Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 14:04:43

Description: Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Search

Read the Text Version

atladı. Koşa koşa atların önünden karşı tarafageçti ve oradan Mümtaz'a son defa baktı. Sonrayine koşa koşa yan sokaklardan birine saptı.Mümtaz ilk ve son defa, bu güneşin içinde onunyüzünü gördü. Sağ şakağından çenesine kadarhenüz iyi olmuş bir bıçak yarası vardı. Bu yarayüze garip bir sertlik veriyordu. Fakat Mümtaz'abakarken gözlerinin içi güldü ve çehresiyumuşadı. Bundan iki gün sonra bir akşamüstüMümtaz'la, annesi, A...'ya geldiler ve uzak birakrabanın evine indiler.

4Burası Akdeniz'di. Mümtaz, Akdeniz'in neolduğunu, nasıl bir hayat rahatlığiyle insanıkavradığını, güneşin, berrak havanın, ufkunçizgisine kadar uzanan ve her dalgayı, herkıvrımı kendi kenarlariyle göze nakşedensarahatin, insanı nasıl terbiye ettiğini, ruhumuzanasıl doğduğunu, hulasa üzümle zeytini, mistikilhamla vazıh düşünceyi, en çetin ihtirasla ferdihuzur endişesini elele yürüten tabiatınmahiyetini sonra kitaplardan öğrendi. Fakatonları o yaşta bilmemesi, onlardan lezzetalınaması demek değildi. Buradaki zamanı,hayatının sürüp giden kötü tesadüflerine rağmenonun için ayrı bir mevsim oldu. S...'dehayatlarının bir tarafını yakan humma burada da

vardı. Her gün şehir yeni bir havadisleçalkalanıyor, bugün yukarılarda büyük birisyandan korku ile bahsediliyor, ertesi gün,akşam üstü unutulacak bir zaferin müjdesisokakları neşe ile dolduruyordu.Hemen her sokak başında münakaşalaroluyor, geceleri yarı gizli sevkiyat yapılıyor,malzeme gönderiliyordu. Evlerinin karşısındakiotel her gün yeni baştan dolup boşalıyordu.Fakat bunlar elmas kadar parlak bir güneşinaltında, bin türlü arızasında onu kabul eden,onunla değişen, hiddetli sükuneti, uzunbaygınlıkları, lezzetleri hep onunla beraberyürüyen bir denizin karşısında, bayıltıcı portakalçiçeği, hanımeli, fül kokuları arasında oluyordu.Ne kadar mustarip olursanız olun, güneş buıstırabın arasında er geç bir çatlak buluyor,oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi içmahzeninizden çıkarıyor, bir yığın imkanı birmasal gibi anlatıyor. Sanki, \"Bana inan, ben hermucizenin kaynağıyım, herşey elimden gelir;toprağı altın yaparım. Ölüleri saçlarından tutupsilker, uykularından uyandırırım. Düşünceleri

bal gibi eritir, kendi cevherime benzetirim. Benhayatın efendisiyim. Bulunduğum yerde yeis vehüzün olamaz. Ben, şarabın neşesi ve balıntadıyım\", diyordu. Ve bu nasihati dinleyenhayat, her üzüntünün üstünde cıvıl cıvılötüyordu. Her gün bir iki vapur ve bir yığındeve ve mekkarenin taşıdığı yükler, yolcular,evlerinin karşısındaki otelin önüne indiriliyor,denkler açılıyor, tekrar yükleniyor, çivileniyor,tahta sandıklara maden kuşaklar vuruluyor,yolcular kapının önündeki iskemlelere oturupkonuşuyorlar, pencerelerden bir fütürist tablogibi sade göz, sade kulak ve tecessüs, yahutarzulu kadın başları uzanıyor, arsız İtalyanneferleri işsizlikten kapıların önündekiçocuklarla saatlerce oynuyorlar, Caromio diyediye onları çağırıyorlar, fırınlara ev hanımlarınınyaptıkları börek, baklava tepsilerini taşıyorlar,biraz arsızlık edip de azarlandığı zamanlarda pekmahçup olmuş gibi başlarını eğiyorlar ve arkasokaktan dolaşıp gelmek için sırıta sırıtauzaklaşıyorlardı. Deppoyun önünde dünyanınen sulhperver hayvanlarına, iri develere güreşyaptırıyor, tabiatın bu ölçüsüz ve sakin

mahluklarını insan aklına uymuş görmekleherkes mesut oluyordu. Geceleri kız, erkekçocuklar şarampole, daha başka taraflara ayışığında ve zifiri karanlıkta evlerinin bahçesinesu bağlamağa gidiyordu. Hulasa, hayat dar,fakat tabiat geniş ve munisti.Mümtaz geldiğinin daha ikinci günü bir yığınarkadaş bulmuştu. Evin çocuklarıyle beraberçıkıp geziyorlar, portakalbahçelerine, Karaoğlan'a gidiyorlardı. Hattaşehrin dışındaki cevizliğe kadar uzanmışlardı.Mümtaz sonraları Kozyatağı'nı bu cevizliğebenzettiği için sevmişti. Fakat ekseriyagündüzleri Mermerli'de veya iskelede denizkenarında vakit geçiriyorlar, akşama yakınHastahane üstüne çıkıyorlardı.Mümtaz burada, yoldan denize kadar inenbüyük kayalar üstünde oturup akşam saatlerinigeçirmeği severdi. Bey dağlarının üstündegüneş, sanki kendi ölümünün ayinini ve kendiyaldızdan ve koyu lacivert gölgelerden lahdinihazırlıyormuş gibi, bu dağların kıvrımlarına altınve gümüş zırhlar geçirir, sonra alçalan ve arkaya

devrilen kavis, bir altın yelpaze gibi açılır,büyük ışık parçaları şuraya, buraya ateştenyarasalar gibi uçar, kayaların üstüne asılırdı. Bu,bir mevsim gibi bereketli, velut saatti. Çünkügündüzleri, sadece yosunlu, rüzgarın, yağmurunsünger gibi delik deşik ettiği taş parçaları olankayalar, bu saatte birdenbire canlanırlar,birdenbire, kudretleri ve cüsseleri insanın çoküstünde, talih gibi susan ve yalnız varlıklarınıniçimizdeki aksiyle konuşan bir yığın hayalvarlık, Mümtaz'ın etrafını alırdı.Ve Mümtaz onların arasında küçücükcüssesiyle, içinde genişleyen hayat idrakiylebütün benliğini saran o acayip, kökü çokderinlerde, korkunun rüzgarında dağılmağaçalışırdı. Bu, herşeyin ayrı şekilde dirildiği,seslerin kabartma kazandığı, derinleşen, dostyüzünü, sıcaklığını kaybeden göklerin altındainsanoğlunun namütenahiye doğru küçüldüğü,tabiatın bize her taraftan -ne diye ayrıldın, sefilıstırapların oyuncağı oldun, gel, bana dön,terkibime karış, herşeyi unutur, eşyanın rahat vemesut uykusunu uyursun- dediği saatti. Mümtaz

bu sesi ta belkemiklerine varıncaya kadar duyarve manasını pek anlamadığı bu davetekoşmamak için küçücük varlığı katılaşır, kendiüstüne kapanırdı.Bazen de daha ilerilere, denize çok yukarıdanbakan kayalıklara kadar gider, orada yosunbakışlı uçurumun kenarında, durulmuş suyunyeşil ve somaki bir ayna gibi akşamın songanimetlerine açılışını, bir anne rahmi gibi buışık parçalarını alışını ve yavaş yavaş onlarınüstüne kapanışını, örtülüşünü seyrederdı. Tayerin altından, ilerleyen ve gerileyen dalgalarınsağır gürültüsü, küçük piyanolar, aşk fısıltıları,kanat çırpışları, şıpırtılar, hulasa bilinmeyenvarlıkların, yalnız günün bu saati için yaşayan,akşamla gecenin arasındaki geçidi doldurduktansonra kim bilir hangi sedef kabuğunda, balıkpulunda, kaya çukurunda, ay ve yıldız aksindeuyuyan binlerce varlığın sesleriyle kenarları pulpul, akisleri renkli büyük davetler onu çağırırdı.Nereye çağırırlardı? Mümtaz bunu bilseydi,belki bu davete koşardı. Çünkü suyun sesi,aşkın, ihtirasın sesinden kuvvetlidir. Karanlıkta

su sesi insanın içindeki ölüm mayasının dilinikonuşur.Mümtaz, bu karanlık aynada henüzbaşlangıçta olan ömrünün dost hayallerini,babasının altında yattığı ağacı, olduğu gibibıraktığı mesut çocuk saatlerini, han odasındabakir tenine çok derin bir aşı gibi yapışan köylükızını, büyük siyah gözlerini her an bu uğultuludavete koşmağa hazır bir ürperme ile arar, sonraonun sadece boşluğun aynası olduğunu görünceyerinden kalkar, kabuslu bir rüyadan çıkar gibikayaların dev gölgeleri arasından, her adımdasendeliyerek, solmaya çalışırdı. Ona öyle gelirdiki, bütün bu kayalar, o, yanıbaşlarındangeçerken dirilecekler, neredeyse bir el uzanacakbir tarafından onu yakalıyacak, yahut birisırtındaki harmaniyi başının üstüne atacaktı.Çünkü bu kalabalığın gündüz ışığında bileinsanı ürperten bir manzarası vardı. Onlar canlıbir tabiat parçasından ziyade, kim bilir hangifelaketle oldukları vaziyette donup kalmışmahluklara benzerlerdi. Fakat asıl korkuncu;muhayyilenin durduğu anlardaki manzaralarıydı.

O zaman hayattan boşaltılmış, ebediyen onayabancı, onu inkar eden bir çehre takınırlardı.Sanki \"Biz hayatın dışındayız\", derlerdi.\"Hayatın dışında... O, herşeyi besleyen hayatsuyu bizden çekilmiştir. Ölüm bile bizim kadarkısır değildir.\" Hakikaten çocukken oynamasınıo kadar sevdiği ve ömrünün sonuna kadarseveceği bir balçık parçası bu kayaların yanındane kadar canlıydı. Onun yumuşak ve şekilsizvarlığı, her şekli, her iradeyi, hatta düşünceyibile kabul edebilirdi. Fakat bu sert kaya parçalarıhayattan ebediyen uzaktılar; rüzgar eser, yağmuryağar, zerre zerre ufalırlar, dev cüsselerindederin izler, oluklar peydahlanır; fakat hiçbirionlardan ilk felaketin eliyle yoğrulup kaldıklarıhali gideremezdi. Onlar hayat yolunun üzerindesoracak belli hiçbir sualleri olmadığı için, hersuali birden soran sonsuz zamanın içindengelmiş zalim, haşin sembollerdi.Bazen bir yarasa, tam adım attığı yerden fırlar,cinsini bilmediği bir başka kuş uzaktayavrularını çağırırdı. Kayalıktan sıyrıldığı zamaniçi rahatlardı. Düz şosede adımlarını yavaşlatır,

bir daha gelmem! diye karar verirdi. Fakatbilinmezin lezzeti gariptir, ertesi akşam yineorada, ya denizin kenarında, yahut sadece yolayakın bir kayanın üstünde bulunurdu. Bu hazzıtek başına tadabilmek için daha gündüzdençareler arar, arkadaşlarından ayrılırdı.Bir gün arkadaşları, onu Güvercinlik'egötürdüler. Bu Hastahane üstü ile Konyaaltıarasında, şehirden epeyce uzak bir yerde birdeniz mağarası idi. Bir müddet deniz boyuncayürümüşler, sonra kayaların arasına sapmışlar,nihayet bir oyuktan yeraltına girmeğebaşlamışlardı. Zifiri bir karanlık içinde veelleriyle dizleri üstünde sürtünerek yürümek,Mümtaz'ın pek hoşuna gitmişti. Fakat budehlizin sonunda birdenbire ortalık, güneşearasından bakılan taze yaprak yeşili biraydınlıkla aydınlanmış ve bu aydınlık içinde asılmağaraya atlamışlardı. Elleri ve dizkapaklarıyara ve yırtık içinde kalmasına rağmen, bu koyutirşe ile nefti arasında değişen aydınlık Mümtaz'ıçıldırtmıştı. Denizin oyduğu kaya parçası içinde,dalgalar çekildiği zaman, durgun, az derin,

dibindeki balıklar, kaya kenarlarındaki yengeçve böcekler görünecek kadar berrak sulu, sonderecede tabiiye benzer yapılmış rokay birhavuza benzeyen gölceğiz, ortasındaki küçüktaş parçası adasıyle kalıyordu. Burası mağaranındeniz tarafından yaklaşılabilen kısmıydı. Onunarkasında, geldikleri taraf daha geniş ve birazyüksek, fakat hep kaya parçaları dolu büyükçebir salon teşkil ediyordu. Dalga çarpıpmağaranın ağzını örttüğü zaman her tarafyemyeşil oluyordu. Sonra garip, adeta toprakaltından gelen bir yığın gürültü ile su boşanıyor,etraf güneşli denizin gönderdiği akislerleaydınlanıyordu. O gün Mümtaz, kısapantalonuyle, iki eli çenesinin iki yanında,çömeldiği bir taşın üstünden saatlerce, hiçkonuşmadan bu ışık gölge oyununu seyretti.Acaba ne düşünmüştü, neyi beklemişti? Budalgaların ona getirecekleri bir şey olduğunu musanıyordu; yoksa mağaranın içine dolup boşalansuyun o acayip uğultusuna mı kendinikaptırmıştı? Bu seslerde onun için neyin, hangisırrın daveti vardı?

Akşama doğru bir tesadüfle oraya kadargelmiş bir kayık kolayca onları iskeleye getirdi.Mümtaz acele acele arkadaşlarından ayrıldı veeve koştu. Gördüğü şeyi annesine anlatmakistiyordu. Fakat kadın o kadar harap haldeydi ki,hiçbir şey söylemedi ve bir daha da annesiniyalnız bırakmadı.Günlerini orada, hastanın yatağınınyanıbaşında, kah ona bakarak, kah düşünerek,okuyarak geçirdi. Her gün öğleye doğrutelgrafhaneye gidiyor, annesinin çektiği telgrafıncevabının gelip gelmediğini öğreniyordu. Sonrahastanın odasına kapanıyor, daima hareketli,daima canlı sokağın kendisine kadar çıkangürültüsü içinde ona arkadaşlık ediyordu.Akşam oldu mu pencerenin yanına otururdu.Kaç gündür sokakta küçük bir çocuk peydaolmuştu. Her akşam elinde boş bir şişe veyabaşka bir kap, evlerinin önünden, türküsöyliyerek geçerdi. Mümtaz, daha sokağınbaşında iken onun sesini tanırdı:

Akşam oldu yakamadım gazımı,Kadir Mevlam böyle yazmış yazımı,Doya doya sevemedim kuzumu,Ben ölürsem yavrum seni döverler.Mümtaz, annesinin her başını kaldırdıkça,üstüne dikilmiş bakışlarında bu türkününgüftesine benzer bir mana bulunduğunuzannederek içi sızlardı. Bununla beraber onudinlemekten de vazgeçemezdi. Çocuğun sesigüzel ve gürdü. Fakat henüz çok küçük, onuniçin tam nağmenin ortasında ağlayışa benziyengarip yırtılışları olurdu. Evlerinin biraz ilerisinde,aşağıya doğru giden sokağın tam başında türküdeğişirdi. Ses birdenbire yükselir, aydınlanırdı.O kadar ki, evlerin duvarlarında, yolun üstünde,hatta havaya çarptıkça sanki çok parlak akislerlekırılırdı:

Şu İzmir'in minaresi sedeften, annem sedeftenSen doldur ben içeyim kadehten, amankadehten...Mümtaz, bu ikinci türkü ile küçücük ömrününhenüz manasını dahi kavramadığı kederleriniçinden çıkar, birdenbire çok ışıklı, taptaze; fakatbununla beraber yine hasret ve ıstırap dolubaşka bir dünyaya girerdi. Bu, bir ucu İzmir'inKordonboyu'nda başlayan, öbür ucu babasınınhiç anlıyamadığı ölümünde biten dünya idi.Orada da kendi çocuk muhayyilesine sığmayanbir yığın şey, orada da ölüm, gurbet, kan,yalnızlık ve içinde çöreklenen o yedi başlı ejderhüznü vardı. Kim olduğunu bilmediği, fakatannesinin de işiteceği korkusu ile ürpererekyolunu beklediği çocuk geçince, Mümtaz içingün denen şey kapağını kapatıyordu. Ondansonra ta ertesi akşama kadar yekpare bir zamanvardı.Annesi o hafta içinde bir gece sabaha karşı

öldü. Ölmeden evvel oğlundan su istemiş, sonraona bir şeyler söylemeğe çalışmış; fakat bir türlümuvaffak olamamış, sonra yüzü birdenbiresapsarı kesilmiş, gözleri kaymış, dudakları bir ikidefa titredikten sonra kaskatı kesilmişti.Mümtaz'ın hafızası bu son anı olduğu gibi tespitetmişti. Bu ölümün arkasında da bir türlüdolduramadığı uzun bir boşluk vardır. Belki deçocuk bu sıkıntı günlerini hatırlamağa çalışaçalışa zihninde bu zaman boşluğunu kendisiyaratmıştı. Yalnız İstanbul'a gönderilmek içinvapura bindirileceği günü bütün teferruatiylehatırlıyordu. O gün, onu hısım, akraba hepbirden bir eski camiin avlusundaki küçük birmezarlığa götürmüşler, orada henüz düzeltilmişbir toprak yığınını göstererek, annen buradayatıyor, demişlerdi. Fakat Mümtaz bu mezarı birtürlü benimsememişti. O, zihninde annesinibabasının yanına gömdü.Zaten aradaki zaman farkı çok azdı. Orada,büyük ölüm ağacının altında babasıyle beraberyatması daha iyi ve daha güzeldi. Belki de bütünömrünce ikisini beraber görmeğe alıştığı için,

ayrı ayrı yerlerde yattıklarını düşünmek ona ağırgeliyordu.Mümtaz, o günü çok iyi hatırlardı. Her tarafgüneş içinde idi. Aydınlık evlerin tahtaduvarlarında, kiremitler üstünde, bembeyazşosede ve yol ağızlarından ikide bir karşılarınaçıkan deniz parçalarında, eski camiin sarı boyalıduvarlarında, mezarlığın küçük ve tozluağaçlarında, sivri taşlarında, dönüşte bir aylıkarkadaşlarını oynar gördüğü yıkık kalebedenlerinde, her tarafta billur sazlarını kurmuş,o acayip, sari, herşeyi yenen hayat şarkısınısöylüyordu... Arılar, sinekler, küçük sokakkedileri, oturdukları evin önünü benimsiyenköpek, her tarafa dağılmış güvercinler, herkes veherşey bu musıkiden, bu davetten sarhoştu.Yalnız bir kişi, ona öyle geliyordu ki, yalnızkendisi bu ziyafetin dışındaydı. Talih biriradesiyle onu herkesten ayırmıştı. Ne olacaktı?Bunu bilmiyordu. İstanbul'a gidecekti; fakatkimin yanına? Nasıl karşılayacaklardı? Annesini,babasını bir daha görmiyecekti. Fakat bu acıyaşimdi tek başına kalmış insanın biçareliği de

karışıyordu. İçinde müthiş bir ağlamak arzusuvardı. Bununla beraber ağlamak istemiyordu. Bugüneşin ortasında, bu her tesadüf ettikleriinsanın adeta bir şarkı mırıldanır gibi geçtiğiyolda, bu berrak denizin karşısında ağlamak,kendisine olmıyacak bir şey gibi geliyordu.Nihayet ağlamak, biraz da etrafındaki insanlarıkendisine acındırmak olacaktı. O insanlar çoktankendisinden bıkmış olmalıydılar. Kaç gündür,evde acayip baş sallamaları, kendisiniarkasından takip ettiğini sandığı, adetaomuzunda yakıcı bir şey gibi duyduğu uzunbakışlar hissediyordu. Bir yük olduğunu sanıyorve talihine kızıyordu. Onun için ağlamamalıydı.Fakat bir talihi, garip, herkesinkinden çok başkabir talihi olduğu da muhakkaktı.Vapur ikindiye doğru kalkacaktı. Onu bütünaile iskeleye kadar indirdiler. Orada İstanbul'agötürecek eski bir memurla karısına teslimettiler. Mümtaz, talihe küskünlüğü içinde onlarlaoracıkta vedalaşmaktan memnun oldu. Hattakendisine o kadar dostluk gösteren evin büyükoğlunun aralarında bulunmadığını fark bile

etmedi. Garip bir tiksinme içindeydi. Bu güneşgözlerine batıyor; paylaşamadığı bu neşe onurahatsız ediyordu. Çok karanlık, çok siyah,sessiz bir yer istiyordu. Tıpkı annesinin mezarıgibi bir yer. Kuytu bir cami duvarının kenarında,güneşin girmediği, o billur sazların insantalihiyle alay etmediği, arıların hayattan vegüneşten sarhoş, vızıldamadıkları, çocuklarıngüneşte kırılmış ayna gibi insana batan berrakçığlıklarla gülüp konuşmadıkları bir yer...Uzakta simsiyah cüssesini gördüğü vapur onuniçin hoşuna gidiyordu. Hiçbir şey konuşmamış,teşekkür bile etmemiş, sadece el ve yanaköperek, hatta bütün bunları acele acele yaparakayrılmıştı.İstanbul'da, onu büyük yengesiyle İhsankarşıladılar. İhsan Mısır'daki esirliğinden yenidönmüştür. Sıhhati Anadolu'ya geçmesinemaniydi. Onun için İstanbul'da gizli bir teşkilattaçalışıyordu. Babası, evde kardeşinin oğlundançok bahsetmişti. \"İhsan'a bayılıyorum. İnşallahMümtaz da büyüyünce ona benzer\", \"Bizimailede galiba en akıllı adam İhsan'dır\", \"Şu

çocuk bir kere sağ salim dönse\" gibi sözlerhemen her gün evde geçerdi.Mümtaz babasının bu sözlerini dinlerken,amcasının kendisinden yirmi üç yaş büyükoğluna, kendi zihninde başka türlü birkaç simabirden hazırlamıştı. Fakat vapurda kendisinikarşılamağa geldiği zaman, realitenin buhazırlanmış çehrelerin hepsinden iyi ve güzelolduğunu anladı. Bir ayağı sakat, çiçekbozuğu,gözlerinin içi gülen bir adam birdenbire onuyakalamış; \"Emmi oğlu böyle sevilmez\", diyehavaya kaldırmış, \"Böyle asık suratlı olma, herşeyi unut\", diye öğüt vermiş, hatta karşılıkbeklemeden onunla arkadaş olmuştu.Mümtaz Şehzadebaşı'ndaki evin hayatınaepeyce güç alışmıştı. Yengesi ihtiyar ve çok acıgörmüş bir kadındı. İhsan çok meşguldü.Hocalığından başka evde de birçok yazması,okuması vardı. Onun için mektebin dışındahemen hemen günleri yalnız geçiyordu. Onaevin üst katında İhsan'ın odasının üstündekiodayı vermişlerdi. Onun yanındaki büyük odasonraları bir köşesinde onun da çalıştığı

kütüphane idi. Mümtaz ilk defa bu kadar kitaplabir yığın resim ve öteberi ile karşılaştığı zamanşaşırmıştı. Sonra evin hayatına alışınca bukütüphane onu çekmişti. İlk okumaları bukütüphanenin tesadüfüyle olmuştu.Roman, hikaye, manasını bir türlükavrayamadığı şiir kitapları bu senenin asılarkadaşlarıydı. Ertesi sene onu Galatasaray'averdiler. Bir hafta sonra da İhsan Macide ileevlendi. Mümtaz ağabeyisinin karısını ilkgörüşte beğenmiş, İhsan'ın adeta alay ederek,nasıl buldun? diye yaptığı işarete farkındaolmadan, \"çok mesudum\", diye cevap vermişti.Mümtaz'ın bu çocukça cevabında bütün birhakikat de vardı. Macide etrafındaki herşeyekendi içindeki saadet duygusunu geçireninsanlardandı. Bu, onun cevherinde vardı:Güzelliği, iyi ahlakı, sakin tabiatı sonradanhissedilirdi. Onun gelişiyle evin hayatı derhaldeğişti. İhsan'ın uzun sükutları yumuşadı; büyükyengenin mazi hasreti kesildi. Mümtaz'a isekendisinden on iki yaş büyük bir arkadaş gelmişti. O kadar ki, aradan birkaç hafta geçince

mektebe yatılı girdiğine üzülmeğe başladı. Ozamana kadar kendisini misafir gibi gördüğü evbirdenbire onun oluvermişti.İnsanın sevdiği bir ev olunca kendisinemahsus bir hayatı da olur. O zamana kadarS...'deki son gecede kendisi için herşeyin bittiği,hayatın dışında çok hususi bir talihle, herkestenayrı olarak yaşadığını sanan Mümtaz, birdenbirekendisini yeni bir hayatın içinde buldu: Etrafındabir hayat vardı ve o, bu hayatın bir parçasıydı.Bu hayatın ortasında Macide adlı acayip birmahluk vardı. Herşeyi, herkesi peşindensürükleyen, bir büyü gibi değiştiren küçük birkadın... Tatil günlerinde bu küçük kadınMümtaz'ı mektepten alıyor, saatlerce aç karnınaonunla mağaza önlerinde durarak, gelen geçenebakarak Beyoğlu'nda geziyorlar, öteberialıyorlar, sonra iki mektep kaçağı gibi geçkalmış olmaktan korka korka eve dönüyorlardı.Mektebe gideceği saatte Macide yineyanıbaşındaydı. Çantasını o hazırlıyor, giyinişinio idare ediyordu. Bu bir anne değildi, bir kardeşde değildi, belki koruyucu bir melekti. Varlığı

herşeyi değiştiren, eşyayı insana dost eden,günün saatlerine tatlı bir hava geçiren sırlı birmahluk.Mümtaz İhsan'ı daha sonra, asıl onun fikirhayatına girince tanıdı. Hiç farkına vardırmadançocuğu takip etmiş, istidat ve temayülleriniöğrenmiş, onları beslemişti. Daha on yediyaşında Mümtaz kendisini bir eşiğin önünde,onu geçmek için hazır bulunuyordu. Eskidivanları okumuş, tarih zevkini almıştı. Tarihdersini, onlara İhsan veriyordu. Sınıfta ilk defaamcasının oğlunu görünce, \"Ben tanıdığıminsandan nasıl bir şeyler öğrenirim?\" diyedüşünmüştü. Fakat ders başlayınca bununtanıdığı insandan büsbütün başka biri olduğunuanlamıştı. Daha ilk günden bütün sınıf onahayran olmuştu. İhsan onlar için Ganimed'inkartalı gibi bir şey olmuştu. Daha ilk gündeyakalamış, vakıa herhangi bir Olimposaçıkarmamış; fakat hiç olmazsa kendi kendilerineyürüyecekleri bir yolun başına getirmişti.Seneler geçtikten sonra bile o ve arkadaşları builk saatten hafızalarında kalan cümleleri

hatırlarlardı. Mümtaz için bu ders evde dedevam ediyordu. Ve bir gün farkına varmadanİhsan'ın adeta küçük bir yol arkadaşı olduğunu,birçok şeyleri kendisine anlattığını, kendisiylemünakaşa ettiğini, ona ufak tefek yardımlarettiğini görünce şaşırmıştı. Hammer'de şunuarayıver; bak bakalım şaklaban (Şanizade) nediyor? Hocaefendi (Tacüttevarih)'den şumeseleyi öğren, gibi siparişler birbirini takipediyordu. O zaman Mümtaz kocaman bir cildiyakalıyor, odanın bir köşesinde kendisi içinkonulan masanın başına geçiyor, işine göre,saatlerce, Halet Efendi'nin hayatını, Habsburghanedanının filan sefirle İstanbul'a gönderdiğihediyeleri, yahut Mısır seferininmukaddemelerini İhsan için hazırlıyordu. İhsanbüyük bir Türk tarihi yazmak istiyordu. Bu,onun içtimai doktrinini toplıyacaktı. Yavaşyavaş fikirlerini Mümtaz'a açmıştı.Mümtaz onu dinlerken aydınlıktan aydınlığakoştuğunu sanıyordu. Bir gün kitabın planınıberaberce münakaşa ettiler. İhsan kronolojik birtarih olmasını istiyordu. Osmanlı

İmparatorluğu'na Bizans'tan devredilmiş iktisadişartlardan başlıyacak, sene sene bu güne kadargetirecekti. Bir de mesele mesele yazmak vardı;bu, toplu bir şekilde, İhsan'ın istediği gibiumumi tablolarla gösterilemiyecekti. Fakatmüesseseler ve meseleler daha vazıhgörünecekti. Mümtaz bu son şekli istiyordu.İhsan, çetin bir münakaşadan sonra bunu kabuletti. Mümtaz esere yardım edecek, hatta sanat,fikir kısmını kendisi hazırlıyacaktı. Bir taraftanİhsan'ın kendisine açtığı yoldan yürürken, öbürtaraftan da kendi istidadı onu şiire ve sanatasürüklüyordu. Bir şairin en büyük keşfi, kendimuharririni, iç alemine doğru kendisinigötürecek olanları bulmaktır. Yavaş yavaşFransızları keşfetmişti, de Regnier, Heredia,arkasından Verlaine ve Baudelaire'i ayrı ufuklargibi buldu.Mümtaz'ın kafasında acayip bir sahne vardıki, her okuduğu ve dinlediği oraya nakledilirdi.Antalya'da kayalık ile, N...'deki evleri, okuduğuromanların bütün hadiseleri bu iki dekordageçer, ve oradan kendi hayatına nakledilirdi.

Baudelaire'de kendisini buldu. Bunu da azçok İhsan'a borçluydu. İhsan sanatkar değildi.Yaratıcı tarafı tarihe ve iktisada doğru gitmişti.Fakat sanattan, bilhassa şiir ve resimden iyianlıyordu. Gençliğinde Frenkleri çok iyiokumuştu. Yedi sene ve en parlak devrindeKartiyelaten'de, her milletten bütün yaşıtlarıyleberaber yaşamıştı. Birçok modayı eskitmişnazariyelerin doğduğunu görmüş, sanatmünakaşalarının harman yangını parlayışınakatılmıştı. Sonra memlekete dönünce birdenbirehepsini, en sevdiği şairleri bile bırakmıştı. Garipbir şekilde yalnız kendimize ait olan şeylerleuğraşıyor, yalnız onları sevmeğe çalışıyordu.Fakat ölçü hissini garptan aldığı için kendizevkimize ait tercihleri öbürlerinden pekayırmıyordu. Baki'yi, Nef'i'yi, Naili'yi, Nedim'i,Galib'i, Dede ile, Itri ile beraber Mümtaz'a oaşılamıştı. Baudelaire'i de onun eline verdi.\"Mademki okuyorsun, dedi, bari en iyisini oku.\"Ve sonra ona ezberinden birkaç şiiri okudu. Ohafta Mümtaz mektebe gitmemişti. Küçük birgripten evde yatıyordu. Bu soğuk bir kıştı.İstanbul'un her tarafı kar içindeydi. İhsan

yengesinin yatağının ucunda, elinde onun içinyeni satın aldığı meşin kaplı -Şer Çiçekleri-,gözleri belki de kendi gençliğinde, kızıl saçlıMatmazel Romantique'e bütün bir kafile aşıkoldukları, onu bekledikleri, onunla gecesabahlara kadar kahve kahve dolaştıklarızamanda, Mümtaz'la l'Invitation'u, tabiatsonnesini, l'Irremediable'i, boğuk sesiyle okudu.O günden beri Mümtaz Baudelaire'i elindenbırakmadı. Neden sonra sevdiği şairin yanınaMallarme ile Nerval geldi. Fakat genç adamonları tanıdığı zaman yolunu tayin edebilecek,seveceği şeyleri sevebilecek yaştaydı.Mümtaz hayatının anlattığımız kısmiyle birmacerası olan adamdı. Bir faciayı, bir roman gibive tesirleri daima taze kalacak bir yaştayaşamıştı. Zihni aşka, düşünceye, babasınınölümü ile İstanbul'a dönüşü arasındaki zamaniçinde açılmıştı. Bu iki ay onun ruhunu garipsurette beslemişti. Hala rüyalarında o günleriyaşıyor, sık sık onların ıstırabıyle uykusundansilkinerek, ter içinde uyanıyordu. İlk bayılmadagördüğü hayal, bütün o top, kazma kürek

sesleri, annesinin çığlıkları ve konuşmalararasında babasının billur lambayı yakmağaçalışması, bir leit-motif gibi bu rüyalarıdolaşıyordu. Sonra ilk aşk tecrübesinin o karışıkhatırası kendisinde hiç eskimiyordu. Hastaannesinin yanıbaşında, genç köylü kızınınyorgun vücuduyle kendisine sarılışı, belki deetrafını tanımayan bakışların ta gözlerinin içinedikilişi, o azap sarılı haz, her an zihninde veuzviyetinde hazırdı. Bu sıkıntı ve tahammülsüzıstırap tabakasını günün hadiseleri, zaman vakıaunutturuyordu. Fakat en küçük depresyonda ikibaşlı yılan gibi, içinde onlar uyanıyor, garip birşekilde benliğini sarıyordu. Bazı geceleruykusunda bağırdığını arkadaşları söylüyorlardı.Hatta son sınıflarda yatılı talebe olmaktan bununiçin vazgeçmişti.

5Öğleden sonra kiracıyı görmek için sokağaçıkmış, dönüşte Bayezıt kahvesine uğramıştı. Bubirkaç saatlik gezinti, fırtınalı ve karlı gecedeburnunu bir lahza kapıdan çıkarmak gibi, onabir yığın şeyi birden öğretmişti. Daha Bayezıt'tabir askeri kıtanın geçişi yüzünden tramvaydurmuştu. Mümtaz bunu fırsat bilmiş, yolungerisini yayan yürümek için tramvaydan inmişti.O bu yolu öteden beri severdi. Bayezıt Camii'ninyan tarafında, büyük kestanenin altındagüvercinleri seyretmek, Sahaflar içinde kitapkarıştırmak, tanıdığı kitapçılarla konuşmak,sıcak günden ve sert aydınlıktan çarşınınbirdenbire insanı kavrayan loşluğuna veserinliğine girmek, bu serinliği çok arızi bir hal

gibi teninde duya duya yürümek hoşuna giderdi.Hatta çok rahatça ve aklına eserse Bitpazarıkapısından girer, Bedesten'e kadar o dolambaçyollardan yürürdü. Öbür tarafta taklit ve baştansavma şeyler bulunur, ancak küçük tezgah veimalathane işlerine, ucuz gümrük eşyasına, taklitmodalara rastlanırdı. Halbuki Bitpazarı ileBedesten'de, dikkati açık olursa, daima şaşırtıcıbir şey bulunurdu. Burada hayatın, taklidi güçolan, tenimize yapışmadan ve içimizeyerleşmeden yanaşmıyan iki ucu birleşirdi.Gerçek fukaralıkla, gerçek debdebe veya artığı...Adım başında modası geçmiş zevk kırıntılarına,nerede ve nasıl devam ettiği bilinmeyen büyükve eski ananelerin son parçalarına berabercerastlanırdı. Eski İstanbul, gizli Anadolu, hattamirasının son döküntüleriyle imparatorluk, budar, içiçe dükkanların birinde en umulmadıkşekilde ve birden parlardı. Kasabadan kasabaya,aşiretten aşirete, devirden devire değişen eskizaman elbiseleri, nerede dokunduğunusöyleseler bile unutacağı, fakat motiflerini verenklerini günlerce hatırlıyacağı eski halı vekilimler, Bizans ikonlarından eski yazı

levhalarına kadar bir yığın sanat eseri, işlemeler,süsler, hulasa yığın yığın sanat eşyası, hangigeçmiş zaman güzelinin boynunu, kollarınısüslediği bilinmeyen bir iki nesle aitmücevherler, bu rutubetli ve yarı karanlıkdünyada hüviyetlerine eklenen uzak zaman vebilinmezin cazibesiyle onu saatlerce tutabilirdi.Bu eski şark değildi, yeni de değildi. Belkiiklimini değiştirmiş zamansız hayattı. Mümtazbu hayattan Mahmutpaşa'nın çığlığı içine çıktığızaman, bir mahzende cins bir şarapla sarhoşolduktan sonra güneşe çıkanların sarhoşluğunuduyardı. Bütün bunlardan zevk almak onayaşına göre çok olgun bir itiyat, bir tiryakilikgelirdi.Bu sefer de öyle yaptı. Evvela güvercinlerebaktı. Sonra dayanamadı, yem dağıttı. Bunuyaparken içinde bir taraf, çocukluğunda olduğugibi Allah'tan bir şey istemesini söylüyordu.Fakat Mümtaz artık gündelik işleriyle içindekiTanrı düşüncesini karıştırmak istemiyordu. O,insanda yıpranmamış, sağlam, her türlütecrübeden uzak, yalnız hayata dayanmak için

kuvvet veren bir memba gibi durmalıydı.Herkesin içinde sıkışık zamanlarında canlanan,kendisinde ise öteden beri bütün bir gölge tarafyapan batıl itikatlara karşı koymak için böyledüşünmüyordu. Belki bir zamandan berikafasında dolaşan fikirlere sadık kalmayıistiyordu. Bir ay kadar olmuştu. Hayatın oldukçaderinden sarstığı bir arkadaşı ona, cemiyete karşıiçinin nasıl tepki ile dolduğunu, nasıl yavaşyavaş camiaya olan bağlarının zayıfladığınısöylemişti. Tam bir isyan içindeydi:-Yaşamaz ve yaşayamaz, diye gürlüyordu.O zaman Mümtaz arkadaşına, behemehalyaşaması lazım olanla kendisine ait geçici hallerarasında uydurduğu münasebetin manasızolduğunu elinden geldiği kadar anlatmağaçalışmıştı: -İşlerimiz iyi gitmiyor diye, tanrılarakızmayalım, demişti. İşlerimiz, bizim ve bizebenzerlerin küçük sakatlıklariyle, tesadüflerinihanetiyle, her zaman bozulabilir. Hatta birkaçnesil için bozuk gidebilir. Bu bozulma, bu

düzensizlik iç kıymetlerimize karşı vaziyetimizideğiştirmemelidir. İki ayrı şeyi birbirinekarıştırırsak çıplak kalırız. Hatta zaferlerimizibile tanrılardan bilmemeliyiz. Çünkü ihtimallerincetvelinde mağlubiyet de vardır. Amcanınmahkemesinin uzamasıyle bu vatan üzerindekitarihi haklarımızın, kızkardeşininevlenmemesiyle Süleymaniye'de okunan sabahezanının ve Müslüman bir babadan doğmanızın,paranızı dolandıran emlak tellaliyle iç çehremiziyapan kıymetlerin, bizi biz yapan büyükrealitelerin ilgisi nedir? Bunlar sonu cemiyetedayanan realiteler olsa bile, bizi kendimiziinkara değil, şartları değiştirmeğe götürmelidir.Elbette ki bizden mesut memleketler vevatandaşları vardır; elbette ki iki asırlıkhezimetlerin, çöküntülerin, henüz kendişartlarını bulamamış bir imparatorluk artığıolmamızın bir yığın neticesini hayatımızda, hattaetimizde duyacağız. Fakat bu ıstırabın biziinkara götürmesi, daha büyük bir hezimeti kabuldeğil midir? Vatan ve millet, vatan ve milletoldukları için sevilir; bir din, din olarakmünakaşa edilir, ret veya kabul edilir, yoksa

hayatımıza getirecekleri kolaylıklar için değil...Mümtaz bunları söylerken insanlardan çokşey istediğini biliyordu. Biliyordu ki, şartlardeğişince insanlar da değişir, Tanrıların yüzüsolardı. Fakat böyle olmaması gerektiğini debiliyordu. Güvercinlere yem serperken, birtaraftan avucunun içini adeta sıvayan ince tozun,uzviyetinin bir tarafında bir pencere kapanmışgibi kendisini sinirlendirmesine dikkat ediyor,bir taraftan da bunları düşünüyordu. Hayır,Allah'tan bir şey istemiyecekti artık. Onukaderiyle veya ömrünün arızalariylekarşılaştırmıyacaktı. Çünkü istediği şey olmazsakaybı iki misli olacaktı.Güvercinler bu ikindi sıcağında yeme karşıisteksizdiler. Onun için alçaktan, isteksiz isteksizve sanki teker teker uçarak geliyorlardı. Havadamavi bir mendil tutan bir hokkabaz eli gibi yineşaşırtıcı, tutulmaz hareketleriyle uçuyorlar; fakatkeyifleri yerinde ve iştihlı zamanlarında olduğugibi hep birden o lodos dalgası hızıylayükselmiyorlar, boşlukta kendi üstlerinde birhava hortumu gibi dönüp, sonra yine boşlukta

birdenbire görünmeyen bir yalı duvarına, birrıhtıma rastlamış gibi hızları kırılıp yereinmiyorlardı.Bu telaşsız, istiğnalı, yorgun bir gelişti. Birkısmı sıralandıkları karşı binaların duvarındanyerdekilerini şüphe ile seyrediyorlardı; adetaacıyarak. Bununla beraber yine ayaklarınındibinde otlayan ve hareketleriyle bir Dufyfırçasının o her teferruatı ayrı ayrı ve müstakilform olarak sayan denizleri gibi küçük bir rüyasürüsü toplanmıştı. Oburluklarına, insansevgisini fazla istismar etmelerine rağmen, güzelşeylerdi. Bilhassa insana itimat etmeleriylegüzeldiler. İnsanoğlu böyleydi; kendisineemniyet edilmesinden hoşlanırdı.Bu onu hayatın efendisi, büyük ve tek yapıcısıvasıflarında içten doyuran duygu idi. Kısa veıstıraplı ömrüne, budalalığına ve hodbinliğinerağmen bu sakat ve eksik doğmuş Tanrı buemniyeti kendisi için tek ibadet bilirdi. Bunarağmen onu yalancı çıkarmaktan da hoşlanırdı.Çünkü değişmesini, kendisini ayrı ayrı anlarda,vaziyetlerde idrak etmesini de severdi. Çünkü

hodbindi; çünkü içindeki konuşma bir taraflıdeğildi. Yemleri biraz kalksınlar, bir parçaetrafında kanat şakırtısı olsun diye çokyüksekten, elini başının üstüne kaldırarakdöküyordu. Fakat hiçbiri istediği gibikımıldamıyor, dantelalı birkaç uçuş topraktanancak yarım arşın yüksekliğinde çırpınıyor,sonra heyecan sönüyordu. Mümtaz için bugüvercinler, İstanbul'un sevilen kadınlarda bizikendilerine o kadar bağlayan zaaflar cinsindenbir nevi vice'i idi. Çocukların kendi kendilerinisüslemek, içlerinde hiç sırrına eremediğimizboşlukları doldurmak için uydurduklarımasallara da benzetilebilirlerdi ve tabiatı böylesibir masal gibi bu büyük ağaç, yaldızlı kapısınıher başını arkaya, çevirişte mor bir gölge içindegördüğü bu mimari, onları kendi kendilerineuydurmuş olabilirdi. Bir kahveci çırağı, elindekitepsiyi alabildiğine sallayarak ve mahsusuçsunlar diye ortalarından geçerek yürüdü.Çocuk on yedi yaşlarında genç ve güzeldi.Mahsustan değiştirdiği yürüyüşünün ağırlığı vehantallığı vücudunun plastiğini kaybettiriyordu.

Sırtında lacivert, beyaz yollu bir fanila, birkulağının arkasında yerini, belki de yarıncıgaraya bırakacağı muhakkak olan küçük birkalem vardı. Bu tehdide rağmen Mümtaz'ınistediği o masal gemisi, lodos dalgası yinekurulmadı.Sadece mavi küçük dalgaları, içiçe, halkahalka çizgilerle birbirinden ayrılmış, primitiftablo denizi yavaşça, iştahsız bir alkış gürültüsüile, adeta ıslak bir gürültü ile alçaktan uçarakbiraz öteye, bir başka yem serpenin ayaklarıdibine gitti. Yalnız bir tanesi geçerken, belki deinsanla bu kadar yakından karşılaşmanınkorkusu içinde şaşırmış, adeta alnını sıyırmıştı.Yemleri satan kadın:-Taphane'de hastaları da var, dedi. Onlara daserpin, sevaptır.Sesi, yalvarmağa çalıştığı halde alay ediyorgibiydi. Mümtaz o zaman yüzüne dikkat etti.Siyah başörtüsünün altında tazeliğinigizleyemiyen bir çehre, bütün sevap fikirlerine

yabancı gözlerle ona dik dik bakıyordu. Yalnızhalk kadınlarında görünen o erkeğe meydanokumayla bu gözler kendisi için bir lahzadasoyunuyor, güneşte bütün vücudunu çırçıplakteşhir ediyordu. Mümtaz bu bakışın karşısındakalbi parça parça, parasını uzattı. Sahaflara girdi.Küçük yol, meydanın ve etrafın her yazkendiliğinden peydahlandığı bütün kokularındar koridoru idi. Her yaz bu dar yolu mevsimonlarla zaptederdi. Daha kapının önündedeminki isteği söndü. Ne görecekti, sanki? Biryığın eski ve bildiği şeylerdi bunlar. Üstelik içirahat değildi, kafası ikiye, hatta üçe bölünmüştü.Bir Mümtaz, belki en mühimi, talihten en çokkorkan, düşüncesini gizlemeğe en fazla çalışanı;orada, evde hastanın başı ucunda, onun dalangözlerine, kuruyan dudaklarına, inip çıkangöğsüne bakıyordu. Öbürü Nuran'ın şu dakikadabulunması ihtimali olan İstanbul'un herköşesinde onunla beraber olabilmek içinparçalanıyordu; sanki her rüzgara kendisiniparça parça dağıtıyordu. Bir üçüncü Mümtazdemin tramvayı durduran kıt'anın peşinetakılmış, bilinmeze, talihin haşin cilvelerine

doğru yürüyordu. Kaç gündür hadiselerüzerinde düşünüyordu. Geceleri birdenbire artanşimendifer düdüklerinin sesi onun için kafibir tehditti. Böyle olması bir bakıma rahattı;çünkü üç şeyi düşünmek, hiçbir şeyidüşünmemekti. En korkuncu üçünün birdenbirleşmesi, içinde acayip, mustarip, muzlim vebiçimsiz terkiplerini kurmasıydı. Sahaflariçi tenhaydı; daha kapıda eskiMısırçarşısı'ndan sıçramış bir damla gibi küçükbir dükkan, eski zengin şarkın, kökü kimbilirnereye dayanan, hangi ölmüş medeniyetlereçıkan bir yığın geleneğin küçük ve sefil birhulasası, tozlu kavanozlarda, uzun tahtakutularda, üstü açık mukavvalar içinde asırlarcafaydasına inanılmış, kaybolan hayat ve sıhhatahenklerinin biricik çaresi gibi bakılmış ot veköklerini, peşinden o kadar hırsla koşulan,okyanuslar aşılan baharlarını teşhir ediyordu.Mümtaz bu dükkana bakarken hiç farkındaolmadan Mallarme'nin mısraını hatırladı:\"Meçhul bir felaketten buraya düşmüş.\" Buraya,bu tozlu dükkana, bu duvarına elle yapılmış

triko çorapların asıldığı yere... Yanıbaşında tahtakepenkli, peykeli, eskimiş seccadelidükkanlarda, aynı zengin ve uzaktan bakıncabüyülü ananenin hikmetleri, ebediyete kadartürlü tasnif fikrine yabancı bir istif içinde,raflarda, rahle, sandalye üstlerinde, dükkanındöşemesi üzerinde üst üste, sanki gömülmeyehazırlanıyorlarmış, yahut gömülü bulunduklarıyerden seyrediliyorlarmış gibi bekliyorlardı.Fakat şark, hiçbir yerde hatta mezarında bilekatıksız olamazdı. Bu kitapların yanıbaşındaaçık işportalarda, içimizdeki değişmenin, intibakarzusunun, yeni bir iklimde kendimizi aramanınkucak dolusu şahitleri, kapakları resimliromanlar, mektep kitapları, ciltlerinin yeşili atmışfrenkçe salnameler, eczacı formülleri vardı.Kahve falı ile Momsen'in Roma hayali, Payotedisyonunun artıklarıyle Karakin Efendi'ninbalıkçılık kitabı, baytarlık, modern kimya, ilmiremil, sanki insan kafasının bütün düzensizliğibu çarşıda birdenbire teşhir edilmesi icapediyormuş gibi birbirine karışıyordu. Böyle hepbir arada bakılınca insan sadece zihni birhazımsızlığın eserleri gibi görülen garip bir

halita. Mümtaz bu halitanın yüz senelik birdidinme, durmadan bir gömlek değiştirme içindeolduğunu biliyordu.Bu polis romanları hulasalarının bu JulesVerne'lerin, Binbir Gece'lerin, Tutiname'lerin,Hayatülhayvan'ların ve Künzülhavas'ların yerinialabilmesi için bütün bir cemaat yüz senebunalmış, didinmiş, doğum sancıları çekmişti.Tanıdığı dükkancılardan biri kendisine dostçabir işaret etti.Mümtaz, ne var, ne yok? diyen bir çehre ileyaklaştı. Dükkancı eliyle peykenin bir tarafındaüst üste sicimle bağlı, eski meşin ciltli bir kitapdizisini gösterdi.-Birkaç eski mecmua var... Görmekisterseniz...Sicimi çözdü; kitapları silerek ona uzattı.Meşin ciltlerin çoğu kıvrılmış, bir kısmı daarkalarından çatlamıştı. Mümtaz, peykeninkenarına, ayakları sokağa doğru sarkmış oturdu.

Kitapçının artık kendisiyle alakadarolmayacağını biliyordu; nitekim gözlüklerinitakmış, bir rahle üzerinde açık duran yazmasınadönmüştü. Mümtaz, ateşte ağır ağır kavrulmuşabenzeyen ciltleri elinde evirip çevirirken, geçenmayıs başında bu dükkana son defa geldiğigünü düşündü. Nuran'la buluşmalarına bir saatvardı; vakit geçirmek için buraya uğramış,ihtiyar kitapçı ile konuşmuş, güzel ve temiz ciltlibir Şakayık-ı Numaniye ile zeylini satın alarakgitmişti. Bu, Nuran'la ilk defa Çekmeceler'egittikleri gündü. Genç kadınla, İstanbul'un hertarafını dolaştıkları halde Çekmeceler'egidememişlerdi. Bütün günü orada iki gölünetrafında gezerek geçirmişlerdi.Küçükçekmece'de adeta su üstünde duran ve buyüzden insana ister istemez Çinlilerin kayıkevlerini hatırlatan büyük lokantada yedikleriyemeği, köprünün başındaki avcı kahvesinindereye bakan bahçesinde geçirdikleri saati, bubahçeye inen tahta merdiveni hatırladı. Birazötede balıkçılar sandaldan sandala dik seslerlebağırarak kefal avlıyorlardı. Birden birkaç sesberaberce yükseliyor, güneşte vücutlarının

yukarı kısmı çıplak insanlar birkaç kat'i vekeskin hareket yapıyorlar, sonra iki sandalınarasında ağ, yavaş yavaş bir bereket arması gibiıslak ve kenarlarına takılmış balıkların küçükgüneşten akisleriyle sudan çıkıyor ve o zamanasıl büyük yığın güneşe bir ayna tutulmuş gibibirden parlıyordu. Yerde ayaklarının dibinde oanda kendilerine alışıveren bir köpek,kuyruğunu sallayarak, kulaklarını kısarakyaltaklanıyordu. Ara sıra yerinden kalkıyor,etrafı acaba ne var, ne yok gibi dolaşıyor, yineacele acele eski yerine dönüyordu.Uzakta henüz gelmiş kırlangıçlar yuvalarınıhazırlama telaşı içindeydiler. Köprününkenarında kahvenin saçağında, manasınıanlamadıkları hızlı konuşmalar oluyor, bazen birkırlangıç küçük kanat çırpınışlarıyle, tıpkı yüzenbir insanın kendisini sadece olduğu sulardatutmağa çalışan haliyle boşlukta tutunduğunoktadan hudutsuz maviliğe kendisini bırakıyor,dikine bir hamle ile yüksekliklere fırlıyor, sonragözlerinin artık takip edemeyiceği noktadanaşağıya doğru süzülüyor ve bu süzülüş tam

sonuna kadar böyle gidecek vehminiuyandırdığı zaman, birdenbire ufkileşiyor, kendiüzerinde münhaniler, helezonlar çiziyor,bilinmez bir hendese davasını ispat eder gibi biryığın kesik ve içiçe hareketler birbirini takipediyor ve nihayetinde bu kendi ördüğü ağdanbir kanat darbesiyle kurtuluyor, telaşlı vesevinçli yuvasına kavuşuyordu. Mümtaz sevdiğikadının geniş omuzlarını, başa narin bir çiçekedası veren boynunu, güneşten kısılmış, sade birışık çizgisi haline girmiş gözlerini olduğu gibigörüyordu. Geçen mayıs... Yani Mümtaz'ındünyası az çok yerinde olduğu zamanlar...Mecmualardan biri baştan aşağı çok kötü biryazıyla kopya edilmiş bir Yunus Divanı'ydı;fakat haşiyelerde Baki'den, Nef'i'den, Nabi veGalib'den alınmış gazeller vardı. Sonuna doğrubirkaç yaprakta muhtelif ellerle, Daülfilfilli,Kakuleli, Raventli birçok ilaç yazılıydı. Birininüstünde kırmızı yazıyla Macuni-i LokmanHekim başlığı vardı. Bir başkası bir soğanıniçine karanfil doldurarak ateşte pişiriyor, İksir-iHayat yapıyordu. Öbür mecmua bir şarkı

defteriydi: Şarkıların üstünde makamları,bestekarlarının adları yazılıydı; hepsi meyanlarıhiçbir sadayı ve heceyi unutmadantekrarlıyorlardı: Pembe, mavi, beyaz, sarıkağıtlarda, satırların tebeşir yeri hala görülürşekilde, muntazam, adeta nar gibi, diş dişyazıyla yazılmıştı. Sonuna doğru hoşa gidenbazı beyitler kaydedilmişti. Ondan sonra1197'den itibaren başlayan bir yığın doğum,ölüm tarihi geliyordu. Ne kadar safdil bir itinası,merasimi vardı. 1197'de mecmua sahibininmahdumu Abdülcelal Bey iki günlük birrahatsızlıktan sonra, rebiülahirin onyedincigecesi sabaha karşı vefat etmişti; bereket versinhemen birkaç ay sonra kerimesi Emine Hanımdoğmuştu; bu hadiseleri geniş bir sene idi;defterin sahibi sütkardeşi Emin Efendi'ye saraçdükkanı açmış, kendisi de bu kadar yıllıkmazuliyetten sonra Kapanıdakik Eminliği'netayin edilmişti. Ertesi senenin en mühim hadisesioğlu Hafız Numan Efendi'nin ilm-i edvarabaşlamasıydı. Komşuları Mehmet Emin Efendikendisine meşkedecekti. Kimdi bunlar? Neredeoturuyorlardı? Mümtaz peşinden koşmağa hiç

lüzum görmediği bir zamanın eşiğinde, elindendefteri bıraktı. Üçüncüsü daha garipti. Birçocuğa ait hissini verebilirdi. Çoğu sahifelerboştu. Ortasına doğru bir yerde ağaçtadevekuşunun resmidir diye acayip ve acemi birelle yazılmış başlığın altında ne deveye, ne kuşabenzeyen bir resim, alt tarafında yalanmışmürekkebin kararttığı karışık bir desen vardı.Bunda da birçok tarih vardı. Fakat yazılarınhiçbiri birbirini tutmuyordu. Belki de bir meşkdefteriydi; ve daha ziyade sonradan okumayazma öğrenen yaşlı bir adama ait olacaktı.Hemen her satın daha acemi bir el birkaç defatekrarlıyordu: \"Mekke-i Mükerreme'de delilimizSaka Esseyd Muhammed Elkasimi Efendi'ye\"Biraz sonra adres daha vazıh oluyordu:\"Mekke-i Mükerremede Babünnebidekuyumcu Mesut Efendi mahdumu Haremi Şerifhizmetkaranından Esseyd Muhammet ElkasimiEfendi hazretlerine\"

Birkaç sahife ötede büyükçe bir masraf cetvelialtında da \"Velinimet Naşit Beyefendihazretlerinin mabeyn-i hümayun beşincikatipliğine tayinleri tarihidir\" diyordu. \"Mabeyn-i hümayun beşinci katipliğine ba-irade-i seniyetayin buyurulan velinimetimiz Naşit Beyefendihazretleri bera-yı mübaşeret-i vazife bu sabahelbise-i resmiyelerini labis olarak saray-ıhümayuna azimet buyurmuşlardır. HemenCenab-ı Rabb-i izzet tevfiklerini refik eyliye.\"Mümtaz'ın kafasında Abdülmecid devri bütünsazlarını çaldı. Daha altta çok kalın kalem ve birtürlü kendini idare edemeyen bir elle yazılmışolan bir beyit geliyordu:Gül nerde, bülbül nerdeGülün yaprağı yerdeArkasından kaplumbağa yavrusu kabuğu,ayın on beşinde sırça şişeye doldurulan yedi

çeşme suyu, kırk nar tanesi, safran vekarabiberle geceyarısı ateşte kaynatılan, tazekiraz dalıyla iyice karıştırılıp, duası okunduktansonra kırk gün güneşe asılan bir büyü tarifi. Onuda, görünmeden insanlar arasında gezmek içinyine kırk gün kırk defa okunacak bir dua takipediyordu.Öbür sahifede kırmızı kalemle tanıdığıdillerden hiçbirine uymayan altı isim yazılıydı:\"Temagisin, Begedanin, Yesevadin, Vegdasin,Nevfena, Gadisin\"Bunların altında, gece yatarken yedi defaokundukta behemehal niyet edilen şey üzerinderüya görülüyor, deniyordu. Daha aşağıda iseGeldani yazılarının okunma şekli hakkında uzunbir izahat vardı. Mümtaz kendi kendinetekrarladı: \"Temagisin, Begedanin, Yesevadin,Vegdasin, Nevfena, Gadisin\"Bu acayip şeyleri Nuran'a anlatamıyacağı içinmahzun oluyordu. Mümtaz, Nuran'ın garipşeyler müteahhidiydi. Genç kadının hiçsarsılmayan şüpheciliğini, düzgün düşüncesini,

şuradan buradan topladığı acayip hikayelerlekarşı karşıya bırakmağa bayılırdı. Eğer bir seneevvel olsaydı muhakkak ki, Mümtaz bugün,yahut yarın, herhalde ilk görüşünde, bir vesileuydurur, merak ettiği bir hadise için istihareyeyatmak istediğini ve bu beş ismi yedi defaokuduktan sonra gördüğü rüyayı anlatırdı. Buhikayelerde Mümtaz'ın bütün bir saflığımuhafaza etmesi, hiç gülmemesi lazımdı.Hikaye sonuna kadar Nuran'ın küçükgülümsemeleri, taaccüpleri arasında ciddiyetledevam eder, sonunda Nuran, ya şakayı olduğuyerde küçük bir dargınlıkla keser ve Mümtaz'abazen saatlerce süren lezzetli bir üzüntününufkunu açar yahut oyuna o da katılırdı. Bütünbunları şimdi hatırlamak, hazin oluyordu.Düşüncesinin bu noktasında birdenbire durdu.\"Bu adamlarla ne diye alay ediyorum? Sankibenim azaplarım onların bir yığın kaçışimkanlarıyla dolu hayatlarından daha mı iyi?\"Fakat hakikaten düşündüğü gibi bu kaçış varmıydı? Bu kitapların ve benzerlerinin anlattığıimkan bolluğu içinde mi yaşıyorlardı? Böyle

olsa bile kendisi kaçmıyor muydu? Sadece budükkanda bu saatte oturması bir kaçış değilmiydi? Gittikçe ağırlığını artıran sıkıntılarınarasında bu saati çalmak istediği, onu İhsan'danve etrafındakilerden göz göre göre çaldığımuhakkaktı. Şurası var ki genç adam yazınbaşından beri hiç de tabii bir hayat yaşamıyordu.Bilhassa son günlerde uykuları adamakıllıbozulmuştu. Zorla uyuyabildiği birkaç saattegarip, daha ziyade kabusu andıran rüyalar içindegeçiyor, uykularından, yattığı zamandan dahayorgun kalkıyordu. Asıl fenası fikirlerini takipteçektiği güçlüktü. Her düşünce biraz ilerleyinceazaplı bir rüya halini alıyordu. Bugün bile yoldagelirken hiç istemediği, kendi kendine birtakımel hareketleri yaptığının farkında olmuştu.Mümtaz'a o zamanlar tesadüf edenlerihtiyatsız yapılan işaretlerle, hatta kendikendisine küçük ve kısa söylenişlerle, zıtbirtakım düşünceleri kendisinden uzaklaştırmağaçalıştığını hatırlıyorlardı.Defterlere bir daha baktı. Bir daha o bir seneevvelinin mayıs sabahını düşündü. Sonra yaz,

bir dünyanın sonu gibi içinde canlandı.Arkasından bütün ömrünü zehirlediğine inandığıgünler, Nuran'ın bıkkınlığı, kendi korku vetelaşları, gülünç ve bıktırıcı ısrarları, hepsi kendianları, kendi havalarıyle geldiler. Artıkduramayacağını anladı. Fakat yerinden dekalkamıyordu.Sadece ötesi, bu azabın daha keskini var mı?gibi etrafa bakınıyordu.Kitapçı gözlerini yazmasından kaldırdı:-Vaziyet de biraz kötü değil mi?Mümtaz, uzun bir konuşmağa takati olmadığıiçin, kısa kesmeye çalıştı:-Evde hasta var; bir haftadır, doğru dürüstgazete bile okuyamadım. Yalan söylediğini o da biliyordu. Gazeteokumamış değildi. Sadece hadiselerin üzerindedüşünebilmek kudretini kaybetmişti. Şimdionları idrakinin dışında, gebe oldukları ihtimaller


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook