tamamlıyorlardı; ikisi de içinde doğdukları şehritanımasa, bir senaryo için hazırlanmışsanabilirlerdi.Ara sıra tıpkı caddedeki insanları ite kakageçen hususi otomobiller, lüks arabalar gibi, buyıkık, bir tarafı çarpılmış, pencereleri süsleyensardunyalara varıncaya kadar sefaletin kemirdiğievlerin yanıbaşında beyaz ve tahini boyalı eskibir konak yavrusu, mazideki zenginliğin,hayatın çiçeği lüksün, hala şaşırtıcı bir artığı gibigörünüyordu. Onların da çoğu boyasızdı. Açık,perdesiz pencerelerden bu mazi artıklariyle hiçde uyuşamıyan biçare başlar uzanıyordu.Onların yanıbaşlarında mimarisi meçhul,herhangi hayat standardına girmesi imkansız,upuzun veya tıknaz, biri öbürünü hiç tutmayan,semtin havasına sırtını çevirmiş, duvarları çivitboyalı kireçle örtülmüş yirmi sene evvelki kargirevlere tesadüf ediyorlardı.İşte bu sefaletin, kirin, bakımsızlığın içinde,tıpkı yolları dolduran, üstü başı perişan, sakat,yorgun ve iyi tıraş olmamış ve saçlarını
düzeltmeğe vakit bulmadan sokağa fırlamışkadın ve erkeklerin arasında, kıyafetininperişanlığını bakışlariyle, endamiyle;şahsiyetinin kudretiyle yenen ve çehreden başkabir şeye dikkat imkanını insanda bırakmıyankadınlar gibi birdenbire umulmadık yerdeyaldızlı, taşı kırık bir geçmiş zaman çeşmesiparlıyor, biraz ötede kubbesi yıkılmış bir türbedüzgün ve vakur cephesiyle kendisinigösteriyor, daha sonra içinde bir yığın çocukcıvıltısı ile beyaz mermer sütunları yeredevrilmiş, damında incir ağacı veya selvi bitmişbir medrese meydana çıkıyor, nasılsa ayaktakalmış bir cami, geniş avlusuyle sükunetiyle sizidünya nimetlerinin ötesine davet ediyordu.Kocamustafapaşa'ya vardıkları zaman, epeyceyorgundular. Evvela camiin önündeki kahveyeoturup çay içtiler. Sonra türbeyi gezdiler. Nurankurumuş çınarı muhafaza için etrafına çekilenparmaklığa, Yesari yazısiyle fırdolayı yazılan buçınarın ve yerin hikayesine bayıldı. Ona öylegeldi ki, Sümbül Sinan hala bu çınarın altındaoturmaktadır. Bu kurumuş ağacın muhafazasına
gösterilen itina, bu ölüm bahçesine, büyük sanateserlerine has bir derinlik veriyordu. Bunamukabil türbe mimarisizdi ve içinde dört asırhayata yattığı yerden tesir etmiş bir ölü vardı.Duvarlarına, parmaklıklarına eller sürülüyor,dualar ediliyordu. Hastaları iyileştiriyor, ümidiolmayanlara ümit kapıları açıyor, dünyalarıyıkılmış olanlara ölümün ötesinde ışıklargösteriyor, sabır, feragat, tahammül öğretiyordu.-Nasıl bir adamdı bu?-Bunların hepsi manevi vazifelerine inanmış,muayyen bir ruh nizamından geçmiş, nefisleriniterbiye etmiş insanlardı. Onun için şahsiyetleriniölümden ötede bile kabul ettirdiler. SümbülSinan öbürlerinden biraz daha başkadır. Evvelabüyük bir alimdi. Sonra da şakacı ve hazırcevaptı.Bir müddet durdu, sonra gülerek ilave etti:-Hepsinin bir yığın ince tarafı vardır. Buradayatan adamın, bilir misin Sümbül lakabı neredengelir? Sarığına mevsiminde sümbül takarmış.
İstanbul mevsimlerini sevebilecek kadar bizeyakın.-Ya Merkez Efendi? O nasıldı?-O büsbütün başka türlü idi. Hatta en muzırhayvanlara bile fenalık edemezdi. Kediyi çoksevdiği halde, \"Komşumuz fareleri ızrar eder.\"diye evinde kedi bulundurmamış. Sen bir ruhsaltanatının kolay kolay kurulacağına inanırmısın?Nuran düşünüyordu: \"Acaba şimdi böyleadamlar var mı?\"-Ne kurtarıcı düşüncenin, ne de ermeninkapısı kapanmıyacağına, Allah'a giden yollardaima açık olduğuna göre, olması lazım.Nuran, dostunun bir tarafını keşfetmiş gibiona bakıyordu. Genç adamdan biraz şüphe,hatta istihfaf, inkar gibi şeyler bekliyordu.Halbuki Mümtaz çok başka dille konuşuyordu.Mümtaz kendisini anlatmak ihtiyacını duydu.
-Bilmem, tam dindar mıyım? Her halde şuanda dünyaya çok bağlıyım. Fakat ne Allah ilekulunun arasına girmek isterim, ne de insanruhunun büyüklüğünden, imkanlarından şüpheederim.Kaldı ki, bunlar milli hayatın kökleridir. Bak,kaç gündür İstanbul'da Üsküdar'da geziyoruz;sen Süleymaniye'de doğmuşsun, ben Aksaray'laŞehzade arasında küçük bir mahallede doğdum.Hepsinin insanlarını, içinde yaşadıkları şartlarıbiliyoruz. Hepsi bir medeniyet çöküntüsününyetimleridir. Bu insanlara yeni hayat şekillerihazırlamadan evvel, onlara hayata tahammületmek kudretini veren eskilerini bozmak neyeyarar. Büyük ihtilaller bunu çok tecrübe etti.Netice olarak insanı çıplak bırakmaktan başkabir şeye yaramadı. Bırak ki her yerde, en zenginve müreffeh cemaatlerde bile, hayat bir yığınartıklarla, yarı yolda kalmışlarla doludur.Sümbül Sinan ve benzerleri bunlarınyardımcısıdır... Şu ihtiyar kadına bak...Yolun ucundan adeta iki kat geliyordu.Elindeki değnekle, baston arasında bir şeye
dayanıyordu. Zayıf, mecalsiz adımlarla türbeyeyaklaştı. Dua etti, dişsiz ağzı bir şeylermırıldandı; iki eliyle parmaklığa asıldı ve oradabir müddet kaldı. Camiin önünden her yaptığınıgörebiliyorlardı. Ne kadar sefil giyinmişti.Üstünde herşey parça parça idi.-Kim bilir, nesi vardır? Sümbül Sinan şimdionun ruhunda konuşuyor, ona büyük sükunetlervadediyor. Hiçbir şey yapamazsa, hayattan öteyionun için süslüyor. Herşeyi bırak, bu insanıstırabı, iltica ve ümitsizlik burayı kutsileştirmeğekafi gelmez mi sanırsın?Dönüp camiin önüne geldiği zaman, kadınınkısık gözlerinde, harap yüzünde ümide benzerbir şey parıldıyordu. Orada da durup biraz duaetti.Genç kadın içinden çıkılmaz bir muammayarastlamış gibi, başını sallıyordu:-İyi bir dispanser, birkaç hastahane, birazteşkilat...
-Hepsini yapsan bile, birdenbire gelen ölümvar.-İnsanoğlu onu kabul ediyor ama... Onunterbiyesinde yetişiyoruz.-Başkaları için! Kendimiz için değil.Yakınlarımız, sevdiklerimiz için ölümü kolaykolay kabul edemeyiz. Kendi ölümümüzle bütünmeseleler hallediliyor; fakat sevdiklerimizinyanımızdan gitmesiyle insan temelindenyıkılıyor. O zaman ne yapacaksın? Mağlubuatmağa razı mısın? Senin için söylemiyorum,fakat böyle düşünen, böyle düşündükleri içinkendilerini kuvvetli bulan budalalar var. İşteNaziler. Halbuki insan doğduğu günden itibarenmağluptur, şefkate muhtaçtır. Sonra senin iyidispanserler, hastahaneler dediğin şeyler kolay işdeğil. Hepsi arkalarından tam bir istihsal, refahayakın bir hayat, çalışma hızının, yalnız onungetirebileceği bir ahlak ister. Benim, şartlarındeğişmesi dediğim de budur. Konuştukça, İhsan'la sabahlara kadaryaptıkları münakaşaları düşündü. Bunların çoğu
onun fikirleriydi. Mümtaz daha on sekiz yaşındabakaloryasını vermeğe hazırlanan lise talebesiiken, bu fikirlerin ocağına atılmıştı. Şimdi onlarıbu küçük cami avlusunda Nuran'a tekrarlarken,İhsan'ın ilhamlı yüzünü, hiddetli konuşmasını,buluşlarını, ellerinin ağır jestlerini birdenbirekonuşmanın ateşi içinde parlayan latifeyi, gerginhicvi uzak şeylermiş gibi hatırlıyordu. Macide,onlar konuşurken bir köşede, elinde yün işi,dudaklarında tebessümün balı, onları dinler,latifelere güler, hiddetlerden ürkerdi. Bir haftadırki, İhsan'ı görmemişti. Acaba ne yapıyordu? Nehalde idiler? O akşam Köprü'de onlara tesadüfettiler. Macide ile kolkola yürüyorlardı. Öbürelinde ağırca bir valiz vardı. Mümtaz, Nuran'ıtanıştırdı. Sonra sordu:-Nereden böyle ağabey?-Bir haftadır Suadiye'de idik. Biraz dinlendik.-İnanma Mümtaz, bir hafta akşamlara kadar okürek çekti, yüzdü, ben de karşısında, güneştepiştim.
İkisinin de yüzü kıpkırmızıydı. Mümtaz bu birhafta içinde Macide'nin çektiklerini tasavvuredebiliyordu. İhsan onsuz kalmağa tahammüledemezdi. Hayatının her safhasında karısınıyanında görmek ihtiyacındaydı. BazenGalatasaray'da sınıfta, talebeyi mahud elişaretiyle, selam mı, takdis mi, hiç kimsebilmezdi, oturttuktan sonra çantasını açmağauğraşırken Mümtaz, çantanın meşinkundağından Macide'nin başını çıkarabileceğinidüşünürdü. Bu hatıralarla İnci Abla'nın yüzünebaktı. Fakat Macide meşguldü. Onun bütündikkati Nuran'da toplanmıştı. Açıktan açığa gençkadını süzerek onunla konuşuyordu. Nurankendisiyle biraz konuşunca arkasında çok sıkıbir zemberek gevşemiş gibi, bu yüz birdenbireaçıldı. Macide karşısındakine güldü. Macide'ninüzerinde insan sesinin garip, adeta metafizik birtesiri vardır. Ne elbise, ne yaş, hatta bir nisbettekalmak şartiyle ne güzellik, ne iş onatesir ederdi.O insan sesinde yaşardı, orada en topluşeklinde mevcuttu. Yeni bir insanla tanışınca
bütün dikkatini toplar, sesini dinler, bu sesininhinalarına göre hükmünü verir, ya sever, yasadece lakayt kalır, yahut da:-Sesi insanın içine yılan gibi kayıyor, diyedüşman olurdu.Onun bu ses miyarı bizim ölçümüzdekiyüksek, ağır, kırık, yumuşak sesler değildi.Bizim için güzel ses, çirkin ses vardır. Macideiçin insan sesi başka ölçülere göre ayrılırdı.Hatta dinleyişi bile ayrılırdı. Kulağı birdenbirebazı cisimleri bulmak için, yahut sinircihazlarının potansiyelini ölçmek için kullanılano hususi aletler gibi, uzviyetten adeta ayrılırdı.Kedilerin, yahut insan terbiyesine hiç alışıkolmayan bir çöl veya orman hayvanınınkoklama hissi gibi bir his onda gelişmişti ve buhayvanlar nasıl eşyada sadece koklamaklabirtakım hassalar keşfederlerse, Macide dedinleyerek insanlarda öyle manevi hassalarkeşfeder, ona göre kıymet biçerdi. \"İyi insan\",derdi. \"Hem çok iyi insan... Ama bir derdiolacak galiba, sesi adeta kanıyor, yahut, çokhodbin, kendisine aşık. Sesi gözlerini kör
ediyor.\" Bunlar Macide'nin bir imkansızlığı tarifiçin bulduğu sözlerdi. Çünkü karşısında herkonuşan hüviyet, sesinde onun için soyunur, engizli taraflarını teşhir eder, yahut tek hakimvasfiyle kalırdı. Macide'nin hayatına kulağınınyolu ile girilirdi. İhsan'ı sesi için beğenmiş,Mümtaz'ı o yoldan kabullenmişti. Şimdi deruhunu büyük bir sedef gibi Nuran'ın sesineaçıyordu. Bu damla damla konuşmalar orada biryığın inci olacaktı.Macide sevdiği insanları gözü kapalı dinlerdi.Kim bilir belki de onlar konuşurken çok serin,şifalı, bilinmez yıldız, kök ve maden hassalariylezengin bir suda yıkanmanın hazzını duyardı. Birsesin akışına kendini bıraktığı zamanlarda,sulara terkedilmiş bir madde gibi uzviyetindenbir şeyler kapar, meçhule doğru yüzerdi ve insanbiraz Macide'yi tanıyınca bunun farkına varırdı.Çünkü bütün hüviyetinde çiçeklerle dolu birsandal akışı hissedilirdi. Bu bozuk sinir cihazı iyive kötüye ait kıymet hükümlerinin üstünde birnevi kulak estetiği ile yaşıyor denebilir. Bir günMacide, Mümtaz'a bu halden bahsetmişti.
-Hastalığımdan evvel de vardı. Fakaz azdı.Şimdi çoğaldı. Bazı insanları dinlerken vücudumkaskatı oluyor. Adeta onlara karşı zırhlargiyiniyorum.İhsan, karısının bu hususiyetini, sadece seseyormaz, belki de bütün hüviyetin tesiri var,derdi. Mümtaz, Macide'ye olduğu gibi inanırdı.Mademki tecrübe yalnız onundur, niçininanmayalım? Bu İhsan'la, Mümtaz'ın adetametod ayrılığı idi.İhsan onlara bir hafta içinde neler yaptığını,kimleri gördüğünü anlattı.Mümtaz niçin Boğaz'a gelmediklerini sordu.Ağabeyisi, Nuran'ın yüzünün kızarmasındanzevk ala ala:-Balayınızı bozmamak için, dedi. Sonra üç gün için geleceklerini vadetti.
-Çocuklar büyük anneleriyle çiftliğegidecekler. Biz serbestiz. Gelecek haftalardabekleyin... Hakikaten evliymişler gibi konuşuyor ve buikisinin de hoşuna gidiyordu.Vapurda Nuran, Mümtaz'a:-Macide çok güzel kadın. Fakat insanı öyle birsüzüşü var ki.Mümtaz ses hikayesini anlattı. Sonunda yarışaka, yarı ciddi:-Biz, evcek tuhaf insanlarız, diye bitirmekistedi.Nuran'ın sualleri bitmemişti:-Sen, Macide'yi hasta diyordun, halbuki pekbir şeyi yok gibi geldi bana...-Hasta idi, fakat İhsan iyileştirdi.
-Ne ile?-Çocukla. İhsan hayata inanır; anlıyor musun?\"Hayat mucize ile doludur\", der. Hayatın sırrı,ona göre gene kendisindedir. Macide'ninhastalığı zamanlarında Nazilerin kastrasyonmetodu mühim bir mesele gibi etrafı sarmıştı.Hemen her tarafta münakaşa ediliyordu. İhsanbuna kızıyordu. Böyle bir anadan doğacakçocuğun zihnen sakat olması şöyle dursun, yenibir anneliğin ve mesuliyet fikrinin Macide'yi iyiedeceğine inanıyordu. Sonra bu kadar genç birkadının anne olmak hakkından mahrumedilmesini, hem ona, hem tabiata karşı bircinayet gibi görüyordu. Tanıdığı bazı doktorlarMacide'ye bir enkaz gibi bakıyorlar, yataklarıayırın, diyorlardı. Nihayet İhsan kararını verdi.Tabii tehlikeli bir şeydi. Nasıl diyeyim, aksinetice verseydi büyük felaket olurdu. İhsankendi eliyle sevdiği kadını öldürmüş olabilirdi.Doğum Macide'yi sarsabilirdi. Fakat İhsanhayata güvendi. Sabiha hatta zahmetsiz doğdu.Hem de ne güzel kız. Macide'de eski melankolikhal azaldı, sadece hastalığın ufak tefek izleri
kaldı. Bazen dalıyor, fakat eskisi gibikucağındaki bebeğe masal anlatmıyor.-Sen yapabilir miydin bunu?-Biz ailece garibiz demedim mi? Başımagelseydi yapardım.Fakat İhsan, fikrimi sorduğu zaman epeycemünakaşa ettim.Nuran büsbütün başka kıyaslar yaparakdüşündü:-Her macerada olduğu gibi. Atılanınkarşısındaki aksini düşünür. Sonra da alkışlar.Kaybederse.-Hayır, hiç de değil, İhsan kaybetseydi, onumahkum etmiyecektim. Ben, onunla bu meseleyimünakaşa ederken çok düşündüm. Yaptığı işkahramanlıktı. İyi bir işti; bir meseleyi kökündenhalle çalışıyordu. Kaybetseydi, hepimiz perişanolurduk. Belki kendisi de ölür veya sönerdi.Fakat mahkum etmezdim. Çünkü İhsan burada
başkalarının hayatıyle oynamıyordu. Kendisaadetiyle oynuyordu. Macide'sizyaşayamayacağını biliyordum.-Bu kadar mı seviyor?-Çok... Bütün hayatı yanında geçer. Oolmazsa çalışamaz. Hatta evinde iken daha iyikonuşur.-Çocuk normal mi?Nuran hep kendi hayatını düşünüyordu.-Normal. Henüz dört yaşında, hükümverilecek gibi değil ama, annesinin yüzündekitatlılığa bilmem dikkat ettin mi? İşte o hal varüzerinde. Sonra muhayyilesi çok zengin. Belkiçok ıstırap çeker. Fakat her halde yaşar veyaşamak güzel şey.Yaşamak güzel, çok güzel şeydi. En güzeldua buna erişemezdi.Bunu Nuran, yalnız fikir işlerinde konuşurken
kendisine güvenen bu toy çocuğu tanıdıktansonra öğrenmişti. Yaşamak güzeldi; sabahlar,akşamlar vardı. Bin türlü güzel şeylerledoldurduğumuz saatler vardı. Uyumak veuyanmak vardı; rüyalar vardı, hayaller vardı. Busevimli budalanın kollarında kendisinikaybetmek ve sonra gene orada, onun içinkendini bulmak vardı.Hatta bugün gördüğü şeyler bile, önlerindeyürüyen o tek ayaklı adam, yanığın veyahastalığın yüzünü baştan aşağı sildiği yalnız tekve ıstıraplı bir gözü dışarıda bıraktığı çocuk bilegüzeldi. Bu kadar ıstıraplı ve güzel şeylerigördükten sonra yan yana, bu vapurkanapesinde akşamın ortasında, şimdi içindecanlanan, evdekileri nasıl bulacağım üzüntüsübile güzeldi. Çünkü hepsi bizde şuur dediğimizo mekanizmayı oynatıyor, onunla hayata,eşyaya sahip oluyorduk. İşte vapurlarıÇengelköyü'nden kalkmıştı.Derin geceye ve asıl Boğaz'a giriyorlardı.Biraz sonra Vaniköyü'nde olacaklardı. Buradaiskelenin çıma kütüğü üstünde oturarak
konuştukları günü hatırladı. Hayat güzeldi, fakatyaz bitiyordu. Bu yaz ömürlerinin incisi, biricikmevsimi. Ne olurdu o da Mümtaz gibi, İhsangibi hayata güvenebilseydi. Fakat hayatagüvenmiyordu. O, hayat karşısında zayıftı. Buzaaf yüzünden bir gün Mümtaz'ı kendisine okadar lazım olan, kendisine o kadar muhtaç olanMümtaz'ı kaybedebilirdi. Çünkü kendisini iyitanıyordu. O bir düşünceye, bir fikre, bir aşkakendisini tam veremiyordu. Eve girer girmezannesinin biraz çatık yüzü, Fatma'nın dargınhalleri ona herşeyi unutturuyordu. Onun hayatıparça parça idi. Ayrı ayrı evlerde yaşıyordu.Aşkın ve vazifenin evlerinde yaşıyordu.Birinden öbürüne geçtiği zaman az çok kendi dedeğişiyordu.Bütün bunların Mümtaz'ın gözündenkaçmadığını biliyordu. Bir gün, \"Vücutlarımız,birbirimize en kolay verebileceğimiz şeydir; asılmesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağıbir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişigirip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır\"demişti. Böyle bir sözü ancak karşısındakini
delik deşik eden bir seziş söyletebilirdi. Mümtaz,onun sükutu kendisini ezmiş gibi silkindi.-Neyin var? diye sordu.-Hiç. Kafamı allak bullak ettin. Sümbül Sinan,Merkezefendi, Macide; herkesin hayat hakkı.Yoruldum. Kendim olmak istiyorum artık.
12Eylül sonlarına doğru lüfer avı Boğaz'ı tatmakiçin yeni bir vesile verdi. Lüfer, Boğaz'ın belkien cazip eğlencesidir. Beylerbeyi'nden veKabataş'tan başlıyarak Telli Tabya'ya veKavaklar'a kadar iki kıyı boyunca uzanan, akıntıağızlarında kümelenen bu aydınlık eğlence,bilhassa mehtapsız gecelerde yer yer küçükşehrayinler yapar. Öteki avların bir nevi iş içindepişme, uzak seferler istemesine mukabil, obulunduğunuz yerde, hemen herkesle beraberyapılan oyundur.Nuran, kayık ışıklarının siyah, morkadifelerde mahpus elmaslar gibi parıldadığısulara, biraz ötede bir yeni balıkçı
kümesiyle kırılmak üzere onların bittiği yerdebaşlayan o şeffaf karanlığa, vapur dalgalarından,küçük çalkantılardan, bu aydınlık yüklügölgenin bin türlü akisle size doğru yükselişine,sizi alıp götürecekmiş gibi etrafı sarmasına,velhasıl döşemeleri çok cilalı renkli ve ışıklı birsarayda yalnız akisten, parıltıdan, ışıksarsıntılarından ibaret, onların küçük nağmeden,musıki cümlelerinden büyük ve müstakilvaryasyonlara kadar yükselişinden bir dünyadayaşanıyormuş hissini veren bu lüfer gecelerineçocukluğundan beri bayılırdı.Evlenmesinden evvel, hatta daha küçükyaşlarda, evde yalnız kızıyle, Tevfik Bey'i kafadengi arkadaş tanıyan babası ile beraber lüfereçıkarlardı. Bu gecelerin hatırasını Mümtaz'aanlattığı zaman, kahramanımız her şeyin kendisiiçin o kadar mucizeli olduğu bu yazı bir katdaha mesut yapacak fırsatı kaçırmadı. TevfikBey ise çoktan hazırdı. Kandilli'den, kızkardeşinden, hatta Fatma'dan bıkmıştı. \"EylülüKanlıca'da geçireceğim.\" Böylece Nurandayısiyle beraber olacağı için daha rahattı.
Tevfik Bey, biraz da Nuran'a bu kolaylığıbahşetmek için, gece yarısından sonra Kandilliyokuşunu tırmanmanın güçlüğünü bahaneederek köşkten Kanlıca'ya inince, hemen yirmisene evvelki Tevfik Bey olmuştu. O kadar ki,önlerinden geçtiği eski yalıların pencerelerine,\"Acaba eski sevdiklerim de benim gibigençleştiler mi?\" der gibi bakıyordu. Çünküyirmi sene evvel Tevfik Bey, Boğaz'ın BebekKoyu, Göksu alemleri gibi devamlımodalarından biriydi. O, akşamüstü veya geceyarısı sandaldan sesini yükselttiği zamanpencereler sessizce açılır, renkli ve ürkekgölgeler boşluğa uzanır, derinden visal ürperişliahlar çekilir; titreyen parmaklardan, yahutdüzeltilen saç ve elbiselerden suya çiçeklerdüşerdi. Hatta rivayete göre, bu şarkılar vebestelerin her biri Tevfik Bey'le bu pencereleriaçan, orada sandalının tam geçeceği andasaçlarını düzelten, hulasa, elinde veya üstündekiçiçeği bu sandala veya yanıbaşına düşürecekkadar çolpalaşan, musıki ile kendinden geçenhanımların arasında sarih bir parola, tek şifrelibir nevi aşk mektubu olduğu için, ertesi günü
içlerinden biri behemehal ya terzisine iner, yahuteski bir ahbabı, bir sütnineyi veya emektarıgörmek lüzmunu duyar, yahut da evveldenkararlaşmış şekilde, yalının bahçe kapılarındanbiri o gecelerden birinde arkasında bekliyensadık bir hizmetçi veya halayıkla açık kalırdı.Mümtaz, kendisinin doğduğu senelerde semthanımlarına olan aşkını bazen aynı mahallemescidinin minaresinden bütün semte kurtarıcıdavetin ayrılmaz bir parçası gibi bir günde beşdefa ilan eden bu eski zaman hovardasınabayılıyordu. Tevfik Bey'in çok efendice birepikürcülüğü vardı ki, yalnız, ağarmış bıyıklarınıellerinin tersiyle silerken, gözlerinde toplanankısık bir haz ifadesinde kendini açıkçagösterirdi. İhtiyar adamın Boğaz'da lüfer avınısevmesinin, aşkın insan hayatındaki yerinibilmesinin Nuran'la Mümtaz'a büyük yardımıoldu. Zaten Mümtaz'ı ilk günden berihimayesine almış, Yaşar'ın ihtibaslarındagelişmesi için en müsait remini bulan Fatma'nınkıskançlığının evde yarattığı düşman havayıyumuşatmıştı. Mümtaz, Kandilli'deki köşkte
Nuran'ın annesi tarafından dostçakarşılanmasında Tevfik Bey'in dostluğunun nasılbir payı olduğunu biliyordu. Kadın onunriyaretine en isteksiz olduğu zamanlar bilekardeşinin neşesine dayanamaz, onun tarafındansürüklenirdi.Mümtaz'ın taaccüp ettiği şey, aşklarını buihtiyar hovardanın ciddiye almasıydı. TevfikBey'in uçarı hayatında bu cinsten bir ihtirasıbeğenmesini tabii gösterecek pek az şey vardı.Onun için önceleri, bu iyilik maskesinin altındakendisiyle, toyluğu ile alay eden bir tarafınbulunduğunu, yahut sadece çok sevdiğiyeğeninin duygularına hürmet etmesi yüzündenkendisini bu kadar ciddiye aldığını sanıyordu.Sonraları yavaş yavaş hayatına girdikçe, buuçarı, müsrif, bazen zalim hayatın altında garipdaüssılalar olduğunu anladı. Nuran'ın dayısı birgün laf arasında ona, bizim çapkın diyetanıdığımız ve herhangi bir ömür muhasebesiniyaparken, yahut iflas etmiş bir hayalin tesirialtında kaçırdığımız eğlenmek fırsatlarıarkasından üzülürken kıskandığımız insanların
çoğunun, \"bir kadını layıkiyle sevmek fırsatınaermemiş, yahut bu fırsatı kaçırmış insanlarolduğunu, onların peşinde koştukları birkeyfiyeti, bir ideali, aynı tecrübenin bir yığıntatsız tekrariyle telafiye çalıştıklarını\",hülasa,kıskanılacak olanların Mümtaz gibi tek sevgi ileyaşıyanlar olduğunu söylemişti.Tevfik Bey'e göre, uzviyetlerin birbiriyletanışmasından evvel sevişmek imkansızdı.Romancıların kabahati, hikayelerini, asılbaşlaması lazım gelen yerde bitirmeleriydi.Çünkü asıl aşk uzviyet tecrübesine dayanan,onunla devam eden aşktı. Bu itibarla ilk cidditen tecrübesinde tesadüfün ihanetine uğrayanlar,ömürlerinin sonuna kadar, eğer tesadüf denkleriile karşılaştırmazsa, mahzun arayışlarına devamedeceklerdi.Mümtaz, Tevfik Bey'in aşk üzerindeki budüşüncelerinde kendi fikirlerinin bir başkaçeşidini bulmaktan mennundu. Vakıa Nuran'ındayısı Mümtaz gibi bu işe metafizik bir çeşnikatmıyordu; fakat realiteyi görüyordu.
Tıpkı ikinci defa hayata kaplumbağa olarakgelmiş insanın kaplumbağa vücudunda, onunitiyatları ve hayati zaruretleri içinde eski insanruhunu hiç göstermeden taşıması ve hatırlamasıgibi bir şeydi bu. Politika ve cemiyet hayatındahakiki idealle, ucuz ve nefsi etrafında dönenrealizmi beraber yürütenlerde olduğu gibi, aşktada böylece bir sonsuzluk duygusunu berabergezdirerek her kapıyı çalanlar olabilirdi. TevfikBey bunlardan biri olmalıydı. Fakat böyle deolsa, ihtiyar adam güzele, sonsuza, temiz veiyiye bağlıydı. Zaten az çok bunu kendisi deitiraf ediyordu: \"Bana benzemeyin\", diyordu.\"Ben iki yol arasında kalmış bir insanım.\"Ve bunu söylerken yüzünü gölgeleyenhüzünde ömrünün hazin tecrübesi görünüyordu.Her çeşmenin başında bir kere durmuş, yalnızorada serinlemek hülyasına kapılmış, fakat serinsuya dudakları değer değmez, \"bu değil,muhakkak öbürüdür\" diye daha kanmadanbaşkasına koşmuştu. Böylece soğuk rüzgarlarındoldurduğu bir arafta kendi vücudunu aramağamahkum serseri ruh gibi tenden tene girmiş,
hiçbirinde bir lahzadan fazla duramamış, şimdibütün tecrübeleri iflas ettikten sonra, Mümtaz'laNuran'ın aşklarında ısınmağa gelmişti.Tevfik Bey, on seneden beri doğru dürüstdenize çıkmamış, yüksek sesle şarkısöylememiş, eğlence alemlerinde görünmemiş,yalı çocuklarıyle, eskiden olduğu gibi sağa solamektup göndermemişti. Herkes bunu karısınınölümünden duyduğu kedere yorarak, onunkadar eğlence düşkünü bir adamda bu vefalıbağlanışa şaşıyorlar, bir kısmı \"Muhakkakvicdan azabı çekiyor.\" diye tefsir ediyorlar, birkısmı da bu on senelik münzevi hayatın getirdiğihaklı şüphe altında onun içten içe övündüğü, okadar lezzetle hatırladığı mazisini büsbütünsilmeğe hazırlanıyorlar, \"Kim bilir, belki deadamcağızın günahını aldılar, beyhude yereiftira ettiler. Hiç karısına bu kadar bağlı olanadam o anlatılan kepazelikleri yapar mı?\" diyedüşünüyorlardı. Birincilere göre Tevfik Bey,karısına hayatında hiçbir zulmü esirgememiş birifritti. İkincilere göre bir dedikodu mağdurundanbaşka bir şey değildi. Hakikatte ise Tevfik Bey,
kendisine oğul diye Yaşar'ın ruh sakatlıklarınıhediye eden ve o kadar sene kıskanç, alıngan,kibirli, yaptığı iyilikleri bin misliyle ödetmek içinfedakar ve mütehammil karısını bir gün bilesevmemişti.Ölümüne de, bu senelerce süren beraberhayata rağmen ancak herhangi bir insan kadaracımıştı. Ruhu için yaptığı hayırları, onukendisinden uzakta, hiç dönülmiyecek bir yerdebilmenin verdiği ruh emniyeti içinde yapıyordu.Yaşadığı zamanlar o kadar temenni ettiği gibi,hakikaten kendisinden çok uzakta oturmağa razıolmuş olsaydı, rahatça geçinmesi, mesut olmasıiçin nasıl her türlü fedakarlığı esirgemiyecekse,öylece hatırasına karşı fedakarlıkta bulunuyordu.Tevfik Bey'in karısı hayatta iken böyle bir ayrıyaşama için yapmıyacağı masraf yoktu. Onuniçin ömrünün sonuna doğru gelse bile bukurtuluşu bir nimet biliyor, onu elinden geldiğikadar ödemeğe çalışıyordu. Fakat kadıncağızıngittiği yerde hiçbir masrafa ihtiyacı yoktu.Tevfik Bey'in her sene ihtimamla okuttuğubirkaç hatim veya mevlud da onun vaktiyle bu iş
için düşündüğü, ayırdığı paranın yanında hiçtenbir masraf gibiydi.Tevfik Bey'in on seneden beri ortadagörünmeyişi, sevdiği eğlence alemlerinden elayak çekişi büsbütün başka sebeplerdendi. O,muzaffer yaşadığı bir alemde ihtiyarlıkyüzünden ikinci, üçüncü sıralara, daha gerilereatıldığını görmek istememişti. Dış hayatınınderbederliğine rağmen, daima muvazene içindeyaşamış olan bu adam, kuvvetten düştüğünügörünce, kendisini bir nevi yaş tahdidine tutmuş,adeta kendi isteği, kendi karariyle emekliyeayrılmıştı. Tıpkı muharebeler kazanmış bir Romakonsülünün işten çekilince uzak bir köyde bağıve bostaniyle uğraşması gibi, Kandilli'deki evdebaba hatıralariyle yaşıyordu. Şimdi Nuran'laMümtaz'ın getirdikleri yeni havada büsbütünbaşka bir insan gibi tekrar lüfere çıkıyor, denizkenarına iniyor, sevdiği şeylerin bir kısmınauzaktan bakmağa razı oluyordu.Mümtaz bunu anladığı gün, Tevfik Bey'inelinin tersiyle beyaz bıyıklarını ikide birokşarken gözlerinde yanan haz parıltısının bütün
bir hayat hikmeti olduğunu farketti. Bu, sükutun,kendisini silmenin, göreceği iş kalmadığınıanlayınca ortadan kaybolmanın işareti idi. Oelinin tersiyle bıyıklarını düzeltirken, iyi kötüyaşadım ve şimdi her şeyden uzağım, diyordu.Bu Don Juan, trajedide olduğu gibi, birdenbiremazisine layık bir sonla fırtına ve şimşek ışıklarıarasında kaybolmadığı için kendisini -belki debu kısa ve manasız jestin altına- gömmüştü.Kanlıca'daki karı koca, -Nuran'ın babatarafından, Tevfik Bey'in karısı tarafındanakrabaları- bunu bir türlü anlamadıkları içinTevfik Bey'e hala mustarip ve matemli bir dulgibi bakıyorlar, onu rahat ettimek, ona ıstırabınıhatırlatmamak için ellerinden gelen gayretiesirgemiyorlardı. Hatta bu yüzden güveyi girdiğizaman yattığı odayı vermemeği biledüşünmüşlerdi. O kadar tatlı hatıranınbulunduğu bir odada yatması muhakkak ona birazap olacaktı. Fakat Tevfik Bey, bırakın bubudalalıkları, o odayı bilirim, evin en rahatodasıdır, diye en gür sesiyle bağırıncaşaşırmışlardı.
Hakikatte lüfer avının ışık operası yanındayalıda çok gizli bir komedi devam ediyordu.Mümtaz'la Nuran bu komediyi gülerek, TevfikBey bazen çok ciddi, fakat çok defa yapmacıkhiddetlerle kızarak yaşıyorlardı. İhtiyar adam -kızkardeşinden başkalarına- istediklerini kolaycakabul ettiren cinsten olduğu için, evin bütünitiyatları çarçabuk kırıldı. O zamana kadar buyalının sükuttan, kimseyi rahatsiz etmemek içinkorka korka kımıldamadan ibaret bir hayatıvardı. Mukbile Hanım'la, Şükrü Bey'in hayattaçiçek yetiştirmekten başka ihtirasları yoktu.Günlerinin hemen büyük bir kısmı yalınınarkasında çiçek bahçesinde ve serde geçerdi.Geri kalan zamanı da masa başında tohumlarıayırmak, Hollanda'ya, İtalya'ya, İngiltere'ye,hatta Amerika'ya kadar meşhur çiçekçimüesseselerine mektup yazmak, cevap vermek,konu komşudan kendi huylarını almış olanlarausul öğretmek doldururdu. Evin ötekikısımlarında oturan üç kiracı aile de beraberyaşadıkları sekiz, dokuz sene içinde aynıitiyatları aldıkları için, çiçek bahçesi hemen
herkesin malı olmuştu.Daha yazın başında Nuran'la Mümtaz'ın sıksık gelmeleriyle yalının itiyatları değişmişti.Artık kimse geceleyin istemeden ettiği gürültüiçin veya sabahleyin diğer pancurlar açılmadanevvel kendi odasının pancurlarını açtığı içinbirbirinden özür dilemiyor, \"Kusura bakmayın,sizi demin galiba rahatsız ettim!\" diye sözebaşlıyacağı yerde sadece hal hatır soruyordu.Tevfik Bey'in gelmesiyle iş büsbütün alt üstoldu. Akşamları ihtiyar adamın rakı sofrasırıhtıma kuruldu. Civar balıkçılar onunlakonuşmadan evin önünden geçmez oldular,radyo, herkesten ayrı ayrı izin alınmadanişlemeğe başladı. Böylece yalının sahipleri vekiracıları garip bir şekilde yepyeni bir hayatagirdiler.Bazen akşam yemeklerini Kanlıca'da, bazende İstinye'deki meyhanede yiyorlar, bazen desandallarına öteberi alıyorlardı. Tevfik Bey'inzoruyle sandalda bir gece tıpkı eski mehtapsaflarında olduğu gibi, içki bile içmişlerdi.
Nuran balıktan yorulduğu zaman dayısınınmırıldandığı şarkı veya besteye iştirak ediyor,Tevfik Bey, yeğeninin kendisine yardımageldiğini görünce sesini yükseltiyor, lüfer avımusıki safasına dönüyordu.Bütün kayıkçılar ihtiyar adamın dostuydular.Yaşlılar, Nuran'ı çocukluğundan tanıyordu.Zaten genç kadın hepsiyle arkadaş olmuştu.Mehmet'ten yakında evleneceklerini öğrenenler,onlara etrafta yalı aramağa bile başlamışlardı.Mümtaz belki evlenme işlerini çabuklaştırır diyebu projelere seviniyor, sonbaharda kiracılarçıktıktan sonra gidip bakmak üzere adreslerialıyor, Nuran Emirgan'daki evin bahçesi vedöşemesi üzerinde kurduğu hülyalar boşagitmesin diye, \"Şimdilik durun\", diyordu. \"Benbir daha günlerce oturup onları düşünemem.\"--Nuran Hanım denizden vazgeçmez. Zatenbabası da çok severdi. Bunu söyliyen altmışlık kayıkçı. -Hele bir kere bir yalı bulup yerleşin. Bakın
sizi nasıl besleyeceğim, diyordu. Adamcağızelinden gelse bütün Boğaz'ı Tevfik Bey'inyeğenine düğün hediyesi olarak verirdi. Nuranda Mümtaz da bu halk adamındaki inceliğebayılıyorlardı. Bazı akşamlar onların sandalınageçer, eski alemleri anlatırdı. Anlattıklarındayaşamış olmanın verdiği bir canlılık vardı. Çokkazanmış, çok görmüş, çok eğlenmiş, çok acıçekmişti. Fakat tek sevdiği şey deniz olduğu içinondan ayrılmadıkça kendisini bedbahtaddetmezdi. \"Mezarım, aklım başımda ölürsemdenizde olacaktır.\" derdi. Nitekim, o kış sonundageçirdiği hastalıktan sonra bir daha denizeçıkamıyacağını doktorlardan öğrenince bir sabahkimse görmeden sahile inmiş, kayığa binmiş veayaklarına bir taş bağlayıp kendisini akıntıyaatarak ölmüştü. Mümtaz bu ölümü işittiği zaman,çok yakınlarından birisini kaybetmiş gibiüzülmüş; fakat ihtiyar adamın sevgisinden dahakötü bir tesadüfle ayrılmamasına da memnunolmuştu. Bu garip sevgide kendi mizacına vetalihine uygun bir taraf buluyordu. \"Yoksulluğaalıştım, ihtiyarlığa alışamadım.\" sözü hiçdilinden düşmezdi. Ücretin gümüş çeyrek, fakat
bahşişin bazen mecidiye ve hatta sarı lira olduğudevirlerden kalma bir yaşama rahatlığı vardı.Hidiv yalısındaki şenliklerden, körfezdekimehtap safalarından, Bebek alemlerindenbahsederken, Mümtaz'la Nuran kendilerini adetao günlerin içinde yaşıyormuş sanırlardı.Nuran'ın güzelliğine biraz da o devirlerin aksi,yahut hatırası gibi baktığı muhakkaktı. -Çok şeygördüm. Fakat gelin hanım gibi güzel kadıngörmedim- derdi. Kendi alemlerinin dışındangelen bu hayranlık Mümtaz'ı bir çocuk gibisevindiriyordu. Bu ihtiyar adam, sevgilisinibeğendikçe uzakta kalmış olmasından azapçektiği bir alemle hiç olmazsa bir noktadabirleştiğini sanıyordu.Fakat asıl mucize Nuran'ın kendisindeydi.Olta elinde, hiç konuşmadan bekleyişindeMümtaz, çocukların çoğu yapmacık olanciddiyetlerinin lezzetini bulurdu. Yarısomurtkan, dünya ile alakası sadece elindeki iptetoplanmış bu bekleyiş arasından, etrafa aitdikkatleri Mümtaz için daima şaşırtıcı olurdu.Sandaldaki ışıkla aydınlanan kısa hareketleri,
küçük çalkantılar içinde suların derinliğindendoğru, adeta bilinmez alemlerden gibi kendisineyaklaşan ve uzaklaşan çehresi ona her türlüzihni gayretin üstünden kendisine birçokgüçlükleri çözen bir büyü tesiri yapardı. Ozaman genç adam, biraz evvelki küçük ve nazlıçocuk hayalinin kurduğu havadan çıkar, kendiiç alem meseleleriyle karşılaşırdı.Oltanın ilk sarsılışında Nuran'ın yüzü keskinbir dikkatle katılaşır, sonra balık meydanaçıkınca beğenmek, beğenmemek telaşı başlardı.Nuran'da her sevdiği şeye çocukça biratılış vardı. Ve bu atılış neşe, yahut sabırsızlık,Mümtaz'ın en hoşuna giden şeydi.Mümtaz bütün bu zenginliklerin kendidikkatinden geldiğini bilmiyor değildi. Fakatböyle de olsa Nuran'da sinir cihazını çıldırtan birşey vardı.Bazen bu hayranlıklar o dereceyi bulurdu ki,Mümtaz, saadetini kendi gibi bir faniye çokbulur, delice ihtimallerden korkardı.
Böyle anlarda Mümtaz'ın muhayyilesi, meselabüyük deniz ejderlerinin çektiği arabasında,etrafa köpük saçarak gelen bir deniz tanrısının,Nuran'ı elinden alıp bütün etraftaki parıltıların,onların arasından kıvranan, renkli bir akideşekeri hazırlanır gibi eriyen, balık sırtı gibi pulpul, her renkten, her perdeden kadife ve yosunkadar yumuşak gölgelerin toplandığı, en sonhaberini Anderson'un masallarından aldığımız odeniz altı saraylarından birine götürebileceğinepekala inanabilirdi.Bu şüphesiz bir hayal oyunuydu. Fakat ogecelerde genç kadında dikkatini çeken bir halbu vehimlere keskinlik veriyordu.Bazı anlarında Nuran, karşısında iken kendihayatından çekilmiş görünebiliyordu. Ve bu halgenç adamda, kendi ruh hallerine göre onu birölümün perdesi arkasından veya unutulmuşolmanın araya koyduğu uzaklıklardanseyrediyormuş zannını uyandırıyordu.Mümtaz'ın bu vehim ve korkularda haklı olduğubir nokta vardı. Gerçekten bir rüya içindeyaşıyordu.
Genç kadın onun dostluğunda bütünimkanlarının açıldığı müstesna iklimi bulmuştu.Bu yüzden her hevesi, her hareketi, herdüşüncesi, küçük dargınlıkları, naz veşımarıklıkları, ufak tefek çolpalıkları bile etrafınabir yığın sır ve güzellik getiren, hayatın nizamınıçok mesut buluşlarla değiştiren, sanat kadarmucizeli oyunlar haline gelmişti. Öyle ki, Nuran,Mümtaz'ın hayran bakışları altında her ankendisini ve etrafındaki şeyleri yeniden yaratıyorsanılabilirdi. Bu, sevene, uzviyetinde sevildiğiniduyanın cevabıydı. Bu gizli konuşmayı,büyüden dışarıda kalanın duyabilmesine imkanyoktu. Meğer ki, Nuran birbirinden ayrı olarakyaşanan bu anlam tecrübesini başka bir zamankendisinde hazır bulsun ve farkında olmadanhatırlıyarak yaşasın. Böylece genç kadın, canlıgüzelliği ve yaratıcı zekasıyle günlerin kumaşını,ikisi için herkeste olduğundan çok başka türlüdokuyordu.Dönüşte Tevfik Bey beraberlerinde ise onuKanlıca'ya bıraktıktan sonra, suyun nefti bir atlasrengini aldığı ve yer yer çok sık ve ancak birkaç
yaprağının üstünde aydınlığın cilasını taşıyan birdefne ormanı gibi karanlığa gömülü yalıdiplerinden geçmeği seviyorlardı. Bu, gölgenin,sırrın, sükunun içinden geçmekti. Açık birbalkon veya mutfak kapısından, sahipleri henüzyatmamış evlerin pencerelerinden dökülenışıkların birinden öbürüne atlaya atlaya süren buyarı deruni alem yolculuğu, birdenbiregenişleyen bir körfezde, ayla, aydınlıkla kırılır,Boğaz'ın geceyarısından sonra kazandığı oacayip durgunluk içinde bazen bir projektör,yükselen bir dalganın tepesinde onları yakalar,şimdiye kadar hikayesini duyduklarımızdan ayrıbir göğe çıkışın tablosunu hazırlıyormuş, onlarıbilinmedik yüksekliklere alıp götürmekistiyormuş gibi, üzerlerinde ısrarla dururdu.Nuran, kendisi yokken görmedikleri bir yığınşeyin arasından, onları aydınlatarak gelen buaydınlığın ağında şaşırır, Mümtaz'a sarılırdı:-Bir yatakta yattığımız zaman rüyamdakorkarsam, sana böyle sarılacağım.Bazen etraf, iri bir firuze içinde yaşıyorlarmış
gibi yalnız sakin parıltı olurdu. Karanlık su,yıldızların uzattığı büyük mücevhersalkımlariyle dolar, kıyıdaki gölgeler, öbürkıyıdaki sandalları kovalar gibi adetayanıbaşlarında yürürdü.Gündüzleri o kadar vazıh, her kenarı, herkıvrımı ayrı ayrı işlenmiş gibi meydanda veberrak güneş altında yalnız kendisi olankoyların, tepelerin, koruların birdenbirekendilerinin de içinde bir vehim, bir hayaloldukları bu rüya hali Mümtaz için sade o ana aitbir lezzet değildi; belki o anda sanatın büyüyeyakın sırrını bulurdu. Nuran'a sık sık:-Bu senin ruhunun içinden geçmeğe benziyor,dediği zaman, ayrı ayrı nizamlarda üç güzelliğin,sanatın, sevilen tabiatın ve hiç bir cazibesikaybedilmeyen kadının birbiriyle kendi ruhundanasıl karıştığını, ne acayip. Büyüye ve rüyayayakın bir kıyaslar alemini bir tek realite gibiyaşadığını kendi de farkederdi.Onun için ara sıra kendisine sorardı:\"Birbirimizi mi, yoksa Boğaz'ı mı seviyoruz?\"
Bazen çılgınlıklarını ve saadetlerini eskimusıkinin getirdiği coşkunluğa yorar, \"Bu eskisihirbazlar bizi ellerinde oynatıyorlar.\" diyedüşünür ve Nuran'ı onlardan ayrı düşünmeğe,yalnız başına ve kendi güzellikleri içindearamağa çalışırdı. Fakat halita onun zannettiğikadar sathi olmadığı, Nuran, hayatına birdenbiregelişiyle kendisinde öteden beri mevcut olan,ruhunun büyük bir tarafını yapan şeyleriaydınlattığı adeta kendisini kabule hazır şeylerinarasında saltanatını kurduğu için, artık neİstanbul'u, ne Boğaz'ı, ne eski musıkiyi, ne desevdiği kadını birbirinden ayırmağa imkanbulurdu. Çünkü Boğaz onlara mazisiyle, hiçolmazsa bazı mevsimlerde kendiliğindenayarladığı günün saatleriyle, o kadar canlıhatıranın konuştuğu değişik güzelliğiyle, hazırbir hayat çerçevesi getiriyordu. Eski musıkiyegelince, o kadar sıkı nizamlar içinde kıvranan,fırtına ve gül yağmurlarını boşaltan diyonizyakcümbüşüyle, insana telkin ettiği bütün ömrüncetek düşüncenin, tek ihtirasın avı ve nezri olmak,onun ocağında yanıp kül olduktan sonra, tekraryanıp tekrar kül olmak için dirilmek fikri ve
birbirlerini çok eski ve adeta unutulmuşgüzelliklerin içinden arayıp bulmak zevkiyle buhazır ve her türlü ihtimali karşılayacak derecedezengin hayat çerçevesini doldurmağa teşvikediyor, bunu yapabilmenin yolunu gösteriyor,onu yaşamağa içten onları hazırlıyordu.Kaldı ki, eski musıkimiz insanı yok eden,yahut bir hayranlık duygusunda tüketensanatlardan değildir. Bütün o evliya ruhlu vetevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadaryüksek olursa olsun, insan hayatının içindekalıyorlar ve onu bizimle beraber yaşamaktanhoşlanıyorlardı. Böylece Nuran, Mümtaz için,benliğine sımsıkı bağlanan bu iki yardımcınınsayesinde bütün eski, güzel ve asıl şeylerin fanivarlığında hayata döndüğü, yaşadığı esrarlımahluk, zamanı kendi nefsinde ve güzelliğindeyenmiş mucizeli mevcut oluyor, onda sanatınınve iç aleminin nizamlarını buluyordu. Onunyanıbaşında bulunması, onu kucaklaması,sevmesi, genç kadının varlığını aşan kudrethaline gelmişti.İşte bu gece dönüşlerinde Mümtaz'ı o kadar
çıldırtan şey, genç kadının kendimuhayyilesinde aldığı bu masal ve dinçehresiydi. Mümtaz, Nuran'ın aşkıyle birkültürün mirasını yaşadığını, Nevakarın nakış veçizgisi daima değişen arabeskinde, Hafız Post'unrast semai ve bestelerinde, Dede'nin uğultusuömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgarındaonun ayrı ayrı çehrelerini, aynı Tanrıdüşüncesinin büründüğü değişiklikler gibigördüğünü söylediği zaman, hakikaten butoprağın ve kültürün asıl yapıcılarına birbakımdan yaklaşıyor ve Nuran'ın fani varlığıgerçekten, bir yeniden doğuşun mucizesioluyordu. Çünkü bize mahsus, ta cedlerimizdenberi gelen ve terbiyesi en tene bağlıtürkülerimizde bile hiç olmazsa kanlı bir şehvetrüyası halinde tekrarlanan sevme tarzı, sevgilidebütün kainatın toplanmasını isterdi. İstanbul'un,Konya'nın, Bursa'nın, Kırşehir'in evliyalariylehalk türkülerinin anlattığı efe, dadaş aşkları,çocukluğuna kulak verdiği zamanlar unutulmuşsenelerin içinden gelen bütün o gür, hasretlearzuyle, kendisini tüketmek ihtiyaciyle dolunağmelerin, Bingöl ve Urfa ağızlarının, Trabzon
ve Rumeli türkülerinin kanlı ve bıçaklımaceraları bu sevme tarzında birleşiyorlardı.Onun için Mümtaz bu kainatın kanlı bıçaklıdevrinde tek bir aşka ve Fransızlardan bizegeçen tabiriyle -küçük bir kadın- vücudunungüzelliğinde kendisini hapsetmekten müteessirolmuyor, kendi iç aleminin bu aşkla taş taşkurulmasını seyrediyordu.Ya Vaniköy'de fabrikanın yanıbaşında veyaKandilli'nin öbür ucundaki boş rıhtımlardanbirine çıkarlardı. Yolun geri kısmında onunyorgunluğunu kendi vücudunda paylaşmakMümtaz'ın zevklerinin sonuncusu olurdu. SonraNuran'ın evinin duvarlariyle, talihinin öbür yüzügibi karşılaşır, ondan kapıda ayrılırdı.Beraberinde genç kadının yirmi dört saatinden okadar canlı ve güzel şeyler götürmesine rağmen,Mümtaz bu yalnız dönüşleri hiç sevmezdi.İlerlemiş saatin, sessizliğin, hazdan yorgundüşmüş sinirlerin, yalnızlığını daha koyu, dahatahammül edilmez yaptığı bu dönüşlerde,Mümtaz'ın içinden geçenleri Nuran çok defa
bilmezdi.Mümtaz Nuran'ı her eve bırakışında bunusonuncu zannederek korkardı. Ona göre insanruhunun en az tahümmül edebildiği şey, -belkidaha ötesi olmadığı, kendimize mühletvermeden yaşamağa mecbur olduğumuz içinolacak- saadettir. Istırabın içinden geçeriz. Tıpkıçalılık, taşlık bir yolda yürür, bir bataktankurtulmağa çalışır gibi ondan sıyrılmağaçalışırız. Fakat saadeti bir yük gibi taşırız ve birgün farkında olmadan yolun bir ucunda, birköşeye bırakıveririr. Hapishanelere bakın,mahkeme zabıtlarını, günün olanını bitenini incesatırlarla bir köşeye kaydeden gazetekolleksiyonlarını karıştırın, daima bir gün kendisaadet yükünü taşımaktan bıktığı için bir tarafaatılıvermiş biçareleri görürsünüz. Mümtaz bunubildiği gibi mesut olduklarını da biliyor ve onuniçin bu saadetin bir gün kaybolmasındankorkuyordu.Evlenmelerinin gecikmesi, genç kadının bukadar beraber yaşamak arzusuna rağmen birtürlü evlenememeleri, onu içten içe
kederlendiriyordu. Ayrı evi olmanın hakikimanası, ayrı vazifelerin, ayrı hazların, ayrııstırapların da bulunması demekti. Nuran ikihayatı birden yaşıyordu. Bu demektir ki, çoktehlikeli bir muvazene içindeydi. Bu muvazenebirdenbire herhangi bir ağırlıkla kendi aleyhinedönebilirdi.Daha o zamanlardan genç kadının bu yazı biristisna gibi kabul ettiğine inanmıştı. Ondasonrası için, yalnız zamandan bir şeyler ümiteden bir hal seziyordu. Kendisine bir gün, \"Buyaz, bizimdir Mümtaz, her deliliği yaparız.\"demişti. Mümtaz'ın kafasında bu cümle Nuran'ıkaybetmek korkusu ile binbir kılığa girmişti.Bununla beraber bu zalim düşünceler uzunsürmez, her fikir zıddiyle beraber geldiği için,Mümtaz onlardan çabuk kurtulurdu. Hayatınaiyice girdikten sonra Nuran Mümtaz'ınmuhayyilesinde birçok kıyafet değiştirmişti.Daha doğrusu, korkutan ve hayran edenNuran'ların yanıbaşında sırf kendisi için yaptığıfedakarlıklarla, hiçbir serzeniş ve şikayettebulunmadan hayatını onun için ikiye bölüşüyle
bir üçüncü Nuran daha peyda olmuştu.Bu arzudan, aşktan, hayranlıktan dahayüksek, daha derin, şahsına ait her türlükaygıdan uzak, içinde sonsuz bir med gibiyükselen şefkat duygusunun Nuran'ı idi.Mümtaz onu kendisinden uzak da olsa, daimamesut, daima yekpare bir ruh ahengi içindegörmek isterdi.Bu duyguyu kendisinde bulması Mümtaz içinhakiki bir selamet, hatta bir nevi olgunluk oldu.O zaman içinde yaşadığı saadeti kendisinesadece şahsına ait bir şey gibi görmemeğebaşladı ve ruhu insan talihine başka türlü açıldı.Teşrin ortalarına doğru saadetleri yavaş yavaşgölgelemeğe başlamıştı. Her ikisi de kendiiçlerinde bu saadetin bir nevi durgunluk içindemumyalanmağı andırdığını müphem suretteduyuyorlardı. Kanlıca kahvesinde bunlarıkonuştular. Bu en güzel günlerinden biriolmuştu. Nuran'la sabahleyin yalıdabuluşmuşlar, öğlene doğru Emirgan'ageçmişlerdi. Akşamüstü iskeleye indiler.
Emirgan kahvesi ve meydan serin ve tenhaydı.Emirgan'dan ayrıldıkları zaman güneş epeycearkaya kaymıştı.Onun için karşı yaka doğrudan doğruyaakşam ışığını alıyordu.Bu, çok hasretli, sıcak, insanı kavrayan veboğazına tıkılan, göğsüne eski bir türkü gibiçöken bir ışıktı. Baştan aşağı parıltı olan birdenizde bu ışığa doğru gitmek, her günyaptıkları yolculuklardan ziyade iyi bir talihe,vadedilmiş bir toprağa doğru koşmağabenziyordu.Ne Mümtaz, ne Nuran o akşam ikide birkabaran dalgaların lacivert rengini başka zamangördüklerini pek hatırlıyorlardı. Bu lacivertrengi, sanki bir Fra Angelico tablosuhazırlanıyormuş gibi koyu yaldız ve mücevhertozu ile birleştiren son bir dalga, hakikaten buressamın ve ona eşit velilerin ruhlarındakimağfiret tufanı gibi ışık içinde bir dalga onlarıKanlıca iskelesine adeta fırlattı. O kadar ki
kayığın bir ucu neredeyse rıhtımda kalacaktı.Mümtaz bütün ömrü boyunca etrafı bu kadarmesut görmemişti.Bu kendi içinin saadeti değildi. Belki bütünkainat, insan, ev, ağaç, önlerinden deniziyalayarak geçen yelkovan kuşları, küçükhayvanlar, biraz ötedeki karpuz ve kavunlar,hepsi çok uzun bir uykudan uyanmış gibiydiler.Hatta iskelede yakası açık. balık tutan polisinoltasında sallanan biçare bir izmarit bileömrünün en güzel anını yaşıyormuş gibi buaydınlık içinde, oltanın gidip gelişiyle kendi kısaömrünün sonunu sayan bir rakkas olmaktanmesut görünüyordu. Polis belki de etraftaki burenk cümbüşü kendisini şaşırttığı için, yahutgenç kadının yüzündeki saadet hissi hoşunagittiği için, açık yakasına, kemersiz ceketineuymayan bir ciddiyetle çok resmi bir selamvermiş ve \"Hoş geldiniz efendim, ayağınızuğurlu imiş.\" diye oltasiyle sabır ve tahammülünbu beyaz pul pul sembolünü adeta başlarınınüzerinden geçirerek onları selamlamıştı. Bu yarıresmi ve oltada can çekişen izmaritle hemen
hemen trajik karşılanmaya gülerek kahveninönüne oturdular. Karşılarında iki hanım iskeledevapur bekliyor, arkada birkaç ihtiyar sükunetleakşamı tadıyorlardı.Işıktan, kenarlardan, hacimlerden, teknikoyunlardan ayrı, hepsinden üstün bir şey eşyadagülümsüyordu. Bu adeta yaşanmış bir zamanınhatırası idi. Bütün sıcaklığı bir hatıra gibiderinden geliyordu. Yahya Kemal'in ortalıktadolaşan beytini hatırlayan Mümtaz:-Kanlıca'nın ihtiyarları arkamızda, sonbaharahazırlanıyorlar, dedi.Nuran beyti yavaşça okudu. \"Günler kısaldı. Kanlıca'nın ihtiyarlarıBir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.\"
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 857
Pages: