etmeliyim. Bense bir yerde, bir düşüncedeistikrarı sevenlerdenim.-Fakat her ihtilal böyle değil ki? Meselabizimki?-Bizimki de başka türlü. Tabii şekilde ihtilal,halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasiyleolur. Bizde ise hayat ve halk, yani asıl kütle,devlete yetişmek mecburiyetinde. Hatta, çokdefa münevver ve devlet adamı bile...Düşüncenin evvelden hazırlanmış yolundayürümek! En aşağı 1839'dan beri bu böyle.Onun için hayatımız o kadar yorucu oluyor.Kaldı ki, üzerimizde asırlardan gelen büyük birterbiye de var. Herşeyi bozan, bizi adetamahkum eden bir itiyat. Çabuk vazgeçiyoruz.Müslüman şarkın en büyük hususiyeti budur.Şark vazgeçer. Sade güçlüğün karşısında değil,zamanın, tabii zamanın karşısında vazgeçer.Fakat nelerden konuşuyoruz? -Başını salladı-Zavallı adam.Mümtaz, birdenbire, İhsan'ın halindekideğişikliği farketti:
-Ne oldu? Kim?-Eski bir arkadaş. Hani şu rüşdiye arkadaşımHüseyin Bey. Dün akşam ölmüş. Cenaze bugünkalkıyor.Mümtaz'ın önünde sanki bir kuyu açılmıştı.Kendi sevinci, İhsan'ın fikirleri, Sabiha'nınaşağıdan doğru gelen hava fişeği gibi renkli,taze kahkahaları, ve birkaç adım ötedegömülmeğe hazırlanan bir cenaze.
12Bir gece evvelinden başlayan yağmur, şimdikara çevirmişti. Nuran, karlı havada Boğaz'ı çokseverdi. Yaz boyunca Emirgan'da berabergeçirecekleri kışların hulyasını kurmuş, hattabununla da kalmamış, Mümtaz'a bir gün,Bedesten'de rastgeldiği iki çini sobayı birdenaldırtmıştı. Bir defasında da \"Ne olur, ne olmaz,bu da bulunsun.\" diye bir gaz sobası istemişti.Nüfus kağıtlarını İhsan'a gönderdikten ve TevfikBey'e mektup yazarak vaziyeti haber verdiktensonra:-Mümtaz, önümüzde bir hafta olduğuna göre,Emirgan'a gidemez miyiz? diye sordu. Ama,soğuktan da donarız, değil mi?
Ve genç kadın, sobanın başında titredi.-Neden donalım? O kadar odunumuz, çalımızvar. Yoksa bana aldırdığın sobaları unuttun mu?-Hayır; sobadan yana zenginiz ama. Kimyakacak? Mesela o büyük çini sobayı?Bedesten'den aldığımızı söylüyorum; dünyadaben beceremem. Bir eski paşa konağından gelenbu sobayı çalışma odasına kurmuşlardı.Mümtaz düşünüyordu: \"Daha evlenmeden,sadece karar verir vermez, evvela değişiklikaramağa başladık.\"-Sümbül Hanım var ya...-Sümbül Hanım bu gece İhsan'larda kalacak.-Mektup bırakırız, yarın gelir. Emirgan, diyeçıldırıyor.-Peki, bu gece?-Ben yakarım. Haydi gidelim.
O da Boğaz'ı çok istiyordu. Suat'ın, eviöğrenmesi hiç hoşuna gitmemişti.Nuran, yarı alay, ısrar ediyordu:-Hep yakarsın değil mi, Mümtaz? Benimyapamadığım işleri sen görürsün, değil mi?-Daha evlenmedik, ehli iş bölümü yapıyoruz.Nuran, gayet ciddi cevap verdi:-Rahatımız için, müstakbel rahatımız için.Mümtaz araya laf girmesini istemiyordu. Birtürlü bu apartımana alışamamıştı. Bu eşyaarasında o kadar ıstırap çekmişti ki.-Haydi gidelim! Şuradan hazır bir şeyler alırız.Yarın Sümbül Hanım gelince herşey düzelir.-Sen sobayı yak. Yemek kolay. Ondan zevkalıyorum, aile mirasıdır.İskeleye indikleri zaman vakit akşama
yaklaşmıştı. Birkaç saatin içinde kar epeycetutmuştu. Deniz pusluydu.Nuran, Emin Bey'in bulunduğu geceden sonraevi görmemişti.Çocuk gibi seviniyordu. \"Kim bilir bahçe nehaldedir?\" Eve ilk geldiği gün Mümtaz ona, birkısmı henüz çiçekli meyve ağaçlarını\"cariyeleriniz\" diye takdim etmişti. Ondan sonrabu şaka devam etmiş, Mümtaz'la beraber bütünağaçlara eski cariye adları takmışlardı. Şimdionları bu adlarla hatırlıyarak merak ediyordu.Mümtaz, kışın o kadar kendisini üzenhadiselerin arasında Nuran'ın bunları unutmamışolmasına taaccüp ediyor, işin fenası, Nuran'danbu hayretini gizleyemiyordu: -Ne garip, beni adeta kendine yabancılaşmışsanıyorsun! Neredeyse adını sormadığım içinteşekkür edeceksin! Ve yüksek sesle bahçeyi sayıyordu:-Acaba Razıdil kalfa ne haldedir? Üşür, değil
mi şimdi? Zavallıcık. Razıdil kalfa bahçeninbiricik elmasıydı.Bu hafta, Mümtaz'ın hayatında mesutdiyebileceği son günlerdi. Kışın sıkıntısı içinden,yazın güzel günlerine birdenbire çıktılar. Saadetdediğimiz o turfa meyveyi, onun bütün lezzetini,insan hayatını şiir ve sihirle dolduran, bir sanateserine benzeten şeylerin hepsini, genç adam buhafta içinde tattı. İkisi de bu son aylarda çoksıkılmıştılar. Onun için saadetleri bir nekahetsıtması gibi geliyordu. Sanki çok uzunhastalıklardan sonra yeniden hayatakavuşmuşlar gibi birbirlerine sarılmışlardı.Mümtaz Nuran'la beraber olmanın verdiğiasab sükuneti içinde tekrar Şeyh Galib'le meşgulolmağa başladı. Kitabın planını tamamiyletanzim etti. Eskiden yazdıklarının hepsini atacak,yeni baştan işe girişecekti.Geldiklerinin üçüncü günü Nuran'a:-Kitabı artık vazıh olarak görüyorum! dedi.
-Ben de ceketindeki düğmenin boş yerini.-Mahsus mu yapıyorsun, Allah aşkına?-Neden mahsus yapayım? Evlilik hayatınahazırlanıyorum. İş bölümü yapmadık mı?Pencereden, karşı sırtları örten karın üstüneakşam çok hafif ve daüssılalı bir pastel kızıllığıatmıştı. Herşey bu tül kadar ince rengin altındabir rüya hafifliğinde yüzüyordu. Fakat havapusluydu. Yine yağacaktı. Ara sıra vapurdüdükleri onları gömüldükleri köşede arayıpbuluyor, içlerini, ıssız dalgalara teslim olmuşkıyıların, boş yalıların, rüzgarla kamçılananiskele meydanlarının, bir koridor gibi muzlim vehayattan uzak yolların hüznüyle dolduruyordu. Bu, İstanbul'un nadir görünen karlıhavalarındandı. Sanki bütün mevsimi -lodoslarınyalancı yazına aldanarak- tembel tembel geçirenkış, birdenbire bu şubat sonunda, tam şark usulübir hızla harekete geçmiş ve bütün ihmallerinibirkaç gün içinde tamamlamağa azmetmiş gibi,fırtına, sis, kar, tipi, eline ne geçerse hepsini
kullanarak şehri alt üst etmişti. Bir gün evvel,tulumbanın borusundaki suya varıncaya kadarher şey donmuştu. Bahçedeki ağaçlarüzerlerinden sarkan büyük buz parçalariyleakşamın boşluğunda çok başka bir alemdengelmiş ağır, yaşlı hayallere benziyorlardı.Hakikatte de böyleydi. İki gündür Mümtaz,yazılmamış bir şiiri, henüz şüphenin zehirideğmemiş bir hakikati, hayat arızasiylekırılmamış bir bütünlüğü andıran manzarayıseyretmeğe doymamıştı. Sanki kendi idraki vekudreti üzerine kapanmış, bakir bir kainattaydı.Bir elmas parçasının ortasında yaşar gibibembeyaz bir dünyada yaşıyordular. Bu kadarsessizlik pek az tesadüf edilir şeydi. Herşey,bütün yaz, kendi hayatları, tanıdıkları,düşünceleri, hepsi bu sessizliğin altındaydı.Filhakika onun bembeyaz sahifesi üzerine herhatıra yazılabilir, her hareket tasavvur edilebilir,her tasavvur onun ne beyazlığını, ne debütünlüğünü bozmadan oradan fışkırabilirdi.Zaten yarı vakitlerini yazı hatırlamaklageçiriyorlardı. Yarı ömrü geçmiş günlerinin
peşinden geçen Mümtaz, Nuran'ın bu iştekendisine benzeyişine şaşıyor; \"Yoksa beni mitaklit ediyorsun!\" diyordu.Garip şeydir ki, eve girdiğinden beri Mümtazkendi mazilerinden ziyade Suat'ı düşünüyordu.Bu hoyrat adamın o geceki sözleri, duruşu,gülüşü ve acayip bakışı hayalinden bir türlüçıkmıyordu. \"Ne demek istediydi acaba?\" diyekendisine durmadan soruyordu. Suat'la sekiz ondefa saatlerce beraber kalmışlardı. Fakat Suat birdaha o bahislere dönmemişti. \"Hakikatendüşündüklerini mi söyledi? Yoksa...\" Nuran'abunlardan bahsedince o kızıyordu.-Başka işin yoksa, git aşağıdan serçelereverilecek bir şeyler getir.Mümtaz tembel tembel kapıya doğru yürüdü.Fakat Suat'ın düşüncesi kafasından çıkmadı.\"Niçin Nuran'ın bu kadar peşinde?Sevmediğinden eminim. Nedir? Ne istiyor?\" Bubir talihe benziyordu. Ve onun için korkuyordu.Mutfak masasının üstünde ekmek içleriniavucunda ufalarken hep bu sualleri soruyordu.
Geldiklerinin sabahı uyanır uyanmazpencerelerin etrafında, ince, dantela kadar zarif,munis cıvıltılı bir kaynaşma görmüşlerdi.Nuran: -Ay! Serçeler geldi! diye bağırmıştı. O dakikadan itibaren serçeleri beslemekvazifesini üzerine almıştı. Yazık ki, serçelerintad alma lezzetleri hakkında hiçbir fikrimizyoktur. Çünkü Nuran elinden gelse bu küçükhayvanlar için hususi yemek dahi yaptırırdı. Ogün akşama doğru köşkün nüfusu bir kişi dahaarttı. Bu karlı ve buzlu hava Emirgan'daki siyahköpeğe tahammülü güç ve sıkıcı gelmiş olacakki, her zaman o kadar istiğna gösterdiğiMümtaz'ın davetini bu sefer büyük birmemnuniyetle kabul ederek içeri girdi. Şimdi,Nuran'ın, kanatlı dostlarına iştihalı bakışlarfırlatarak sobanın kenarında temizleniyor, birpencere dışında, her türlü masuniyet içindekendisiyle adeta alay eden bu nimetleri rahat birrüyada tatmağa hazırlanıyordu.Mümtaz, ekmek ufaklarını pencerenin
kenarına koydu, camı kapattı. Sonra Nuran'adöndü:-Tevfik Bey, bizimle oturmağa hakikaten razıolur mu? Bunu çok istiyordu. İhtiyar adama hemenhemen Nuran kadar bağlıydı.-Tabiatı bilinmez ki. Ama, herhalde şimdiistiyor. Hatta odasını bile seçmiş. Birdenbiresustu. Pencereden dışarıya baktı: Serçelerpencerenin pervazı üstünde birbirlerini ite iteekmek ufaklarını topluyorlardı.-Mümtaz, sen hakikaten evlenebileceğimizeinanıyor musun?Mümtaz, duvardaki Amentü levhasındangözlerini ayırdı. Bir müddet Nuran'a baktı:-Doğrusunu ister misin? Hayır.-Niçin? Neden korkuyorsun?
-Hiçbir şeyden, yahut sen neden korkuyorsan,ben de ondan korkuyorum.Emirgan'a geldikleri günden beri bu korkuiçlerindeydi. Nuran yerinden kalktı; onun yanınageldi.-Artık İstanbul'a dönelim, hem yarın! olmazmı?-İnelim!Geldiklerinin beşinci günüydü. O sabahMümtaz telefonda İhsan'la konuşmuş, herşeyinyolunda olduğunu, pazartesi günü saat dörtteFatih nikah dairesinde bulunmalarını söylemişti.Eve dahi uğramadan nikah dairesine! Bu işböyle olur. Emirgan'dan inip evvela bize veoradan nikah dairesine. Mümtaz sonradan bunasihati dinlemediğinden çok pişman oldu.Ertesi günü İstanbul'a döndüler. Sümbül Hanım,evi düzelttikten sonra akşama doğru gelecekti.Bir gün evvelki temiz ve yarı mutlak çehreli kışmanzarası, sağanakla düşen bir yağmurunaltında parça parça eriyor. Hava, gece lodosa
çevirmişti. Vapur adeta çalkana çalkanayürüyordu. Her taraf kül rengi bir perdeninaltındaydı. Gariptir ki bu kül rengi perdeonlarda, hafızanın o garip oyunuyle geçen yazıdaha çok hatırlıyordu. Ara sıra manzara açılıyorgibi oluyor, bir koru, bir cami, eski bir yalıüzerlerine doğru geliyor. Bir siyah gemi teknesi\"Ben de hayatınızın çerçevesi içindeyim.\" dergibi yollarını kesiyordu. Sonra herşey aynıbulanık rengi alıyor, sert sağanak rastgeldiği herşeyi sanki birleştiriyordu.Beylerbeyi'nin önünde Nuran birdenbireMümtaz'ın elini tuttu:-Ben korkuyorum, dedi.-Ama neden, anlamıyorum. Daha bir saatevvel Bursa ile konuştuk. Hepsi iyiler. Herşeyyolunda.-Hayır, onları düşünmüyorum. Başka şeydenkorkuyorum. Bu gece rüyada Suat'ı gördüm.Mümtaz şaşkın şaşkın ona baktı. O da Suat'ı
rüyasında görmüştü. Hem çok sıkıntılı birrüyaydı. Babasının billur lambasını elindenalmış, sonra o çocukluğundaki köylü kızıyle birkayığa binmişlerdi. Mümtaz, rıhtımdan -fakatneresi olduğunu bilmiyordu- ha battılar, habatacaklar diye helecanlar içinde çırpınırkenuyanmıştı. Pek az rüya bu kadar korkunç şekildevazıh olabilirdi. Katran renginde mavunamsıkayığı, Suat'ın uzun kemikli yüzünü, kızınçehresini, lambanın deniz çalkantısındaalabildiğine kararan ışığını hala bile; bu vapurkanapesinde olduğu gibi görüyordu.-Ehemmiyet verme; beş gündür sade ondanbahsettik. Sonra sözü değiştirdi.-Bir kahve içer misin? Genç kadının cıgarısınıyaktı, gelecek günleri için projeler yapmağabaşladı. Fakat Nuran dinlemiyordu. Nihayetdayanamadı.-Allah aşkına hülya kurmayalım! Herşeyolsun bitsin, ondan sonra.
Taksiden evin önünde indiler. Mümtaz birelinde çantalar, Nuran'a kapıdan yol verdi. Evinve sokağın sükuneti genç kadının asabınıyatıştırmıştı. Taşlıkta kapıcının karısı yerisiliyordu. Nuran onunla kısa bir ahbaplık etti.Emirgan'a gitmeden evvel çocuğuna Mümtazvasıtasiyle difteri serumu yapılmıştı. Çocuğuniyileştiği haberini aldı. Mümtaz elinde çantalar,onu merdivenin alt basamağında bekliyordu.Her taraf, karlı havaların hemen arkasındangelen o sefil ışıkla solmuştu. Taşlığın maviçinileri bu ışıkta simsiyah görünüyorlardı.Merdiveni aydınlatan hava kuyusuna açılanpencereye bir kedi, yüzünü dayamış, nerdeyseçatırdayacak kadar kuru saman rengi gözleriyleonlara bakıyordu. Kapıcının büyük oğlubahçede sıtmalı sesiyle her zamanki şarkısınısöylüyordu:\"Erzincan'ı sel aldı da,Bir yar sevdim el aldı...\"Mümtaz, evin kapısından girerken Nuran'ıöpmeğe karar vermişti. Girmeden evvel... Eşikte.
Ve kendi içinden bu saadete gülümsüyordu.Fakat merdiveni çıkıp da kapınınküçücük camından sahanlığa düşen keskin ışığıgörünce şaşırdı. Nuran, bir ayağı sonmerdivende, olduğu yerde durdu. Nuran:-Evde birisi var galiba, dedi.Mümtaz:-Sümbül Hanım aceleden lambayı söndürmeğiunutmuştur, diye onu teskin etti. Fakat kapıyı açtıkları zaman bu tahminiyaptığını bile unuttu. Gördükleri şey, ikisinin debütün ömürleri boyunca unutamayacaklarıcinstendi. Holde çok keskin bir ışığın altındatavana asılmış bir insan vücudu, kapıya doğrusallanıyordu. Mümtaz da, Nuran da ilk bakıştaSuat'ı tanıdılar. İri kemikli yüzü garip ve zalimbir istihzada kısılmıştı. Sarkan ellerinde kurumuşkan parçaları vardı. Mümtaz biraz dikkat edincekanın holün seramiği üzerinde de bulunduğunugördü. İkisi de kısa bir an bir şey anlamamış gibibaktılar. Sonra Mümtaz belki de bir daha bütün
ömrünce gösteremiyeceği bir soğukkanlılıklabayılmak üzere olan Nuran'ı evden çıkardı. Neyaptıklarını bilmeden merdivenleri indiler. Bütünbunlar o kadar çabuk olmuştu ki, kendilerinigetiren taksiyi hala kapının önünde buldular.Mümtaz, yine rüyada gibi hareketlerininmanasından adeta habersiz; Nuran'ı otomobilebindirdi. Kendisi de yanına oturdu. İhsanevdeydi. Her vakit yaptığı gibi evde kim varsahepsini odasına toplamıştı. Ne o, ne Macide hiçbeklemedikleri bu ziyarete şaşırmak fırsatınıbuldular.İhsan'ın yardımiyle hadise Nuran'ın veMümtaz'ın adı gazetelere geçmeden kapandı.Zaten Suat herşeyi izah eden bir mektupbırakmıştı. Afife, kocasının el yazısını resmentanıyordu. Mümtaz kısa tahkikat esnasında Afifeile Suat'ın boşanmak üzere olduklarını öğrendi.Ertesi gün Nuran Bursa'ya hareket etti.Oradan yazdığı bir mektupla: \"Ne yapalımMümtaz; kader istemiyor. Aramızda bir ölü var.Bundan sonra beni bekleme artık! Her şeybitmiştir,\" diyordu. Mümtaz mektubu alınca
Bursa'ya koşmuştu. Orada kendisinden evvelgelen Fahir'le karşılaştı. Buna rağmen, Nuran'lauzun uzun konuştular. Genç kadın aşkı artıklüzumsuz ve gülünç buluyordu.-Sana karşı her zamanki gibi dostum. Fakataşktan ve saadetten, evlilikten bahsetme!Gördüğüm şey, beni hepsinden iğrendirdi.-Peki, benim ne kabahatim var?Nuran:-Anlamıyorsun! Seni kabahatli bulmuyorum.Fakat saadetimiz mümkün değil artık, diyorum.Böylece hiç ummadıkları şekilde birbirindenayrıldılar. Bir ay sonra Nuran İstanbul'a dönünceMümtaz'ın ümitleri biraz tazelenir gibi oldu.Genç kadınla birkaç defa şurada buradabuluştular. Fakat bu karşılaşmalar yukarıda yeryer bahsettiğimiz sahnelerden başka bir neticevermedi. Nuran aşktan iğrenmişti. Suat'ınyüzündeki korkunç tebessüm onu hemen heryerde takip ediyordu. Bir defasında
-Sevmekten bahseden kitap dahi okuyamamsanıyorum, demişti.O zaman İstanbul'da Mümtaz için korkunç birhayat başladı. Adım adım Nuran'ı takip eder gibiyaşıyor, fakat onun bulunduğu yereyaklaşamıyordu. Ömürleri, adeta muvazigeçiyordu. Nadir karşılaşmalarında ise Nuran'ınrahat dostluğuna cevap veremiyor, şaşkın veasabi, bazen delice kıskanç, bazen ölesiyehayran bir ruh haleti içinde genç kadını rahatsızediyordu.Hareketimizin sebeplerini kendimiz bileçabukça gözden kaybederiz. Kaldı ki etrafımıziçin onlar çarçabuk kendi başlarına kalırlar.Hatta muhayyilemiz kendiliğinden bu müstakilhareketlere başka sebepler icat eder. Mümtaziçin de böyle oldu. Aynı tecrübeyi berabergeçirdikleri halde bir türlü Nuran'ın kendisindenuzaklaşmasını kabul edemiyordu. Biraz sonra buuzaklaşma için başka sebepler aradı. Gençkadının hayatına tekrar şüphe ile bakmağabaşladı. Bazen da Suat'ın ölümünün kendisini bukadar müteessir etmesini başka sebeplere
yoruyor, bir kelime ile Nuran'ı bir ölüdenkıskanıyordu.Bununla beraber Suat'ı o da unutmuyordu.Sanki o feci ölüm veya karşılaşma -çünkü Suatbaşka yerde ve başka şartlarla ölseydi elbette butesiri yapmıyacaktı- bu ölümü onun hayatınaeklemişti. Polisten Suat'ın mektubunun birkopyasını almıştı.Zaman zaman mektubu okuyor, asıldüşüncesini anlamağa çalışıyordu. Geceleri,karışık rüyalar arasında, hemen hemen heponunla boğuşuyordu. Ne kendisine olan ve biraşka pek benziyen düşmanlığını, ne inkarlarını,ne de azaplarını anlıyabiliyordu. Ara sıraİhsan'la bu işi konuşuyorlardı. İhsan için Suatmeselesi basitti:-O isyan duygusu ile doğanlardandır, diyordu.Böyleleri için mesut olmak kabil değildir. Ne dekendilerini unutmak. Fakat kendisini öldürmesi? -Bütün ömrünce hasretini çektiği hareket.Fakat Suat'ı tek bir düşüncede bulmağa çalışma.
O karışık adamdı. Garip bir gururu vardı.Sansüeldi, isyankardı, ve nihayet... Hastaydı.
13Bu bir nisan günüydü. Mümtaz Emirgan'dakendini boğacak gibi dört tarafından kucaklayanhatıralardan kurtulmak için İstanbul'a gelmişti.İhsan'ın çalışma odasında konuşuyorlardı.Karşıda bütün çocukluğunun şahidi olan ElagözMehmet Efendi Camii'nin kurşunsuz kubbesiüstünde tesadüfün bir cilvesi olarak biten birservi dalı, adeta bu müslüman mabedin mazisiüstünden ölüme ve hayata beraberce gülüyordu.Ve bahar her taraftan taarruz halindeydi. Hertaraftan gülüyor, çağırıyor, budalalar! diyor,kendisini arzuda tüketmeyen herşeye kızıyor,göklerin geniş orkestrasıyle durmadan aşktürküleri söylüyordu. İhsan, başının etrafındademinden beri altın kavisler çizen bir arıyı eliyle
kovaladı ve pencereden sokağın kenarında itenkatırtırnaklarına bakarak:-Sen Şeyh Galib'i ne yaptın? dedi.Genç adam ayağa kalktı:-O da başka dert, dedi. Bütün füsun sönmüş.Üç haftadır uğraşıyorum. Bir sahife bileyazamadım. Galiba yazamıyacağım.Nuran'ın gitmesiyle zihni hayatı durmuşgibiydi. Sanki genç kadın bu mazi rüyasınınbütün canlı ve güzel taraflarını beraberindegötürmüş, yerinde tıpkı Mümtaz'ın hayatı gibibir kül yığını kalmıştı. O kadar dikkatlehazırladığı, beraberinde yaşadığı kahramanlar,bir daha dirilmeleri imkan olmayan gölgeler,sıska ve cansız kuklalar olmuşlardı. İhsan eliylemüphem bir işaret yaptı:-Aldırma, geçer.Sonra birdenbire asıl söylemek istediğinisöyledi:
-Onları kendi duygularının aydınlığındagörüyordun. Kendi hayatında vehmettiğinşeyleri onlara taşıyordun! Kendileri için değil,kendi hayatında ve kendin için seviyordun. Eğerseçtiğin devrin meselelerinde arasaydın o zamanherşey değişirdi. Halbuki sen tek bir insanınetrafında dünyayı toplamağa çalıştın.Mümtaz iskemlenin kenarını tutmuş onudikkatle dinliyordu.-İyi ama ben meselelerle meşguldüm.-Hayır, sen yalnız Nuran'la meşguldün. Sonra birden yüzü yumuşadı. -Bu da gayet tabiiydi. Herkes için mukadderbir tecrübeden geçtin. Şimdi hayata açılacaksın!Hislerinin değil, düşüncenin adamı olman lazım!Suat sizin saadetiniz üzerinde ısrar ettiği içinkendini yıktı. Hiçbir şeyi kendimize kaderyapmağa hakkımız yoktur. Hayat o kadar genişve insan o kadar büyük meseleler içinde ki. Onukavramak için düşüncelerimizde ve hayatımızda
hür olmalıyız. Sonra daha ağır bir sesle: -Mesuliyetini taşıyacağın fikrin adamı ol! Onukendi uzviyetinde bir ağaç gibi yetiştir. Onunetrafında bir bahçıvan gibi sabırlı ve dikkatliçalış.-Beni itham ettiğini biliyor musun?-Hayır, itham etmiyorum. Nuran seni birtakımmebdelere kadar getirdi. Başkaları oralara başkayollardan geçerek gelirlerdi. Burası ehemmiyetlideğil. Fakat artık düşüncesi önüne sedçekmesin! Bir insanda fazla gecikilmez birçokşeyler gibi insanlar da kuyuya benzer. İçlerindeboğulabiliriz. Arasından geç, git. Bir fikrinetrafında düşüncenin hür oyunlarını dene.Fakat İhsan bir noktayı anlamıyordu. Mümtaz,Nuran'ın aşkına bir tecrübe gibi bakmıyordu. Ohayatının bir parçasıydı, hem büyük birparçasıydı. Onunla pek az insana nasip olanşeyi, aşkı ve uzviyeti ilahileştiren bir anlaşmayı
tatmıştı. Bu kendi saadetiydi, saadetini fedayarazı değildi. Ayrılırken;-Anlamıyorlar, diye düşündü. Bir türlüanlamıyorlar.O gün akşama kadar surlarda dolaştı.Kendinden uzak, biçare, yorgunluktan bilehabersiz, terkedilmiş olmanın azabına bürünerekyürüyordu. Bazen realiteyi görüyor:-Beyhude yere Nuran'ı itham ediyorum,diyordu.Bu, hissiliğinden geliyordu. Bu hissilik ondabütün binayı çürüten taraftı. -Hepimiz hissiyiz, diyordu. Ben de İhsan da,Suat da... Onun için hiçbir şey yapamadık!Bizde insanı çürüten bir taraf var. Onun yüzünden hakikaten mucizeli bir aşkınçehresini, çizgi çizgi bozuyordu. Dahamuvazeneli bir adamda bu aşk neler yapmazdı?Birdenbire durdu: Fakat daha muvazenelisi bu
tarzda sevebilir miydi acaba? Hatta sevilebilirmiydi?Ortasından çıkan bir çitlenbik ağacıyle çokhususi bir güzellik kazanan harap bir mezarınönündeydi. Mümtaz kitabeden bunun ŞeyhSinan-ı Erdibli olduğunu öğrendi. Aşağı yukarıFatih devrinin sonu. Şehrin en eskihemşehrilerinden biriyle karşı karşıya idi. On,onbir yaşlarında, bütün vücudu sivilce ve yaraiçinde bir kız çocuğu mezarın ortasında oturmuş,taşların üstündeki mum artıklarını topluyordu.Mümtaz'ın dikkatini görünce:-Bir bez bağlayın, istediğiniz olur, dedi.Daha şimdiden beş on para kazançkarşılığında herşeyi satmağa hazırlanmış bir halivardı. Mümtaz nerde ise, avuçlarını uzatacağınıdüşünerek üzüldü. Fakat kız sanki Mümtaz'ınyüzünde bir şeyler okuyormuş gibi:-Sizin canınız sıkılıyor, dedi. Bari dua edin,tecrübelidir!
Mümtaz, deminki düşüncesinin ne kadar hafifkaldığını, bu küçük ve hasta çocuğun imaniylene kadar üstün olduğunu anladı. Mümtaz onunayakları dibinde belki de bir ölü kemiğiyleoynayan küçük erkek çocuğa bir parça bir şeyverdi. Kızdan sekiz kardeş olduklarını,Merkezefendi'nin altına düşen bir evdeoturduklarını, annelerinin çamaşır yıkadığını,kendilerinin böylece geçindiklerini öğrendi.-İhsan'ın hakkı var? Hayat benden fikir vebelki de mücadele istiyor. Hissi duruşlar değil!Birdenbire içinde bir isyan yükseldi. Fakatbunun için Nuran'ı unutmak behemehal şartmıydı? Hem niçin unutmalı, neden kendisinifakirleştirmeliydi. Güneşin altında terini sile silekendisiyle konuşarak yürüyordu. İçinde İhsan'akarşı bir kin vardı:-Bu çocuk için ve benzerleri için ben Nuran'ıunutacağım! Fakat onlar, kendileri, hayatlarındaacaba bu cinsten bir fedakarlık yapacaklar mı?Etrafında, görmediği, hiç tanımadığı ufuklarakadar alan, kaba, haşin, kendisini ihtiraslarına
bırakmış, bütün hak sandıklarında kıskanç, herkültürün ve terbiyenin üstünden atlamağa hazırbir insanlığı görür gibiydi.Fakat benim bunu onlardan istemeğe hakkımvar mı? Ben kendimi verirsem cömertçe vermişolmayacak mıyım?Surun tanımadığı bir kapısından içeriye girdi.Küçük, betondan bir polis kulübesinin yanınaçömelmiş bir Ermeni kadını ona elini uzattı:-Yardım et ki kalkayım oğul!Mümtaz \"Kalkman behemehal lazım mı?\" dergibi baktıktan sonra elini uzattı. İhtiyar kadıngüçlükle yerinden kalktı.-Şurada bir kilise var da. Mübarek yerdir.Fakir ama. Dileğin varsa bir adak adayıver.Kabul olur. Ben oraya gidiyorum!Mümtaz daha ziyade boş arsa parçalarınabenziyen sokaklar içinde ve çoğu bir gramofonkutusunu hatırlatan evlerin arasından yürümeğe
başladı: Evet hayatı yapmak istiyenlerkendilerini cömertçe ona bağışlamalıdırlar. FakatNuran'ın düşüncesi içinden bu cümleyi başkatürlü tekrarladı: \"Hakikaten sevenler de karşılıkbeklemeden severler.\" Nuran'a karşı haksızlıkettiği düşüncesi bir türlü zihninden çıkmıyor,ondan uzak yaşamağa tahammül edemiyordu.\"İhsan, bana fikirden bahsediyor. Ben o kadarbedbahtım ki.\" Birdenbire İhsan'a karşı deminkihiddet ve kini yeniden duydu: \"Niçin hayatınüzerinde duranlar insanı anlamıyorlar?\" Hayatve insan ayrı şeylerdi. Biri ötekini etiyle,kemiğiyle, alın teriyle, düşüncesiyle yapıyordu.Fakat aynı şey değildiler. Birinden birini seçmeklazımdı. Fakat Mümtaz ikisinin ortasında sonunakadar sallanacağını biliyordu. Ne ferdisaadetinden vazgeçebilecek, ne de etrafındakihayatın korkunç icabını, bu on yaşında evliyatürbesini bekliyen biçare kızı ve ihtiyar Ermenikarısını unutacaktı. \"Ben zayıf adamım; sadecezayıf yaratılmış bir adam. Fakat hangimiz zayıfdeğiliz?\" Bu son sözü söylerken Suat'ıdüşündüğünü kendisi de biliyordu. Nitekimgirdiği küçük kahvede cebinden mektubunu
çıkararak kim bilir kaçıncı defa okumağabaşladı. Bu herşeyle alay eden bir sinizm ile, içbenliğe maledilmiş azaplarla dolu uzun birmektuptu. Mümtaz onu okudukça Suat'ınkendisini çok derinden yakaladığınıhissediyordu. Fikirlerinden hiç birine iştiraketmiyordu. Fakat azabını paylaşıyordu.Nihayetinde Suat'ın da artık kendisinibırakmıyacağını, onun da realiteleri arasınagirdiğini anladı. O zaman, Nuran'ı ilk defagördüğü gün onu sanatoryuma gitmek içinvapura götürürken düşündükleri ve konuştuklarıhatırına geldi. Suat her zaman olduğu gibi,ayrılırken, onunla alay etmiş:-Yüzüme hakikaten ölmüşüm gibi öylehüzünle bakma, demişti. Bu dünyayı tek başınasana bırakmağa niyetim yok.Suat sözünü tutmuştu. Fakat nasıl bu şaka ozaman kendisini rahatsız etmişse, şimdi çokbaşka ve daha derin şekilde hakikat oluncakendisini yine öyle rahatsız ediyordu.
Hayır Suat'ın düşüncesi de, Nuran'ındüşüncesi gibi, bütün öbürleri gibi onubırakmıyacak, ve Mümtaz bütün ömrü boyuncaonları beraberinde taşıyacağı için birkaçrüzgarda birden parçalanacaktı.
Dördüncü BölümMümtaz
1Mümtaz genç kızlardan ayrılıp Eminönü'nedöndüğü zaman saat beşi yirmi geçiyordu. İlkönce tramvayların her türlü binme teşebbüsünüreddeden kalabalığını seyretti. Çaresiz, birtaksiye atlaması lazım geliyordu. Fakat o zamanda Bayezıt'a çok erken varmış olacaktı.Sabahleyin Orhan'a rastlamış, -Altıda beniKüllük'te bekleyin, demişti. Vakit daha erkendi. Onlar gelmeden evvel tekbaşına kahvede olmayı istemiyordu. O kadarçok insan tanıyordu ki. On beş gündür, ilk defakendi arkadaşlariyle buluşacaktı; başkalarınınaralarına katılmasından korkuyordu.
-Ben müdafaasız adamım.Birdenbire söylediği söze kendisi de şaşırdı.Hakikaten müdafaasız adamdı. Ona insanlarkendilerini ve arzularını zorla kabul ettirirlerdi.Sade bu kadar mı ya? Düşüncesi hep Nuran'ınetrafında dolaşıyordu. Fakat korktuğu kadarhırpalanmış değildi. Talihin ihanetine uğramağaalışanların sükuneti içinde yorgun ve dalgınyürüdü. Yaz günleri, rüzgariyle o kadar hoşagiden Yenicami'nin kemeri altında bir daha -Müdafaasız adamım, diye tekrarladı. Herşeyimi alabilirler.Sultanhamam'ın kalabalığında bir dakikadurdu ve etrafına baktı. Burası şehrin en işlekyeri olmalıydı. Bir yığın insan, otomobil, yükarabası her tarafta kaynıyordu. \"Bir modernressam bu kalabalığı hanların pencerelerindenhevenk hevenk sarkıtabilir! Ve hiç de yanılmışolmaz! Fakat ne kadar gürültü? İyi ama, nedenNuran'ı düşünmüyorum? Hattadüşünemiyorum?\" Sanki İclal'le Muazzez, bütünsıkıntılarını, kalbini burkan acıyı, hatta o
zenginleştirici aşkı beraberlerinde alıpgitmişlerdi. \"Nerede ise bu işin bittiğine memnunoldum\", diyeceğim. Kendisinde bu değişikliğimerak ve endişe ile takip ediyordu. Genç kadını,hiç düşünmüyor değildi. Hatta hayaliyle beraberyürüyordu. Fakat çok uzak, sanki aralarındakalın su tabakaları, bilmediği maddeler varmışgibi, insandaki ölüm terbiyesinin verdiği bir şeyolsa gerek, \"Oldu ile bittiye çare yoktur\", diyenbir atalar sözü hatırlıyordu. Bu da aynı şeydi.Yavaş yavaş yokuşu tırmanıyordu. \"Ölümdüşüncesi bizde, kat'i vaziyetleri olduğu gibikabul eden bir taraf vücuda getirmiş.\" Belki debu, vaziyetin tesiriydi. Harp olacaktı.Karaborsanın hazırlandığını gözleriylegörmüştü. Fakat ona da o kadar müteessirdeğildi; hiç olmazsa isyan hissi duymuyordu. -\"Mademki bir zaruret haline geldi. Mademki buhallerin başka türlü içinden çıkılmaz, ne diyetelaş etmeliydi!\" Bu harp düşüncesinin arasındantekrar etrafına bakındı. Bu çarşı, altı ay sonra buvaziyetini muhafaza edebilecek miydi? Budükkanlarda bu bolluk elbette devam
etmiyecekti. Kumaş, kadın eşyası, fayanstakımları, gündelik öteberi dolu vitrinleri şüpheile seyretti. Otomobiller insanların arasındanadeta onları birbirinden ayırarak, iterekgeçiyorlardı.Bir hammal sırtında, çok havaleli bir yükleona doğru yavaş yavaş geldi. Adamın boynu vegöğsü yükün altında eğilmişti.Yokuşun üstünden, kendisine doğru, ikikolunu yanına sarkıtmış, sanki çok cesur birçizgi kısaltmasında alnıyle elmacık kemikleribirleşmiş ve çene kaybolmuş yürüyordu. Belkide bu çizgi kelimesinin uyandırdığı bir çağrıylaPuget'in Cariatide'lerini hatırladı. Fakat hemenarkasından düşüncesinden şüphe etti. Hakikatenböyle bir kısaltma var mıydı? Hammal dahaziyade, yolunu görmek için, bütün yüzümeydanda yürüyordu. Yalnız başı omuzlarınınüstünde değil de, göğsünden çıkmışabenziyordu. Evet, göğüse eklenmiş bir baştı bu.Hatta öyle de değildi. Görmüyoruz, dikkatetmiyoruz; ezberden konuşuyoruz. adamınalnından iri ter taneleri akıyordu; tam Mümtaz'ın
yanıbaşında bu damlalar gözlerini örtmesin diye,eliyle alnını silmişti. Mümtaz, kalın, esmer elinhareketini iyi hatırlıyordu. Tek başına bir kabusolabilirdi. Bütün uzviyetinde adımlarını hesap eden birhal olacaktı. Gözleriyle görüyor, adımlarıyleyokluyor, tartıyor ve düşünüyordu. Hayır, belkide düşünmüyor, sadece yokluyordu. Tekrardurdu, arkaya baktı. Hammal henüz yedi sekizadım ötedeydi. İri, tahta sandığın bittiği yerde,beyaz, bez pantalonun yamalı, bol, şekilsizdüşüşü geliyordu. \"Hiç de Puget'in devlerinebenzemiyor. Onlar gerilmiş adalenin, bütünvücuttan akan kudretin ifadesidirler. Bu biçareise sırtındaki yük tarafından yutulmuş.\" Adamınyüzünü bütün vuzuhuyla zihninden bir dahageçirdi. Hiçbir kuvvet ifadesi, hatta hiçbirdüşünce yoktu. Sadece bir adım, bir adım dahadiyordu. Küçük, kendi ayaklarının adımlarıyle,parça parça yaşıyordu. Yalnız ellerinde garip birsertlik vardı.Başını salladı ve birkaç sene evvel çıkan,insan sırtında yük taşımasını meneden o çok iyi
niyetli kanunu düşündü. İstanbul'un içi birkaçgün allak bullak olmuştu. Çekçek arabalarıortaya çıkmış, yolları tutmuştu. Taşıma denenşey adeta güçleşmişti.Sonra kanun, yavaş yavaş unutulmuş, herşeyeski haline gelmiş, bu hammal ve benzerleri eskiyüklerine tekrar kavuşmuşlar, tabii hal avdetetmişti. Tıpkı Milletler Cemiyeti, sulhkonferansları, büyük işbirliği arzuları, harpaleyhindeki propagandalar, eserler gibi,Mümtaz'ın kafasında asrımızın insanıyle buhammalın talihi garip şekilde birleşmişti. Demekki ikisi de imkansızdı.Acaba kimdi? Nasıl yaşar, ne düşünürdü? Evlimiydi, çocukları var mıydı? Birkaç saat evvelBitpazarı'nda gördüğü eşyaların, o ucuztulumların, eski fistanların bolluğu bu gibileriçindi. Hayatlarını hiçbir zaman öğrenemiyeceğiinsanlardı bunlar. Ara sıra gazetelerde, büyük,ciddi münakaşaların, hayatın çiçeği zannedilenartist resimlerinin, emrivakili dünyahavadislerinin arasında iki üç satırlık bir fıkra,bir cinayet veya ani ölüm haberi çıkar, o zaman,
gözümüzün önünde yaşadıkları halde yine bizimiçin gölgede kalan bu insanların hayatı,üzerinden bir tabancanın, bir hançer veya Bursabıçağının kısa parıltısı geçtiği veya bir evçöküntüsünün altında kaldıkları için, bir saniyeaydınlanır, sonra yine unutulurdu. Mümtaz, birlahza Taksim'in biraz aşağısında, Fındıklı'yainen yokuşun sağ tarafında, Unkapanıtaraflarında tenekeden, kerpiçten evlerdeyaşayan insanları hatırladı. Bulaşık ve lağımsularının açıkta aktığı sokaklar, pislik içinde çokzalim ve tesadüfi bir ayıklanma ile büyüyençocuklar, sonra onların biraz kanatlanınca babaevini susuz çeşme yalaklarına, kaldırımlara,köprü altlarına değiştirmesi.\"Kaç muharebe ile bu hale geldik?\" DoksanüçHarbi'nden beri bir yığın felaket, İstanbul'unyarısını köylü mü, şehirli mi olduğu bilinmeyen,fakirlikten, ihtiyaçtan başka, belli bir kategoriyegirmeyen bu cins insanlarla doldurmuştu. \"Şimdisıra Avrupa'nın\", diye düşündü. Tabii tekmuharebede olmıyacaktı bu. \"Fakat kim diyor kitek bir muharebe ile kalacak. Muharebe olursa
bu hammal askere gidecek! Ben de gideceğim!Fakat arada bir fark var. Ben Hitler'i ve fikirlerinitanıyor ve ona kızıyorum. Onunla sevine sevinedövüşürüm.Fakat bu biçare ne Almanya'nın, ne de bufikirlerin farkında. Bilmediği, tanımadığı birdavaya karşı harbedecek; belki de ölecek!\"Durdu ve kendisine büyük bir ciddiyetlesordu: \"Peki, netice?\" Fakat bu neticeyi alamadı.Kalabalıkta birisi ona sanki mahsustanyapıyormuş gibi sürtünerek geçti ve hızlayürüyerek biraz önde, yan sokaklardan birinesaptı. Mümtaz bu çarpan adamın kim olduğunugörmek için başını o yana çevirdi: -Garip şey, diye birkaç defa tekrarladı. Adam, Suat'a benziyordu.-Ama Suat öldü. Tekrar bu benzeyişin derecesini tayin için otarafa baktı. Hakikaten Suat'a benziyen birisi,
uzaktan ona bakıp gülümsüyordu. Sırtındakurşuni elbiseler vardı. Şapkası elindeydi. -İmkansız,dedi. Yoksa ölüler bu kadar fenamı gömülüyorlar?Bu son düşüncesine fena halde kızdı. -Bir felaketle alay etmek bana yakışmaz.Kaldı ki ölümünden az çok ben de mesulum.Hatta yalnız ben ve Nuran. O anahtarı bulupevimize gelmeseydi; burnunun dibinde o kadargürültü yapmasaydık.Fakat yalnız kendileri değildi. Bir üçüncüinsan daha vardı. Son gece Suat Boğaziskelesinde tesadüf ettiği bir küçük kızı da evinegetirmişti. Ve bu küçük kız, onu hayatı üzerindedüşünmeğe mecbur etmişti. Mektubunda \"Ozaman birdenbire hayatımı gördüm veiğrendim\", diyordu. Genç olmaktan, hayattarafından henüz çiğnenmekten başka birkabahati olmıyan bu kızcağıza da bu ölümdenbir mesuliyet düşünüyordu. \"Birdenbire Allah'ıaradım. Ah, inansaydım, herşey o kadar kolay
ve tabi olurdu ki.\" Fakat Suat niçin Allah'ı bukadar çapraşık yollardan aramıştı. Neyedoğrudan doğruya ona gitmemişti?Bu kız elbette Suat'ın ölümünü gazetelerdeokumuştu. \"Kim bilir, ne kadar müteessir olmuş,çırpınmıştır. Neden? Çünkü bir adamın hayatına,yalnız bir gece, uzaktan, yatacak yeri olmadığı,bir otelde kalmak istemediği için girdi diye.Nasıl insanlar birbirini eziyorlardı?\"Düşüncesi bir sıçrayış daha yaptı. Suat'ı,Emirgan'daki evin sofasında, o kadar garipkonuştuğu o gecede, rakı masasının başındagördü. Emin Bey yeni gitmişti. Birdenbire etrafısanki değişti. Bir ses, kendi içinde bir ses, onaferahfeza ayininin ilk cümlesini tekrarlıyordu.Hiç göremiyeceği bir güneşin arkasından ağlargibi içinde hasret kımıldadı. Nuran'ı bir dahagöremiyecekti. -Ne de Suat'ı. Yine mi Suat?Üç gündür Suat'la meşguldü. \"Dün gece deonu rüyamda gördüm. Tabii, bu havadisialacaktım.\" Sabahtan beri bu rüyanın tazyikialtında olduğunu şimdi hatırlıyordu. Fakat
rüyanın kendisini bir türlü bulamamıştı. Yalnızbütün gece Suat'la uğraştığını biliyordu. -Çok büyük bir evde idim. Evet, çok büyükbir ev. Bir yığın, koridor, sofa ve oda. Nuran'ıarıyordum. Her kapıyı açıp bakıyordum. Fakathepsinde Suat'ı görüyordum. Ona özür diliyor,rahatsız ettim, diyordum. O bana gülüyor vebaşını sallıyordu.İşin garibi deminki adam, Suat'ın rüyadakigülüşü ile gülmüştü. Evet, tıpkı tıpkısına! Fakathakikaten böyle bir adam var mıydı? Bütünmesele anlaşılmıştı. Suat beraberindeydi. Belkide o küçük kız da, Nuran da onu kendisi gibihatırlıyorlardı. Tekrar Ferahfeza'nın ilk cümlesinizihninden tekrarladı. Garip şey, nağmenin hasretgülleri içinde Nuran'ı değil, Suat'ı görüyordu.-Halbuki evlenme için acelemde onunölümüne o kadar ehemmiyetsiz bir vaka gibibakmağa hazırdım ki.Yeniden durdu ve eliyle alnını sildi; tıpkıdeminki hammalın, yolun ortasında, kendisinin
bir adım önünde yaptığı gibi. Fakat onun ellerihammalınkiler gibi değildi. Mümtaz'ın ellerihayatla doğrudan doğruya temasa girmemişti.Onun fırınında pişmemişti. Hammalın ellerisiyah, şişkin damarlı, kaba ve kalındı.Benimkiler, beyaz, itinalı ve yumuşak. Veellerine büyük bir dikkatle baktı. Ve birdenbireyine Emirgan'daki geceyi, yokuşun başındaSuat'tan ayrıldığı anı hatırladı. Ellerini Suat'ınellerinden nasıl zorla çekmişti. Ve gözlerine debakamıyordum. \"Yarabbim, bu yokuşbitmeyecek mi? Yoksa bu benim çarmıh yolummu? Suat benim salibim mi?\" Etrafına bakındı,bir daha alnını sildi. \"Fakat hayatıma, hayatımızagirmeğe ne hakkı vardı. Haydi bize neyse? Ya oküçük kız? İnsanlara emniyet edilmedenyaşanmaz.\" Kız Suat'a böyle söylemişti. Zavallıyavrucak! Tekrar yürümeğe başladı. Fakat Suataklından çıkmıyordu. Ne mektuptu o. Niçinyazmıştı. Birdenbire aklında kalan cümlelerikendi kendine tekrarlamağa başladı:\"Talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyormusun Mümtaz? İnsanın yalnız insanla meşgulolması. Bütün bina onun üzerinde kuruluyor;
dışarıda ve içerde. Farkında olsun olmasın, insaninsanı malzeme gibi kullanıyor. Kinimiz,garazımız, büyüklük arzumuz, aşkımız,yeisimiz, ümidimiz hep onunla. Dilenciyi vefakiri çıkar, merhamet ve gufran kalmaz,birdenbire fakirleşiriz. Hayır, insan insanlameşgul. İnsanoğlu insana yüklenerek yaşıyor.Hatta sanatkarlar bile; senin o evliya ruhludediğin insanlar bile. O gece Dede Efendi bizenasıl yüklenmişti? Şimdi son defa içindinlediğim keman konçertosunda Beethovenbana nasıl yükleniyor? Hatta onlar, ötekilerindendaha fazla. Çünkü üst üste kendi ruhlarınınhastalıklarını bize aşılıyorlar. Sen bile. Mümtaz.Haline bakmadan neler söylüyorsun, hem de oacayip üslubunla?.. Bereket versin ki, cansıkıcısın; yoksa.\"Mahzun mahzun başını salladı. \"Beni hiçbeğenmezdi. Fakat ne diye ölmüştü? Niçin bizeböyle yüklendi? Mademki bunu biliyordu.İhsan'ın bütün dedikleri doğru. Yalnız kendisiçok can sıkıcı; hem senden fazla, seninle hiçolmazsa alay edilir.\" İhsan, üstelik makul da.
Acele acele yoluna devam etti. \"Bütünmektubu ezberlemişim.\" Keşke İhsan'ınnasihatini dinlese ve seyahate çıksaydı. Şimdiunuturdu. Fakat Suat, İhsan'ın hangi fikrinidoğru bulmuştu. \"İnsan, bütün kainattanmesuldür.\" Evet, buydu. Suat, doğru, fakatbudalaca. Daha doğrusu ilk bakışta doğru fikriniveriyor diyordu. Biraz sonra da itiraz ediyordu;bu onun tabiatıydı. Bir an evvel beğendiğinemuhakkak hücum edecekti. \"Zavallı insanlık!Hangi mesuliyet fikri? James Joyce'in M.Bloom'u gibi, kendi korkularımızın üstüneoturmuş, felsefe ve şiir yapıyoruz.\"Nuran'ın bu mektubu ilk defa okuduğuzaman, yüzünün değişen ifadelerini hatırladı.Fakat sahneyi olduğu gibi göremiyordu; ikidebir sahifelerin üstüne, Nuran'ın başıyle beraberSuat'ın kendi başı da eğiliyordu. Mümtaz, eliylesanki Suat'ı oradan uzaklaştırmak ister gibi birhareket yaptı. Fakat arkasından gelen düşüncesidoğrudan doğruya ona hitap ediyordu. \"Benfikirlerimin mesuliyetini kabul ediyorum. Senistediğin gibi düşün!-\"Ve hiçbir fasılasız deminki
hammala döndü. \"Evet, onu tanımadığıinsanlarla harbe gönderebilirim. Mademkiinanıyorum. Muhafaza edileceğine inandığım biryığın şey var. İcapederse ben de insanı birmalzeme gibi kullanırım.\" Ölecekti. Bunubiliyordu; hatta daha fenasını biliyordu; birinsanı öldürecekti. Bir veya birkaç insanı. Fakatyine insan için! Hayır, Suat onu beğenmemişti.Fikirlerinin mesuliyetini kabul ediyordu. Amahammalın karısı ve çocukları buna razı mıydılar?Düşüncesi tekrar şehrin çukur ve havasızyerlerinde, bulaşık suları akan sokaklardakikerpiç evlerde dolaştı. Onların torunları daharahat ve mesut olsunlar, diye. Fakat kadın razıdeğildi. Sabahleyin Bitpazarı'ndaki dükkanınvitrininde gördüğü ucuz, gelinlik esvabınıgiymiş, karşısında \" Gönderme!\" diyeyalvarıyordu. \"Gönderme\", diyordu. \"O dagiderse çoluk çocuk biz ne yaparız? Bize kimbakar?\" Ve ucuz mezat yerinden alımış gelinlikelbisesi sırtında, karşısında ağlıyordu. GelirkenSirkeci'de garın etrafında daha elbiselerinigiymemiş yeni silah altına alınanları görmüştü.Yanlarında küçük nişanlılar, çocuklarını
ellerinden tutmuş kadınlar, ağlaya ağlayagidiyorlardı.\"Fikirlerimin mesuliyetini üzerime alıyorum.\"Suat bu cümleyi işitseydi, \"Hangi fikirler,Mümtazcığım?\" diye gülmekten katılırdı. FakatSuat başka türlü adamdı. \"Beni hiç sevmedi; hiçciddiye almadı. Fakat ben onu seviyorum.\"Hakikaten Suat'ı seviyor muydu? Hakikatenkimseyi sevmiş miydi? Bak, Nuran ondanayrılmıştı; içinde ona ait tek bir düşünce yoktu.İhsan hastaydı. O tembel tembel sokaklardadolaşıyordu. -Beni Macide zorladı. Akşam olmadan evegelme! Dolaş, hava al, sen de hasta olacaksın!Bakamam sonra! demişti. Bu son cümleyi Suat'a hitap ederek söylemişti.Adeta bir ölüye kendisini mazur göstermeğeuğraşıyordu. Eliyle alnını sildi. \"Neden onunlabu kadar meşgulüm sanki?\" Zihninden onuuzaklaştırmağa çalıştı. Bu işlerin henüzolmadığı, küçük, mesut sıkıntılarının devrini
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 857
Pages: