Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 14:04:43

Description: Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Search

Read the Text Version

elini uzatırken: -Tevfik de geldi mi? diye sordu. Her ikisiyle de çok eskiden dosttu. TevfikBey'i ilk gençliğinde YenikapıMevlevihanesi'nde tanımıştı. İhsan'ı ise Harb-iUmumi içinde Tamburi Cemil kendisinetanıtmıştı. İhsan, Emin Bey'i tanıyana kadar neyisevmemiş, Türk musıkisinin tek aleti olaraktamburu, onun getirdiği coşkunluk havasınıtercih etmişti. Fakat bir gece Tamburi Cemil'inkızkardeşinin Kadıköyü'ndeki evinde onu asılkudretli tarafiyle dinledikten sonra fikrideğişmişti. Bu Emin Bey'le, Tamburi Cemil'inHilali Ahmer menfaatine Şehzadebaşı'ndakiFerah tiyatrosunda verdikleri konserden sonraolmuştu. Konser bitince Tamburi Cemil bir türlüneyzen dedeyi bırakmamış ve İhsan'ı da zorlaalıp götürmüştü. İki gün iki gece orada mezesikıt, fakat içki itibariyle çok zengin bir rakımasasının başında kalmışlardı. İhsan bu iki güniçinde, her iki sanatkarın nasıl seçkin insanlarolduğunu anlamıştı.-An'anemizde yaşanan hayattan bahsetmekolmadığı için neler kaybettiğimizi o iki günde

anladım. Yemeğe düşkün, içkiye lakayıt,Tamburi Cemil'e çok hayran Emin Bey bugeceden her bahsedişinde; \"Şişelerin üzerinde\"Üstadım, aziz üstadım Cemil Beyefendiye\",diye bir yığın ithaf vardı\", derdi.İhsan o günden beri Emin Bey'i unutmamış,Tophane'de Kadiri yokuşunun üstündeki evineson senelere kadar, boş saatlerinde vakit oldukçauğramıştı. Sorel'in talebesi bu eski Mevlevi için\"Emin Bey'in dostları arasında veliliğineinananlar bile vardı, benim sırri tarafımdır.\"derdi.Emin Bey, İhsan'la -Erenler yine kayıpsın, diyerek selamlaştı.Tevfik Bey'e -Senelerdir sizi kaybettik, ama kusur bizde,evin yolunu biliyorduk, dedi.Tevfik Bey eliyle yanıbaşında yerde torbasıiçinde bekliyen kudumü göstererek:

-Senelerdir elime almamıştım. Bugün dolaptançıkardım, dedi.Emin Dede bir medeniyetin en yüksek cihazolarak kendisini seçtiği insanlardandı. Neyindendaha narin denebilecek bir görünüşü vardı.Kendi gündeliğinden kopmuş herhangi birmahluk gibi yavaş yavaş, hatta bu gündeliğinsıkıntılarını -ufak tefek rahatsızlıklar, endişeler-beraberinde getirerek bahçeye girmişti.Kadınların, \"sultanım\" diyerek ellerini sıktı,Mümtaz'ın arkadaşlarına iltifat etti. Sonraİhsan'ın yanındaki koltuğa rahat ve sakin oturdu.Ressam Cemil arkasından sakin melekçehresinde her zamanki tebessümü ilegörünmüştü. Halinde, içinden o kadar ta'zizettiği, her hareketini aradaki yaşayış ve alemfarklarına rağmen büyülttüğü adam için: \"İşte obudur, bu çelimsiz adamdır, bütün mazihazinelerinin son bekçisi, kafası altı asrın altınuğultulu kovanı olan ve nefesinde bir medeniyetyaşayan insan budur, diyen bir hali vardı.İhsan:

-Sizi buraya kadar yorsunlar ha? diyegülümsüyordu.-Aldırma erenler. Biz istediğimiz için geldik.Hava aldık, dost gördük. Hep sizler mi bizegeleceksiniz. Biraz da biz yorulalım.Orta boylu, vücuda bir nevi, bostan korkuluğumanzarası veren çökük omuzlu, esmer, çakırgözlü bir adamdı. Büyükçe, kemerli ve aşağıyadoğru sarkık bir burun zayıf yüzünü adeta ikiayrı mıntıkaya ayırıyordu. O kadar ki hemenarkasından gelen kısa ve beyazı fazla bıyığın vedudakların düz ve keskin çizgisi ancak onunbittiği yerde çehreyi tekrar toparlıyabiliyordu.Bu haliyle Emin Bey devrinin en büyükmusıkişinasından ziyade -gümrük, posta işlerigibi- şehrin umumi hayatından adeta uzaktakalmış görünen bir bürokrasinin o görünmez,fakat çok çalışkan memurlarından birinebenziyordu. Meğer başınızı kaldırıp, gür vekıvrık kaşların altındaki gözlere dikkat edersiniz;o zaman bu küçük ve lalettayin görünüşlü adamsizinle maddesinin çok üstünden konuşurdu.Mümtaz ilk defa tanıştıkları zaman Aziz

Dede'nin talebesini, Tamburi Cemil'in yakın -vearalarındaki mizaç farkına bakılırsa çok sabırlıve müsamahalı- dostunu, kamışın sırrına sahipbu son Mevlevi'yi sıkmadan tanımağa çalıştıkçabu gözlerin kendisini nasıl yakaladığını, halimbir eda ile sanki, \"Neden maddemle bu kadarmeşgulsün! Ne ben, ne de senin sanatım dediğinşey zannettiğin kadar mühimdir. Elinden gelirsesenin de, benim de içimizde konuşan sırra,alemşümul sevgiye yüksel.\" diye azarladığınıhatırlıyordu. O kadar asırlık Mevlevi terbiyesionda ferde ait herşeyi silmiş, sanki bu halim,ilhamlı ve sabırlı adamı, -Aziz Dede'den bir gündinlediği yedi sekiz notalık bir cümleyi aynentekrarlıyabilmek için eve dönüşünde sekiz onsaat üst üste çalışmış, o modulasyonayükselmişti; bunu sık sık üstadım medh içinanlatırdı- bir nevi hüviyetsizliğin içinde eritmişti.O kadar ki bu küçük ve kim bilir nasıl bir içgüneşinin sıcağında yarı erimiş maddesindenbaşka bir ferdi tarafı yok gibiydi. Bu madde debir yığın adabın, teşrifatın, kendini herkesle birgörmek, bize garip gelecek bir hicapta şahsiherşeyi inkar etmek terbiyesinin altında her an

gizleniyor, kayboluyordu. Mümtaz ona baktıkçaNeşati'nin:\"Ettik o kadar ref-i taayyün ki NeşatiAyine-i pür-tab-ı mücellada nihanız!\"beytini hatırlıyordu.Hakikat de buydu. Emin Dede maddesinde vemedeniyetinde gizli bir adamdı. Bu kadar büyükbir sanatkarda, herhangi bir sanatkarane edayı,şahsiyetini bir uca taşımış, orada kendi içfırtınalariyle yaşamış olmanın verebileceği birdeğişikliği aramak beyhude idi. Daha ziyadeaynı sahile çarpan bir yığın dalganın asırlarboyunca yaladığı, yuttuğu, bütün kenarlarınısildiği hususiyetlerini giderdiği bir çakıl taşınabenziyordu; herhangi bir kumsalda gezerkenbinlercesini gördüğümüz o yuvarlak vesert çakıllardan biri! Hatta aramızdan el ayakçekmiş bir alemin son ışıklarını muhafazaettiğini, bir nevi zengin hazinedarı olduğunudahi göstemiyordu. Tevazuu içindehayatımızdaki bu değişikliğin, kendisini ve

sanatını muhteşem bir harabe, yahut güneşbatması gibi bir şey yapan üst üste inkarların bilefarkında olmadan, herkese karşı dost ve eşitti.Ve Mümtaz onun şimdi evinin bahçesinde,sonbahar güneşi altında, siyah elbisesi içinde veherhangi bir insan gibi oturuşunu seyrederkenöbür alemin o kadar sevdiği ustalarını, EminDede'nin varlığından haberdar bile olmadığı ruhiklimlerini yaratanları farkında olmadandüşündü.Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, birListz, bir Borodine bu gördüğü ebediyetyıldızından ne kadar ayrı insanlardı. Onlarınçılgın hiddet ve kinleri, bütün hayatı kendisi içinhazırlamış bir sofra zanneden iştihaları vebunları tek başına yüklenebilmek için imkansızbir Atlas gayretiyle gerilmiş gururları, hiçolmazsa şahsiyetlerini değişik planda göz önünekoyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri,yumuşaklığı bile etrafındaki her şeye bir arslanpençesi gibi geçen mizaçları vardı. Halbuki buşöhretsiz dervişin hayatı üst üste kendi şahsınıinkardan ibaretti. Bu inkarlar, mutlaka karşı

beslenen bir aşkta ve hayatın umumi gürültüsüiçinde bu çifte kaybolma kararı sadece NuriBey'e ait bir şey değildi. Bu kendi iradesiyleyahut medeniyetinin terbiyesiyle silinmiş çehreyisonsuz itişlerle geriye doğru götürerek ondan birAziz Dede, bir Zekai Dede, bir İsmail Dede, birHafız Post, bir Itri, bir Sadullah Ağa, birBasmacızade, bir Kömürcü Hafız, bir MuradAğa, hatta bir Abdülkadir-i Müragi, hulasa bizimbir tarafımızı, belki en zengin his tarafımızıyapan insanların hepsini çıkarmak mümkündü.Onlar bir kile buğdayın içinde tek bir tane olarakyaşamayı seven insanlardı. Hiçbir azdırıcı ilekendilerini çıldırtmamışlar, saf bir idealinetrafında, içlerindeki hayatın henüz uyanmışmahmur günlerinden yığın yığın baharlaraçmakla kalmışlar, sanatlarını bir benliğinbehemehal ikrar vasıtası olarak değil, büyükbütünde kaybolmanın tek yolu tanımışlardı. İşingaribi muasırları da bunu böyle görmüşlerdi.İçlerinde en fazla şahsi olan, bize bir yığın ilahihastalık aşılayan Dede Efendiden bile, AbdülhakMolla'nın küçük kardeşi jurnalinde ne kadarbasit bir şekilde, yapılan işin sanki manasını

anlamadan, adeta bedbahtça bir cehalet içindebahsederdi. İhsan bir gün Letaif-i Rivayat-ıEnderun'un Dede'ye ait kısımlarındakiboşluğunu Emin Dede'ye anlatınca karşısındakigülerek :-Erenler, yanlış kapı çalıyorsun... demişti.Ötekiler sanat yapıyor. Biz sadece duadayız.Bilirsin, bazı tarikatlerde değil eser vermek,kabrinin üzerine adını yazdırmak bile iyisayılmazdı. İşte bu şarktı. Mümtaz'a göre hemşifasız hastalığımız, hem de tükenmezkudretimiz olan şark! Emin Bey işte bumuhteşem inkarda ellerinden gelse ömürlerininkısa şimşek parıltısını bile söndürecek insanlarınson varisi idi.Emin Bey'in hayatı da çok temiz ve saftı.Ömrünün uzun bir kısmını ağabeyisinin kat'ivesayeti altında geçirmeğe razı olmuştu. Alkol,cıgara kullanmadı; hiçbir ifratı yoktu. Birazsonra yine bir medeniyetin ağzından ve çokbasit dikkatlerle konuştuğunu gördüler. AzizDede'ye, asıl hocası Neyzen Hüseyni Efendi'ye,Cemil Bey'e, Zekai Dede'ye, daha eskilere ait bir

yığın fıkrası vardı. Aziz Dede, sert, titiz, şişman,son derecede afif, okuması, yazması kıt biradammış. Bir gün yazı yazmak için hokkasınadaldırdığı kalemin mürekkepsiz çıktığını görmüşve bu işaretin manasını anlayarak yalnız kalbleve niyetle Allah'a bağlanmağa karar vermiş.Neyini, kendisini son devrin bazı mollabeylerine benzeten iri göbeğine dayayarakoturduğu yerden çalarmış.Bir akşam Beylerbeyi iskelesinde kahvezanniyle girdiği bir gazinoda pencere kenarındabir müddet denize daldıktan sonra aşka gelmiş,bir ney taksimi yapmış. Siyah gümrah kaşlarınınaltında iki ocak gibi yanan gözlerini kapayarakçaldığı için yavaş yavaş gazinonun dolduğunuve ruhani ilhamının sofrasına bir akşamcıkafilesinin toplandığını görmemiş. Onlar dazaten çıt çıkarmadan demleniyor, garsonlarDede'yi rahatsız etmemek için ayaklarının ucunabasarak gidip geliyormuş.Taksim bitip de etrafındaki kalabalığı ve rakıkadehlerini görünce Aziz Dede yerindenfırlamış. Bu hikayeyi her anlatışında şu cümle ile

bitirmiş:\"Erenler öyle bir hicap duydum ki, üç günevden çıkmadım; bir ay da ehibbayarastgelmekten korktum.\"Bununla beraber Aziz Dede'nin talebesisofraya oturdukları zaman içki içilmesine itirazetmedi. -Yalnız fazla kaçırmayın. Bugün pekcoşkunluğum var üstümde... Tevfik Bey'e herzaman rastlanmıyor artık! Sakın, Cemil'e deiçirmeyin, çalarken şaşırır, dedi. Bunu söylerkengözlerinin içi gülümsüyordu. Hakikatte Cemil'içok severdi. Onun ısrariyle ve epeyce hazırlıklıgelmişlerdi. Cemil ona Mümtaz'ın ferahfeza veSultaniyegah'ı çok sevdiğini söylemişti.Emin Dede sofra nimetlerini seviyordu. Zatenağabeysi hattatlarımızdan Vasfi Bey, yemektekiustalığiyle meşhurdu; onun kağıt içinde hindisibütün İstanbul'da söylenirdi. Bu yemeğe sankibir nevi gecikmiş Romalı zevkiyle kefenli hindiadını vermişlerdi. Bununla beraber yemeklerin

güzelliğini metheden birkaç sözden başkayemeğe dair bir şey söylemedi. Sadeceağabeysinin usulüyle yapılmış piliçler gelinceNuran'a: -Bunu dayınız öğretmiştir size, dedi.Tevfik Bey gülümsedi:-Hünerler el değiştirmezlerse devam etmezler,dedi. Bütün öğleyin boyuna canı sıkılmıştı. Birzamanlar büsbütün başka şekilde uğraştığımeseleler şimdi onu rahatsız ediyordu.Hareketten uzakta ihtiyarlamanın verdiği birküskünlükle hepsini bir tarafa bırakmıştı. Şimdiölmek için kabuklama devrine gelmiş birhayvana benziyordu. Bütün hayatı ve etrafı ilekendisine zevkli bir laht hazırlıyor gibiydi. Eskimusıki bunun en canlı tarafıydı; her nağmede birbaşka günü, fakat hiç de kendisinin olmayan birşey gibi, tıpkı bu başının ucunda parlak, en safelmastan güneşi, bu yakut ve akikten sararmışyapraklar, biraz uzakta küçük bir akşama

benzettiği narlar ve Trabzon hurmaları ile,arılarının vızıltısı ile insanın bütün faniliğinihatırlatarak içine alan bu mevsim saati gibietiyle, kanıyle yaşadığı bir şey değil, sadecedavetlisi olduğu bir nimet gibi hatırlıyordu.Emin Bey onun sofra zevklerine olanmerakını, eskiden verdiği o debdebeli ziyafetlerianlattı. Eski Mevlevi dergahlarınınsımatlarından, kendisinin tanıdığı aşçıdedelerden, onların pişirdiği kuzu vepilavlardan, aynı güzide insan ve asıl zevklebahsetti. O kadar ki, Mümtaz onu dinlerken,\"Bizi iğrendiren alaturka büsbütün başka şeydemek.\" diye düşündü. Sonra bahis Nuran'ınbabasına geçti. Onun Yıldız fabrikası için yaptığıtabak örneklerini, yazılarını çok iyi tanıyordu.Zaten kendisi de hattattı. Belki ağabeysininmutlak vesayeti altında olmasaydı bu istidadıdaha genişlerdi, diyenler vardı. Mümtaz onun busanatlardan ve musıkiden bahsedişini dinlerkendaima halka yakın bir safiyeti muhafaza ettiğine,güzel hakkında büyük bir seçme kudretiolmadığına dikkat etti. Zevkimize ve an'anemize

sonradan giren ve onu hayli soysuzlaştıranşeylere karşı müsamahası da buradan geliyordu.Bu kibar Mevlevi etrafında değişen zevkle, onuniçinde, her kımıldanışın aksini kendisindeduyarak büyümüştü.Onun için Yahya Kemal'le zevkimize gelen osaf şeklinde eskiyi aramak ve duymak arzusuonda yoktu. Tıpkı bizden evvelkiler nasıl Servet-i Fünun diliyle yazılmış bir gazele eskinin en safeserlerine yakın bir itibar gösterirlerse, o da,yazıda, resimde, musıkide olan bir yığındeğişikliği öylece kabul ediyordu. Zatenbahsettiği şeylerde hususi çizgiler bularakkonuşan adam değildi.Ve böyle şeyleri pek az tadıyordu. Bununlaberaber yaradılışından gelen bir zevkle sonderece seçkin olmasını biliyordu. İster yazıda,ister musıkide olsun etrafındaki an'anedeğişikliğinden nasıl kendisini muhafaza etmişsekonuşmasında da kendini öylece koruyordu.Sanat eserlerinden hiçbir hususi ıstılahkullanmadan iyi işçi dikkatiyle bahsediyor, iyive müstesna işçi hüviyetinin prestijiyle sofraya

ve meclise hiç istemediği halde hakim oluyordu.Macide onun için kızını beyaz bulutlar arasındaziyaretten vazgeçmiş, Mümtaz'ın akıbeti içinvehmettiği korkulardan kurtulmuş, Nuran ise butecrübeli üstada hayatına hakim olan baba veyaşlı erkek sevgisine ve bu sevgi ile beraberyürüyen itaat hissine kendini teslim etmişti. Onusevmekle, onu dinlemekle kendisini adeta biryığın günahtan kurtulmuş hissediyordu.Emin Bey dondurmayı, dokunur diye reddetti.Ve yalnız sade bir kahve ile yemeği kapattı.

4Bu prestiji, asıl yemekten sonra çekildikleriüst kat sofrasında neyini çalmağa başladığızaman tattılar. Pek az insan bir hünerin emrettiğiduruşu takınmakla bu kadar değişebilirdi. İlkönce Tevfik Bey'e;-Mirim, Ferahfeza'ya var mısın? diye sordu.Tevfik Bey senelerdir bu eseri de söylememişti. Fakat tecrübeyi kabul ediyordu; bu, hiçbeklemediği zamanda gençliğe dönmek olacaktı.Daha Mülkiye'de iken meşkettiği ayini, EminDede'nin taksimi esnasında hafızasında aradı.Sonra elinde kudumü, alaturka sazların ayağınısarkıtarak oturanlara verdiği o acayip vaziyette,

oturduğu kanapede bekledi. Emin Dedemakamların arasında çok kısa bir gezinti yaptıve sonra Dede'nin Devrikebir Peşrevi'ne girdi.Mümtaz bu peşrevi Cemil'den birkaç defadinlemişti. Fakat şimdi o büsbütün başka bir eserolarak karşısına çıkıyordu. Daha ilk notalardanitibaren garip bir hasret duygusu binlerceölümün arasından güneşe hasrete benziyen birözleme içlerini kapladı, sonra bu hasret duygusuhiç dağılmadan -Mümtaz karşısındaki Nuran'ıhep bu duygunun arasından görüyordu- garip vesonsuz bir sonbaharda yaprak yaprak dağıldılar.Altın semaların, büyük sararmış yaprakların,acayip nilüferlerin, beraberce yüzdükleri durgunbir havuz, bilmedikleri bir tarafta, belki -ve hattaşüphesiz- uzviyetlerinin bir tarafında genişledi.Emin Bey'in neyi, nefes ve rüzgar mahiyetinihiç kaybetmeden, madeni, yahut daha iyisi garipve renkli çoğalışında mücevher parıltılariylenebat yumuşaklığını birleştiren bir sesçıkarıyordu. Fakat ne kadar tok, hacimli vegenişti. Büyük sofa onunla doluyor,pencerelerden dışarı taşıyor, adeta bahçe son

çiçeklerinin, sararmış yapraklarının üzüntüsüyleonda değişiyordu. Bazen herşeyi kendicevherine ve oradan da daha derin bir asıla iadeedilecek gibi eriyor, tavandaki küçük avize bugül yağmuruna benziyen ses çağlayanındaacayip kavs-i kuzahlarla tutuşuyor, sonra cesurbir dirsek büküşüyle veya ancak hiç renginikaybetmeden nizamınıbenimsediği armaşıklarda, salkımlarda, ince lifinebatlarda görülen o acayip ve birbirine yapışıktırmanışla kendi kendisinden biraz evvelkiçehresi olarak doğuyordu. Mümtaz Cemil'inneyini ustasının sesi arasında ararken birincihane bitti. İkinci hane daha sakin bir raksla bubitişin vehmettirdiği mahzun hatırlayıştan fırladı.Tekrar üst üste rüzgarlarda savruldular, ruhfırtınasından geçtiler, ümitsiz iştiyakların -Ah buherşeyin ebediyen kaybolmuş vehmi,-aynasındayalnızlıklarını seyrettiler. Ve Ferahfeza Peşrevi,yahut imkansız uzlet çöllerinde yolunu seçmeğeçalışan ruh, dördüncü defa o mahzun hatırlayışa,o sular altında tutuşmuş akşam dünyasınadöndü.

Hemen herkes kendi ömrünün rüzgarındadağılmış gibiydi.Yalnız Emin Bey ayakta çok temiz ve dürüstkıyafetiyle, yüzü sertleşmiş, sırrın ve nağmeninmahfazası uzviyetiyle bir sembol gibiduruyordu. Kendi içinde toplanmanın bütün sırrıbu çehrenin içi, ten sertliğindeydi; onunyanıbaşında biraz arkada ressam Cemil, kumralsaksonya fağfuru çehresi biraz daha incelmiştatlı bir gülümsemede sanki biraz evvelgeçtikleri yolu seyrediyordu. Tevfik Bey öbürtarafta kucağında kudumü, alaturka sazlarınsandalye oturuşuna kattığı o daima yadırgatıcırahatsızlık içinde bekliyordu.İhsan dayanamadı; çok yavaş bir sesle:-Dedem, senin muhteşem bir renk dünyan var,dedi. Emin Bey bir gözü kudumünü çalmağahazırlanan Tevfik Bey de, tam bir neyzenbakışıyla ve aynı yavaş sesle cevap verdi:

-Erenler, pirin himmetini unutma. Sonra sizino renk dediğiniz şey, ben olsam aşk derdim ya,asıl merhum Dede Efendimizde.Emin Bey eski musıkişinaslardan veyavelilerden yaşayan insanlar gibi bahsetmeklekalmıyor, ölümlerinin uzaklığını, üstadımız,pirimiz, efendimiz gibi şahsını bir nevibağışlama vasfında siliyor, böylece kendisi,yaşadığı zaman, bahsettiği insan ve ölümünmücerret zamanı birleşmiş oluyordu.Fakat asıl mucize ayinin kendiyle başladı.Dede'nin Ferahfeza ayini sadece bir dua,inanan ruhun Allah'ını aradığı bir çırpınışdeğildi. Mistik ilhamın vasfı olan geniş hamleyi,sırrı, doğrudan doğruya zorlayan büyük vedinmez hasreti, hiç kaybetmeden eski musıkininbelki en oyunlu eserlerinden biriydi. Dedealaturka musıkinin makamlar arasında küçükgösterişler, değişmeler ve kararlarla dolaşmaktanibaret olan gelişmesini o şekilde ifade etmişti ki,ayin kendiliğinden bir sembol oluyordu.

Ayinin başladığı Mesnevi'nin ilk iki beytindeferahfeza makamının bütün hususiyetlerini, aynısarayın birbirinin aynı iki murassa cephesi gibiverdikten sonra, çok çeşitli, uzun bir seyahatiandıran kavislerle bu makamı birkaç defatekrarlıyor, sonra birdenbire hep aynı mimarimotiflerini kullanmak şartiyle elde edilen ayrıayrı terkiplere benziyen bir yapışta onu yavaşyavaş kendi benzerlerinde kaybetmişgörünüyordu. Böylece bütün ayin ilkcümlelerde, yahut beyitlerde, dinlenilen o berrakve muhteşem Ferahfezanın hasreti içinde birçeşit kozmik seyahat oluyor, kulak tattığı hazzı -veya ruh, bir lahza kendisini kamaştıran maveraşevkini- daima hatırlıyor, her cümlede onayaklaştığını sanıyor, seviniyor, fakat bu sevinciduyar duymaz, ebedi hasret ve yolculuk -nevanın veya rastın veya acemin daha hafif veyasadece değişik bir perdesinde- yenidenbaşlıyordu.Sanki Dede bu acayip eserde mistiktecrübenin bütün mukadder seyrini gözlegörünür şekilde vermek istemişti. Bir an için

Hak ile Hak olan ruh, kendini ve gayesini genişzaman ve mekanda arıyor, eşyanın uykusunusarsıyor, her şeyin özüne eğiliyor, büyükuzletlerde kapanıyor, kehkeşanlar atılıyor, heryerde kendi hasretine benzer hasret, kendisusuzluğuna benzer susuzluklar buluyordu.Ferahfeza makamını adeta bir nevi irşat gibikendisine sunan acem perdesinden dügaha,kürdiye, rasta, çargaha, gerdaniyeye, sabaya,nevaya geçiyor, herşey birbirinde kayboluyor,birbirinde arıyor, birbirinde buluyordu. Veferahfeza bütün bu hasret sıtması yolculukta kahumulmadık dönemeçlerde mücevher kadehini -otek cümleden, tek savruluştan kadehini-birdenbire uzatıyor, kah çok değiştiricidesenlerde seyredilen bir hayal gibi, kendikendinin hatırası veya rüyası gibi görünüyordu.Bu arayış, bu kaybolma ve kendini idrakbazen son derece beşeri oluyor, Dede'nin ilhamı,\"Görünmezsen ne çıkar, ben seni kendimdetaşıyorum.\" diyor; bazen de, madde kadar sertbir ümitsizliğe kapanıyordu.Fakat Mevlana'nın hakkı vardı; neyin biricik

sırrı hasrettir. Bir gün Rimbaud'nun Voyellesleriçin yaptığı o cesur tahlilin benzerini biri sazlariçin yaparsa şüphesiz alaturkanın bu en basitçalgısında bir akşamın ten rengi hasretinibulacaktır. Onu alafranga musıkiden flütlerin,kornelerin hatta o acayip ve asırlarca hayvanibünyeyi yoklamış av nağmelerinin koyu zümrütyeşili veya kan rengi sesiyle karıştırmamalıdır.Onlar tabiatı, başka planlarda yaratmak veyayoklamak ihtiyaçlarında sanatın asılmalikanelerinden biri olması lazım gelen buhasreti çok defa kaybederler. Çünkü ney mevcutolmayanın yerine geçerek, onun izindenyürüyerek konuşur.Niçin ruhi hayatımızın büyük bir kısmını buhasret yapar? Bir katresi olarak yaratıldığımızummanı mı arıyoruz? Maddenin sükunununpeşinde miyiz? Yoksa zamanın çocuğu, onunpotasında pişmiş bir terkip ve onun mazlumuolduğumuz için geçen ve kaybolan tarafımıza mıağlıyoruz? Hakikaten bir kemalin arkasından mıgidiyoruz? Yoksa zalim zaman nizamından mışikayet ediyoruz?

Herhalde musıki yaptığını bir anda bozan, haldediğimiz o zaman platformunu, asgari bir gözledokunup geçme ama indiren nizamiyle bizde buhasreti en çok konuşturan sanattır; ve ney bununen belagatli aletidir.Belki Dede bu hasreti kendi ruhunda duyduğuiçin ayinini Mesnevi'nin ondan bahsedenbeyitleriyle başlatmıştı.Devrikebir'in dört basamaklı eşiği insanı bualemin ancak kapısına kadar götürüyordu.Çünkü burada musıki peşrevde olduğu gibi,insanın üstünde birtakım ameliyeler yapmaklakalmıyordu; onu yakalıyor, yerinden koparıyor,değiştiriyor, ruh ve bedeni çok başka türlü birölümü, hayatın ötesinde fakat onun ürperişhalinde hatıralariyle dolu bir ölümü kabuledecek bir nevi kap haline getiriyordu. Hayır, buartık ne Rüyükdere'deki mehtap gecelerininerimiş zümrüt ve akiki üzerinde kırılan ışıkkadehlerinin, ne de yaprak yaprak dağılan sarıgüllerinin alemiydi. Buradaki hasret bin ölümünötesinden, yaşayan herşeye duyulan hasretti.Onun için hiçbir sivri, insana batan tarafı yoktu.

Sanki Nuran, bilinmeyen bir yerde her an yenibaştan uyanıyor, alevden bir raksın ritminde, biryığın şeye birden -fakat neler?-değişiyor, sonramakamların dönüş yerinde tekrar ağır ve çokyaldızlı bulutlardan birini üstüne çekiyor, oradaçok sihirli bir uykunun içine gömülüyor, sonratekrar bu ağır örtünün bir kenarından, sanki birakşamın bulutları arasından sızan o mercanrengi, safran rengi ışık damarlarından biri imişgibi süzülüyor, farkında olmadan başka biryerde tekrar toplanıyor, tekrar acayip raksındasade cevher bir dünya oluyor, genişliyor,büyüyor, parçalanıyor, eşyada hiç kendisiolmadan ve yine kendisi olarak gülüyor,çoğalıyor, imkansızın kapılarına kadar gidiyorve orada dal dal, yaprak yaprak henüz sararmışbir sonbahar gibi savruluyordu. Kudumün ağırve çok derinden, adeta toprağın altından, yüzbinlerce ölümün küllerini silerek gelen ahengiolmasa belki büsbütün uçacak, bütünmaddesiyle kaybolacaktı.Fakat o derin ahenk, artık hiç kendisi olmayanbenliğin her an değiştiği şeylerin arasından, artık

bizim olmayan bir zamanın davetiyle yolgösteriyor, mucizeli işaretleriyle derinliklerdebirtakım perdeler açılıyor ve Nuran, onunpeşinde ikiz bir ruhun parçasıymış gibi, bu sadeözlerden dünyanın değişikliğinde, kendisini,öbür yarımını, kim bilir belki de bütününüarıyordu.Neyin altın uçurumuna Tevfik Bey'in sesitanımadığı kelimelerin mücevherlerini, yavaşyavaş, bütün kenarlarının parıltısını belirterekbırakıyor, şurada bir -yar, yari men!-in ilk -yar-feryadı deniz ortasında tutuşmuş bir gemi direğihaliyle parlıyor, bestenin üzerine iyice bastığı -men- hecesi birdenbire gümüş ve mercançerçeveli bir eski zaman aynası gibi derinleşiyor,Nuran, orada dağlar başında büyük rüzgarlarındidiklediği kendi hayalini iyice seçmeden,ebediyen kapanmış kapıların arkasından kahMümtaz'ın süzülmüş yüzünü görüyor, kahFatma'nın anne diye yalvaran sesini işitiyordu.Çünkü bu acayip musıkide herşey hareketsiz,derinden, adeta gölge halinde bir trajediyedeğişiyordu.

Sofa duanın denizinde çalkalanan büyük birgemi olmuştu.Herkes tanıdığı sahillere, kendi ömrününsahillerine, son ışıklarını dağıtan bir güneşiselamlar gibiydi. Mümtaz hiç duymadığı cinstenbir kendinden geçişle bu güneşe ve etrafabakıyordu. İki adım ötesinde oturan Nuran'ıebediyen kaybedecekmiş gibi korkuyordu;Neyin rüzgarı o kadar kendilerini geniş mekanadağıtmak üzereydi. Bu bir nevi rüya idi.Ve her rüyayı hazırlayan ilk uykularda olduğugibi, tesirini şuurun kendisi üzerinde yapmış,benliği dağıtmıştı. Fakat bu dağılış da tamdeğildi. Eserin kumaşı dalga dalga açıldıkçaMümtaz bu inkıraz dehasının ne olduğunuanladı. Ne Abdülkadir-i Meragi'ninsegahkarında, ne Itri'nin naatında, ne de birakşam Ahmet Bey'in evinde bir tesadüfle kendiağzından dinlediği Isfahan bestede -yine Itri'nin-bu ayinin içten yakalıyan ürpermesi yoktu.Onlar kendi üstlerine toplanmış büyük ruhkudretiyle ve sağlam mimarileri içinde, hiçşaşırmadan Allah'ı veya ideali arayan, veya ruh

macerasını nakleden eserlerdi. Adeta dikineuçuyorlardı. Burada ise ameliye iki türlü idi. Ruhayrılmağa çabaladığı alemini bir türlübırakmıyordu. Bu şüphe değildi; aşkın eksikliğide değildi. Sadece iki ayrı rüzgarda birdençırpınmaktı.Bir an Mümtaz'a öyle geldi ki, Tevfik Bey'insesi, Emin Dedenin neyi ile girdiği yarışta bu ikirüzgardan birini tutuyordu. Çünkü onun eskiayin usulüyle okuduğu Ferahfeza, aynıbestekarın kendisine adeta sevme ve ıstırapçekme üslupları aşılayan öbür ferahfezalarındançok ayrıydı. Bu adeta söylendiği evin mimarisinibile yadırgayan bir şeydi. Belki Farisi metin,belki an'anenin kendisi, Tevfik Bey'in o kadariyi tanıdığı sesini değiştirmiş, ona eski Selçukcamilerindeki çinilerin renklerini, içlerindeyollarını aydınlattıkları dualardan bir şey yanankandilleri, eski rahlelerin zamanla aşınmıştahtalarını andıran bir tad vermişti. Halbukineyin sesi ve üslubu eski ve yeni diye hiçbir şeytanımıyor, zamansız zamanın, yani cevherhalinde insanın ve kaderin peşinde koşuyordu.

Bununla da kalmıyordu.Çünkü zaman zaman neye ve insan sadasınaçok derinlerden, adeta toprağın derinliğindengelen kudumün sesi, o unutma ve unutulma doluuyanış, -bin uykunun küllerini silkerek, yahutbeş on medeniyetin arasından- kendini buluşkarışıyordu. Ve bu uyanışlar, kendisini buluşlarhiç de beyhude olmuyordu.. Çünkü kudümsesinde daima kadim dinlerin büyülü davetivardı; onun ıttıradı, bu semavi yolculuğa adetatoprağa ait bir oluşun nizamını katıyordu.Birinci selam son bir çırpınışta adetasakatlanmış bir kanat gibi muallakta kalan birnağme ile bitti. Nuran Mümtaz'ın gözlerini aradı,birbirlerini tanımıyormuş gibi bakıştılar. Dahaşimdiden musıki onları birbiri için -tıpkırüyalarımızda olduğu gibi- yalnız görenintanıdığı bir hayal haline getirmişti. Mümtaz, \"Bugarip.\" diye düşündü.Emin Bey hep beraber geçtikleri tecrübeninardından gibi İhsan'a tebessüm etti. Sonra TevfikBey'e tatlı bir gülümseme ile neyini tekrar ağzına

götürdü.Tevfik Bey, neyin sesiyle, belki de eseribozacak bir yarışa girmemek için bu sefer sesiniadeta hafifletmiş, iyi yontulmuş kıymetli bir taşınüzerinde, gözün ancak takip edebileceği çokyumuşak bir kabartma haline getirmişti. Bununlaberaber duanın bazı yerlerinde ses birdenbiregenişliyor, büyüyordu. Mümtaz Nuran'ın elindekendi tesbihi, musıkinin uçurumunda sanki birnezir gibi sıra beklediğini gördü; genç kadın\"Yak beni ey sonsuzluk.\" der gibiydi; o kadarmustarip; kendi içine çekilmiş bir yüzü vardı,fakat omuzları yerindeydi. Bütün ikrariylekendine sahip ve bu ebediyet fırtınasına bir altınkalyonun sağrısı gibi karşı koyuyordu.Mümtaz böyle bir ayin esnasında YenikapıMevlevihanesi'nin sultan hanımlara ayrılmış birtarafında kafesler arasında Beyhan Sultan'ın tıpkıNuran gibi ve beş asırlık bir kudretin ikrarınısadece omuzlarında taşıyarak Şeyh Galib'isüzmüş olması ihtimalini düşündü. Sema edenmevleviler, tennurelerin boşlukta dönüşleri birönden yürüyenin, bir arkadakine kollarını

kavuşturarak o kadar asrın terbiyesi arasındanniyazı hayalinde bir an parladı.Üçüncü Selim'i, -hiç dinlemediği, fakat sonyıllarında-bahçesine en nefis bir gül fidanınıgelecek zamanlar için olduğunu bile bile dikenbir bahçıvan gibi, imkanlarını hazırladığı bumuhteşem nağmelerin arasında, parmağındabüyük yüzüğü, o Horasan Erenleri çehresiylemahfilde altın ve sırmadan bir sanem gibi dizçökmüş gördü.Fakat Dede, kendisi nasıldı? Bu ruhmacerasını bu kadar intizamla hazırlayan adamkimdi ve nasıldı? Ferahfeza ayininin ilkokunduğu gün İkinci Mahmud hasta döşeğindenkalkarak Yenikapı Mevlevihanesi'ne gelmişti.Bütün İstanbul en süzme tarafıyle, kibar ecnebidavetlileri, saray adamlari ile, ikbalin eşiğine ilkadımını koymak ümidiyle çıldıranlarıyle heporadaydı. Hepsi bu yeni ayini, Ser-müezzin-iHazret-i Şehriyari Hamamizade İsmail DedeEfendi'nin hazırladığı ayini dinlemeğe gelmişti.Mümtaz bu acayip kasırganın arasında İkinciMahmud'un veremle eski bir muşamba gibi

sararmış yüzünü, ağır püsküllü fesinin altında vekendi icat ettiği Avrupa biçimi lacivert, sırmalıelbisenin yakası üstünde aradı. Bunağmeleri İkinci Mahmud'la beraber, iyibeslenmiş Arap atları üzerinde, geçtikleri yoluniki tarafını saran halkın alkışları arasında vehenüz kaybolmamış eski şark teşrifatı içindegelenlerin hepsi dinlemişti. Hepsi musıkininocağında bir an için, Anadolu'yu ve bütünimparaturluğu saran vak'aları, başlarınınüzerinde bir kılıç gibi asılan yarının tehdidiniunutmuşlar, Allah'ın küçük, yalnız ruhunselametini düşünen bir kulu olmuşlar, kısafasılalarla ömürlerinin hesabına dalmışlar, \"Bucinsten eserler yapılırken bu batmaz, dahabaharımızdayız.\" demişlerdi.Üçüncü selam Mümtaz'ı büsbütün başkaufuklara taşıdı. Burada yörüğe giriliyordu.Burada gittikçe artan bir süratle masiva'dansıyrılmak lazımdı. Fakat öyle olmuyordu.Müslüman litürjisinde sembol yoktu; hatta, sadecemaatle dua ve ibadet vardı. Tarikatlerde deböyleydi. Adımlar daha çabuklaşır, tennureler

daha dar ve gözle tutulmaz kavisler yapardı.Fakat ne garipti; Mevlevi ayini vecde yaklaştıkçamahzun ve yüklü aristokrat edasını bırakıyor, birhalk neşesi kazanıyordu. Ritm, hiç dinlemediğicinsten bir pastoral ve halk bayramı olmuştu.Mümtaz nağmenin kıvrak raksında adetahalkımızın neşesini, Anadolu'ya bu kadar uzunıstıraplarla tahammül kudretini veren o büyükkaynağı buluyordu.Bir tarafta çok ince bir duvar çatladı. Yeşil birfiliz bir sabah müjdesi gibi canlandı. Ruh binasıbirdenbire büyüyen güller altında çöktü. Mor,acayip güller. Nuran uçmak, kendi hızı içindetavanı delmek, göklere yükselmek istiyordu.Beraberinde, bütün dünyası beraberinde idi.Uçmak ve kaybolmak. Niçin bu musıkibirdenbire kıvrak edasıyle çocukluğununbayramlarını hatırlatmış, onların o gamsız,mesuliyet duygusuz, her zevki bir vicdan azabıile beraber duymadan tattığımız zamanlarınneşesiyle coşmuştu? Bu kadar ölüyü birdendiriltmek doğru muydu? Bu neşenin sonundaAllah'a mı varılıyordu? Yoksa hayata mı? Bunu

bilmiyordu. Fakat -tıpkı o gamsız zamanlarınınbayramlarında- çok eğlenmekten, çoksevinmekten olduğu gibi -yavaş yavaş herşeyden vazgeçmeğe hazırlandığını, hatta o uçuşarzusunun bile onu bıraktığını duydu. Garip birşekilde şimdi kendisini yalnız görüyordu. İçikainat kadar genişti. \"Ben bütün bir dünyayım.\"diyordu. Fakat bu dünya kadar geniş içine sahipdeğildi.Ve ney üflüyordu. Ney yapıcı ve yıkıcıhilkatin sırrı olmuştu. Herşey bütün kainat onunnefesinde şekilsiz bir oluş içinde değişiyordu vekendisi külçelendiği yerden bel kemiğınde olanbu ameliyeyi büyük bir tevekkülle seyrediyordu.Orada bir umman kabarıyor, burada bir ormankül oluyor, yıldızlar birbirleriyle öpüşüyorlar.Mümtaz'ın elleri erimiş baldan imişler gibidizinden aşağı akıyordu.Mümtaz silkindi. Dördüncü selamda idiler.Şeyh Galib şimdi neredeyse abasının göğsüneyakın bir yerini tutarak ayine katılacaktı. Onunda Şems-i Tebrizi'nin güneşinde, ebedi aşkocağında bir an için kül olması lazımdı! Son

çığlıklarda Nuran Mümtaz'ı omuzlarındanyakalıyarak \"Beraber ölelim.\" diye yalvardı.Emin Bey'in neyi, ayini bitiren iki yörükterennümün ikisini de çaldıktan sonra, kısa verenkli yürüyüşünde bir sema haritasını çizer gibi,birkaç makamın burcunu birbiri ardınca dolaşanbir taksimle, bu yörüklerin çok değişikFerahfezası'ndan, başlangıcın büyük nağmesine,etrafındaki herşeyi bir hasret ocağı yapannağmeye geçti ve orada sustu..Tevfik Bey kudumünü elinden bıraktı; alnınısildi. Herkes bir devle, zaman deviyle güreşmişgibi yorgundu. Emin Bey Tevfik Bey'e, -Sen ihtiyarlamıyacaksın! Sana ihtiyarlık yok!diye seslendi. Birbirine bizim nesillerin tatmadığı birsevgiyle baktılar.İhsan:-İkiniz de mucizesiniz, dedi



5Suat birinci selamın ortasına doğru gelmişti.Kapıdan oldukça neşeli bir çehre ile girmiş,fakat musıkiyi ve etraftaki hareketsizliği görüncecanı sıkılmış gibi bir tavırla İhsan'ın yanına hiçses çıkarmadan oturmuştu. Ancak etraftabakışlariyle Nuran'la Mümtaz'ı aramış, onlarlaselamlaşmıştı. Mümtaz onun kendisine adetadostça ve biraz alayla güldüğünü, Nuran'ahemen hemen mahçup ve ümitsiz baktığınımusıkinin kendisini taşıdığı dönülmesi güçufuktan gördü. Sonra etrafiyle alakasını kesmiş,bütün dikkatini musıkiye vermişti. O kadar ki,genç adam \"Ne yazık, baştaki ferahfezalarıkaçırdı.\" diye düşünmüştü. İkinci selamınortalarına doğru Suat'ın dikkati daha fazlalaştı.

Dirseğini dizine dayadığı sağ eline başını koydu,adeta kendinden geçmiş gibi dinlemeğe başladı.Fakat biraz sonra, sanki aradığı şeyi bulamamış,sanki musıkinin uzattığı kadehlerin hepsiboşmuş, neyin ve Tevfik Bey'in sesininberaberce yokladıkları iklimler sadece aldatıcıbir serapmış gibi başını isyanla kaldırdı. Mümtazbir an için onun gözlerinde çok keskin bir horgörme ve isyanın, hatta hiddetin parladığınıgördü. Genç adam bu sefer de onun bakışlarınıyakalamış, fakat demin Nuran'ı selamlarkenolduğu gibi sadece müphem bir kıskançlıkla içiburkulmamış, adeta korkmuştu. Sonradanbugüne ait hatıralarını toplamağa çalışırken oanda Suat'ın yüzünün fırtına altında bir ormangibi karıştığını düşünmüştü. Ve Mümtaz bu altüst olmuş ormanı, Suat'ın bakışlarındaki isyan vekorku şimşeklerinin kendisi için aydınlattığınıdüşünmüştü. Evet, Suat'ın yüzündekiistihfafın altında, bu duyguların bulunduğunaemindi.O andan itibaren Suat'ın orada ve kendiaralarında bulunması onu ürküttü. Artık onu

eskisi gibi kıskanmıyordu. Vakıa düşüncesigarip bir şekilde yine onunla meşguldü. Suat'ınNuran'la arkadaş olması, onu sevmesi, çoktanberi tanıdığı, istihzasından, pervasızlığındanürküp sıkıldığı, laubali hallerini, küçükçılgınlıklarını sevdiği, zekasının düşüncesininsıçrayışlarını beğendiği; fakat yolları ayrı olduğuiçin elinden geldiği kadar uzak yaşadığı buadamı, birdenbire büsbütün başka bir planaçıkarmış, hayatının ıstıraplı bir parçası yapmıştı.O kadar ki, Nuran'a yazdığı mektuptan beri onudüşünmeden, onu merak etmeden üst üste üçsaat vakit geçirmemişti. Mümtaz o günden beriSuat'a karşı içinde, farkında olmadan bütünzulüm görenlerin kendilerine zulmedene,serçenin atmacaya karşı duyduğu cazibeyebenzer bir his duyuyordu. Bu da tabii idi;aralarında artık bir frenk şairinin dediği gibi -öldürücü şeylerin muzlim cazibesi-konuşuyordu; Nuran'ın aşkındakarşılaşmamışlardı. Bu aşkta vaziyetleri neolursa olsun aralarında bir nevi itisaf duygusubulunacaktı. Fakat şimdi musıkinin ortasındaduyduğuna şahit olduğu isyan, Suat'ı ona

büsbütün başka bir aydınlıkta gösteriyordu.Birkaç defa kendisine \"Acaba noldu, nesi var?\"diye sordu. Sonra bu sual daha sarih şekil aldı.\"Musıkide ne arıyordu ki bu kadar keskin birisyana gitti?\" Bu düşünceler arasında tekrarSuat'a baktı. Fakat bu sefer onun yüzünde hiçbirmana ve ifade göremedi. Suat çok terbiyeliçalınan esere ve onu icra için yorulanlara sonderece hürmet eden; fakat bütün düşüncehürriyetini kullandığını iyice gösteren -serbest vehatta zalim bir dikkatle yine musıkiyi dinliyordu.Bu kayıtsızlık Mümtaz'ı biraz evvelki isyankadar rahatsız etti. O kadar ki, eserin sonralarınıadeta irade cehdiyle kaçırmamıştı.Emin Bey'in taksimi, ayinin birinci selamındabestekarın yedi defa ayrı ayrı yollardan,karşılarına -birincisinde çok güzel vebeklenmedik bir şey, kendi içimizden bir buluş,öbürlerinde iç hayatımıza tasarrufu; bu yüzdenferdiliği ve kudreti gittikçe artan bir hatıra gibi-çıkardığı ferahfezayı onlara, artık kendilerine aitbir zaman gibi iade ederken, Mümtaz budüşüncelerin arasında idi. Ve bu yüzden, kendi

benliklerinin, bir ucu ölçüsüz mazikaranlıklarında gömülü gölge varlıkları arasına,Neyzen'in sakınılmaz bir netice, bir ömrün asılçehresini bulduğu son menzil gibi vardığı buferahfeza cümlesinin de katıldığını, onu daöbürleri gibi sık sık yaşıyacağını, kendi yıldızuçuşuyle veya pırıltılı nebülöz çöreklenişiyleaydınlattığı bir meçhulden, sırf Suat'ta gördüğübu isyan yüzünden- duygularını idare edeceğinianlamıştı.Getirdiklerini sadece teknik dikkat veyadüşüncelerde harcamazsak, musıkinin bizdekiameliyeleri daima enfüsi kalır.Derin şekilde hatırladığımız her eserin altında,onunla temas ettiğimiz anın hususiyetleri, birbakıma bu anın, musıkiyi az çok hayatımızanakletmekten ibaret olan macerası vardır.Mümtaz Ferahfeza ayini boyunca etrafında,içinde ve zihni çalışmaları arasında bir yığınhayale, bu musıkiyi beraberinde taşımak şartiylekaçmıştı. Hakikatte Nuran'ın biraz ötedeseyrettiği yüzü etratında toplanan veya oradan

Üçüncü Selim devrine, Şeyh Galib'e, İkinciMahmud zamanına, kendi yaz hatıralarına,Kanlıca'daki akşam saatlerine, Kandilliyokuşuna, Boğaz sabahlarının o acayip ışıkoyunlarına dağılan bu hayaller, İsmail Dede'ninnağmelerinin kendiliğinden büründükleri renkli,narin ve devamsız şekiller ve çehrelerdi. Buhayaller tek başlarına kalsalardı, tıpkı bir ocağınalevleri gibi kendilerini doğuran musıkininiçinde, çok kısa hayatlarını yaşayıpkaybolacaklardı. Böyle olmadı. Suat'ınçehresinde seyrettiği ani ümitsizlikte, -şimdiMümtaz, Suat'ın çehresinde okuduğunu sandığıisyan, küçük görme ve hiddet ifadelerinin hakikimanasının, sadece bir ümitsizlik olduğunuanlıyordu;- bu hayaller manzumesi birdenbirederine geçtiler. Ve tıpkı sabadan, nevadan,rasttan, çargahtan, acemden gelen nağmelerin,asıl terahfezada karar kılmaları ile, o mahzun,hatıra yüklü, bütün ömürlerinin manasınıtaşımağa, onların yerini almağa hazır cümlesinimeydana getirmeleri gibi, Suat'ın ümitsizliği debütün bu hayalleri benimsemiş, onları kendizalim tecrübesiyle Mümtaz'ın içine mal etmişti.

Öyle ki, musıkinin etraflarında kurduğu o çokhayali akşam bir alaim-i semada yaşıyormuşhissini veren renk perdelerinden dünya, neyinsesi kesilip de bittiği zaman, herkes için olduğugibi yavaş yavaş dağılacağı yerde, Mümtaz'ıniçine bu tesadüfle, -kudret ve mahiyeti değişmişve artmış olarak,- bir kat daha yerleşti. Ve bütünmusıkinin devamı boyunca muhayyilesi hangimerhalelerden geçerse geçsin, daima Nuran'ınetrafında dolaştığı için Suat'tan kendisine geçenbu ümitsizlik duygusu onda Nuran'ındüşüncesiyle birleşmiş oldu.O kadar ki, musıki bittikten sonra tekrarTevfik Bey ve Emin Dede, yine aynı makamınetrafında dolaşan besteleri ve semaileri okurkenMümtaz evvelden tanıdığı bu eserleri, şimdi aynıümitsizlik hissi içinde dinledi. Hatta, dayısınaher zaman olduğu gibi refakat eden Nuran'ınsesini, yine her zaman yaptığı gibi etrafındanayırmağa çalışınca, bu sesle kendi arasında birnevi engelin varlığını vehmetti. Sanki gençkadının sesini çok uzaklardan, sisli bir sabahınarasından dinliyordu. Alaturka musıkinin

teganni edenlerin çehresine getirdiği o gergindeğişikliği, sarfedilen gayretin değil, bir neviayrılığın, uzaklığın ifadesi gibi duyuyordu.Sanki genç kadın çok uzaklardan kendisiniimdada çağırıyordu; ve Mümtaz bir türlü onagidemiyordu. Sanki Nuran, Sultaniyegahın,Mahur'un, segahın iklimlerinde mahpustu.Bütün bunların gülünç olduğunu kendisi debiliyordu. Hatta Mümtaz, daha başka bir şeyi, butarzda düşünmek ve duymak itiyadını taçocukluğundan beri biraz da kendisininhazırladığını biliyordu. Çocukluğunun hazintesadüfleri ona, her sevdiği şeyi kendisinden çokuzakta, erişilmez bir alemde düşünmek itiyadınıvermişti; nasıl aşkı keskin günah ve ölümfikriyle beraber, yani bir nevi telafisi kabilolmayanın mükafat ve azabı olarak tanımışsa, buuzaklık düşüncesi de onda o yıllarda kök salmışbir düşünce idi. Kaldı ki, Mümtaz çocukluğununbu miraslarını, çok zihni, şartlarına göre az çokmarazi ve şiirin terbiyesine erken açılmış birergenlik çağında ve bütün gençliği boyunca, taNuran'ı tanıdığı aylara kadar, kendi isteğiyle

derinleştirmişti. Ona göre şiirin asıl kaderi,herşeyin ve her ümidin ötesindeydi. Şiir, bütünbir hayat, kuru bir yaprak yığını gibi yakıldığızaman seyredilen parıltıya benzerdi. Okuduğuve beğendiği şairler, başta Poe ve Baudelaireolmak üzere hepsi \"asla\"nın prensi değilmiydiler? Onların beşikleri hep \"olamaz\"ınburçlarında sallanmış, ömürleri \"imkansız\"ınülkesinde geçmişti. Hayatımızı geriyedönemiyecek bir uca taşımazsak, şiirin peteğininasıl doldururduk? Onun için gürültülü neşesine,riyazi denebilecek bir tahlil kabiliyetine, genişhayat iştihasına rağmen Mümtaz, o zamanakadar ömrünün ve gençliğinin kendisine üst üsteaçtığı sofraları reddetmekle kalmamış, hayatınınacı taraflarını ancak yaşanacak iklim gibi kabuletmişti. Her düşünce, her ihsas, onda, ağustosmehtabını seyrettikleri gece Nuran'a söylediğigibi, zalim bir işkence, bir azap haline geldiğizaman tam şeklini almış olurdu. Bunuyapamadığı takdirde şiirinin hayatlabirleşmiyeceğini biliyordu. O erime vekaynaşma ancak tahammülü güç hararetlerdeolabilirdi. Aksi takdirde kapının önünde kalır,

ödünç alınmış bir dili kullanırdı.Belki Nuran'a karşı olan aşkında da bunlarvardı. Genç kadının arkasında Mahur Beste'ninçok yüklü irsiyeti bulunmasa, kendisindenevvelki aşk ve evlenme tecrübesinin verdiğiüstünlükle hayatına girmiş olmasa Mümtaz okadar kendisine bağlanmıyacaktı. Nuran'ınhayata ve duygularımıza karşı güvensizliği, veonun yüzünden herşeyi olduğu gibi kabul ediştarzı, günlerin getirdiği ile mesut oluşu, hulasasadece kabul etmekle kalışı, onu yarı tanrılaşmışbir çehre yapmıştı. Bütün bunları yaşarken gençadam, bu duyguların arkasında işleyenzembereği gayet iyi tanıyordu. Hakikatte o,kendisine bir iç nizamı arıyordu. Kelimeleri,hayalleri canlandıracak bir ateşin peşindeydi.Fakat oyun daha başında değişmiş, bilerekgirdiği imtihanda Mümtaz mağlup olmuştu. Bugayet garip bir düşünceydi. Zaman zamanMümtaz saadet duygusundan uyanıyor, \"Acabalüzumundan fazla mı?\" diye kendine soruyordu.Sade bu sual aşklarının cennetini, yapmacıkbir cennet haline getiriyordu. O kadar mesut

olduğu bütün yaz boyunca adeta çifte denecekbir hayat yaşamıştı. Garibi bu ki, kendi hislerinekarşı beslediği bu şüphe, kendi kendisini bu gözaltında bulunduruş, ne Nuran'a karşı olansevgisini azaltmış, ne de bu sevgiyüzünden zaman zaman çektiği ıstıraplarınhakiki olmasını menetmişti.İşte şimdi de kendisiyle aynı şekildekonuşmaktaydı; \"Ben budalayım. Kendimi zorlatelkin altına sokuyorum.\" Fakat gözleri Nuran'aher tesadüfinde onu eskisi gibi görmediğini,sanki bir hatıra arasından seyrettiğini sanıyordu.Bu duygu uzun zaman kalacak, şekilden şeklegirecektir. Bu yüzden yanı başında yaşayan vekolları arasında gülen kadını adeta ortadaolmayan bir varlık gibi sevecektir.Fakat Suat niçin bu kadar ümitsizdi? Neyidüşünüyordu? \"Acaba Dede'yi hakikateninanmak ve bir şey bulmak ihtiyaciyle midinledi? Yoksa inkarla mı işe başladı? Niçin bukadar mustarip?\" Bu sual düşüncesine gelirgelmez garip bir şüpheye düştü. Kendisi,Mümtaz, dini olduğu söylenen bu ayini nasıl

dinlemişti? Ferahfeza ayini boyuncadüşüncesinin geçtiği yerleri bir bir hatırladı.Garip şeydi bu, bütün ayin boyunca, bir defaolsun mistik bir ürperme duymamıştı. Bütünçağrıları, Nuran'ın, bir de yazmakta olduğueserin etrafında toplanmıştı. Bu yokluk DedeEfendi'nin kabahati miydi? Yoksa kendiyaratılışı mı?İçindeki fakirliğe şimdi kendisi de şaşırıyordu.Yoksa, alaturka musıki karşısındaki vaziyetitamamiyle müstear bir vaziyet miydi? Onu da,hayatındaki birçok şey gibi, hatta o kadar çoksevdiği Nuran'ın aşkı gibi, sadece bir nizamolarak mı benimsemişti? Sadece zihninden,muhayyilesini zorla kırbaçlıyarak mı bütünbunları yapıyordu? Bu işe de, eninde sonundaelbette bir sahih ve kendimin olan dibe varırımümidiyle mi girmişti? Acaba öbürlerinde neduyuyordu? Bach'ı, Beethoven'ı dinlerken deböyle mi olmuştu? Huxley, \"Allah var vegörünüyor; fakat sade kemanlar çalarken.\"diyor. Bunu çok sevdiği romancı La Mineurkuvarteti için söylemişti. Fakat Mümtaz bu

kuvarteti kitabı okumadan çok daha evveldinlemişti. Hislerini kontrol etmek imkanı yoktu.Birdenbire olduğu yerde irkildi. Nuran'ın sesiDede'nin acemaşiran yörük semaisi arasından:\"Tü beher güca ki başiBüved an bihişt-i mara!\"diye ağlıyordu. Fakat niçin Nuran'ın sesi bukadar uzaktan geliyordu? Sinirlerin bu gerginanında, aralarına bir varlık mı, yoksa bir yoklukmu girmişti? Onu bir ümitsizliğin aynasından mıseyrediyordu? Yoksa bir hakikatin, çok büyükbir hakikatin kendini aydınlatan fani birkıvılcımı gibi mi görüyordu. Sanki bu suallerincevabını, yalnız o verebilirmiş gibi tekrar Suat'abaktı. Fakat Suat'ın yüzü sımsıkı kapalıydı.Belki de bir şeyler yapmak için yerindenkalktı, musluğa gitti, yüzünü yıkadı. Döndüğüzaman Emin Dede meşhur taksimlerinden birinidaha yapıyordu. Fakat yine hep ferahfeza idiler.\"Musıki, aşk için iyi vasıta değil.\" diye düşündü.Çünkü musıki zamanın üzerinde çalışıyordu.

Musıki zamanın nizamı idi; hali yok ediyordu.Saadet ise bu gündedir. Mesut olmadıktan sonraniye sevmeliydi?Fakat kim mesuttu? Bu neyin şikayetibeyhude bir şey değildi.Bu kozmik seyahat insanoğluna saadetinbeyhude bir gaye olduğunu anlatmıyor muydu?Suat buraya mesut olmak için mi gelmişti?Elbette hayır, elbette şimdi o küçük kadınlariyleberaber olsaydı bin kere daha mesut olurdu.Fakat o buraya Mümtaz'ın ayağına basmak içingelmişti. Hem kendisine, hem ona ıstırapçektirecek, birbirini bedbaht edeceklerdi. Bütüninsanlığın her gün, sanki bunun için yaratılmışgibi, yaptığı şey buydu. Suat, yine alnını, dizinedayadığı sol eline koymuş neyi dinliyordu. Fakatbütün uzviyetiyle tetkikte olduğu halindenanlaşılıyordu. Neyi dinlemiyordu, sadece canısıkılıyor, sabırsızlanıyor ve bekliyordu. VeMümtaz da bu sabrın sonundan çıkacak şeyionunla beraber beklemeğe başladı. Öyle ki artıkEmin Dede'nin bir an evvel gitmesini kendisi deistemeğe başlamıştı. Suat'ın ilk yapacağı şeyi


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook