Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 14:04:43

Description: Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Search

Read the Text Version

Musıkiden iyi anlıyordu. Sanki güneşparçalariyle dolu, berrak, davudiye yakın bir sesivardı.Fakat bütün bunların üstünde asıl Mümtaz'ıçıldırtan şey, o garip utangaçlığı, hiçbir günahınve hazzın gideremediği ruh bekaretiydi. Onuniçin mevsimin sonunda en fazla kendisininolduğunu bildiği zamanlarda bile aşkları ilkgünlerde olduğu gibi yeni kalıyor,mahremiyetlerine henüz birbirlerini tanımışinsanların ürkekliği giriyordu. Ve Mümtaz ondabu ürkekliğin, bu safiyetin kaybolmaması içinhiçbir dikkati esirgemiyordu.Bununla beraber hiç de asıl manasiylemahçup ve hayat karşısında korkak değildi.Daha ikinci gelişinde genç adamın bütünçalışmalarını öğrenmişti. Mümtaz hayatının hermeselesini onunla münakaşa etmektenhoşlanırdı. Bununla beraber aynı latif ürkeklik,genç kadının mayalarından biri olan o ölçü hissiburaya da giriyordu. Hiçbir meselede Nuran,Mümtaz'ın hayatını tasarrufa kalkmamıştı.Sevginin insan hürriyetine bir tecavüz

olmamasını istiyordu. Mümtaz, ömrünü vehayatını ona hediye ettikçe, o tıpkı eski vecömert Abbasi halifeleri gibi hepsini birdenkabul ediyor, sonra yine ona iade ediyordu.\"Benimdir, fakat sende kalsın.\" Halbuki bu latifistiğnanın sahibi hiç bahsetmeden sözünü bileaçmadan bütün ömrünü, günleri gibi Mümtaz'avermişti. Fakat Mümtaz bu cömertliğinyanıbaşında, hiçbir kuvvetin, hatta aşkın bilezorlayamıyacağı bir iç kalenin, bir istiklalfikrinin hiç olmazsa kendisine sadık kalma,kendi kendisini yalancı çıkartmama arzusununbulunduğunu seziyordu.Ve bu sevgi, bu sarih ve sade çehreyi ferdisaadetiyle daha ilk günlerinden itibaren Mümtaziçin bir muamma yapmıştı. Onun için Mümtazüstünde fazla düşünmemesine rağmensevgilisine olan hayranlığına, ömrünü bir yıldızkasırgası yapan o tapınma hissine bir nevi korkukarışmıştı.

7Adile Hanım bu yaz Taksim'deki evindençıkmamıştı. Yeni baştan tanzim ettiği hususihayat kadrosunu bozmak, zorla topladığıerkekleri ve kadınları yine elden çıkarmakistemiyordu. Sonra İstanbul, yazın olsa bile, yinebaşkaydı. Herkes dönüp dolaşıp oraya gelirdi.Hatta daha sık gelirlerdi. Çünkü sayfiye, şehiritiyatlarını kırar, bir yere gidemiyenleri ise zaruriolarak birbirlerine yaklaştırırdı. Nitekim böyleoldu. Aylardır görünmeyen Mümtaz bile gününbirinde saat dörde doğru apartımanın kapısınıçaldı. Adile Hanım onu görür görmez çoksevinmişti. Dudaklarında adeta bir zafer narasınabenziyen bir tebessüm peydahlandı. Nihayet,

dönmüştü. Sürüden ayrılan kuzu dönmüşdolaşmış gelmişti. Fakat ne kadar değişik vesükutiydi.Bu sükutiliğin altında garip bir parlayış, sankihapse çalışılan bir neşe vardı. Adeta sankikomşular işitmesin, görmesin diye her taraf iyicekapandıktan, bütün pencereler kat katörtüldükten sonra yapılan o harem eğlencelerinebenziyordu. Bununla beraber Nuran'ın geldiğisaate kadar pek bir şeyin farkına varamadı.Fakat Nuran kapıdan girer girmez iş değişti.Mümtaz belki o gün ilk defa sevdiği kadını, bukadar itinalı giyinmiş görüyordu.Şöyle böyle bir aydır birbirlerinin olduklarıhalde, Nuran'ın giyim kuşamla bu kadardeğişeceğini hiç sanmıyordu. Onun girişiylebirdenbire herşey ne kadar değişmişti! Halbukidaha dün beraberdiler. Daha dün kollarınınarasındaydı. Renkli ucuz kumaştan mavi inceyazlığı içinde kendisine, Ben en sonhaddimdeyim, bütün imkanlarım budur, dergibiydi. Halbuki şimdi çok düzgün ve itinalı

saçları, düzeltilmiş yüzü, beyaz keten elbisesiyleayrı bir hüviyet almıştı. Mümtaz uzak bir ahbapgibi selamlanmaktan korkuyordu. Böyle olmadı.Genç kadın bütün kağıtlarını açık oynamakisteyenlerin sükunetiyle, ona \"Çok geçkalmadım, değil mi?\" diye sordu. Bu suretledostluklarını ilan ediyordu. Adile Hanım budarbenin farkına varmamış görünüyordu.Sabih çoktan beri siyasi vaziyeti münakaşaedecek bir adam ele geçirmediği içinmemnundu. Fakat Sabih'te bazı hayvanlarınavlanmasına benziyen bir hal vardı. Derhal sözebaşlamaz, avını gözüne kestirdikten sonra onuşaşırtmak için siner, bir köşeye çekilir, onabütün serbestisini verir. Sonra karşısındakininbütün hürriyeti içinde kendisini en rahat bulduğuanda birdenbire hücum eder, hiç kımıldamasınaimkan vermez. Üst üste bütün hafta ve belki ay,Avrupa gazetelerinde dünya vaziyetine dairokuduğu şeyleri anlatmağa başlar. Onun alakasıharitalardaki tul ve arz daireleri gibi bütündünyayı kuşatır. Çin'den Amerika'ya, İngilizpetrol siyasetinden Macar küçük arazi

sahiplerinin çevirdiği dolaplara, Hitler'den KralZogo'ya ve Rıza Han'a, Orta Asya'danGandhi'nin oruçlarına kadar her şey insanlığıntalihi üzerinde bu son derecede uyanık hafızayıalakadar eder. Mümtaz bazı insanları dinlerken\"Hazım cihazımız böyle olsaydı, halimiz neolurdu?\" gibi uzun uzun düşünür. Çünkü onagöre, havuç yiyen sarıya, pancar yiyen kırmızıyaboyansa, pirinç yiyen, süt içen, midye tavasıseven bu nimetlerin kokusunu, rengini yahutbaşka hususiyetlerini en göz alıcı taraflarında biralameti farika gibi taşısalar, ancak Sabih'in uzunmütalaalarının meyvesi, özü olan bukonuşmalara benzer bir iş, bir terkip meydanagelirdi. Bu akşam Sabih her zamankindensükuti, her zamankinden telaşsızdı. HattaMümtaz gelince, bir fırsat bulmuş, etajerlerdekigazeteleri bile ortadan kaldırmıştı. Bunlar, hiç deiyiye sayılmıyacak alametlerdi. Karışık birhadiseler ağının, zıt fikirler örgüsünün içinedüşeceğini pek mükemmel bilen Mümtaz,çarnaçar tecrübeye katlandı.-Bu gece artık buradasınız değil mi kardeş?

Adile Hanım bu kardeş kelimesiyle yaşınısekiz on yıl birden küçültmüş olmaktanmemnun, Nuran'ın cevabını bekledi. Nurangitmeğe mecbur olduğunu şöyle bir uğramakistediğini anlatmağa çalıştı. Fakat ne AdileHanım, ne Sabih onu dinlediler.-Nasıl olsa Mümtaz'la denizaşırı komşusunuz,gidecek olsanız bile geç gidersiniz. Bir rakıiçeriz.-Erken gidersek iyi olur. Yarın bize İclal'learkadaşları gelecek...Sabih, ancak gitmiyecekleri hakkında teminataldıktan sonra, Almanya'daki son vaziyetlerüzerindeki düşüncesini anlatmağa başladı. Onagöre Alman iktisadiyatı berbat bir haldeydi.Harp mukadderdi. Fakat bu kat'i ve belki dedoğru hükümler ne kadar uzun delilleredayanıyordu ve ne kadar dolambaçlı yollardanonlara gidiliyordu!İstitratlar birbiri ardınca, büyük sarnıçlar,deniz mağaraları gibi açılıyor; herşeye başından

başlanıyor; kıyaslar, mukayeseler yapılıyor,karşılıklı vaziyetlerin krokileri havadaçiziliyordu. Mümtaz onun karşısında, sözümümkün olduğu kadar kısa kesmek için tektedbiri alıyor, ne bir sual soruyor, ne cevapveriyor, yalnız başıyle ara sıra tasdik işaretleriyaparak, sığındığı saçak altında bir sağanağınboşanmasını bekliyen adam gibi bekliyordu. Busaçak, bazen Nuran'ın boynundaki inci dizisi veçenesinin sevdiği çukuru, bazen ellerininçocukça tereddüt ve işaretleri oluyordu. Bukadar güzel bir kadının kendi hayatına girmişolmasını bir türlü anlamıyor, hele talihe hiçgüvenmiyordu: Sevgilisinin mahçup, bütün yüzüsu altında bir güle benzeten kesik gülüşleriyleolduğu yerde büyülenmiş halde, Sabih'i saatlercedinledi.Mümtaz'a göre Sabih, gazetelerin efkarıumumiye dediği kaç başlı olduğunubilmediğimiz o acayip ve efsanevi mahlukunkuyruk tarafını temsil eder. O hadiselerleyaşadığını idrak eden adamdır. Dalgalarlayıkanan bir kaya gibi, onların üstünden geçtiğini

duydukça mesuttur. Sabih'in fikri olmasınalüzum yoktur, çünkü gazete vardır. Her cinstengazete, onun hem okyanusu, hem gemisi, hempusulası ve kaptanıdır. Onun için bazı mizaçdeğişiklikleri hariç, o gün okuduğu gazete ileberaber tabedilmişe benzer. Fakat konuştukçaçağrılar çoğaldığı ve hatıralar derinleşmeğebaşladığı için, sonuna doğru dört beş fikrinadamı olduğu da vakidir. Bu gece de öyle idi.Başta demokrattı, sonra çok ateşli bir ihtilalcioldu. Ondan sonra bitmez tükenmez bir insanlıksevgisine daldı. Ve nihayet nizam ve intizamınlüzumuna. Bereket versin ki, Adile Hanımoradaydı. Dışarıdan birtakım şeylerin alınmasılazımdı. Hizmetçi izinli, kapıcı hastaydı.Bütün bu konuşmalar ve onu karşılayanlezzetli dalgınlıklar arasında Mümtaz alttan alta,Adile Hanım'ın Nuran'ın neşesini nasılbozacağını, ona neler söyliyeceğini, mazininhangi köşesini açacağını, hulasa sevgileri için negibi imkansızlıklar çıkaracağını merak ediyordu.Bütün iyi kabulüne rağmen, Nuran'ı hiç olmazsao Ada vapuru arkadaşlığından sonra

sevmediğini biliyordu. O tesadüften birkaç günsonra Sabih'in ısrariyle girdikleri kahvede Nuraniçin \"Bilmezsin Mümtaz ne hissiz kadındır\"demişti. \"Hissiz ve zalim\" Adile Hanım daha ozaman Nuran'ın nasıl bir dünya insanı olduğunuve hangi yenilmez zaruretlerle kendi kalbininilcalarına set çektiğini iyiden iyi biliyordu. Onuniçin bu tek taraflı hücumu bilmemezliktengelmiş, sözü değiştirmeğe çalışmıştı. Şimdi buetrafı için sadece iyilik düşünen kadın rahatlarınınasıl bozmağa çalışacaktı, burasını merakediyordu.Adile Hanım Mümtaz'ı çok bekletmedi. Dahaikinci kadehten itibaren hızını arttıran birsamimilik dalgası içinde, evvela onun güzelliğiniövdü, genç kızlık arkadaşlarından birisininarabasını, kürkünü, evlerinde verdiği ziyafetlerianlattı. Nihayet kalbi, bütün şefkat hızını alınca,ona ait temennilerini söyledi. Onun içinMümtaz'ın temin edemiyeceği her şeyi kaderdediğimiz o meçhul çeşmeden birbiri ardıncaistedi; hermin kürkler, mücevherler, yakutlar, enlüks otomobiller genç kadının bu bolluktan

ürkmüş gözleri önünden geçtiler ve nihayetsözünü:-Vallahi Nurancığım düşünüyorum da, hastabir çocuk üzülecek diye çektiklerini! Butahammülü dünyada ben gösteremezdim.Ayol en güzel yaşın. Bundan sonrası nedirbilir misin. Böylece genç kadına, hayatın bütünimkanlarını saydıktan sonra, ona bir taraftanFatma'nın hastalığını söyliyerek asıl vazifesininanalık duygularına kendisini terketmekolduğunu hatırlatıyor, sonra da Nuran'a herşeyerağmen yaşamasını tavsiye ediyordu. Bunasihatlerin ve sözlerin bir tek manası olabilirdi.Ya kızının anası ol, yahut, kendine güzel biristikbal yap, bu aptalla beyhude yere vakitgeçiriyorsun, demek olduğunu acaba Nurananlamış mıydı? Anlasa bile farkettirmemeğeçalıştığı muhakkaktı.Adile Hanım şüphesiz bu kadarcık bir ima ilekalmaz, daha geniş bir planda hücumlar dayapardı. Fakat geç kalmış iki misafir geceninmahiyetini değiştirdiler. Bunlar Nuran'a

vaktiyle tambur dersi vermiş ihtiyar bir babadostu ile o akşam onu evinde misafir edecekolan Sabih'in o semtte oturan bir arkadaşıydı.Onların gelişiyle sofra bir içki meclisi halinegirdi. Nuran, eski hocasının ısrarınadayanamadığı için bu değişikliği kabul etti.İkisi de alaturka musıkiyi çok sevmekleberaber, muayyen makamlardan öteye pek azgeçerlerdi.Ferahfezayı, acemaşiranı, beyatiyi,sultaniyegahı, nühüftü, mahuru tercih ederlerdi.Bunlar asıl ruh iklimleriydi... Fakat bunlarda daher eseri olduğu gibi kabul etmezlerdi. ÇünküMümtaz'a göre alaturka musıki eski şiirimizebenzerdi: Orada da asıl sanat addedilen ve öyleyapılandan şüphe etmek gerekirdi.Daha ziyade bugünün muayyen seviyedezevkiyle, garplı terbiyenin zevkiyle seçileneserler güzel olabilirdi. Bunların dışındahüseyniyi ancak Tab'i Mustafa Efendi'nin bestesicinsinden birkaç eserinde ve Dede'nin bazıeserlerinde beğenirler. Hicazdan Hacı Halil

Efendi'nin meşhur semaisini bilirler, Uşaki HacıArif Bey'in meşhur iki şarkısiyle, suzidilara-yıSelim-i Salis'in kaderiyle birleşmiş hususi birzaman addederlerdi.Mecit ve Aziz devirlerinde çok başka cuşişlibirkaç ağır şarkı ile, Emin Bey gibi zamanımızdaklasik zevki en halis tarafından toprağını sevmişbir egzotik nebat veya gecikmiş bir bahar gibidevam ettiren ustaların eserleri, saz semaileri veKarınatıklar bu sevgileri tamamlardı. Mümtaz'agöre bunlar eski musıkimizin modern duygu veanlayışla birleştiği taraflardı. Elli altmış senedenberi modern adı verilen resim cereyanlarını bindört yüzle bin beş yüz arasında yetişmiş eskiustalarda bulduğu şeyi, asıl sanat ve duyguyeniliğini, o, bu bestelerde, semai ve şarkılarda,bu ağır ve yaldızlı, renkli oymalı tavanlara,mücevherlere garkolmuş sekiz çiftelikayıklarından seyredilen Boğaz manzaralarınabenziyen karlarda bulurdu. Bunların dışındaelbette kabuk, çekirdek, dal, ağaç kökü, hulasabir yığın şey daha vardı. Fakat asıl lezzet, zevkinçiçeği, değişmez fikir ve diriltici usare, az

tesadüf edilir hayal, hulasa hakiki ruh saltanatıbunlardaydı.Nuran'ın bu musıki zevkinde aşığından farkı,belki de kadın insiyakının geniş erkek sesine,onun yaradılışına yakın hüzün ve kederine olanuzvi bağlılığiyle gazeli sevmesiydi. Onun içinbir yaz gecesini dolduran bir gazel, belkimusıkiden ayrı denecek kadar hususi şekildegüzel bir şeydi. Nuran ayrıca eski bir Bektaşiolan, çok gezmiş, çok görmüş o babaannesinden duyduğu ve öğrendiği nefesleri, halktürkülerini bilirdi. Boğaziçi kıyılarında yetişmişbu eski aile çocuğunun, bu halk havalarını,Rumeli, Kozan ve Afşar türkülerini, Kastamonuve Trabzon oyun havalarını, eski Bektaşinefeslerini, Kadiri naatlerini tıpkı bir Dede veyaHafız Post gibi beğenmesi, onları kendilerinemahsus eda ile söylemesi, Mümtaz için yepyenibir ufuk olmuştu. Kaç defa bu havalarısöylerken onu bir aşiret kızı, veya tatilgünlerinde rengarenk kadifeden, atlastan,elbiselerini, kuşaklarını, sırmalı papuçlarınıgiyerek kızlar gününe giden Kütahyalı bir genç

gelin sanmıştı. Asıl garibi bu narin şehirlikızında ağızlarını benimsediği bu insanlarahakikaten yakın, onlarla eş bir tarafınbulunmasıydı. Bütün bunlar Mümtaz için güngeçtikçe sevgilisini kendi gözünde değiştiren,tanımlıyan, aşklarına bir ruh disiplini manzarasıveren şeyler oluyordu.İşte bu gece Sabih'lerde üst üste onun içinNühüft'ün, Sultaniyegah'ın burçlarını açarken,küçük kırmızı hareli sofra örtüsünün üstünde, okadar sevdiği ve beğendiği elleriyle bir yığınçatal ve bıçak arasında tempo tutarak söylediğibu besteler, onları söylerken yüzünün hepkendisine hitap eden değişik ifadeleri, ve hiçeksilmeyen o mazlum tebessümü ile ömründe vehayalindeki Nuran'lara bir yığın kardeş dahaeklenmişti. Sonuna doğru genç kadın kendisineo kadar sıkı sıkıya tavsiye ettiği bütün ihtiyatlarıunutmuştu. -Haydi Mümtaz, beni eve götür, bensarhoş oldum galiba- diye masayı terketti. BuAdile Hanım'la açıktan açığa harpti. Fakat evsahibesi öbür misafirleriyle başka bir izdivaçtasavvurunu en şiddetli tedbirlerle karşılamak

için çabalıyordu, onun için pek farkındaolmadılar.Seyit Nuh'un Nühüft bestesi, Mümtaz içinbizim şarkımızın en kendisi olan tarafıydı. Pekaz eser onun kadar ruhumuzdaki sonsuzlukiştiyakını, güneşe, aydınlatıcı ve yakıcı şeyleredoğru kanatlanmayı verirdi. Çünkü bu -yinekahramanımıza göre- asıl hamlesi herşeyi ilgaeden aydınlığa doğru uçuş olan bir iç alemmedeniyetinin özüydü. Orada yalnız birkamaşma, kendini tüketme isteniyordu.İnsanoğlunun sonsuzluğu da, burada idraktenbir çırpıda soyunup katıksız bir ruh olmaktaydı.Onu dinlerken maddemizden ayrılıyor ve buyüzden ölüm, kendini bir uçta, bütün kainatla,mutabakat halinde idrakten ibaret bir hayatınönünde, onun tılsımlı aynası, güler yüzlükardeşiyle sarmaş dolaş yaşıyan mahzun yüzlükardeşi oluyordu. Asıl garibi bu mucizenin birçırpıda olup bitivermesiydi. Basit ve en adicinsinden bir beytin etrafında oyun başlarbaşlamaz, insanda değişiklik başlıyordu.Fakat bu işte makamın da büyük payı vardı.

Nağmenin billuru öyle karanlık akislerledoluydu ki, insan ruhunun çalıştığı iki uç, aşk veölüm ister istemez birleşikti. Dede'ninAcemaşiran Yürük Semaisi nühüftten çok başkatürlü zengindi. O bir yığın ölümden sonra birhatırlamaya benziyordu. Sanki yüz binlerce ruhbir arafta bekleşiyordu. Burada da sırkonuşuyordu. Burada da insan birçok taraflarınıilga ediyordu.Fakat istenen birşey vardı. Burada Allah veyasevgili dışarıdaydı. Biz ona doğru yükselmekistiyor, \"Nerede olursan ol, bulunduğun yercennetimizdir\" diyorduk. Mümtaz olduğu yerdenNuran'ın sesini dinlerken ve gayretin zorladığıçehre değişikliklerini seyrederken, o da İsmailDede gibi tekrarlıyordu: \"Bulunduğun yercennetimizdir.\"Mümtaz, bu beste ve ondan sonra şevki artanihtiyar musıki üstadının söylediği türküleri,nefesleri dinlerken bir taraftan da Adile Hanım'ınkendilerine karşı hiç yere düşmanlığınıdüşünüyordu. Hayat, nasıl iki kutbun arasındaçalışıyordu? Bir tarafta insan için bir yığın

yükseltici şey, öbür tarafta da sanki bütün buyükseltici şeylerle aramızı kesmek, bizi onlardanayırmak istiyen küçük endişeler, hesaplar,bedava düşmanlıklar vardı.Yoksa talih:-Seni ruhunla başbaşa bırakmıyacağım-demek mi istiyordu? O gece Adile Hanım'ın sofrada kendisine veNuran'a iki üç bakışını yakaladı. Ev sahibikendisine gizliden gizliye; ben sana gösteririmder gibi bakıyordu. Fakat Nuran'la gözgözegeldikçe \"Bütün ömrümce seninim. Benden iyidostun yoktur.\" diyordu.Adile, böylece daha zayıf sandığı, hayatındabirtakım gedikler bulunduğunu bildiği Nuran'ıbenimsiyordu. Bu içten hesap, Seyit Nuh'ungüneş miracında, Dede'nin Allah'la sevgiliyikarıştıran aşkında, Rumeli türkülerinin onlardanayrı bir ufukta insan kaderiyle, aşkla, ıstırapla,ölümle, ayrılıkla o kadar derindenkaynaşmasında hep aynı olarak devam

ediyordu. Bununla beraber Adile Hanım eskimusıkimizi sever ve haz alırdı. Fakat sanat bilebazı tabiatleri yumuşatamıyordu.

8Nuran sık sık bahsettiği Mümtaz'ı evlerineçağırdı. Mümtaz için Nuran'ın yaşadığı ev, tıpkıacemaşiran bestenin son beytinde anlattığıcennetti. Bu itibarla onu ve etrafındakilerigörmeyi istiyordu. Bilhassa o gece ihtiyarmusıkişinasın Nuran'ın dayısından, \"Bu işleribizim kadar bilir, fakat tiryaki meşreptir. Ortayaçıkmaz.\" diye bahsetmesi onu pekmeraklandırmıştı.Nuran'ın annesini tahmin ettiği gibi buldu.1908 sıralarında kendisini idrak eden bu ihtiyarkadında hayatı ince bir peçe altından görmeğealışmış birçok kendisi gibilerin bir yığın tatlıhususiyeti vardı. Nuran'ın annesi birçok

hazlarını kaçamak bir bakışta tatminedenlerdendi. Ayrıca çocukça bir tecessüsüvardı:-Bunu da gördüm. Eve gidince düşünürüm.--Dışarıda ne var, ne yok? Sizin dünyanızbizimkinden o kadar ayrı ki.Bundan kırk sene evvel hayata adım atankadınların çoğunda bu iki düşünceyi sevkitabiihalinde bulursunuz. Yine bu senelerin tesiriylezihnen çok ileri, fakat yaşama itibariyle çokçekingendi. Bunun yanıbaşında kendisindenyirmi yaş büyük bir koca tarafından çıldırasıyasevilmiş, tatlı şekilde şımartılmış olmanın verdiğibir yığın hususiyet daha vardı. Bunlar Nuran'ınannesinin eski mutasarrıf neyzen Rasim Bey'inkarısı tarafıydı.İhtiyar kadının sırası geldikçe esirgemediğidikkatleri, dışarıda olup bitenlere karşı adetaçocukça alakası, eğlenceden uzaklığı, siyasettenhoşlanması ve bir yığın insan tanıyışı, -sonrasonra Mümtaz Nuran'ın annesinin hemen hemen

bütün İttihat ve Terakki erkanını uzaktan takipetmiş olduğunu ve şaşırtıcı hafızasiyle hiçkimsenin bilmediği şeyleri hatırladığını anladı -1908 senelerinin muayyen bir seviyekadınlarında yaptığı değişiklikti. Mümtaz daha ogün bu üç ayrı hüviyetin Nazife Hanım'da nekadar tatlı bir halita yaptığını gördü. Fakat asıldikkat ettiği şey, ihtiyar kadının konuşmatarzıydı. Ancak onu dinledikten sonra, Nuran'ınbazen çok eski kelimeler kullanmasının, hattabundan hoşlanmasının, bazı heceleri metleuzatmasının sebebini anladı. Mesela Nuran, \"oanda\" kelimesini o \"ande\" diye söyler, böyleceTürkçe için çok uzun, bir çekişten sonra en hafifüstünü getirebilirdi. Bu İstanbul şivesidediğimiz, Nedim'in ve Nabi'nin hayranoldukları terbiye ve zevkin içinde yetişme idi.Çocuklarını kendi aralarında evlendiren eski ortahalli evlerin ve konakların cazibesini biraz da buyapardı.Nuran'ın dayısı annesinden çok ayrı biryaratılıştı. Genç bir kaymakam iken HareketOrdusu ile İstanbul'a girmiş, İttihat ve Terakki

zamanında bir fırsatını bularak ticarete atılmış,üst üste birkaç defa iflas etmiş, nihayetindekimseye muhtaç olmadan yaşayacak kadar birpara ile işin içinden sıyrılmıştı. On iki sene evvelkarısı ölünce bir türlü evlenemeyen oğlu ileberaber kardeşinin evine gelmişti. BilhassaMütareke senelerinin Beyoğlu'nda o kadarvelveleli bir ad yapan, kumarı, içkiyi ve kadınıseven bu adamın baba evindeki bu son on ikisenelik hayatı cidden garipti. Filhakika bu sonyılları o zamana kadar adını sorsalar belki dedüşünmeden söyliyemeyeceği babasınınhatırasına vakfetmişti. Onun yazılarını,tuğralarını, ciltlediği kitapları, Yıldız'daki çinifabrikasında onun tezhibiyle süslenmiş tabakları,yahut süsüne yardım ettiği cam eşyayıtoplamıştı.Tevfik Bey, o gün Mümtaz'a babası veeniştesi hakkında epeyce izahat verdi. Tabaklarıgösterdi. Kandilleri, şekerlikleri anlattı, işinşaşılacak tarafı, bu kadar eşyayı on sene içindetoplayabilmesiydi. Fakat o, bunu tabii buluyor,\"bütün İstanbul pazarda, çocuğum\" diyordu.

Mümtaz Bedesten'den geçerken, yahut İhsan'laantikacıları dolaşırken, birçok güzelşeylerin önünden nasıl gözü kapalı geçtiğini, ogün Tevfik Bey'in kendisine gösterdiği eşyayı -Nuran'ın birdenbire bulduğu ve o günden sonraMümtaz'ın bir daha gülmeden hatırlamadığıtabirle-cam evaniyi, yazı levhalarını, kumaşparçalarını gördükçe biraz daha iyi anlıyordu.Hakikatte Tevfik Bey babasının yaldızhokkasiyle, kıl uçlu kalemiyle ve ince fırçasiyleve bir nevi korku ve kaçışa benziyen renkarmalariyle süslenmiş eşyayı ararken küçük birkolleksiyon sahibi olmuştu. Mümtaz, zevkimizinbu son ve karışık rönesansının bu kadar gizlikalmasına şaşıyordu. Ne Edebiyat-ı Cedideşairleri ve romancıları, ne bir zamanlar İhsan'amalzeme toplarken karıştırdığı gazetekolleksiyonları, İkinci Hamid devrini bu camevani -nereden bulmuştu bu tabiri Nuran? Buonun çocuk muhayyilesi tarafıydı, şimdi bukelimeyi hatırladıkça sevgilisini hep ince veuçucu renkli camların, eski, düz koyu lacivert,kiremit kırmızısı, açık mavi renkli

çeşmibülbüllerin, rokoko havuz biçimimeyveliklerin veya kitap cildi tezhiplerle kapalıtabakların arasında görecekti ve Nuran bütün buince, dayanıksız, sonsuz itinalara muhtaçeşyanın akislerini, tınnetlerini kendisindetoplıyacaktı, -kadar veremezdi. Şüphesizbunlarda da bir alafrangalık vardı. Fakatötekilerden çok ayrıydı.Tevfik Bey'in babasından sonra en sevdiğiadam eniştesiydi.Rasim Bey'e ait hemen hiçbir şeyikaybetmemişti. Resimler, kendi el yazısı notalar,meşk defterleri, her cinsten ney ve Nısfiyelerolduğu gibi duruyordu. Babasının yazısiyleyazılmış bir levhanın karşısında onun Ularütbesine mahsus kıyafetiyle, nişanlarla çekilmişresmi asılıydı. Mümtaz ilk önce levhayı okudu:\"Lutf u kerem-i Hazret-i Mevla ile geçtik\"-1313'de babam için Abdülhamid'e büyük birjurnal vermişlerdi.

On gece Yıldız'da mevkuf kaldı. KurtuluncaNaili'nin bu mısraını yazdı. Dikkat ederseniztezhiplerin arasında on gece üzerinde yattığıkanepenin resmi vardı. Gerçekte de böyleydi. Geniş bir ottoman, birbahçe seddi gibi beyitin etrafını alan güller vesarmaşıklar içinde, ikide bir tekrarlanıyordu.Fakat arabeskler ve hendesi şekiller, bütün oriyazi gül ve çiçekler, yaldız ve açık kırmızızeminde öyle maharetle, inceden inceyehesaplanmış, düzenlenmişti ki, bu tekrarlananşeyin bir kanepe olduğu söylenmedenbilinemezdi.Yazı sanatımızın bir bakıma bozulması demekolan bu realizm üstünde Mümtaz sonraları çokdüşündü. Şaşılacak taraf, birdenbire kendisineverdiği bu ihtirasta Tevfik Bey'in bir neviderinliğe erişmesiydi. Sanki elli sene dikkatetmeden içinde yaşadığı şeyler birdenbire onuniçin canlanmış, mana kazanmışlardı. Tevfik Beyiçin bu olmayacak bir şey değildi. O destebaşıyaratılanlardandı. Yetmiş dört yaşına rağmençok güzel ve geniş sesi vardı; hala her akşam

içiyor, genç ve güzel kadınların hiç olmazsadostluğundan hoşlanıyor, bazı sonbahar gecelerisemt kayıkçılariyle kılıç avına bile çıkıyordu. -Benim oynadığım zeybeği değme efeoynıyamaz. Hele sizin fraklı, silindirli efeler hiç.Bunu 1926'da Ankara'da bir toplantıda ikivekilin beraberce oynadıkları zeybeğihatırlayarak söylerdi: \"Hemen orkestraya işaretettim, kalktım. Herkes şaşırdı. Zeybek başkatürlü oyundur; o etrafta ne varsa hepsinisilmezse bir işe yaramaz.\"-Bir kere gördüm. Antalya'da, çok küçüktüm.Demircili iki efe bahse girdiler. Kuzu ve baklavayapıldı. Sokakta yemek yendi, sonra meşaleaydınlığında... Tevfik Nuran'ı göstererek:-Bunda epeyce istidat var; dedi.-Yapmayın, bilmiyordum...Nuran yüzü kızararak:-Anlatmadım mı Mümtaz, ben Anadoluoyunlarının çoğunu bilirim...

Fakat Tevfik Bey sadece mazi hatıralarınınsadık muhafızı, yaşadığı senelerin en iyi zeybekoyuncusu değildi. En büyük meziyetlerindenyahut saadetlerinden biri de rakı sofrasıhazırlamaktı.Mümtaz ona baktıkça şaşırıyordu:-Dayım birçok şeylerde babama benzer, garipdeğil mi?Akşama doğru Tevfik Bey ortadan kayboldu.Fakat bir saat sonra meydana çıktığı zaman rakımasası kendiliğinden bir zevkti.-Rakıyı yavaş içeceksiniz ha... Uzun vakitiçmeli, o zaman tadı çıkar.Bu eski İstanbul efendisinin hayat rahatlığı,neşesi, bu günlerde pek az görülen şeydi.Sadece sofra nimetleri için çok hususi birtakvimi vardı. Hangi balığın hangi mevsimde venerede en iyi avlanacağını ve filan ayda elegeçen turfa veya tam mevsimlik balıkla neyapılacağını hiç kimse onun kadar bilemezdi.

-Ebüzziya merhum bizim gençliğimizde birtakvim çıkarırdı. Bilemezsiniz ne acayip şeydi.Frenkçeden tercüme yemekler, Beyoğlulokantalarından satın alınmış ariyet reçetelerledoluydu.İki üç nüshasını görünce hiddetimdençıldırdım. Sonra bir meraktır aldı beni...Tevfik Bey yemek bahislerinde bir metotsahibiydi. Ona göre mutfağın esası malzeme idi.Bunun için de mevsimlik, aylık, hatta lodos vepoyraz günlük bir takvim lazımdı.-Barbunya dünyanın en güzel balığıdır; fakatmevsiminde olmazsa, hatta Ada açıklarında,yahut Boğaz'ın aşağı ağzında tutulmazsa değişir.Çanakkale'den ötede barbunya balığı hiçbirtasnife sığmayan bir deniz hayvanıdır.Tevfik Bey'in sofra zevki bir tarih felsefesinekadar uzanırdı.-Şu barbunyayı burada bu akşam beraberceyiyebilmemiz için kaderin asırlarca çalışmasını

düşün. Evvela Yahya Kemal'in dediği gibi Donve Volga, Tuna suları Karadeniz'e akacak.Dedelerimiz kalkıp Orta Asya'dan gelecek, yerleşecekler. Sonra, İkinci Mahmud Nuran'ınbüyük dedesini Bektaşidir diye İstanbul'danManastır'a nefyedecek; orada Merzifonlu zenginbir binbaşının kızıyle evlenecek. Benim dedem,karısı kaçtıktan sonra kendisini teselli içinyazdığı sonra bilmem hangi paşaya hediye ettiğibir Kur'an'ın parasıyle bu köşkü alacak...Delikanlı anlıyor musun? Yedi yüz elli altına birKur'an-ı Kerim... Yani bu köşk ve arkadakiarazi... Sonra Nuran'ın babası çocukkenhastalanacak, annesi Aziz Mahmud HüdaiEfendi'ye adayacak, büyüyünce pirin dergahınagirecek, orada babamla dost olacaklar. Nurandoğacak... Siz doğacaksınız...Mümtaz barbunyanın bu etnik ve sosyalmacerasına bayılmıştı. Tevfik Bey'in oğlu YaşarBey birkaç yıldan beri yakalandığını sandığışifasız kalb hastalığı içinden ve onun müsaadesinisbetinde babasına gülüyordu. Tevfik Beyküçük bir hüsnüniyetle işe başlayıp küçük zevk

düşkünlüğünde çehresini tamamlayanTanzimattı. Onun rahatlığı, kayıtsızlığı, çalınmışneşesiyle yaşıyordu. Yaşar Bey daha ziyadeİkinci Meşrutiyetti, onun huzursuzlukları iledoluydu. Garip idealizmleri, küçük aşağılıkduyguları ve onların yerini bir dalganın yerinibir başkasının alışı gibi dolduran silkinişleri,hulasa en coşkun heyecanla hiç kımıldanmayaimkan bırakmayacak bir yeis arasında gidişgelişleri vardır.Sofraya oturdukları zaman Mümtaz bu kırkbeşlik adamın herkesten fazla eğleneceğinisanmıştı. Bütün bir şevk içinde kadehinidoldurmuş, Mümtaz'a doğru kaldırarak:-Hoş geldiniz, diye bir yudumda içmişti. Tevfik Bey, huysuz bir atı idare eder gibi, buneşeyi olduğu yerden bir uzuncahutla selamladı. Fakat Yaşar Bey bu ihtara ilkönce kulak asmadı. Vücut makinesi iyi işliyordu,bütün gün ev küçük bir fırın kadar sıcaktı,üstelik de üç gün sonra Ankara'ya gidecekti;buzlu rakı ve babasının hazırladığı patlıcan

salatası, öbür mezeler varken insan niçinkendisini hapsetmeliydi? Az çok neşelenir,herkes gibi yaşardı; fakat uzviyetini hatırlayanakadar. Bu acayip bünyeden ilk gelen işarettehasta hali, yorgunluk ve herşeyden nefret, herşeyden soğuma başlardı. Bütün ömrünce, arasıra Huriye Hanım'a dövdürdüğü sinameki ile,kışın öksürük çok sıkıştırdığı zaman kendi eliylemangalda kaynatıp içtiği havlıcandan başka ilaçnamına bir şey bilmeyen, aspirini tangocinsinden bir bidat addeden babasiyle, aşağıyukarı ilmin son verimleriyle yaşayan oğluarasında latife hiç eksilmezdi.Bununla beraber Tevfik Bey oğlunun ilaçmerakından fazla şikayetçi değildi. Her günmünasip miktarda veya azami derecedekendisini zehirlemesine rağmen, iyi kötü yineyaşıyordu. Buna mukabil bu vehmekapıldığından beri mesleğine ait birçokmeraklardan kurtulmuştu. Artık sağ elinin sırçatırnağını eskisi gibi -dört elif miktarı- uzatmıyor,Toledo'da tanıdığı genç kontesten ve onun çokcharmante annesinden, Bükreş'teki caddelerin

düzlüğünden, temizliğinden, Varna plajınınharikuladeliğinden bahsetmiyor, ne Paris'tekiikinci katipliğinden Mistinguete'in odahizmetçisini bir akşam getirmek şerefine nailolduğu o güzel garsoniyeri, ne de bir ikindi vaktikapısından çıkarken ağzında cıgara, arkasındabüyük bir köpek Emile Yanings'le birden burunburuna geldikleri Wilhelmstrasse'nin hemenarkasındaki pansiyonu methediyordu.Hatta bu pansiyonun mavisi kirpiklerininkenarından damlayan büyük gözlü sarışın kızını,onun Wagner'e çılgınca hayranlığını, Heine'yiezberden okurken sesinin titreyişini, Tiroller'deberaber yaptıkları emsalsiz gezintiyi, ay ışığındadinledikleri türküleri, hepsini unutmuştu. Bunlargibi Peşte'ye birkaç saatlik bir yerde eski birtabiimizin şatosunda geçirdiği hafta tatili, oyüksek arkalıklı koltuklar, cins av köpekleri,atlar, hakiki bir hasattan ziyade Marta Egerth'inyarı operet filmleri için hazırlanmış dekorlarabenzeyen harman yerleri, hulasa tatlı musıki veucuz tahassüsün binbir çeşit lezzetleri, Viyanakahveleri, narin edalı kadınlar, Mozart'a ait

kulaktan dolma malumat, hepsi hafızasındansilinmişti: O şimdi her akşam elinde son dereceiyi sarılmış zarif bir paketle eve geliyor, birmeyveyi kabuğundan soyar gibi ambalajınısıyırıyor. prospektüsü açıyor, yalnız tammüminlerin, kainatın muntazam işleyişinikarşılarına konmuş bir saat gibi gördüklerizamanlar dudaklarında ve gözlerinde parıldayanışıkla, tebessüm ve hayranlıkla onu okuyordu.Mümtaz, Yaşar'ı, onun İhsan'la Paris'tekiarkadaşlıklarından ve biraz da AdileHanımlardaki karşılaşmalardan tanırdı. 1925-1926 senelerinin en parlak istikbali gibi görünenbu hariciye memuru, bir aile dostunun ihanetiyüzünden küçük bir orta elçiliği kaybettiğindenberi, daha doğrusu açık bulunan o merkezesefirlikle gideceği yerde Balkan şehirlerindenbirine başkatiplikle gittiğinden beri, tabiat adetabir taviz gibi ona bu hastalık vehminibahşetmişti.Altı seneden beri bütün hayatınıdoldurduğuna göre, hiç de küçümsenecek bir işdeğildi bu. Yaşar o zamandan beri sivil hayattan,

bir iradeyle birdenbire büyük bir harpsefinesinin kaptanlığına tayin edilmiş bir adamabenzerdi ve böyle bir kaptanın hiç tanımadığıgemisiyle meşgul oluşu gibi, hiçbir sırrını veimkanlarını bilmediği ve idare eden kanunlarıncahili olduğu vücudu ile meşguldü. Düşündükçemeçhulü kendisini ürküten birtakım cihazlarıbirbirine ayarlamak, beraberce işletmek, küçükve tam vaktinde müdahalelerle birtakımmuhtemel aksamaları önlemek biricikendişesiydi. Yaşar Bey bir kelime ile vücudukendi gözünün önünde olan adamdı. Bilhassaihtiyatsız bir doktorun bir gün ona, kendibünyesinin verimlerine göre, onda hakiki birkalb hastalığı olamıyacağını, belki diğercihazlarının iyi işlememesi yüzünden küçük birsıkıntı geçirdiğini söylediğinden beri, bu telaşartmış, ömrü imkansız bir koordinasyonunpeşinde geçmeğe başlamıştı. Denebilir ki, YaşarBey için vücut dediğimiz tamamlık kaybolmuş,onun yerine müstakilen işleyen uzuvlarınyaptığı, her sandalyesinde ayrı bir zihniyete veayrı bir partiye mensup bir nazırın oturduğu birkabineye benziyen garip bir muvazaa geçmişti.

Onda bağırsak, mide, karaciğer, böbrek büyüksempati, ifraz guddelerine varıncaya kadar heruzuv, tek başına ve ayrı istikametlerdeçalışıyordu. İşte Yaşar Bey bu tek başınaçalışmaları tek bir hedefe götürmeğe gayret edenadam, imkansızla uğraşmağa mahkum edilmişbir nevi başvekildi. Gayretinde bir tek yardımcısıvardı: ilaçlar.Asrımızın ileride tarihini yazacak adam,elbette ki müstahzar salgınını gözönündetutacaktır. Yaşar bu salgının en büyükkurbanlarındandı. İstanbul'da birkaç eczadeposundan başka doğrudan doğruya eczafabrikalariyle temasa girmişti. O kadar ki, bufabrikalar veya mümessilleri yavaş yavaş ona daherhangi bir doktora yaptıkları gibi, her cinstenson mahsullerini göndermeğe başlamışlardı.Bu ilaçlar sadece bugünkü tıbbın ve kimyanınzaferi değildir. Ayrıca kendilerine has birestetikleri, hatta edebiyatları vardır. Onlar enzarif ciltten, maroken taklidi cüzdana, ençıldırtıcı ve pahalı kokuların, pudra ve tuvaleteşyasının kutularına kadar giden, itinalı

ambalajları ile, her büyüklükte, her biçimde, herrenkte, kimi adeta, \"Ben bir fikir kadar faydalıve o kadar kolay taşınırım.\" diyen küçük, zarifve cana yakın, kimi ağırbaşlı bir dost gibi hertürlü güveni vadeden oturaklı şişeleriyle, kadifekadar parlak ve tüylü üst kağıtları, ayvacıktüyleri güneşte parlayan bir taze cilt gibi insanahaz veren paketleriyle gündelik hayatımıza, hiçolmazsa şehirli ve cadde hayatına, kendilerinemahsus bir değişme getirmişlerdir. Hakikatte bumüstahzarlar zamanımızda beliren birkaç bellibaşlı fabrikanın mahsulü olarak kalmazlar,müstehliki gelecek insan idealinin gelişmesinedoğru götüren ilk adımlardır. Onlar getirdiklerisun'i kolaylıkla insanda tabiatın yavaş yavaşölümünü temin ederler. İşte Yaşar Bey bu büyükideali sezen ve ona can ve yürekten bağlananadamlardan biridir. Altı senelik sabırlı birçalışma sayesinde başkalarında kendiliğindenolan birçok şeyler onda ilaçla olmaktadır. YaşarBey ilaçla uyur, uyanıklığın vuzuhuna, kalkarkalkmaz aldığı birkaç aspirinle erer, ilaçlaiştihasını açar, ilaçla hazmeder, ilaçla dışarıyıçıkar, ilaçla aşk yapar, ilaçla arzulardı. Roche,

Bayer, Merck gibi firmalar onun hayatının bellibaşlı yardımcılarıdır.Her ay bakanlığa takdim ettiği uzun raporlarıyine bu fabrikaların insan dayanıklılığını birkaçmisline çıkaran mukavvileri sayesinde yazardı.Yatağının baş ucundaki komodinin üstü hertürlü desenle, sembolle süslü, maden bilgisindenmitolojiye ve kozmolojiye kadar uzanan kimiçok uzun, kimi bir şiir kitabının ismi gibi sadecetelkin ile iktifa eden isimli şişelerle doludur.Büfenin kendisine ayrılan geniş rafı ise buşişeler ve paketler sayesinde bir Amerikan barıkadar göz çekicidir. Yaşar Bey bu ilaçlardanbahsederken en istiareli dilleri kullanır. Cvitamini aldım, diyeceği yerde \"Seksen beşkuruşa bir milyon portakal aldım.\" der.Yeleğinin cebinden çıkardığı bir Phanodormeveya Eviphane şişesini, \"İşte size dünyanın enbüyük şairi... Her komprimesinde en aşağı,hiçbir şairin hayalinden geçmiyecek yirmi rüyavardır.\" diye takdim ederdi. Günün saatlerialacağı ilaçlara göre taksim edilmişti. \"Lütfenhatırlatın, saat tam üçte pepsinimi alacağım...

Urotropin almayı unutmuşum... Allah vere de birmanasızlık çıkmasa...\" Yaşar Bey hakikattemuasır ilmin ticaret fikri ile bütün insanlık içinelele vererek hazırladıkları bir kompleksti...

9Nuran'ın evine kabul edilmek saadeti Mümtaziçin zevklerin en büyüğüydü. Yazık ki,Fatma'nın huysuzlukları bu saadeti zehirledi.Fatma'da, babasının kendilerini bıraktığı gündenberi insanlara karşı emniyetsizlik, kendisine aitherşeyi kaybetmek korkusu tabii hal olmuştu.Bu itibarla Mümtaz'ı kıskanıyordu. Fakat bukıskançlığı genç adam için daha elim yapanşeyler de vardı.Çocuk bir türlü ona karşı alacağı vaziyetibulamıyordu. Şimdi, kayıtsız soğuk, yahutsadece nazik olmak istiyor, biraz sonra haşin vehoyrat oluyor, sonunda herşey senin olsun dergibi, kendilerini bırakıp kaçıyor, fakat \"Aşağıda

ne oluyor?\" düşüncesi onu bırakmadığı için, beşdakika sonra yine geliyor, şımarıklıklar,huysuzluklar yapıyordu. Evin içinde sık sıkNuran'la Mümtaz'ın evlenecekleri sözü geçtiğiiçin, Fatma genç adamın Nuran'ın hayatındakiyerini biliyordu. Bu yüzden on günden beridirannesine karşı da vaziyeti değişmişti. Fakatbütün bunlar Mümtaz'ın, Nuran'ın evinde, onunsevdiği, küçük çocuk, genç kız hayatını yaşadığıeşya arasında bulunmak saadetini gideremedi.O günden sonra Mümtaz için Nuran'ın evinidüşünmek ayrı bir haz oldu. Sevgilisi gidip detek başına kaldığı saatlerde, yahut evden hiççıkmayacağını söylediği günlerde, onu bu eviçinde düşünmek itiyadını aldı. Nuran'ın hayatçerçevelerinden en mühimine sahip olduğu için,artık genç kadının düşüncesi onu hiçbırakmıyordu. Nuran'ı bahçedeki nar ağacınındibinde, kahvaltı masasında tasavvur etmek,yahut kendi eliyle düzelttiği çiçek tarhlarınınarasında, saçları, başının üstüne bir iki firkete iletoplanmış, beyaz sabahlığı Pompei freskleriniandıran kıvrımlarla vücudunun inhinalarını

kavramış geziniyor düşünmek, Mümtaz'ınyalnızlığını başka türlü dolduran hazlaroluyordu.Nuran şu anda odasının pancurlarını açması,ihtiyar dayısına kahve pişirmesi, annesininilacını vermesi, bahçede iki eli şakağında kitapokuması, yahut çocukluğundan beri benimsediğiküçük odada dedesinin bir hastalığındaziyaretine gelen Ali Paşa'nın oturduğu söylenenkoltukta misafirlerine çay ikram etmesi, onlaraduvarda İbrahim Bey'in vaktiyle Yıldız'daki ongünlük mevkufiyetinin hatırası olarak yazdığı,Naili'nin:\"Lutf u kerem-i hazret-i Mevla ile geçtik.\"mısraını göstermesi, vitrinde onun yaldız verenk hokkasiyle, kıl uçlu kalemiyle, incefırçasiyle süslerini hazırladığı tabakları,çiçeklikleri, genç kadının kendi güzelliğine birçocuk neşesinin tuhaflığını katmak için bulduğutabirle bütün o cam evaniyi göstermesi,Mümtaz'ın muhayyilesinde olmıyacak derecedegüzel ve eşsiz şeylerin arasına girmişti.

Böylece yavaş yavaş Mümtaz'da Nuran'ınkendisinden uzak geçen saatleri etrafında birnevi şahsi masal teşekkül etti ve Mümtaz, tıpkıvaktiyle falan düka veya kralın dua kitaplarınıbir şatonun etrafında, günlük hayatmanzaralariyle takvim ve burç istiareleriyle,Kitab-ı Mukaddes sahneleriyle süsleyen eskiressamlar gibi, Nuran'ın saatlerini, sade bir renkcümbüşü ve parıltı olan, çalınmayan sazlar gibiihtimallerin zenginliğiyle konuşan bir yığınhayalle süslemeğe başladı.Bu renk dünyasının, her kıvrım ve kavsinigenç kadının her günkü hareketlerinden,bulunduğu an ve zamana cömertçe hediye ettiğiçizgilerinden alan bu sükut musıkisinin ortasındaasıl Nuran, adının telkin ettiği güneşinsofrasından çalınmış altın kadeh ve şafakbahçelerinde açılmış beyaz nilüfer hayaliyle,feyizli bir mevsim gibi herşeye kendivarlığından bir yığın sır ve güzellik katarakgider, gelir, düşünür, dinler, konuşurdu.Zaten onu, günün herhangi bir anında,herhangi bir yerde tasavvur etmek, iskelede

vapur beklediğini, terzide dantela veya düğmeseçtiğini, model tarif ettiğini, ahbaplariylekonuştuğunu, başıyle evet veya hayır işaretiyaptığını düşünmek, Mümtaz için daima sonsuzbir hazdı.Hakikatte iki Nuran vardı. Biri kendisindenuzakta olandi ki, her attığı adımda maddihüviyeti biraz daha değişir, arzunun, hasretinkimyasiyle adeta ruha ait bir varlık olur vedokunduğu her şeye kendisinden bir yığın şeylerkata kata, bütün uzaklıkları, geçtiği her yeriyaşanan hayatın üstünde bir alem yapar ve kendiakislerinden başka bir şey olmayan bu aleminortasında yine kendisi olarak yaşardı.İşte Kandilli'deki ev, bu mucizenin en fazladeğiştirdiği sofasının, aralarına çıtalar konmuştahtalarına bile mücerret bir hakikat gibiNuran'ın sindiği bu alemlerin en değişiği, enharikalısıydı. Ve bu değiştirici füsun, oradanbaşlıyarak kademe kademe bütün hayatayayılırdı.Bir de yanıbaşında olan Nuran vardı. Bütün

bu hayalleri kendi maddi varlığiyle çocukça birşey yapan, uzaktan telkin ettiklerini bir kalemdesilen genç kadın. O kapıdan içeriye girer girmezveya beklenilen yerde, mesela bir iskelede veyaherhangi bir sokağın ucunda görünür görünmez,Mümtaz'ın muhayyilesi birdenbire dururdu.Mümtaz, çok defa, onun uzaktan gelişininkendisinde bıraktığı hissi tahlile çalıştı. Veneticede bunun bir nevi zihni kamaşmaolduğuna karar verdi. Sanki o, yolun başındagörünür görünmez, herşey silinirdi. Bütünendişeler görünmez olur, halecanlar diner,sevinç bile eski parlaklığını kaybederdi. Çünküyakındaki Nuran, varlığından taşan büyüyüyalnız bir tek şey, bir tek insanda kullanırdı; alıpavuçları içinde aydınlık bir hamur halinegetirdiği Mümtaz'da.Daha evvelki münasebetlerinde kadına karşıdaima yukarıdan, adeta şüphe ile bakan, kendicoşkunluklarını gülünç bulan, hatta en keskinzevkin arasında bile insanda hayvanın buazışını, kafasının uyanık duran bir tarafıyle,kendi kurduğu bir makinenin işleyişini seyreder

gibi adım adım takip eden, kadın vücudundagöze ait olanlarından gayrisini saf bir zevkolarak almayan genç adam, Nuran'la karşılaşıncabasit realite şuurunu bile kaybederdi.Bu, elbette yalnız muhayyilenin oyunudeğildi. Yalnız evin delisi azdığı için böyledüşünmüyordu. Hatta böyle olsa bile bu azıştasırrına güç erilir bir şey vardı. Onun içinNuran'dan uzakta veya onun yanında gençadama hiçbir hikmet, hiçbir denenmiş hakikatyardım edemezdi. Ne bir zamanlar eldendüşürmediği Ahdi Atik'de, ne sevdiğifilozoflarda, velilerde kendi coşkunluğunukarşılayacak bir şey vardı. Onlar, kadından,nefsten, şehvetten ve onun tehlikelerindenbahsederlerdi. Halbuki Mümtaz'a göre, Nuran'laolan macerası büsbütün ayrı bir şeydi.Ona göre Nuran, hayatın öz kaynağı, bütüngerçeklerin annesiydi. Onun için sevgilisine enfazla doyduğu zamanlarda bile yine ona açgörünür, düşüncesi ondan bir lahza ayrılmaz,ona gömüldükçe tamamlığına ererdi.

Mümtaz bazen Nuran'a karşı olan sevgisinimutlak bir hücre yakınlığiyle izaha kalkışır, vearalarındaki ten anlaşmasında yaradılışınkendilerinde tecelli etmiş büyük sırlarındanbirini görürdü. Belki de Eflatun'un dediğidoğruydu ve oluşun çemberinde tesadüf, ikiyebölünmüş tek varlığın parçalarını onlarınaşkında yeni baştan kaşılaştırmıştı. Hulasaömrün ve eşyanın miracında yaşadığınısanıyordu.Bazı gece saatlerinde niçin taşlarla, kuşlarla,bahçedeki otlarla konuşmadığını hayretledüşünürdü. O kadar kainatı kendi tenindeduyardı. Ona göre bunun sırrı yine Nuran'daydı.Genç kadın, o kapalı ve kıskanç, kısırsaadetlerin insanı değildi. Hüviyetinden bütünbir cömertlik akıyordu. Nuran için kendisi pekaz vardı. O etrafiyle yaşıyordu. İkisi dehayatlarının sıkıntılı tarafını birbirlerinetaşımamağa çalışmakla beraber, Mümtaz bazızamanlar sevgilisinin kendisine yedi kat yabancıinsanlar için nasıl üzüldüğünü bilirdi.Haftada iki gün, sabahları kendileri için

buluşuyorlardı. Nuran, Emirgan'daki evi pekseverdi. -Yokuşu duymuyorum artık. O kadar alıştım.Bu, sana doğru gelmek olduğu için beniyormuyor.İlk defa Nuran'dan bunu işittiği zamanMümtaz şaşırdı. Çünkü herşey üzerinde o kadarkonuşan, kendisine ait herşeyi anlatan gençkadın, ona, aşklarına dair tek kelimesöylememişti. Hatta mesut musun? sualini bilelüzumsuz bulmuştu. Onun için aşk, hislerinkelimelerle israfı değil, Mümtaz'ın ruhundakifırtınaya olduğu gibi kendisini teslimdi. Kimbilir, belki de kollarının arasında mahpusyüzünde bütün içinden geçenleri okuduğunainanıyordu. Hakikat de böyle idi.Mümtaz onun yüzünün değişen ifadesinde;kadın yaratılışının sırlarından, yani Nuran içindahi meçhul olan taraflarından başka her şeyiokuyabiliyordu.Bu küçük çehrenin tanımadığı hiçbir tarafı

yoktu. Onun aşka bir çiçek gibi açılışı, oderinden ve biçare bir tebessüm üzerindekapanışlar, kısık gözlerinin içinde yanan adetamadeni ışık, sonra Boğaz sabahları gibi perdeperde değişmesi, Mümtaz için kendi ruhununmanzarası olmuştu. Zaten Nuransöylediklerinden ziyade tebessümü ile, bakışı ilekonuşur, dinler, kabul veya reddederdi.Ve Nuran'ın en parlak mücevherlerden, enkeskin kılıç parıltılarına kadar değişen bakışlarıvardı. Mümtaz, bu değişik silahların karşısındabazen kendisini ölümden öteye geçen bir aciziçinde bulurdu. Fakat Nuran'ın gözleri bazen deona dünyanın en zengin taçlarını giydirir, feleğinhiç kimseye basmasını nasip etmediği ikbalkeçelerini ayaklarının altına döşerdi. Bir bakışlaMümtaz'ı giydirir soyar, bazen Allah'ındanbaşka hiç kimsesi olmayan bir fakir ve garipkişi, bazen kaderin efendisi yapardı.Mümtaz bu bakışları, kucaklaşmahıçkırıklarına benziyen gülüşleri gece gündüzberaberinde taşırdı. Onlar her yerde karşısındaidiler. Onun ruhu Nuran'ın bakışlarının yorulmaz

dalgıcıydı. Bu zengin deniz altında her ankendisi için yeni kudretler ve yeni azaplarbulurdu. Bu tebessüm Mümtaz'ın teninde,kanında uzviyetinin her tarafında açanbahçelerdi.Sonsuz gül bahçeleri ki genç adamı çok defayattığı yatağı, eli değdiği eşyayı, kendidamarında akan kanı koklamak istiyecek kadarhazla çıldırtırlardı. Bu bir Tanrının ziyaretinikabul etmiş cansız şeylerin, bu ziyaretinhatırasiyle canlanması, yaşaması, kısa fakat çokdalgın aydınlıklarda maziyi, hali, istikbali veetrafını idrak etmesiydi.Nuran'ın geleceği sabahlar erkenden uyanırdı.Doğru denize koşar, yıkandıktan sonra evedöner. Hiçbir iş yapamıyacağını bilmekleberaber, bir şeyler yapmağa çalışır, sonundakapının önünde tıpkı ilk günde olduğu gibisabırsızlıkla beklerdi.Kadem kadem gece teşrifi Naili o mehinCihan cihan elem-i intizara değmez mi...


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook