçi bir kafadadüşüncelerin dolaşması gibi.\" Fakat bu dadeğildi. \"Düşünmeden evvelki düşüncebenzerleri gibi.\" Şimdi olmuştu. Birkaç güvercin,
revakın çatısında, dantelalı bir uçuşla bir şeylerçizdiler.Öbür kapının önünde tekrar ihtiyarların abdestalışına ve bütün avluya baktı. Bu, YahyaKemal'ın dediği gibi, cami kurulduğu gündenberi görülen bir ruh çerçevesiydi. İşte bunundevam etmesi lazımdı. \"Acaba eskiden çarşaflıkadın buraya gelir miydi?\" Fakat değişiklik sadebu değildi. Demin, geçerken yarı ucu kaldırılmışperdenin altından, içeride tek başına, sankicamiin loşluğunu arttırmamak için yanan birelektrik ışığı görmüştü. Fakat cami ve abdestalan ihtiyarlar... \"Milli olan herşey güzel veiyidir. Ve sonuna kadar devam etmesi lazımdır.\"Sonra hammalın düşüncesiyle yeniden konuştu:-Senin başın üzerinde pazarlık ettiğimi sanma!Senin de inandığın şeyler namınakonuşuyorum. Fakat bu sefer hammal tek başına değildi;şimdi Ereğli'de askerlik yapan Mehmet de,Boyacıköy'deki kahveci çırağı da işe giriyordu.Kapının önünde, başka bir ihtiyar kadın, keskin
bir Rumeli şivesiyle, fakat çok yavaş sesledileniyordu. Onun da küçük, çocuk elleri kadarküçük elleri vardı. Pörsümüş yüzünde gözleri,dağ kenarlarındaki pınarlara benziyor. Mümtazkadına para verirken bu gözlerin içine bakmakistedi. Fakat hiçbir şey göremedi; o kadar sert veacıyle örtülmüşlerdi ki. Sonra tesbihçininönünde durdu; çocukluğunun Binbir Gece'yihatırlatan ramazan sergilerinin bu son ve ufalmışhatırası, içinden geldiği alemi birkaç tesbihle ikiüç misvaka indirmiş, küçük bir dolaptasatıyordu. Nuran'la geçen ağustosta bu adamdaniki tesbih almışlar ve onunla konuşmuşlardı. Busefer de iki tesbih aldı; fakat tesbihleri Suat'ınbirdenbire uzanan ellerinden adeta güçlüklekurtardı. \"Uyanık iken rüya görüyorum.\"
2Kahve; bu yaz akşamının koyu ışığı içinde,sıcaktan, uğultudan bunalıyordu. Vapurbekliyenler, biraz sonra evlerine dağılacak semtinsanları, plaj dönüşünde arkadaşlarıyle bir çiftlaf etmeğe gelenler, her cinsten, her seviyedenbir kalabalık, akasyaların arasından sızan akşamgüneşine Niobe'nin kırk çocuğu gibi göğüslerinigermişler, vaziyet üzerinde konuşuyorlardı: -Hakikaten bu güneşte kahramanca birtahammülleri var. Adeta Homerique.Mümtaz yürüdükçe Hitler'in, Mussolini'nin,Stalin'in, Chamberlaine'in adlarını adeta havadankapıyordu. Bir masa önünden geçerken tanıdığı
birinin yüksek sesle söylediklerini duydu: -Azizim, bugünkü Fransa harp edemez,yozlaşmış millet. Andre Gide gibi insanlar. Zavallı Gide -ve zavallı Fransa! Eğer Fransaharp edemezse, elbette bu Gide'in yüzündendeğildir. Başka sebepleri olsa gerek- Fakat asılgaribi, bu adamın bugün için Gide'siz bir Fransatasavvur edebilmesiydi. Birdenbire bu kahvedebu akşamüstü her masada söylenen sözler,savrulan kehanetleri toplıyacak bir kitabıdüşündü. Ne güzel bir şahadetti. -Ve sadece buharbin başındaki eğer olacaksa, ruh haletinionlarla anlatmak!-Hadiseler olup bittikten sonra,bunun kadar alaka çekici, insan düşüncesiningarabetini gösterecek bir şahadet olamazdı. Amasıcağı sıcağına. Mesela bu gece yazılmalı.Çünkü işler olup bittikten sonra, aynı insanlarbütün samimilikleriyle bu akşam düşündükleriniyazmak isteseler, araya hadiseler girdiği içinaynı ruh halini ve düşünceyi bulamıyacaklardı.Çünkü hadiselerle beraber biz de değişiriz; vebiz değişince mazimizi de yeni baştan kurarız.İnsan kafası böyleydi. Zaman, onda daima
yeniden teşekkül ederdi. Hal, bu bıçak sırtı, hemmazinin yükünü taşır, hem de onu çizgi çizgideğiştirirdi.Bir başka masadan, başka bir sesin kehanetigeldi: -Azizim, İngiltere, zannettiğin kadar zayıfdeğildir. Görürsünüz, asıl kazanan Mussoliniolacak! Herif yirmi dört saatte Paris'tedir.Kendisini, Cabi İsmet Bey'in Üçüncü Selimdevri için yazdığı kitabı okuduğu zamanlardasandı: \"Bonapart nam general haber gönderdikim, benim padişahım, yedi derya dolusu askerile imdadına gelirim.\" Tabii, böyle değil ama,buna benzer şeyler. O zaman da bu şekilde birAvrupa buhranının içindeydik. Fakat neAvrupa'yı, ne kendimizi tanıyorduk. Bumemleketin ne kadar kanı akmıştı. Fransa'yıtutacağı yerde İngiltere'den ayrılmasaydı. Fakat,tarih olup bitmiş şeydi. İhsan'la bunları ne kadarkonuşmuşlardı. Ama şimdi İhsan hasta idi.Arkadaşları kahvenin gerisinde, bahçe
duvarına sırtlarını dayamışlar, oturuyorlardı.Öteden beri Mümtaz'ı tanıyan bir garson: -Orada sizi bekliyorlar, dedi. Harp olursa bu da askere gidecekti.Arkadaşlarının yüzleri asıktı. Selim, elindeki birzarfla oynuyordu. Onu görünce seslendiler:-İhsan nasıl?-Üçten beri görmedim. Ama, pek tehlikeligörünmüyor. Yalnız, geceden korkuyorum. Tekgünler daima mühim imiş.Bir sandalyeye oturdu. Elleri titriyordu.Göstermemek için cebine soktu.-Yüzün çok solgun, neyin var?-Hiç, dedi, sıkıntılar. Ve cebindeki eliyle Suat'tan kurtardığı tesbihiyokladı. \"Ne kadar çocuğum. Zorla kendimiçıldırtıyorum!\"
-Bana bir şey ısmarlayın!-Ne istersin?Deminki garson masayı elindeki bezle silereksaydı:-Kahve, çay, ayran, limonata, gazoz...Mümtaz, talebelik senelerinin arasından onunyüzüne, yeni terleyen bıyıklarına baktı. Bir günemanet ettiği çantasını kaybettiği için onuazarlamış, sonra dost olmuşlardı.-Bir çay! Sonra arkadaşlarına döndü: -Sizin neyiniz var, böyle?-Neyimiz olsun! Vaziyeti konuşuyoruz. Harpolacak mı, olmıyacak mı?Mümtaz, Orhan'ın atletik omuzlarına baktı:-Galiba olacak, dedi.
Bu hükmü verebilmesine kendi de şaşıyordu. -Bugün olmazsa yarın olacak. Başka çaresiyoktur. İşler bir kere bu raddeye geldiktensonra...-Peki, biz, biz ne olacağız?Selim elindeki zarfı uzattı:-Beni şubeden çağırdılar. Yarın gideceğim.Genç adam, içinden düşündü: -Belki bana da, Emirgan'a göndermişlerdir.İhsan biraz düzelsin de şubeye uğrarım.-Sualime cevap vermedin.Mümtaz, Orhan'a baktı. Dört sandalyeyebirden gerilmiş, esmer yüzü, camiin bahçesindensarkan ağaçlarda, her zamanki sükunetiyle,yüzüne bakmadan, onun cevabını bekliyordu.
-Taahhütlerimiz var: Fransa ve İngiltere, harbegirerse gireceğiz.İçlerinde en kederlisi Nuri'ydi:-Bu hafta evlenecektim.Mümtaz'ın gözleri önünde, sabahleyingördüğü gelinlik elbise bir daha sahip değiştirdi.Fakat hayır, Nuri zengindi; karısı bu kadar fakireşyası giymezdi. Daha güzel, daha süslü,yepyeni gelinlik elbiseler giyecek, mücevherlertakacaktı. Belki de Bedesten'de gördüğümücevher. Fakat Nuri askere giderse hammalınkarısından yine ayrılmayacaktı. Daha muntazam,daha rahat bir hayatın içinde onun içinağlayacak, tenha gecelerde uzviyetinin herkımıldanışında onu çağıracak, yanındabulamayınca bütün insanlığa düşman olacaktı.Küçük Leyla'yı fakülteden beri tanırdı. İlkgördüğü gün ona \"Cep kadını\" adını vermişti.Bir gün ceketinin söküğünü dikmişti; küçücükbaşı göğsüne doğru eğilmiş, kıvırcık saçlarlaelbisenin çizgisi arasından ensesinin
yumuşaklığını çok yakın bir şey gibi seyretmişti.Leyla, hakikaten lezzetli insanlardandı. Şimdibaşını yine böyle eğecek ve ağlıyacaktı.-Gitmeden evlenirsin. Yahut izin alırsın. Zatenbizim ne yapacağımız pek belli değil! Sonra birdenbire, bu sıkıntılardan kurtulmakister gibi hülyaya kaçtı: -Belki de hiç harp olmaz; bir uzlaşma çaresibulunur.Fahir:-Demin, başka çaresi yoktur, diyordun?-Ama, yine herşey bir pamuk ipliğinebağlanabilir. Asıl fenası nedir, bilir misiniz? Birdenbire durdu, çok sevdiği bir şairin birmısraını hatırlamıştı: \"Pire... Pire destin...\" diye tekrarladı.
-Evet, asıl fenası, diyordun?-Şu, emniyetsizlik. Hayat bir türlü yolunagiremiyor. Ve giremiyecek de. Biz harptenevvelki zamanı tanımadık. Çocuktuk. Fakatinsan kitapta okuyunca şaşırıyor. O ne emniyetve istikrardı. Para, iş, düşünme şekli, cemiyetiçindeki mücadeleler, hepsi, evvelden döşenmişyollarda yürür gibiydi. Halbuki şimdi, herşey altüst. Hudutlar bile bir gün, bir saat içindedeğişiyor. Hadiseler ve asabımız bir andasıfırdan yüze yükselebiliyor. Evet, belki bir çarebulurlar. Fakat işleri halletmez. Çünküemniyetsizlik, korku, politika adamlarını şaşırttı.Verilmiş bir yığın söz, iflas eden ümitler sinirleribozdu.Orhan aynı dalgınlıkla:-Evet, bu harp çıkarsa, artık geçen harp gibikazaen çıkmayacak!-Geçen harp de kazaen çıkmadı. HattaPoincare istediği için çıktı, diyenler bile var! Fakat ne olsa, yine bütün dünyayı gafil
avlamıştı. Herkes birbirinden korkuyor, herkesbirbirine karşı az çok silahlanıyordu. Fakat halk,böyle bir şeye imkan vermiyordu. \"Olamaz.\"diyorlardı. \"Bu medeniyet asrında bu kadartoptan ölüme karar verilemez.\" Fakat şimdi,dünya bir iç harbinde. Fikirler birbiriyle kavgaediyor. Fikirler sokağa düştü.-Ama, o küçük bir zümre, değil mi?-Değil! Çünkü bu her an devam edenbuhranlar, öbürlerini, daha sakinlerini, sadecehayatlarını yaşamak isteyenleri de bıktırdı. Onuniçin harp muhakkak gibi.Orhan, deminden beri, yeni açtığı kimyalaboratuvarının kapısına el kadar bir kilitasmakla meşguldü. Onu bitirdikten sonra:-Bir küçük liman için değer mi?-Elbette değmez. Fakat bir liman meselesideğil ki.Arkasından ne geleceği belli değil! Sonra, orta
yerde, hakikaten bir Nazi meselesi, bir tagallüp,bir tasallut var! Bu herif insanlığa musallat.-Mümtaz, hakikaten insanlığa inanmıyormusun?Mümtaz, Orhan'a baktı:-Başka neye inanılabilir? Suat'ın mektubunda bahsettiği küçük kızabenzemişti.-Ben inanmıyorum. Ve onların meseleleri içinkan dökmek hoşuma gitmiyor. Avrupa tehlikedeimiş. Bana ne! Biz tehlikedeyken o düşündümü? Balkan harbinde bir kere felaketi önlemeğiaklına getirdi mi? Asırlardır bize soğukkanlılıklaameliyat yaptılar. Kestiler, biçtiler. Birkaç asırlıktopraklarımızdan ot gibi söktüler. Sonra pirinçtarlasına havuç eker gibi yerimize başka milletlerekildi. Bunları yapan Avrupa değil miydi?Hitler'i, bugünün meselelerini Avrupa beslemedimi?
-İyi ama, bize, başkalarına üst üste yapılan buşeyler artık bir sona ersin, diye düşünülebilir. Veermeli de!-Bunu harp ile mi önleyeceksin?-Mademki taarruz var, elbette harple. Evvelakapıdaki tehlikeyi savacağım, sonra datekrarının önüne geçmeğe çalışacağım.-Fena bir şeyden iyi bir şey doğmaz!-Bazen o fena şey, tek çare olur. Kangreniameliyat durdurur. Cilt kanserini bıçaklakazırsın. Hulasa ameliyat fena şeydir ama, bazentek çare olur. Sonra, yeni bir ahlakın kurulması okadar güç, ve zaman isteyen bir şey ki. Bizzannediyoruz ki, o güneş doğar gibi birden gelir.Hayır ıstırapların ve tecrübelerin arasından,onların terbiyesiyle gelir. Fikirler aramızdadaima mevcut. Kıymet hükümleri tenimizegeçmiş; o kadar bizimle beraber, bizimleyaşıyorlar. Fakat hiçbir işe yaramıyorlar. Çünkükafanın bulunduğunu hayat bir türlübenimsemiyor.
-Harple mi benimseyecek? 1914 ila 1918arasının yaptıklarını gördük.-Doğru, tecrübe iflas etti.Orhan laboratuvarın kilidini asmış, dalgındalgın düşünüyordu. Böyle anlarında muhakkakbir halk şarkısı söylerdi. Nitekim Mümtaz'acevap vereceği yerde dudaklarının arasındanmırıldandı:\"Gide gide iki duvar arası,Kimi kurşun, kimi bıçak yarası...\"Mümtaz bu türküyü tanıyordu. Geçen büyükharpte babasıyla Konya'da iken akşamlarıuğradıkları istasyonda, nakliyat katarlarındasevkedilen askerler, sabaha doğru araba ile şehresebze taşıyanlar hep bunu söylerlerdi. Yanık birbestesi vardı.Ona göre geçen harpte Anadolu'nun bütündramı bu türküdeydi.
-Ne garip! Halka sızlanmak ve şikayet etmekyakışıyor ve hatta affediliyor, dedi. Geçenharbin türkülerine bakın! Ne muazzam şeylerdir,onlar! Daha eskileri de öyle. Mesela Kırım içinçıkan türkü gibi. Fakat münevverde hoşgörülmüyor. Demek ki onun sızlanma hakkıyok! Demek ki mesulüz.Nuri birdenbire tekrar eski bahse geldi:-Bu sefer de tecrübenin iflas etmiyeceğini nebiliyorsun? Bir küçük şeyin, bir samanparçasının eksikliği veya fazlası yüzünden.Mümtaz onun düşüncesini tamamladı:-Harbi müdafaa etmiyorum. Neye böyledüşünüyorsun? Bir kere insanlık galip veyamağlup, diye ikiye ayrılıcak mı. Bu kadarı kafi.Kıymet hükümleri, hatta uğrundadövüştüklerimizi iflas ettirmek için bu ayrılıkyeter. Elbette her buhranın arkasından iyi, çokiyi şeyler geleceğini beklemek hatadır. Fakat neyapabilirsin? İşte burada beş kişiyiz. Beşarkadaş. Tek başımıza düşündüğümüz zaman
kendimizi bir yığın kuvvete sahip bulabiliriz.Fakat herhangi bir hadise karşısında...Arkadaşları merakla ona bakıyorlardı. Odevam etti:-Sabahtan beri kendi içimde bunu münakaşaediyorum. Fakat birdenbire tekrar, deminki fikredöndü. Bilakis daha kötü şeyler çok kötü şeylerde çıkabilir.-Sabahtan beri neyi münakaşa ediyordun?-Sabahleyin Hekimalipaşa Camii taraflarındaidim. Kız çocukları türkü ile oyun oynuyorlardı.Ta fetihten beri belki bu türküler vardı. Ve kızçocukları onları söyliyerek oynuyorlardı. İşte butürkülerin devam etmesini istiyorum.-O müdafaa harbi. O başka.-Bazen bir müdafaa harbi, çehresinideğiştirebilir. Tabii harp olursa behemehalgideceğiz, demiyorum. Çünkü hadiselerin neolacağını kimse bilmez. Bazen en umulmadık
yerde bir kapı açılır. Birdenbire, bir de bakarsınhesapta olmayan bir vaziyet hasıl olmuş! Ozaman harbe girip girmemek senin ihtiyarındaolan bir iş olur.-İnsan hakikaten düşününce şaşırıyor. Geçenharbin başında insaniyeti idare edenlerlebugünküler arasında fark, akla sığar şey değil!Mümtaz hayalinde, bir şeyler soracakmış gibiİhsan'ı aradı.-Tabii çok ayrılık var. O zaman insanlık birtek fabrikadan çıkmış gibiydi. Ne kadar çokşeye hürmet ediyorduk. Sonra o asırlıkdiplomasi, onun nezaketleri, itiyatları. Halbukişimdi. Mahalleye deli taşınmış gibi bir şey.Avrupa kalmadı. Avrupa'nın yarısı, halkıkışkırtmakla, kinler, yeni masallar icadıyletutunan sergüzeştçiler elinde. Konuştukçademinki sabit fikirlerden, hayallerdenkurtulduğunu sanıyordu. -Biliyor musunuz ben ne vakit vaziyetten ümitkestim? Rus-Alman ademitecavüz paktı
imzalandığı gün.-Ama, solcular pek beğeniyor. Bir dinlesen!Hepsi şimdi Hitler'i övüyorlar. Sanki Rayiştagyangını mahkemesi olmamış gibi.Nuri'nin yüzü hiddetten sapsarıydı. -Sanki o kadar cinayet yapılmamış gibi.-Tabii överler. Fakat iş'ar-ı ahire kadar.Anlıyorsunuz ya, kıymet hükümlerini insan birkere kaybetmesin! Onun için, harbi sevmemekleberaber harpten korkmuyorum ve bekliyorum.Kendisinde hiç tanımadığı bir katiyetlekonuşuyordu. Karşı kahvelerden birisinde birradyo veya gramofon, akşam saatine başka birsarsıntı getirdi. Eyyubi Bekir Ağa'nın MahurBestesi akşamın içinde yüzdü. Mümtaz olduğuyerde sarsıldı. Dinlediği bestenin arasından,Nuran'ın dedesinin Mahur Bestesi, aşkın veölümün o muzlim şiiri içine doluyordu. Kendikendine \"Yarın gidecek ve benden dargınolarak.\" Birdenbire içinde garip, tahammül
edilmeyecek kadar büyük bir hiddet kabardı.\"Neden böyle oldu; niçin herkes bana böyleyükleniyor?\" Huzurdan bahsediyordu. Pekibenim huzurum nerede kaldı? Ben yokmuydum? Bu kadar yalnız ne yapacağım?Hemen hemen genç kadının kelimeleriylekonuşmuştu. -Huzur, iç rahatı... Bütün mesele burada... Orhan sözünü bitirmedi.-Devam et!-Hayır, söyliyeceğimi unuttum. Yalnız birnoktada haklısın. Fenalığı kabul etmemek lazım.Haksızlığı her kabul ediş, daha büyüğünüdoğuruyor.-Bir nokta daha var. Haksızlığa hücumederken yeni bir haksızlık yapmamak... Bu harp,olursa eğer, çok kan dökülecek. Fakatçekeceğimiz ıstıraplar beyhude olur, eğermetodu değiştirmezsek...
\"Huzuru Nuran'da değil, içimde aramalıyım.Bu da ancak feragatle olur.\" Kalktı:-İhsan'ı merak ediyorum, dedi. Beni mazurgörün. Sonra bu düşünceleri de bırakın. Kimbilir belki hiç harp olmaz! Belki de biz girmeyiz.Biz, çok kan kaybetmiş milletiz, epeyce dersaldık. Hadiseler imkan verir, belki hiç girmeyiz.Arkadaşlarından ayrılırken, böyle bir harpolursa geçireceği safhalar üstünde hiçkonuşmadıklarına dikkat etti. Buna içindensevindi.-Fakat hakikaten olacak mı? Yanı başında bir ses, -Aldırma, dedi. Güzel konuştun, rahatladın!Bu kadarı yeter. Bu Suat'ın alay eden sesiydi. Belki de ondankaçmak için koşa koşa tramvaya atladı.
3Hasta hep eskisi gibiydi. Zayıflamış yüzühummanın ateşiyle kızarmıştı. Dudaklar çatlakve gergindi; zaman zaman dili ile onlarııslatmağa çalışıyordu. Artık eski İhsan değildi;belki onun bir hatırası olmağa doğru gidiyordu.O kadar ki, onu böyle görmek, mukadder yolunyarısında karşılaşmağa benziyordu. Yalnızkendisinde, başka tanıdıklarında kalmağa birhazırlıktı bu. Çehresi biraz daha yorulsun, içtenufalsın, sade bizdekiyle kalacak, bizim içimizegeçecek.Ellerine baktı. Damarları dışarıya çıkmış,kavrulmuş gibiydiler. Fakat canlıydılar. Başkatürlü bir hayat tarafından zaptedilmiş, başka bir
iklimde yaşıyormuş gibi canlıydılar. Bu kırkderecenin iklimi idi; fakat sade o değildi; kırkderece bu iklimi tek başına yapmıyordu. Biryığın küçük mikrop, basil diye anılan, hususialetlerle gösterilen, ince, sırça tüplerde, kılborularda hapsedilen, cins cins hayvanaaşılanan, böylelikle üretilen, yaşaması,çoğalması için hususi vasıtalar aranan,sıcaklıklar, soğukluklar bulunan,etrafındakilerden ayırmak, hakiki, küçük, gözlegörünmez hüviyetlerinde yakalamak için biryığın tecrübeye girişilen, en akla sığmazşekillerde boyanılan, kırmızı kandan derecederece, kirli yeşile doğru giden mavilerdemuhafaza edilen varlıklar, onların şartları vardı;ve bu mahluklarla beraberinde taşıdıkları buşartlar, bu otuz dokuzla kırk arasındaki sıcaklıkderecesini, hayatla ölümün arasında bizimcoğrafyamızdan çok ayrı bir iklim, çok hususibir yükseklik, boğucu, çürütücü bir bataklık,binlerce metre yüksekliklerde duyulan bir havadarlığı, bilinmeyen gazların terkibiyle kaynaşanbir volkan ağzı gibi bir şey yapmıştı.
Hastanın göğsü, fena işleyen bir körük gibiinip çıkıyor, kurtarıcı, devam ettirici nefesi birtürlü yetecek miktarda bulamıyor, ağızyutarcasına bir iştiha ile aldığını, belirsiz birhareketle, delik bir lastiğin havasını bırakmasıgibi, hiç farkettirmeden boşanıyor, yutma nekadar çabuk oluyorsa ve ne kadar gözegörünüyorsa, kusma da o kadar belirsizoluyordu.Öyle ki artık buna, bu hırıltılı ve en şematikfonksiyonuna inmiş, yetersizliği içinde inipçıkan uzva, insan göğsü demek güçtü. Başıucundaki yarı örtülü ışıkla bu sefalet, daha gözeçarpar şekilde aydınlanıyordu. Bu hasta odasıışığı da garipti; sanki herşeyi kendisine mahsusbir işaretle gösteriyor, burada şu ve şu, ötede şuve şunlar var diye ısrarla sayıyordu. \"Ben çokhususi bir hali, otuz dokuzla kırk arasındaki birhaddi, en son eşiği bekliyorum; onuaydınlatıyorum.\" diyen bir ışıktı bu. Fakat bukonuşma, Mümtaz'a göre herşeyde biraz vardı.Yatak, hasta ile beraber kabarmış, onun ıstırabınıbenimsemişti. Perdeler, gardrobun aynası,
odanın sessizliği; gittikçe hızını arttıran saat sesi,herşey bu otuz dokuzla kırkın arasının neacayip, korkunç, bir dehliz, malumdan meçhule,adetten sıfıra, şuurdan mutlak atalete geçen,nasıl çetin bir yol olduğunu gösteriyordu.Bu bir saltanattı. Orada yatan, elleriyle otuzaltı derecenin tabii ikliminde hiç yapmadığıhareketleri yapan, bulunduğu yüksekliktegöğsünü biteviye indirip kaldırıp ciğerleriniserinletecek hava arayan, gerilmiş, yıllardırlülesinden su akmamış kır çeşmelerininönündeki, o bir parça suya, serinliğe hasrettopraklar gibi çatlamış dudaklariyle, aydınlığıkusan gözleriyle, içinden ufalan yüzü ile, \"Benartık eskisi gibi değilim.\" diye avaz avaz ilaneden bu hastanın uzviyetinde bu saltanat dokuzgünde kurulmuştu. Dokuz gün içinde eskisiolmaktan, herkese benzemekten çıkmış, hayatınkenarına çekilmiş, orada, yalnız dikkat edilirseşaşırtıcı olan bir değişme içinde yavaş ve eminbir şekilde onu kurmuştu.Tanıdığı adamdan bu odada ne vardı?Maddenin ıstırabından başka hemen hemen
hiçbir şey. Gözlerinde parlayan ışık bile insanatanınan varlığın ifadesi gibi gelmiyordu. Neredeise, herhangi bir aksi taşıyan bir madde de bukadar parlar, diyecekti. Fakat hayır, hastanıngözleri başka türlü parlıyordu. Sanki bulunduğuuçta, onun düşüncelerini okuyormuş gibi birşeydi bu. \"Neden hep böyle kötü düşünürüm, bukadar korkağım?\" diye kendini içten azarladı vekonuşmak için yanına doğru yanaştı.Fakat hasta ellerini ellerine alınca gözlerinikapamıştı; konuşmak istemiyordu. Küçük birsessizlik oldu. O zamana kadar duymadığıcinsten bir sessizlik.Buna sessizlik denemezdi. Çünkü masa saatialabildiğine işliyordu. Sanki herşey onun emrineverilmişti. Gittikçe artan bir süratle başka birzamanı. İnsanın dışında denebilecek birzamanla, insan ömrünün zamanı arasında birzamanı, yolun yarısına gelmiş bir oluşun, birazsonra tek bir sıçrayışta kendisini tamamlıyacakkorkunç bir istihalenin zamanını sayıyordu. Bumücerret hareketin değilse bile insandanboşalmağa çalışan, ölüme doğru giden bir
değişmenin zamanı idi.Bir sürfenin böcek haline, böceğin kelebekhaline girdiği anlarda, bu oluşları benimsemiş,onların nabzı olmuş, onları içinden idare edenzaman yok mu? İşte o cinsten bir zamandı. Vebu gece burada yatanın da böyle bir mahiyet vecins değiştiren hayvandan ne farkı vardı?Hasta gözlerini açtı; dudaklarını elindengeldiği kadar ıslattı; Mümtaz küçük kaşıklasuyunu verdi; sonra eğildi, bu kabustankurtulduğuna memnun:-Nasılsın ağabey? diye sordu.İhsan eliyle her manaya gelebilecek bir işaretyaptı. Sonra kendisine ait bir hüküm vermektençekiniyormuş gibi:-Sen nasılsın? demek için dilini güçlükleağzının içinde dolaştırdı. Durdu; kendisini biraz yukarıya doğruçekmeğe çalıştı. Fakat yapamadı. Göğüs
birdenbire darlaştı. Eller hareketlerini arttırdılar.Yüz boğulacak gibi kızardı.-Bir doktor getirsek Mümtaz. Benkorkuyorum.Mümtaz bu gecenin sayılı gecelerden biriolduğunu biliyordu. Fakat krizin bu kadarkuvvetli olacağını tahmin etmemişti. Onun içinhastanın gittikçe fenalaşan haline adetaşaşkınlıkla baktı. Kafasında korkunç ihtimallerbirbiriyle çarpıştı:-Ya ben yokken bir şey olursa? diye düşündü.Şaşkınlık içinde, o zaman getireceği doktorune yapacağını düşündü. Bir saniye içinde o hiçsevmediği, antipatik yüzlü mahalle doktoru,gözlerinin önünden geçti. Ötekiler, tanıdıkları,hepsi sayfiyedeydiler. Haksız mıydılar? Bu sıcakmevsimde kendisi de şimdi bir hastalıkolmasaydı, burada mı olacaktı? Gözlerininönünde Vaniköy'den Kandilli'ye giden yol,kablonun büyük elmas iğnesiyle, balıkçı ışıkları,yıldız çalkantıları, kuş ve böcek sesleriyle, tıpkı
geceleyin perdesi indirilmiş büyük yalıpencerelerinin camlarında seyredilen ve ışıktanyapılmış ebruları andıran o sade parıltı ve renkperdesi hayaller gibi canlandı ve Mümtaz -herhangi fena bir ihtimalde- hiçbir işeyaramıyacak doktor sırtında, kendisini bu yolda,bu aydınlığın içinde yürür gördü.O zaman muhayyilesinin bu korkunçihtimallere rağmen, hala uzakta yaşadığını, çokmühim bir tarafının yalnız Nuran'ı düşündüğünüanladı. Kendisinden, hodbinliğinden mahçupayağa kalktı. Macide enjeksiyon yapmasınıbiliyordu. Fakat bu kadar güç bir işi ona nasılemanet etmeliydi? Tekrar İhsan'a baktı. Tam birboğulma içinde çırpınıyordu. Mümtaz'ıntereddüdünü Macide yendi; ayağa kalkarak:-İğne yapacağım, dedi. Bu hiç tanımadığı bir Macide idi. Sapsarı,gözleriyle her itiraza meydan okuyan, erkeğinikurtarmağa karar vermiş, bu kararla kendikafasındaki zaafları yenmiş kadındı. Mümtaz,İhsan'ın kolunu açtı, Macide vakit kaybetmemek
için iğnenin ucunu sadece alkolle silerekşırıngaya taktı, sonra ışığa kaldırdı; gözlerineinanamıyormuş gibi Mümtaz'a gösterdi.Mümtaz, İhsan'ın kolundan geniş, atletikformunda ince bir kan izinin hala güneş yanığıgeçmemiş deri üzerinde yol aradığını gördü.Hastanın annesi bütün bu işlere şaşırmış yüzü ileçok korkunç bir şey gibi bakıyordu. O uzviyeteherhangi bir müdahaleden korkardı. Fakat hastaferahlamıştı.-Ne olur Mümtaz. bir doktor çağır.Bunu Nuran mı söylemişti, yoksa büyükyengesi mi? Fakat Nuran uzakta idi. Bu gece buküçük evdeki korkuyu, telaşı bilemezdi. O yarınİzmir'e gidecekti. Şimdi belki de eşyalarınıhazırlamakla meşguldü. Yahut Fahir'le evdekonuşuyorlar, istikbal için projelerhazırlıyorlardı. Bir rüyadan yeni sıyrılanlarıngarip ve sarsıntılı idrakiyle yerinden kalktı.Gördüğü iplik inceliğindeki kan onu alt üstetmişti. Halbuki neydi? Vücudumuzda kilolarlataşıdığımız bir şey.
-Behemehal lazım mı?Macide de kaynanasının fikrindeydi.-Ne olur, ne olmaz? diyordu.Mümtaz kapıya doğru yürüdü. Doktorçağıracaktı. Doktor çağırmak adetti. Hastalariyileşsin, iyileşmesin doktor çağırılmalıydı. Nehayat, ne de ölüm adını verdiğimiz kardeşi,doktorsuz olurdu. Hele ölüm... Yaşadığımızdünyada başında doktor olmadan ölmek adetaayıptı. Bu ancak muharebe meydanlarında,insanlar toptan, binlerce, on binlerce öldüklerizaman olabilirdi. Çünkü ölüm aslında pahalı birşeydi. Fakat bazen ucuzlar, herkesin olurdu. Ozaman ne doktora, ne eczacıya, ne ilaca, ne deherhangi bir şefkate ihtiyaç olmadan insanlarbirbirlerine sokularak, birbirlerini kucaklıyarak,birbirlerinin içine geçerek, birbirleriyle en hususitaraflarını paylaşarak ölürlerdi. Fakat evinde,yatağında, kendine mahsus ölümle ölmek, bumuayyen kaideleri olan bir şeydi. Hafız, papaz,doktor, Kur'an sesi, eczacı havanı, gözyaşı,takdis edilmiş su, çan sesi... Ancak bunlarla
ölüm tamamlanabilirdi. Bu insan kafasınıntabiatın nizamına eklediği bir şeydi. İnsanlarınarasında bu iş böyle olurdu. Vakıa tabiat bundanhabersizdi. Bu ilavenin varlığını bile bilmezdi.Tabiatın ölümü başka idi. O kozmik zamanıkendi içinde duymak, onun dağıtıcı pervanesiuzviyetinde ve ruhunda döndükçe, evvelahatıraları ve hafızayı, sonra duyumları veduyuları perde perde kaybetmek, sonsuzboşlukta bu pervanenin hızına göre birbirindenuzaklaşan bir yığın zerreye dağılmak, iştetabiattaki ölüm.Macide'nin tam vaktindeki cesaretiyle İhsan'ıniçinde bu pervane durmuştu. Tıpkı düğmesitersine çevrilen vantilatörün hastanın odasındakigardrobun üstünde, uçmağa hazır bir kuşuandıran o hareketsiz duruşu gibi. Evet, durmuştuve bu da bir şeydi.Hastanın yüzüne bir daha baktı ve odadanmüphem bir işaret yaparak çıktı. Yavaş, adeta suiçinde yitirir gibi, kendisinin de layıkiylebilmediği birtakım düşüncelerin arasında hareketediyordu. Sanki eşya ile kendisinin arasında bir
yığın perde vardı. Yahut da içinde kımıldadığı,düşündüğü, konuştuğu alem, asıl yaşadığı alemdeğildi. Bir nevi sadece müşahit şahsiyetleetrafiyle temas eder gibiydi. Bununla beraberherşeyi görüyor, kaydediyor ve düşünüyordu.Fakat bu görme ve düşünme, hatta konuşmaadeta dumanlaşmış, kesafetini kaybetmiş birhüviyetle oluyordu. Taşlığın lambasını yaktı veher zaman yaptığı gibi aynaya baktı. Mümtazhiçbir aynayı kaçırmazdı. Aynalar onun içininsan talihinin remzi, zihnin gaibe doğruuzatılmış bir imkanı gibiydiler.Bu sefer de aynaya baktı. Düz billurdaaydınlık, küçük bir sarsıntı ile yerine oturdu. Vebütün taşlığı derhal içine aldı. Aynalar garipti;derhal işe başlarlardı. Henüz uykudan uyanmışbir hali vardı. Taşlığın öbür ucunda dörtayakkabı vardı. Dördü de hastanındı. Duvardakalın saplı şemsiye asılıydı. Acaba bunları tekrarkullanabilecek miydi? Niçin olmasın? Dağıtıcıpervanenin hızı insanın içinde durması yaşamakiçin kafiydi. O zaman kozmik zamandaninsanın, hayatın zamanına geçilirdi. Bu düzeltici,
her yarayı kapayan, her pürüzü temizleyen birzamandı. Orada saatler insanoğluna dosttu. Dörtayakkabı; ikisini yazın başında almıştı. Birisiyah, biri sarı, fakat ikisi de kışın giyilebilecekcinstendi. Ağabey, yazın kışlık ayakkabıalmışsın? diye alay ettiği zaman, böylezamanlardaki ciddi tavrıyla:\"Ben ihtiyatlı adamım.\" demişti. İhtiyatlıadam! İhtiyatlı olsaydı hiç zatürree olur muydu?Tekrar ayakkabılara baktı; \"Şu dünyadaetrafımızdaki şeylere ne kadar az sahipolabiliyoruz.\" Bu ayakkabılar, bu şemsiye, buevin içindeki eşya, evin kendisi, her şey gibionundu. Yalnız kendisinin olanlar vardı;başkalarıyla paylaştıkları vardı. Fakat yarın,Allah göstermesin, ona bir şey olsa. Hepsi onunolmaktan çıkacaklardı. Meğer ki, hatırlayan birinsan, bir hafıza bulunsun. Hakiki tasarrufumuzyalnız insanla ve insanda idi. İnsan zekası, insankalbi, insan ruhu, insan hafızası... İnsançekilince orta yerde hiçbir şey kalmıyordu.\"Vakıa bazı hayvanlar da sahiplerini veyaşadıkları yeri unutmazlar.\" Fakat bu da
insandan kendilerine geçen bir şeydi. Elektriğisöndürdü.Dört ayakkabı, şemsiye, küçük masa üstünekonmuş, akşamdan alınmış öteberi, taşlığın ucuzcinsten maltızı herşey silindi. Aynanın billurupencereden giren belirsiz ışık altında, kenarsız,hatta şekilsiz bir takım gölgeler diyarı oldu.Herşey ne kadar çabucak silinmişti. Bir tecrübeyapan insan haliyle tekrar lambayı yaktı. Bir aniçin tekrar düz satıhta ve onun bir kısmını dahaparlak bir tekrarla içine aldığı taşlıkta herşeybütün vuzuhuyle, kendi üstlerine toplanmışşekilleri ve hacimleriyle, birbiriyle olan sessizalakalariyle, canlı, ahenkli, varlıklarını müdrik,hatta var olmaktan, beraber bulunmaktan,herhangi bir bütünü tamamlanmaktan adetamemnun, canlandılar. \"Bunlar, bensiz demevcut.\" Bir ışığın olması kafi. Işık, yaniherhangi bir ihsaslar manzumesi ve onunemrinde, onunla işleyen bir şuur, bir hafıza. Ohalde ben lazımım! Ben veyahut herhangi biri.İsterse en son insan.Kapıyı merdivenlerden inerken gösterdiği
dikkatle kapadı.Sokak ıssız, geceye rağmen, az çok aydınlıkve gecenin sesleriyle doluyordu. Uzakta yolun tabaşında, bu sokağa ve açıldığı daha büyük yola,ortada duruşuyle, yere yatırılmış bir terazi haliveren çeşmenin açık lülesi, birkaç kurbağa veböcek sesiyle bu yaz gecesini tek başlarınakurmağa yetiyor gibiydi. Onların kurbağa sırtıgibi benekli ve yeşil zemini üstünde uzaktangelen boş tramvay sarsıntıları, cinsi tayinedilemeyen gürültüler bir alev gibi parlıyor,sönüyorlardı. Bu, şairlerin herşeyin uyuduğunusöyledikleri saatti. Komşu kapının eşiğinesığınmış bir kedi yavrusu, insan tecrübesinihenüz geçirmemiş hayvanların ani korkusu ilebirdenbire adımlarının hemen ucundan geriledive üzerine atılacakmış gibi pufladı. Mümtazyalnızlığında ürküttüğü bu mahluka fevkaladebir ders alacakmış gibi baktı. Ona, bu küçükyavrunun korkusu ile günlerden beri kendiyaşayışında, düşüncelerinin ıttıratsızlığında,kafasında her gördüğü, her işittiği şeyin birmusallat fikir haline gelişinde bir benzerlik var
gibi geliyordu. Kaç aydır, sadece sarsıntıhalindeyim. Kendi halime kalsaydım, yineherşey düzelirdi. Hiç olmazsa dargınayrılmazdık... Elinden geldiği kadar hiçbir şeydüşünmeden acele acele tramvay caddesineçıktı. Yolun iki tarafına, boş bir otomobil varmı? diye bakınarak, arayarak yürüyordu.Mamafih doktorun evi de uzakta değildi; ikiadımlık yerdi, elverir ki evde bulunsun ve kapıyıaçmağa, beraberce gelmeğe razı olsun. Fakatdoktor evde değildi. Sanki saat sekizdekendisine; \"Emrinize her zaman hazırım,vazifemdir.\" diyen adam ortadan kaybolmuş.Sade kendisi değil, bütün ev halkı. Uzun uzunzile basıyor; kapıyı yumruklariyle dövüyordu.Fakat çıt bile işitilmiyordu. Evcek ölümuykusuna mı yattılar acaba? Nihayet kapıaralandı, pejmürde kıyafetli bir hizmetçi, doktorbeyle hanımın geç vakit gece yatısına gitmeğekarar verdiklerini söyledi.-Sekizden sonra gece yatısına gidilir mi?-İnsanın parası olunca sekizden sonra dagider.
Hizmetçi daha fazla konuşursa uykusudağılmaktan korkar gibi cümlesini bitirmedenkapıyı kapattı. Çaresiz Bayezıt'a çıkacak,hükümet doktorunu çağıracaktı. Evdenuzaklaştığı andan beri vehimleri artmıştı. Her an,biraz daha gecikirse felaketin sakınılmaz halegeleceğinden korkuyordu. Yolda kimse yoktu.Yalnız ta ileride, caddeye çıktığı noktadancaddenin biter gibi göründüğü dirseğinde birkaçtramvay amelesinin teşkil ettiği bir grup, geceiçinde daha keskin görülen pembesi üstüneflatuni bir aydınlığın üstüne eğilmişler, insanaister istemez Rambrandt'ın tablolarını hatırlatanbir gölge ve ışık oyunu içinde rayları tamirediyorlardı. Gece içinde bu ışıkla, onun kırdığıkaranlığa, parlayan çehre ve elbiselere vekaranlığa yavaş yavaş modele ilerledikçe dahafazla gömülen gölgelere baka baka yürüdü. Işık,her hareketi ayrı ayrı geceye nakşediyor ve çoksaltanatlı bir gölge içinde yavaş yavaş ve eminşekilde, formları tamamlıyordu. Böylece aleladebir iş çok kesif surette canlı oluyordu.Yanlarına geldiği zaman amelelerden biri,
kendisinden cıgara istedi. -Hiç birimizde kalmadı, diyordu. Mümtaz, cebindeki yarım paketi onlara bıraktıve yoluna devam etti. Yaz gecesi, çekiç sesleri,ağaç hışırtıları, uzaklarda yolları deneyen boştramvay arabalarının sarsıntılı geçişleriiçinde devam ediyordu. Bayezıt'ta nahiyemerkezi, bu cins resmi binalara mahsus o acayipve dolu çıplaklık içinde, iki elektrik lambasınınışığında sanki tetikte uyuyordu. Fakat çabucakuyandı. İlk önce nöbetçi bir polis, bilinmeyen biryerden açık yakası ve elinde tuttuğu kasketiyleçıktı; sonra bir hademe bir aralıkta üstündeuyuduğu iskemle ile görünmeğe razı oldu.İskemle ve misafiri beraberce uyandılar. BirisiMümtaz'a doğru ilerledi, öbürü bir adım geriçekildi.Hayır, doktor yoktu. Biraz evvel çok ağır birdoğum için çağrılmış, sonra da gecikeceğinitelefonla haber vermişti.Bu gece bir çocuk doğmuştu. Mümtaz'ın zihni
bunu bir gazete havadisi gibi ehemmiyetvermeden kaydetti. Sonra aradığınıbulamamanın şaşkınlığı içinde karşısındakilerinyüzüne baktı. Polis memuru, doktor, doktor,diye tekrarladı. Nihayet, Soğanağa'nın birazilerisinde, bir askeri doktorun evini iyiden iyiyetarif etti:-Son derecede iyi adamdır, iki eli kanda olsakoşar, fakat bilmiyorum, evinde mi?-Nasıl evinde mi?-Çocukları yazlığa taşındılar. Fakat o bazıgeceler bu tarafta kalıyor.Mümtaz bu boğucu geceye biraz serinlik,biraz deniz aksi katmak için sordu:-Çocukları nerede oturuyor?..-Çengelköyü'nde. Orada bir köşkleri var.Çengelköyü'nde... Mümtaz kendisini bu songünlerin endişesinden uzak, Çengelköyü'nde
veya Boğaz'ın herhangi bir köşesinde görmeğine kadar isterdi. Ne kadar isterdi ki, ayaklarınınaltında bozuk bir yol, başının üstünde Kuleli'ninağaçları, o gölgelerin karanlık suda kendilerinemahsus bir alem kurdukları yerde bulunsun,biraz ileride fabrika bekçisiyle konuşsun, sonrayavaş yavaş Vaniköyü'nden Kandilli'ye doğruyürüsün ve tam yokuşun üstünde bir taşaotursun, denizi seyretsin, geceyi büyük ve siyahbir gül gibi koklasın. Nuran'la yarınkibuluşmalarını düşünsün. Nuran'ın adı bir sıtmagibi vücudunu dolaştı. Fakat hatırlamanın hazzıartık eskiden olduğu gibi saf değildi. Ona İhsan'ıihmal etmiş olma vehminin azabı karışıyordu.Halbuki buraya kadar koşa koşa gelmişti. Ozaman ter içinde olduğunu anladı. Fakat yinekoşacaktı. Bu bir nevi yıldız işiydi. Kabahatlidoğanlar bütün ömrünce daima içlerinde buazap, böyle koşarlardı. -Ben de bütün ömrümce. Zavallı İhsan, diyediye dar bir sokağa saptı.
4Kapıyı bir nefer açtı. Temiz giyinmiş birİstanbul çocuğuydu. Doktoru sorunca yukarıdadiye bir işaret yaptı ve sonra kayboldu. Hemenanında tekrar aşağıya indi. Yukarıya çıkmasınırica etti. Burası büyükçe bir oda idi. İkipenceresi, denize bakıyordu. Bir kenardagenişçe bir divan, yanında iki sandalye üzerineyığılmış bir sürü plak, öbür tarafta da açık birgramofon vardı. Mümtaz, doktorun yüzünebakmadan evvel çalınan parçayı tanıdı. Viyolonkonçerto sonuna yaklaşıyordu. Doktor yatağınınüzerinde ayağında getirler ve külot pantalon,sırtında terden vücuda yapışmış fanila, hiçistifini bozmadan dinliyordu. Mümtaz, motifininsana gerçekten bir rüyadaymış hissini veren
acayip bir değişiklik içinde, kendi cevherindeyavaş yavaş yaklaştığını adeta gözleriyle gördü.Sanki gözlerinin önünde henüz toprağa atılan birtohum çarçabuk büyüyor, dal, yaprak,veriyordu.Ne beklenmedik bir hazırlanışı, süzülüşü,kendini haber verişi, tereddütleri ve nihayet birhakikat keşfedilir gibi gelişi, kısa gelişmesini,ince nüans farklarıyle, tıpkı bir sonbaharbereketi gibi tekrarlayıp sonra yeniden kendideğişikliğinin mucizesi içinde kayboluşu vardı.Hiçbir şey söylemeden, o da yatağın, doktorunbir ayağını çekerek kendisi için boşalttığı birköşesine oturdu ve dinlemeğe başladı.Neydi bu? Kendisine sorsalar, \"Şüphesizdünyada en bağlı olduğum şeylerden biri.\"derdi. Fakat yine hiçbir şey söylememiş olurdu.İnsan talihinin bir remzi miydi? Bir şikayet veyatevekkül müydü? Hatıraların; gayri şuurunışığında muzlim bir raksı mıydı? Hangi ölüyüçağırıyor, hangi zamanı diriltiyordu? Yoksasadece bir devin, insan kılığında, fakat insandançok başka bir mahlukun içindeki kuvveti
harcamak için hayatın dışında, kendi kendinedidinerek kurduğu bir baska dünya mıydı?Muhakkak ki, bu da İhsan'ın başı ucunda iyideniyiye duyduğu o hususi iklim gibi, kendimemahsus sıcaklık dereceleri, boğucuyükseklikleri, sert ve diriltici rüzgarları,kahredici samları olan hususi bir iklimdi. Buradada tıpkı nabız yüz yirmide ve hararet kırkta ikenolduğu gibi, başka türlü ve çok güç, yahut hiçolmazsa çok derin yaşanıyordu.Suat, ölmeden evvel bu konçertoyu dinlemişti.Hatta daha evvel, bütün bir gün üst üste sadeonu dinlemişti. Mektubunda böyle yazıyordu.Fakat bu tercihi niçin yaptığını söylemiyordu.Konçerto, ağır, ıstıraplı yürüyüşünde bununsırrını vermiyordu. Hatta Suat'ın kendisinidinlediğinden de habersizdi. O sadece alevdencevherini etrafa dağıtıyordu.Mümtaz gramofona, Suat'ın bütün sırrı, sankimikrofonun küçük madeni yuvarlağı ile diskindonuk parıltılar içinde dönen çok kapalı dünyasıarasındaymış gibi bakıyordu. Kaç kere onuevinde o son gecede bu parçayı dinlerken
tahayyül etmişti. Yüzü muhakkak sapsarıolmalıydı. Kim bilir, belki de bana yazmamıteklif ettiği hikayedeki kahramanı gibi bir nevivelilik güzelliği içinde herşeye gülüyordu.Mektubunda söylediğine göre ilk önce o küçükkızla bu konçertoyu dinlemişler, o ertesi sabahgittikten sonra da kendi kendine onu çalmıştı.Ve gece, mektubunu yazarken yine bunudinlemişti. -Şüphesiz ara sıra başını kaldırıyor,en sonuncu defa olduğunu bildiği için bütündikkatiyle bu ıstıraplı yürüyüşe kendiniveriyordu. Belki de bütün ölecek olanlar gibidalgın ve herşeye kayıtsızdı. Belki dekorkuyordu. Yapacağı işe pişmandı. Onuyapmamak için bir çare arıyor, birisi gelsin, benibundan kurtarsın! diye kapılara bakıyordu.Acaba bu konçertonun da onun ölümünde birhissesi var mıydı? İnsanı o kadar imkansızyerlere götürüyordu ki... Sonra birdenbire aynıparçayı kendisinin de bu gece dinlediğinimüphem şekilde hatırladı. Evet, şu anda içindekihatıra acılığı, o biçare uyanış beyhude değildi.\"Fakat nerede? Akşam eve geldim; İhsan'la biraz
konuştum. İyiydi. Ben de yorgundum. Yattım.Sonra Macide beni uyandırana kadar.\" Diskinbirinci tarafı bir hırıltıda bitti. Doktor gençadama bakmadan ikinci yüzünü koydu. Mümtazuyanmış gibi alnını sildi. \"Fakat nerede?. Yoksarüyada mı?\" Elbette bütün parçayı dinleyemezdi.Fakat bu taptaze hatıra lezzeti, o acılık. Daha ilkgördüğü bir adamın yatağının bir köşesineoturmuş iki eli şakaklarında rüyasını hatırlamağaçalışıyordu. Hayır, konçertoyu dinlememiş,Suat'ı görmüştü. Hem de çok garip şekilde. \"Birsahildeydim; bir yalı rıhtımında. Karşımdaakşamı hazırlıyorlardı. Tıpkı bir tiyatro dekorugibi. Evvela büyük, çok büyük kalaslargetirdiler. Fakat ne kadar renkli şeylerdi. Mor,kırmızı, lacivert, pembe, yeşil kalaslar. Sonraonları birbirine çaktılar. \"Güneşi asacağızburaya.\" diyorlardı. Ben başımı sallıyor;\"Rüyada güneş görünmez\", diyordum. Negüneş, ne ay.\"Uyku ölümün kardeşidir\", diyordum. Fakatonlar dinlemiyorlardı. Nihayet iplerle güneşiçektiler. Fakat bu güneş değildi. Sadece Suat'tı.
Fakat ne kadar güzel ve ne kadar renkliydi. İplervücuduna geçtikçe yüzünde tebessümüartıyordu. Sonra onu oraya, bir tiyatro sahnesigibi hazırladıkları akşama gerdiler.Batan güneş o olmalıydı! Sonra makaralar,bilmediğim aletler işlemeğe başladı. Suat'ıbağlayan ipler gerildikçe gerildi. Ben onlarınetine kadar değdiğini anlıyordum ve acımaktan,olduğum yerde çıldırıyordum. Fakat Suat hiç acıduymuyor gibi gülüyordu; her tarafı renkiçindeydi, parıl parıldı. Istırap çektikçe dahafazla gülüyordu. Sonra bilmem nasıl oldu? Suatdağılan azasını rastgele fırlatmağa başladı. Sankiipi kopmuş bir Karagöz gibi bir şey olmuştu vekendi kendini dağıtıyordu. Önümdeki denizdeonun attığı renkli vücut parçalarını görüyordum.Birdenbire yanımda bir ses peydahlandı: \"Bakbenim hisseme ne düştü? Kolunu buraya; banaattı.\" diyordu; sese doğru baktım, Adile'ydi; ikikat olmuş gülüyordu. İşte o zaman uyandım.Macide gelmiş, İhsan'ın ağırlaştığınısöylüyordu.\"
Alnını sildi ve etrafına baktı. \"Acaba benimiçin ne diyecek? Oturmuş burada musıkidinliyorum. Kim bilir ne delice hareketleryapmışımdır?\" Sonra tekrar rüyasına döndü.\"Belki denizin sesiydi\", dedi.Plak bitince doktor konçertonun kalanparçasına baktı. Fakat genç adamın üzüntülüyüzünü görünce, -Anlatın bakalım, dedi.Mümtaz: -Lütfen gidelim, diye yalvardı.-Gitmek kolay, delikanlı. Fakat neyegideceğiz, onu söyle.-Yolda söylesem olmaz mı doktor? dedi.Doktor gülümsiyerek duvarda asılı duranceketini giydi. Kasketini eline aldı, düğmelerinhiçbirini iliklemeden kapıya doğru yürüdü. Gençadam içinden;
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 857
Pages: