Ne acayip gece, Yarabbim, diyordu. Nebitmez tükenmez gece.Sanki dipsiz bir kabı dolduruyorum. Sokağa çıkar çıkmaz şişman doktor solumağabaşladı. Mümtaz kısaca hastanın vaziyetini, geceani olarak gelen hecmeyi, yapılan enjeksiyonuanlattı. Doktor vil kanfreyi bir ecdat ruhunutatmin etmek istercesine tercüme etti:-Zeyti kafur. Zeyti kafur. Zeyti kafur,tababetin yüzünü ağartan ilaçtan biridir. Fakatkalb için. Halbuki iş buraya kadar getirilmezdi.Efendim, bazı arkadaşlar mesuliyet almaktançekiniyorlar. Sülfamid varken zatürree başındaönlenir. Bunu siz de yapabilirsiniz. Her dörtsaatte sekiz ultraseptil... Derhal mesele halledilir.Mamafih yola çıktık. Bir kere görelim. Kimdirhasta?-Amcamın oğlu. Benden büyüktür, ağabeyderim. Kendisinden çok şey beklenen bir insan.-Sizden başka kimsesi var mı?
-Annesi, karısı, iki çocuğu... Fakat karısı...Söyleyeyim mi, söylemeyeyim mi? diye tereddütetti. Sanki Macide her zamanki çehresiylekarşısına çıkmış bir eli dudaklarının üstünde\"Sırrımı faşetme\" diyordu.-Ne olmuş karısı?-Büyük çocuklarını otomobil ezdiği gündenberi -birdenbire tam tabirini bulunca daha rahatbitirdi- melekatı akliyesine pek sahip değil,yahut zaman zaman böyle oluyor.-Gebe miydi o zaman?-Evet, hem son günleriydi. Sonra hummabaşladı, çocuk o hummada doğdu.Doktor, bir an için yemek tarif eden bir evkadını oldu:-Hafif ve daimi bir hüzün, çok gönül alıcıdikkatler bir nevi genç kız hali, büyük sükutlar,ani neşeler. Efendim, küçük büyük hafızaittıratsızlıkları. Ah, bu hummayi nifas!
Bu son kelimeyi Moliere'den bir Vefik Paşatercümesi temsil eder gibi şişkin bir eda ile,göğsünü kabartarak söylemişti. Sonradelikanlının koluna teklifsizce girdi.-Yavaş... Yavaş. Beni koşturmaklakazanacağınız zamanı merdivenin ilkbasamağında oturarak size kaybettirebilirim.Fena adam değilimdir ama, cüsseme rağmenküçük kaprislerim vardır.Bir müddet sustu. Elini Mümtaz'ın kolundançıkardı ve Mümtaz bu yükten kurtulunca hayatıbiraz daha çekilir buldu. Doktor cepleriniaraştırdı, sonra renkli ve çok geniş bir mendilinkatlarını iyice açtı. Terlerini sildi. Nefes aldı.-Çalışmaktan yorulmam. Fakat bu şişmanlık.Varaşilof'un elma tedavisi bile pek işe yaramadı.Bir vaziyet yerleşmesin bir kere.Mümtaz politikaya girileceğini anladı. \"Birvaziyet bir kere yerleşmesin.\" Ne korkunçhükümdü. Fakat doktor kendi açtığı kapıdangeçmeğe cesaret etmemiş gibi sözü çevirdi.
-Galiba musıkiyi seviyorsunuz.-Hem çok.-Yalnız alafranga mı?-Hayır, alaturkayı da. Fakat galiba, aynı adamolarak değil. Sen, acayip bir mahluka benzersin,der gibi delikanlının yüzüne baktı:-Oğlum, çok doğru bir şey söyledin, dedi. Okadar doğru ki.Mesele musıkiden çok ötede. Şarkla garpbirbirinden ayrı. Biz ikisini birleştirmek istedik.Hatta bunda yeni bir fikir bulduğumuzu bilesandık. Halbuki tecrübe daima yapılmış, daimaiki çehreli insanlar vermişti.Mümtaz kendisini bu sabaha yakın saatte,yapışık kardeşler grubu halinde bir yüzümaşrığa, öbürü mağribe bakar, iki vücudu vedört ayağıyle yan yan yürür gibi gördü.-Korkunç değil mi doktor? Ama diye ilave
etti. İki başla değil, bir başla düşünüyorum.Doktor kendi telkin ettiği hayali keşfetmişti;gülümsiyerek:-Ama iki türlü düşünüyorsun, dedi. Hatta dahagaribi, iki türlü duyuyorsun. Ne hazin değil mi?Daima Akdenizli bir tarafımız bulunacağı gibi,daima şarklı bir tarafımız da kalacak. Güneşvurmuş tarafımız. Şu batıcı ve keskin aynakırıklarını ruhunda duymak.-Bu tek meselemiz galiba.-Hem de coğrafyadan gelen, yani tarihindehasından, yani bizden evvel ve bizden sonrada mevcut. Ağabeyiniz karısını seviyor mu?-Çıldırasıya. Zaten Macide'yi sevmemek kabildeğildir.Hastalıktan sonra bir çocukları daha oldu.-Vaziyetleri normal demek.
Doktor hep kendi düşüncesinin izindeyürüyordu: -Anormallik içinde normal hayat.Görüyorsunuz ya, dünyada olmaz sandığımızbirçok şeyler oluyor. Tıpkı yarın harp olursa, buateş içinde yine hastaların, para sıkıntısıçekenlerin bulunması, hapishanelerdemahpusların ceza müddetlerini doldurmağamecbur olması, muayyen saatlerde karnımızınacıkması gibi bir şey.-Acaba olacak mı?-Ben dıştan gören bir adam sıfatiyle hemenharbin patlamasına ihtimal vermiyorum. Fakatdünya o kadar yüklü, o kadar bu felaketi kabulehazır ki...Durdu, nefes aldı:-Garip bir şey bu. Nasıl söyliyeyim? Harbinhemen patlıyacağına ihtimal vermiyorum. Bubana olmaz bir iş gibi geliyor. Çok ifritçe, çokkorkunç, hemen hiç kimsenin yapmasına cesaret
edemiyeceği, en çılgın ve atılganın bile, enkurulmuş makine gibi yürüyenin, o kadar azinsan olanın, yahut kendisini böyle zannedenin -çünkü kendimize ait olan zanlarımız dahatehlikelidir,- bile son dakikada bunu yapmaktançekineceğini, elindeki meşaleyi birdenbire,hazırlanmış ocaktan uzaklara atacağınısanıyorum. Fakat bu son ümittir... Son ümitnedir, bilir misiniz? Çok defa son ümit,temennilerimizin imkansızlığa aksedençehresidir!Tekrar durdu, nefes aldı; Mümtaz henüzVezneciler'de bulunduklarını büyük bir hüzünlegördü; bununla beraber onu alakayla dinliyordu:-Bu ümidin ne kadar zayıf olduğunu size birkelime ile söyleyeyim. Bütün ümitlerimizsenelerdir bu işi hazırlayanlarda, bu kadarciddiyetle, riyazi bir formül üzerinde uğraşır gibiuğraşanlarda. Düşünün bir kere bir preparasyon,bir ameliyat masası, bir tiyatro aksiyon hazırlargibi yıllarca onu kendileri hazırladılar. Evvelahayatın her tabii haline, her gelişmeğe veneticesinde buhran adını vererek, sonra da bu
buhranlara, kudretlerini, şümullerini üç dörtmisli çoğaltacak tedbirler bularak... Şimdi neyebel bağlıyoruz; etrafımızdaki havayı böyleçıldırtanların, onu nefes alınmaz hale sokanlarınbirdenbire bu işten vazgeçmesine, birdenbire oimkansız kaynayıştan sükunete dönmelerine,etraflarına muayyen meselelerin gözlükleriyledeğil, tabii gözleriyle bakmalarına, yani birmucizeye... Asıl korkuncu, herkesin, yani karşıkarşıya gelenlerin ayrı ayrı ruh durumlarındaolmasında, kimi refahın yahut tereddüdün,olamaz düşüncesinin verdiği gevşeklik içinde,kimisi saf hareketin çılgınlığında. Yahut sadeceben cesaret edersem, mesele halledilir, yok mu?Onu düşünmede?Bir daha, fakat bu sefer elinin tersiyle alnınınterlerini sildi ve fikirlerini bitirememektenkorkuyor gibi acele acele söylemeğe başladı.Mümtaz gecenin, içindeki maiye başka şeykatılmış bir kadeh gibi bulandığını görüyordu.-Felaket burada. Ama dahası da var, enmüteredditleri bile yine hareketin ortasındalar.Onun için herkes kendi vuzuhuna inanıyor. Bu
inanış Hitler'i en delice hareketlere teşvik ediyor.Fakat bununla da kalmıyor, yavaş yavaş harbintek çıkar yol olduğuna inandık. Bununla dabitmiyor.Biz muharebe olacağını sanıyoruz; tarihtekimuharebelerden biri. Halbuki dünyapolitikacıların burnu dibinde birleşmiş,meseleleri birbirine kenetlenmiş, bir iç harbinehazırlanıyor. İç harp, yani bir medeniyetingömlek değiştirme şekillerinden biri. Büyük,kendi realitesi içinde kavranması imkansızderecede büyük, adeta tabiatın bir hezeyanına,bir kabusuna benziyen, o kadar büyük biruzviyetin bir istihale noktasını yaşıyoruz.Herşeyin bir içten patlamayı hazırladığı, zarurikıldığı, tabir caizse fizyolojik bir noktadayız.Siyasi bir harbin sakınılması o kadar kolay ki.Bir dümen kırışı, aklıselimin bir saniye içindönüşü herşeyi halledebilir. Fakat bir medeniyetkrizini yenmek, onun arızaları içinde şuurunumuhafaza etmek, ona karşı gelmeğe çalışırken,dümeni ellerinden kaçırmamak, bir seldesürüklenmemek, bir tayfunda boğulmamak, bir
yıldız müsademesinde toz haline gelmemekkadar güç.-Ne kadar fazla kadercisiniz doktor.-Çünkü tabiat adamıyım. Senelerce birfizyoloji laboratuvarı idare ettim. On binlercehasta gördüm. Sakınılması mümkün olanlaolmayanı artık tanıdığımı sanıyorum. Ölümünyerleşmek için seçtiği yeri uzaktan tanırım.-Fakat bu ayrı şey değil mi?-Nerede ki uzuvlaşma vardır; orada biyolojikkanunların az çok hükmünü görürsünüz...Zannetmeyin ki bir benzetmeği zorla sonhaddine götürmek için bedbin oluyorum. Daimamüdahalenin kabil olacağına inanıyorum.Doktorum, yani müdahale disipliniyle yetiştim.Fakat... Vaziyet zorla azdırılmış, uzviyeti öylekavramış ki. Başka taraftan bakın. Böyleherşeyin birbirine karıştığı, her sualin birbirinemuvazi olarak yürüdüğü, ümitle çalınan herkapıdan bir ejderha ağzının açıldığı bir devirdeinsanlığın mukadderatının birtakım yarı deli
meczupların, mesuliyetsiz peygamberlerin,production, surproduction deterministlerinin,hüsnüniyetleri ancak silah seslerinde vuzuhlakonuşan, idam hükümlerinde kıvamını bulangerçek çehresini takınan ütopyacıların elindebulunmasının felaketini düşünün. Alın sizeStalin'in jesti. Hadiseler nasıl sıralanıyor.Hitler'de paranoyak olan hadise busonuncusunda, tam suikast oluyor. Lenin'inmongolit peygamber çehresi, nasıl birdenbiretasavvuru imkansız bir Makyavel'e değişti. Nasılbir polis romanı entrikası oldu. Stalin kendiçehresinin ve resimlerdeki bakışının sözününasıl tuttu?Dünyayı cennet yapacak bir ideal namına, birgün kendisine çevrilmek ihtimali olan silahıbütün insanlığa nasıl çevirdi. Açıkça harbi teşvikediyor; olması imkanını hazırlıyor. \"Bendenkorkma, emin ol!\" diyor. Küçük ve doğrusunuisterseniz son derece maharetli bir jest. Eskimüverrihler olsa göklere çıkarırlar.Fakat nefsini müdafaa için olsa da cürmeiştirakten başka bir şey değil; meşaleyi tutan eli
ocağa iyice yaklaşması için dürtmek gibi bir şey.Mantığına girersek kendisine göre belki de haklı.Fakat kendisine göre. Halbuki bugünkü dünyadakendisine görenin tek yeri olmaması lazım.Bunu size, bana, Anvers'deki banka memuruna,Brüksel'deki şimendifer kondoktörüne, nebileyim, herkese anlatmak mümkün. Fakat birmistiğe, dünyayı geniş bir sahne, kendisini biraktör sananlara, kanlı ölümü nefsi için bir halçaresi bilerek işe başlıyanlara nasıl anlatırsın.Birisi rolümü bana Allah ezberletti diyor; öbürütarihi determinizmin içinden geliyorum, diyor.Girdikleri dar sokakta eski bir konağınduvarından çiçek kokuları, bu durulmuş geceiçinde, sanki kaybolmuş saadetlerin, ümitlerin,berhava olmuş hulyaların hatırasiyle, tıpkı birvicdan azabı, nefse karşı işlenen bir cürmün ohiç affetmiyen, bir azap meleği gibi insanı bütünömrünce kovalıyan şuuru gibi ve yine tıpkıdemin dinlediği konçertonun, her süzülüşündebiraz daha kendisini bulan, çokluğu içindenyavaş yavaş kendisi olarak halka halka sıyrılanve sonunda bir altın ejderha gibi insanda
çöreklenen aranağmesi gibi, keskin, öldürücü birhisle içine yerleşti. Kendisini son derece bedbahtduyuyordu. Sanki bütün bu cürümleri kendisiişlemiş gibi ıstırap çekiyordu ve sadece hiçbirkabahatin karşılığı olmadan çektiği bu azapla,insanlığın nasıl bir bütün olduğunu, bubütünlüğe karşı yapılan her hareketin nasıl birgünah olduğunu bir kat daha anlıyordu. Artıkhiç kimseyi tek başına düşünemiyordu; neNuran, ne İhsan ağabeyi, ne yenge, ne Macide,ne yazacağı kitap, hiçbiri yoktu. O şimdi dünsabah okuduğu, hatta anlamadan baktığı gazetemanşetlerini görüyordu. İngiliz donanmasıseferber edildi; kara ve hava ihtiyat kuvvetleridavet edildi; Almanya, Polonya'ya yaptığı 16maddelik teklifi neşretti. Fransa taahhütlerinesadık. Evet aradan o kadar çok hadise, sıkıntı,şahsi üzüntü geçmesine rağmen hepsini olduğugibi ve asıl manalarını bilerek görüyordu.-Bilir misin, delikanlı, meselenin vahametinedir?Mümtaz meselenin vahametini biliyordu.Ölüm küreye kanatlarını germişti. Fakat yine
dinledi:-İnsanlık fena bir ihtimali bir kere kendisineufuk bilmesin; bir kere uçurumu görmesin. Birdaha ondan geriye dönemez. Onu giyinir.Kıymetli bir şeyiniz, iyi bir yazma, güzel birgramofon, bir Acem halınız var mı, sakın onusatmayı bir imkan gibi düşünmeyin, evliysenizkarınızı boşamayı, seviyorsanız sevdiğinizkadına darılmayı bir kere olsun aklınızagetirmeyin. Sonra bu işlerden ne kadarçekinirseniz çekinin, mıknatıslanmış gibi,arkanızdan itiyorlarmış gibi onu yaparsınız,insan hayatında sakınmak yoktur. Hele kütlehalinde, asla. Bir kere uçurum göründü mü,ölüm simsiyah dili ile konuştu mu?Acaba Nuran'la aralarındaki dargınlıkhangisinin hatırına gelmişti. İnsanoğlunun içindeçalışan o kendisi ve her yaptığını beraberceharap etme kudreti hangisinde daha evvel hızalmıştı. -Ben küçük bir hodbinim. Dünya ne ilemustarip, ben ne düşünüyorum. Evde bir hastam
var, başımı delikten bir parça çıkardım mı,milyonlarca insanın hayatiyle şu dakikadaoynandığını görüyorum. Sonra küçük bir kadıniçin.Fakat devam edemedi; çünkü bu küçükkadının, söylediği kadar küçük olmadığını ve birsene dünya ile arasında en güzel köprüyükurduğunu, onun hassalariyle duyduğunu, onunvücudu ile geniş dünyaya açıldığını biliyordu.Yelkenim, denizim, sonunda adam... O kendisiiçin gerçek ufuktu; fikirlerini onunladerinleştirmiş, onunla bir iç nizam sahibiolmuştu. Fakat hangimizde daha evvel uçurumkonuştu? Benim ipi gerdiğim muhakkak. Fakatkoparan o. Hayır, hiç de böyle değildi. Oayrılmağa karar vermişti. \"Mademki Fahir banadönüyor, mademki hastayım, sana muhtacım,çocuğunun babasıyım, beni reddetmemelisindiyor, ben dönmeğe mecburum; mesutolmayacağımı biliyorum, fakat huzur için bunamecburum.\" demişti. Bütün bunları söylerken nekadar mustarip yüzü vardı; fakat bu mustaripyüz, genç kadının bu karara varmak için iki ay
sarfettiği gayretin, kendi kendisiyledidişmelerinin yanında hiç kalıyordu. O da ikiay, kendi kendisinin gölgesi, kendinin iki yolağzında, içi ezgin bekleyen bir değişiği olmuştu.Mümtaz, \"Kendisini süslemek ihtiyacı\" diyedüşünmek istedi; fakat değildi. İyi biliyordu ki,değildi. Olsa olsa Fahir'i biraz sevebilirdi; çünküşefkat ve merhamet de bir nevi sevgidir; onunlason görüştükleri günü düşündü. Boğaz'danİstanbul'a beraber inmişlerdi. Köprü'ye kadargenç kadına son kararı üstünde tek bir kelimesöylememiş, fakat tam Köprü'de tekraryalvarmıştı. Bu eski yalvarışların çok başkatürlüsüydü. İçinde bırakılmış insanın hıncı,izzetinefis yarası, hepsi vardı. -Bugün gel, demişti. Bu işten vazgeçmelisin!.-Beklemeyin beni. Çünkü gelmiyeceğim.Bundan sonra size yalnız dostluğumuverebilirim. Mümtaz da bu dostluğu istememişti. -Olmaz, demişti. Bu vaziyet içinde en az
olabileceğimiz şey birbirimizin dostu olmaktır.Sen de biliyorsun ki, kalbini kendimden azıcıkuzakta duyduğum zaman benim için herşeybitiyor. En sefil mahluk oluyorum. Bütünahengimi, vuzuhumu kaybediyorum. Biçare birşey oluyorum. O zaman mukadder cümle gelmişti: -Yeter Mümtaz. Artık bıktım, demişti. Mümtaz genç kadının bu sözü söylerken bubir sene içinde onun yüzünden çektiklerininhepsinin içinde canlandığını biliyordu. -Eminim ki o dakikada benden hiçbir iyihatıra kendisinde yoktu. Sadece...Sonra birbirlerine \"Allah'a ısmarladık\"demişler, genç kadın, yoluna gitmiş, Mümtazbirtakım karanlık, dar sokaklarda, küçük eskicidükkanlarına, kimlerin ve nasıl yediklerinibilmediği, tahmin edemediği yiyecek şeylersatan satıcılara, her tarafına yağmur sefaleti akanbiçare evlere, duvarlara, içinden gelen neşeyle
aydınlanması hiç kabil olmadığını sandığı ölüpencerelere baka baka saatlerce yürümüştü.Sanki tanıdığı, bildiği şehirde değildi; sankietrafındaki herşey, mütemadiyen yağan veyağmadığı zaman dahi sefaleti eksilmeyen buince, yapışkan yağmurla peydahlanmış gibiydi.Bu ıstırabının, kadınsız kalmış uzviyetinin, parçaparça ruhunun kainatıydı. Neden sonra kendisiniDolmabahçe'de, deniz kenarına inmiş, rıhtımdaodun boşaltan küçük, kırmızı boyalı, bir takayıuzun uzun seyreder bulmuştu. Ya hep, ya hiç.\"O zamanki düşüncesi buydu. \"Ya hep, ya hiç...Yani ölüm.\" Tıpkı Hitler gibi konuştuğununfarkına vardı. \"Ya hep, ya hiç. Ya dünyaimparatorluğu, yahut da siyah ölüm.\" Fakattabiatta ne hep ne hiç vardı. Hep veya hiçberaber oldukları zaman, insan kafasının o terazimükemmeliyetinin bir sakatlığı oluyordu. Buharikulade cihaz kendi mükemmeliyetindeşaşırınca bu muadele çıkardı. Veya onu düsturtanıyanlara, bu mudil hayatı onun zaviyesindengörenlere. Bu hendesi noktada insanoğlu bütünhayatın kendi elinde olduğunu sanırdı. Çünkübu öyle bir noktadır ki, orada yalnız kendimiz
varız. Daha doğrusu bir anımız. Çünkü hep veyahiçi biz dahi biraz kendimizde derinleştirdik mi,terazi mücerret muvazenesinden kıl kadaruzaklaştı mı unutur, azapların, aldatıcıhayallerin, ümitlerin, pişmanlıkların dünyasıbaşlardı. \"Ya hep, ya hiç. Hayır, her şeydenbiraz.\"Genç adam daldığı düşüncelerden silkinmekistedi, muvaffak olamadı: İri cüsseli doktorkoluna iyiden iyiye asılmıştı. Durdu. Bir dahaiçini geceye boşaltır gibi nefes aldı.-Birkaç kişi herşeyi değiştirebilir, anlıyormusun? İyi bir ekip. Böyle iken... Bak bu sakingece saatine. Bir de yarın sabahı düşün.Yarın sabah Mümtaz'ın önünde siyah bir kuyuidi. Fakat doktor kendi işaret ettiği bu kuyuyabakmadı bile.-Ne hazin değil mi? Bir milletin, veya bir sınıfinsanlığın evvela birtakım çıldırtıcı şeylerlezıvanadan çıkartılması, sonra da bir delinin veyainzivada hazırlanmış bir planın onu istismar
etmesi, benimsemesi, cin çarpmış gibi taştan taşaçarparak uçuruma sürüklenmesi. Düşünün birkere şu Almanya'yı. Fert fert düşünün. Sonrakütle halinde bir sadistin eline düşünceyaptıklarına bakın. Şimdi bu sadizm, bu kudreteiman, talihe güvenme, yalnız ben düzeltirimdüşüncesi, ifrata gitmiş bir ceza ile öbürlerine,karşısındakine geçecek. Korkunç bir kapıaçılıyor. Bir set çöküyor ki, arkasında yalnızsayısız felaketler vardır. Mümtaz bu kapıdangeçmek istemiyor gibi durakladı.-Ben geçen harpte Alman talebelerininailelerine yazdıkları mektupları okudum. Hepsiinsanlık mistiği idiler.-Mistik. İşte en korkunç şey. Bir kereayağınızı topraktan kesmeyin. Herşey olursunuz,havadan kaptığınız herşey. Çünkü uzviyetinizdeparazitler konuşur, insanlık mistiği, kuvvetmistiği, ırk mistiği, hacalet, ıstırap mistiği.Çünkü tanrılık yanıbaşınızda bir aktör elbisesigibi asılıdır, derhal giyinmek öyle kolay ki... Birkere insan tanrılaşmağa alışmasın. Mutlak birfikir olduğunu, hakikatin tek göründüğü yer
olduğunu sanmasın. Delikanlı beni imanlarım,şüphelerim kadar mustarip eder. Onun içinkimseye zararım yoktur. Onlar, mistikler öyledeğil. Onlar misyon sahibidirler. Küçük çocukgibi bir gülüşü vardır.Mümtaz bu gülüşün saflığiyle mesut tekrarsöze başlamasını bekledi:-Küçükken bize bir deli hafız gelirdi. Huddamsahibi olduğunu söyleyen bir adam. Babamdefine aramağa koyulmuştu. Hafız bizimselamlıkta yatar kalkardı. Erkenden kalkarlar,bilmem nerelere giderlerdi. Ben selamlığa giripçıktıkça onun define yerini aramasını bazengörürdüm. Gaiple konuşurdu. Duvara yüzünüdöndürür, orada tıpkı telefonla konuşuyomuşgibi mevcut olmayanla, kendi ruhununsakatlığiyle konuşurdu. Cevaplardan, suallerinşeklinden konuşmayı anlardım. Bir deli,görünüşte zararsız bir deliydi. Fakat delininzararsızı yoktur. Delikanlı, deli daima zararlıdır.Cezbe korkunç bir şeydir. Bir gün babamyokken yine duvarla konuşmuş. Defineninbulunması için küçük Arap ahretliğin bitişik
arsada boğazlanması lazım geldiğini öğrenmiş.Evde birdenbire bir kıyamettir koptu. Deli hafızmutfağa girmiş, bütün et bıçaklarını acayipdualarla okuyarak bilemeğe başlamış. Aşçıevvela gözlerindeki parıltıdan şüphelenmiş,sonra da huddamı ile konuşurken söylediğisözlerden, çünkü hem bıçakları biliyor, hemkonuşuyormuş.Bereket versin vaktinde yakalandı. BabamToptaşı'na kapattırana kadar, neler çekmedi.Orada da rahat oturmadı; her gün babamınaleyhinde saraya bir jurnal yazardı.-Babanız define merakından kurtuldu mubari?-Kurtuldu, yani bu sefer altın yapmağa kalktı,ve neyimiz varsa, yoksa bir Merakeşli sahtekarıncebine girdi. İçini hüzünle çekti.-Bu cins hastalıklardan kurtulmakzannettiğimiz kadar kolay değildir. O kadarbirbirine benzer yüzleri vardır ki. Alın bugünküNazi sadizmini... Yarının bütün bir mazohist
edebiyatını, yeraltı edebiyatını şimdiden onlarınkuvvete ibadetinde okur gibiyim. Yalnız zaafvardı, gözyaşı vardı, beni öldürün, beniparçalayın; ben zulüm gördükçe, acı çektikçekendimi bulurum. Sonra isyanlar başlar. Oh,ferde acıyın, ferdin hakkı kayboluyor, ferteziliyor, fert bu et kemik Babil'in kanlı tuğlası,kiremidi oldu... Bundan on sene evvelkilerinihatırlarsınız.Geniş göğsünü gece içinde şişirdi:-Sağlık, Yarabbim bize sağlık ver. Kuvvetdeğil, sağlık. İnsanoğlunun sıhhati. Hayatıolduğu gibi kabul edecek sağlık. Tanrılarabenzer ömür istemiyoruz. Bize nasip olan ömrüyaşayalım. İnsanca yaşamak. Hiçbir şeyealdanmadan, kendimize yalan söylemeden,kendi yalanlarımıza, gölgelerimize tapmadanyaşamak.Mümtaz, \"Bu da bir başka türlü peygamber.\"diye düşündü. Mahallelerine girdiklerindenmemnundu. Bu kadar düşünce, bu kadar tezatlımuadele hoşuna gitmiyordu. Hepsini birden
omuzlarından silkmek ister gibi Nuran'ıdüşündü; onun yanında hayat ne kadar rahattı.Herşeyin kendi kıymetinde ayarlandığı dünya...Fakat Nuran çok uzaktaydı, ve yaklaştıkları evdene halde olduğunu bilmediği bir hasta vardı.Çok sevdiği bir hasta \"Yüz adım, ancak kaldı,diyordu, sade yüz adım.\" Ve tekrar birtakımhadlerin, engellerin arkasında yaşamanınacılığıyle içi burkuldu. \"Noluyorum, bendenevvelkiler de ıstırap çekti.\" Düşüncesinibitiremedi. Yolun ilerisinde arsanın ısırganlarıarasından bir gölge onlara doğru fırladı. Doktorirkilmişti; genç adam:-Ehemmiyet vermeyin dedi. İhtiyar birBektaşi'dir. Burada bir mahzende yatar. Mahallehalkı tarafından beslenir.İhtiyar adam önlerinde durdu:-Hu erenler. Eliyle selam verdi. Sonra Galib'inbeytini okudu:\"Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen,
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen!\"Sesi kalın ve dikti, kelimeleri eliyle birkabartmayı yokluyormuş gibi harflerin veseslerin bütün kudretini aşikar edereksöylüyordu. Anlaşılmaktan, işitilmek veanlaşılmaktan başka endişesi yokmuş gibi hiçbirhususi ifade, hiçbir eda taşımıyordu. Her türlüpeygamberlikten, hatta davetten uzaktı; böyleolduğu için daha tesirliydi. Sanki onları birgerçekle baş başa bırakıp kendisi ortadançekilmişti; ve bu gerçek onların azabı olangerçekti. Sade onların mı? Uzak ve yakın bütündünyanın. Bu gerçek bütün gece, daha evvelkigeceler, içinde dolaştıkları, ağından bir türlüçıkamadıkları karışık ve karanlık dehlizin içindeilk yol gösterici işaretti.Doktor:-İyi ama, bu Bektaşi değil, Mevlevi.-Hayır, Bektaşi. Ben çok konuştum; kaç defao, İhsan Ağabey ve ben beraber rakı içtik. HalisBektaşi'dir, gayet güzel nefesler söyler; bu beyti
ayrıca seviyor. Bana bir gün tek hakikat budur:İnsana hürmet etmeli; bu hürmeti zorlamadaniçimizde duymalıyız, diyordu. Ona göresevgiden daha mühimmiş.Hulasa insana ve insanlığa hürmeti var.-İnsanlığa hürmeti var. O halde tam deli.Sonra birdenbire tonunu değiştirdi. Etrafta cılızbir ışığa tutulmuş elleri andıran şeyler arasındadaha solgun görünen evlere, yabani otlariçindeki arsaya, yanındakinin yorgunluğukaranlıkta ancak sezilen yüzüne baktı; bir horozbaşlarının üstünde bir yerde kanat çırptı vegecenin içine uzviyetinde mahbus bir aydınlığıyavaş yavaş eritilmiş yakut ve akikten bir iksirgibi boşalttı.-Şark, dedi. Canım şark. Dışarıdan miskin,budala, çaresiz, fakir. Fakat içinden hiçaldanmamağa karar vermiş. Bir medeniyet içinbundan daha güzel ne olabilir? İnsanlarıiçlerinden tatmin etmeği ne zaman öğreneceğiz?Ne zaman bu hoşça bak zatınanın manasınıanlıyacaklar?
-Şark anlamış mıydı sanki.-Anlasın, anlamasın. Söylemişti ya.
5Küçük ahretlik, onlarla beraber yetişmiş velambayı yakmıştı.Mümtaz doktorun arkasından girer girmezaynanın aydınlığında bir saat evvel bıraktığışeyleri aynı vaziyette, aynı kayıtsız sağlamlıkla,bir saat evvelki gibi yalnız kendileri olmaklamemnun, kendi üstlerine toplanmış, parıldıyorgördü. İçinden: \"Ah bu eşyanın bizdenayrılmağa fırsat bekler gibi halleri\" diyedüşündü.-Dünya, bensiz de mevcut. Kendi kendinemevcut. O berdevam.
Ben bu devamın küçük bir çizgisiyim. Fakatvarım, var olma kuvvetini bu devamın şuurundabuluyorum. O devamla başlangıç noktamdanhareket ettim ve belki ebediyet boyuncayürüyeceğim.Çok zalim şeylerden merhamet isteyen adamhaliyle etrafına baktı. Çünkü ebediyet boyuncayürüyemiyeceğini, belki şu dakikada, belkiyarın, belki birkaç gün sonra, hulasa bir gün budevam içinde devamın biteceğini ve onun yerinialacak başka devamların geleceğini, artık eskisiolmayacağını, aynı ürpermeleri duymayacağını,hatta ürperip ürpermiyeceğini dahi bilmediğinibiliyordu. Ebediyet zihninin zaman zaman çokderinlere uzattığı müphem bir ışıktı. Hatta çokderinlere de değil. Sadece bilinmeze doğruuzviyetinde bir lahza kayan bir taraf. Halbukirealite şu bir bakışta çift yaşayışle ve ömrüboyunca mazisiyle kavradığı, taşlık, şu çıktığımerdiven, daha girmeden ilaç, ter, hastalık dolutatsız kokusunu duyduğu hasta odasıydı; oradakiıstıraptı. Bununla beraber görmediği, teniyleduymadığı, fakat içinde bir bıçak gibi çalışan,
başka realiteler de vardı. Nuran'ın bir günberaber seçtikleri beyaz geceliği içindeki tekzambak hali, köşkün alçak duvarlarından taşanağaç dalları, mehtaplı gecelerde adeta canlanano bodur incir ağacı, kapının önündeki genççınar. Önünden geçtiği geceler, tekrar bir günonunla oturmasını, bir sabah çayı içmesini okadar özlediği, bazen örtüsünü kaldırmayıunuttukları için kendisine bu saadeti dahamümkün gösteren o küçük masa ve koltuklar.Fakat daha başka realiteler vardı. Bunlar hiçgörmediği, hatta, var olup olmadıklarınıbilmediği; fakat şu birkaç günün havadislerininışığında içine yerleştiğini duyduğu şeylerdi.Onlar da içinde bir bıçak gibi çalışıyordu.Makine başında aldıkları havadisleri birmerkezden öbürüne karılarını, çocuklarını,evlerini düşünerek veren telgraf memurları,matbaalarda bu havadisleri elleri yanarak dizenmürettipler, acaba unuttuğum bir şey var mı diyeev içinde tekrar tekrar dolaşıp belki yirmincidefa hazırladıkları çantayı açan ve hiçbir şeyyapmadıkları, bilinmezi karşılayacak yeni ve
faydalı hiçbir şey ilave edemedikleri için sadecekırık tebessümlerini, biçare dualarını ve ellerinintemasını bırakıp kapatan kadınlar. Şimendiferdüdükleri, ayrılık şarkıları... Bunlar da içindebıçak gibi çalışıyordu. Hayır, ebediyet değil,fakat dünya evindeydi. Herkeste dünya vardı.Bazen uzviyetimizin bir köşesinde, bazen tek birruh halinde, bazen gündelik işlerdeunuttuğumuz, fakat yanımızda ve kanımızdataşıdığımız bir dünya, Bir dünya ki ister istemezbu akşam ağırlığını sırtımızda duyuyoruz. Vehastanın baş ucunda doktorun pehlivan yapısınıbu ağırlık altında biraz daha çökmüş gördü.İhsan biraz daha iyiceydi. Fakat dalgındı.Alnında derinin gerginliğini yumuşatamıyorzannını bırakan, ona yabancı denebilecek terdamlaları vardı; nefesin tazyiki altında dahaşişkin ve daha kuvvetli görünen göğsü ile, bu terdamlaları ve kırmızı yüzü ile hastadan ziyade,saatlerdir yenmeğe çalıştığı dalgalardan henüzçıkmış, kumsalda yattığı yerde nabzıntabiileşmesini bekliyen bir atlete benziyordu.\"Gerçekten yendi mi?\" diye düşündü. Yüzü ne
kadar garip bir uzaklık içindeydi. Zihninde enfena ihtimaller yine canlandı.-Hanımefendi tam zamanında hastayıkurtarmışlar. Ben tahmin etmiştim zaten,sülfamid dozunu arttırmaktan başka yapacak birşey yok. Şimdi size sekiz sülfamid içirteceğim.Ve neticeyi emniyetle bekliyeceğiz. Yalnız kalbiçin bir ufak şurup ve bir ilaç daha lazım.Mümtaz Bey galiba bir daha yorulacaklar.İhsan kesin anlardan ibaret hayatı arasındanMümtaz'ın yüzüne \"Bunu da nereden buldun?\"der gibi baktı. Sonra elini uzattı, doktorun elinituttu; belki geceden beri ilk sözünü söyledi.-Ne dersiniz? Olacak mı? Bu budalalığıyapacaklar mı?Doktor, sade hastaya cevap verdi:-Siz iyileşmeğe bakın! Fakat gözlerinin içinde\"Seni anlıyorum\" diyen bir ifade vardı.
6Tekrar sokağa çıktığı zaman kendisinievvelkinden daha çok hafif buldu. Deminkafasını çatlatan düşüncelerden hemen hemeneser yoktu. Garip, hiç duymadığı bir hafiflikiçinde yürüyordu. Sanki ağırlık kanununundışında idi. -Kanatlarım olsa uçabilirim, dedi. İçinde yaşadığı vaziyetin ağırlığıyle tezatyapan bu hal onu çok şaşırttı. Çünkü yineherşeyi olduğu gibi görüyordu. Bu gece belkiharp başlamış olabilirdi. İhsan'ın vaziyeti ne olsaağırdı. Hayatla ölümün arasındaki dehlizde okadar ilerlemişti ki, geriye dönmesi güçtü. Nuran
bu sabah gidecekti ve bu gidiş ikisi için deyıkımdı. Onun gidişi ile kendisi için herşeybitiyordu. Bütün bunların hepsini biliyordu.Fakat daha bir saat evvel onun için, o kadaryıkıcı olan bu hakikatlere şimdi çok uzak,şahsiyle ve etrafiyle alakasız şeyler gibibakıyordu. Sanki hepsini bir ölümün ötesindengörüyordu.Fakat, son derece rahattı. -Acaba neden? diye sora sora yürüyordu. Benki o kadar düşünürüm. Düşüncem, yorgunluğuyüzünden bir türlü yatağına giremeyip odasındasabaha kadar dolaşan adama benzer. Nedenşimdi hiçbir şey düşünemiyorum?Fakat bu düşünce bile kafi derecede zalimolamıyordu. \"Yoksa yaşamıyor muydum? Yoksadünyadan ayrıldım mı? Belki de dünya benibıraktı. Niçin olmasın? Bir kabı herhangi birmayiin boşaltması gibi. Bununla beraberyapacağı işi biliyor, yürüyeceği yolu tanıyor,İhsan'ın ilacını bir an evvel getirmek için aceleediyor, üstelik zihni her rastgeldiği şeyi
kendisine bile imkansız görünen bir sarahatlekaydediyordu.Arsa bilinmeyen bir tarafta, çok uzaklardaaydınlığı tutan bir set çatlamış gibi gölgelerebürünmüştü. Otlar adeta üzerlerine üflenen cilalıbir yeşillik vehmiyle parlıyorlardı. Her tarafürperiş içindeydi.Bu, sabahın sazlarını denemeğe hazırlandığısaatti. Biraz sonra kainatın çatısı yenidenkurulacaktı. Evlerin taşlıklarında, odalarda sabahışıkları yanmıştı. Bulanmış havada bu ışıklar birtiyatro dekorunun yapma havasını yaratıyorlardı.Bir kadın pencereyi açtı, yarı çıplak vücudu ilegeceye karşı gerindi, çıplak kollarıyle saçlarınıdüzeltti. Bir köpek yavaşça yattığı yerden kalktı,bu sabah yolcusuna doğru koştu. Fakat tamyanına yaklaşınca vazgeçti, biraz ileride kapalıpenceresi önünde mumlar yanan bir türbenindibine kadar koştu. Bir sütçü, atının iki yanınaastığı güğümlerinin üstünde rahatça bağdaşkurmuş dörtnala yanıbaşından geçti. Uzaktan birkorna sesi geldi.
Mümtaz bütün bunları ve göğün gittikçedeğişen rengini görüyordu. Fakat bu görüşte debir değişiklik vardı. Bu duyularımızın her gün,her an eşya ile yaptığı temaslara benzemiyordu.Daha ziyade eşyayı kendisinde bulmak, herşeyikendi içinde kendisinden bir parça gibiseyretmekti.Şehzade Camii'nin avlusundaki ağaçlardanbüyük bir karga sürüsü koptu. Keskin bir çığlıkve madeni şakırtılarla başının üstünden geçtiler.Açık fırından gelen taze ekmek kokusu bütüncaddeyi sardı. Rayları tamir eden ameleler şimdicamiin önünde idiler. Asetilen hala yanıyor, halao zengin Rembrandt yaldızı yarı karanlığa doğruuzanıyor, yüzler, eller, vücutlar eritici aydınlıktayutucu karanlık arasında ayrı ayrı perdelerdehüviyetlerini değiştiriyorlardı. Mümtaz, buellerin hareketlerini ve yüzlerin dikkatini birdaha hayran hayran seyretti.\"Bizim semt\" diye düşündü. Bütün çocukluğubu cadde ile etrafındaki sokaklardan ona doğrugeliyordu. Bir mahallesi, bir evi, itiyatları,dostları olmak, onlarla beraber yaşamak ve
onların içinde ölmek. Kendisine gelecek günleriiçin hazırladığı bu hayat çerçevesi bir türlü içineyerleşmedi. Zaten hiçbir düşüncesinde devamedemiyordu. Eşya, bütün verimler ondakendiliklerinden mevcuttu. Bir akis gibi çok kısabir düşünce uyandırıyorlar. Sonra yerlerinebaşkaları geliyordu. Ne kadar zalim olursa olsunbir düşüncenin dehlizinde yolunu şaşırmanınhasretini duydu.Vezneciler'den geçerken ortalığın biraz dahaağardığını duydu. Bayezıt'a geldiği zaman setüstündeki kahvelerde hareket başlamıştı. Vakıaiskemleler hala içeride üst üste yığılıydı, fakatişgüzar garsonlar sabah müşterileri için bir ikimasa hazırlamışlardı. Bir tanesi Mümtaz'ıgörünce adeta sevindi:-Buyurun Mümtaz Bey, çay şimdi demlenir,dedi. Fakat imtihan sabahlarının birden bu geriyedönüşü Mümtaz'da hiçbir akis yapmadı. Eliyleişim var gibi bir işaret yaptı. Caddenin Aksaray'adoğru giden tarafında sabah yolcuları, gazete
satıcılarının, simit ve poğaçacıların sesleri şehrinsabahını kurmağa başlamışlardı. Mümtaz, camitarafına baktı. Bir güvercin sürüsü yere doğrusüzüldü ve birdenbire tekrar yükseldi. \"Acabaneden korktular?\" diye düşündü ve sualini sorarsormaz yine unuttu. Fakat henüz fikirlerindevamını hiç olmazsa yokluğu ileduyabiliyordu. \"Bu imkansızlık değil, belki biristeksizlik. Acaba herşeye böyle kayıtsız mıyım?Dünyayı bir daha kendimde kuramıyacakmıyım? Bir daha hatıralar bende konuşmıyacakmı? Yoksa kendi kontrolüm altında ikençıldırıyor muyum? Böyle göz göre göre...\"Nöbetçi eczanenin kepenkleri hala kapalıydı.Bir kadın hem elleriyle kepenkleri vuruyor, hemde ikide bir küçük delikten içeriye bakabilmekiçin ayaklarının üzerinde dikiliyordu. Elindeyolda gelirken buruşturduğu belli olan bir reçetekağıdı vardı. Yorgun ve fakirdi. İkide bir \"AhYarabbim\" diyor, sonra tekrar içeriye kaymakister gibi ayaklarının ucuna basıp içeriyebakıyordu.Nihayet eczacı geldi. İkisi birden reçetelerini
uzattılar. Mümtaz ilaçlarını aldı. Bütün bunlarıson derece vuzuhla hiçbir saniyesini kaybetmekistemeyen bir adam gibi yapıyordu.Gerçekten de böyle idi. İlacı götürecek tarafıuyanıktı. O hiç şaşmıyordu. Onun dışında bütünzihni hayatı bir uykuya kaymak üzere olaninsanın o iki had arasında sallanışıyleçalışıyordu; kainata anında intibak eden veobjesini bir anda yakaladıktan sonra derhalbırakan acayip bir mekanizma olmuştu. \"Neoluyorum?\" diye bir daha düşündü. Muhakkakki dünya ile arasında şimdiye kadar tanımadığıbir perde vardı. Çok şeffaf, son derecede vuzuhgetirici bir şey onu dünyadan böyle ayırıyordu.Fakat dünyadan ayrılabilir miydi? Hayat okadar güzel ki. Hakikaten bu sabah saatindeyaşamak güzel şeydi. Herşey güzeldi, taze veahenkliydi. Bir gülüşün yumuşaklığıyle insanageliyordu ve Mümtaz bir akasya yaprağına, birküçük hayvan yüzüne, bir insan eline bu saattebıkmadan ebediyet boyunca bakabileceğinisanıyordu. Çünkü hepsi, herşey güzeldi. Bubelirsiz ışık bir senfoniydi; işte camiin avlusunda
ilk huzme bir kadın gibi soyunmuş oynuyordu.Bu taze simit kokusu, yürüyen adamlarınacelesi, bu düşünceli yüzler hepsi güzeldi. Fakathiçbirinin üzerinde duramıyordu. Böyle birsaatte? Belki de eşyayı bu kadar güzelbulduğum için hayattan boşanmış olabilirim.Niçin olmasın? Çünkü bu güzellik duygusu veiçinde ona bir orkestra gibi refakat eden sevinçalelade bir duygu değildi. Bu bir nevi keşfebenziyordu. Hem o cins keşiflerden idi ki insanaancak en son dakikada, zihnin herşeyle alakasınıkesip kendi kendisi olduğu, en saf şekildeişlediği anda gelebilirdi. Bu uçurumun başındabulunan hakikatlerdendi. İçindeki berraklıkancak böyle bir son an berraklığı olabilirdi.-Ne garip! Hiçbir şey öteki ile birleşmiyor.Herşeyi ayrı ayrı görüyorum, diye söylendi.Yanındaki adam cevap verdi:-Elbette birleşemez, çünkü hakikatigörüyorsun.-Ama dün, evvelisi gün böyle görmüyor
muydum? Hiç hakikat görmedim mi? Bir kerekarşılaşmadım mı?Adamı yanında hissediyor, yüzünebakamıyor, fakat bunu tabii buluyordu.-Hayır. Çünkü o zaman etrafına kendibenliğinin arasından bakıyordun. Kendiniseyrediyordun. Ne hayat, ne eşya bütün değildir.Bütünlük insan kafasının vehmidir.-Peki şimdi benim benliğim yok mu?-Yok. O benim avucumda. İnanmıyor musun?Bak işte.Avucunu Mümtaz'ın burnuna doğru uzattı.Küçük ve acayip bir hayvan, kabukla meşinarasında tanımadığı bir teşekkül bu avucuniçinde küçük takallüslerle kımıldanıyordu.-Demek benliğim bu imiş, diye düşündü. Fakat ona söylemedi. Çünkü adamın eli onuşaşırtmıştı. Mümtaz bu kadar güzel şey hiç
görmemişti. Ne billur ne elmas bu içten parıltıyıverebilirdi. Bu donuk, hiç kamaştırmayan,sadece kendisi için bir aydınlıktı ve bu aydınlıkavucun içinde küçük, yengeç biçimli bir hayvan,söylendiğine göre kendi benliği, küçüktakallüslerle bir damar gibi, açılıp kapanıyor,içten içe işliyordu. Korka korka sordu:-Bana tekrar vermiyecek misiniz?-Neyi?Mümtaz çenesinin ucuyla bir işaret yaptı:-Onu, benliğimi. Yani benliğim dediğiniz şeyi.-İstersen al. Tekrar tecrübeye girmek istersenal. Ve el tekrar çenesinin hizasında açıldı, fakatMümtaz'ın gözleri bu sefer de elin kendiparıltısında kaldı. Mümtaz, yanıbaşındakiadamın Suat olduğunu, böyle bir şeyin bütünimkansızlığına rağmen biliyordu. \"Ölüler böylesokakta dolaşırlarsa hayatın tadı kalır mı?\" diye
düşündü ve yan gözle, \"Hakikaten o mu?\" dergibi yavaşça baktı. Evet, Suat'tı. Fakat ne kadardeğişmişti? Olduğundan çok büyük, çok güzel,adeta muhteşem bir Suat'tı bu. Hatta birkaç saatevvel rüyasında gördüğü Suat'tan daha güzel,daha muhteşemdi. O gün apartıman holünde,yüzünde seyrettiği o herşeyi, bütün hayatıkötüleyen sırıtma bile şimdi derinlerden gelen vesanki bilinmeyen tabakaları aydınlatan zenginbir tebessüm olmuştu. Ellerinde, boynunda veyüzündeki yaralar da böyle parıldıyordu. Zalimve güzel. Birdenbire şaşırdı ve elleriniovuşturarak düşünmeğe başladı: \"Fakat ben ne yapacağım şimdi?\" Onunlabehemehal konuşmalıydı. Halbuki bu kadargüzel ve büyük bir Suat'la konuşabilir miydi?\"Acaba bütün ölenler böyle güzelleşiyorlar mı?\"Suat, ölümden ve ölmekten iğrendiğinisöylemişti. \"Sade güzel değil, kuvvetli de.\" Evetkuvvetliydi; içinden bir şey mütemadiyen onadoğru akıyor, kendisini çekiyordu.Konuşacaktı. Yavaşça fısıldadı:
-Suat, dedi. Niye geldin? Niçin benibırakmıyorsun? Bütün gün ve gece benimleuğraştın! Yeter artık! Beni bırak. Konuştukça ürkekliği gitmiş, onun yerinegarip bir isyan hissi geçmişti. -Bırak beni artık! Sonra bir ölüye bu kadarsert hitap ettiğinden pişman oldu.-Niye gelmiyeyim Mümtaz? Ben zaten seninyanından hiç ayrılmadım!Mümtaz başını salladı:-Evet, hiç ayrılmadın, adeta bana musallatoldun. Fakat dünden beri başka türlü. Dünakşamüstü o yokuşta seni gördüm. Bu gece derüyamda. Fakat ne garipti biliyor musun? Bugeceki rüyamdan bahsediyorum. Bir akşamseyrediyordum. Daha doğrusu akşam olacakmışda onun hazırlığını yapıyorlardı. Mor, kırmızı,eflatun, pembe, tahtalar, kalaslar getirdiler. Ufkayığdılar. Sonra iple güneşi çektiler. Fakat biliyormusun, bu güneş değildi, senin yüzün şimdiki
gibi güzeldi, hatta daha mahzun olduğun içindaha güzeldin. Sonra seni oraya bir İsa gibigerdiler... Birdenbire kahkahalarla gülmeyebaşladı. Ne kadar tuhaftı bilsen, senin öylemahzun olman; ve İsa gibi çarmıha çekilmen...Sen hiçbir şeye inanmayan, herşeyle alay edeninsan... Tekrar uzun uzun güldü.Suat, gözlerini üzerine dikmiş, onu dinliyordu.-Dedim ya. Seni hiç yalnız bırakmadım. Hepyanındayım!Mümtaz hiçbir şey söylemeden bir müddetyürüdü. İçinde, fecirden ziyadeyanıbaşındakinin parıltısı içinde yürüyormuşduygusu vardı. Ve bu, Mümtaz'a çok azaplıgeliyordu.-Peki, benden ne istiyorsun? Bu ısrarın sebebine?-Israr değil. Vazife. Vazifem seninle beraberolmak. Şimdi senin koruyucu meleğin oldum.
Mümtaz bir daha güldü; fakat gülüşünün çoksinirli olduğunu da farketti.-Bu olmaz! dedi. Sen bir ölüsün. Yaniinsansın.Tekrar düşüncesini tashih etmek ihtiyacınıduydu. \"Ölülerle konuşmak o kadar güç oluyorki.\" -Yani insandın, demek istiyorum. Halbuki buiş asıl meleklerin işidir.-Hayır, artık yetişemiyorlar. Son zamanlardadünya nüfusu çok arttı. Her tarafta nüfusuarttırma politikası var. Melekler yetişemiyor;şimdi ölülere gördürüyorlar bu işi.Mümtaz ilk önce hiçbir cevap vermedi. Sonrabirdenbire isyan etti:-Yalan söylüyorsun! dedi. Sen melekolamazsın. İmkansız. Sen şeytanın kendisisin! Ve bir ölü ile bu tarzda konuştuğu için kalbi
burkuldu. Bununla beraber sözlerine devam etti: -Sen beni aldatmak için kendini böylesüsledin. Oyununu biliyorum.Suat onun yüzüne hüzünle baktı:-Şeytan olsam, senin içinden konuşurdum.Beni göremezdin.-Ama, diye Mümtaz söze başladı. Bilir misinki, seni gördüğüme çok memnun oldum. Hattasevindim. Sonra tekrar onun yüzüne korkakorka baktı. -Ne kadar güzelleşmişsin! Hem çok, çokgüzel olmuşsun. Bu hüzün sana yakışıyor. Bilirmisin neye benziyorsun? Betticelli'ninmeleklerine. Hani o Passion'da İsa'ya üç çiviyiverene...Suat sözünü kesti:-Bırak bu manasız benzetmeleri. Bir şeyiöbürüne benzetmeden konuşamaz mısın? Bu
fena huylar yüzünden işleri ne kadarkarıştırdığınızı hala anlamadınız mı?Mümtaz bir çocuk gibi yalvardı:-Beni azarlama. O kadar sıkıntı çektim ki. Benhiç de fena bir şey yapmadım; seni sadece güzelbuldum. Niçin bu kadar güzelleştin?-Bir zihinde yaşayanlar daima güzeldirler.Mümtaz ilk önce, \"Ya demin. Şeytan olsaydımsenin içinden konuşurdum, diyordun!\" diyeitiraz etmek istedi; fakat kafasına birdenbirebaşka bir fikir gelmişti. \"Fikirlerimi takipedemiyorum, ne fena!\"-Ama ben seni şimdi gözlerimle görüyorum.Sonra, seninle konuşuyorum da...-Evet, gözlerinle görüyorsun! Konuşuyorsunda.Mümtaz'ın aklından şimşek hızıyle birdüşünce geçti:
-Elimle de dokunabilirim, değil mi?-Tabii... Suat bu sefer öne geçmiş, kollarını, sankimuayene et, der gibi havaya kaldırmış,uzviyetinden taşan parıltılar içinde onagülüyordu. Mümtaz kamaşan gözlerini ondanöteye çevirdi.-İstersen, ve korkmazsan!-Niçin korkayım? Artık hiçbir şeydenkorkmuyorum. Fakat ellerini ona doğruuzatmaktan çekindi; \"Ne olur ne olmaz!\" dergibi cebine soktu. Suat, o gece Emirgan'dakigülüşlerinden biriyle güldü:-Korkacağını biliyordum, dedi. Bari hamalasöyle de o gelsin yoklasın, yahut Mehmet'e,Boyacıköyü'ndeki kahveci çırağına! Bugünölüme gönderdiklerine.Mümtaz ta içinden sarsıldı:
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 857
Pages: