Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 14:04:43

Description: Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Search

Read the Text Version

Emma'nın dişleri Fahir'i İstanbul'adönüşünden beri korkutmuştu. Lekesiz,bembeyaz, bir çehre için oldukça mübalağalıkaroserisi içinde hiç şaşmadan işleyen bir cihazabenziyen bu dişler, onun üzerinde herrastgeldiğini öğütebilecek bir değirmen hissinibırakmıştı. Şimdi bu değirmen evvela istakozuöğütecek, sonra Viyana usulü şinitseliçiğniyecekti. Ağır ağır...-Şarap mı, su mu?-Rakı.Fahir bu sefer hakikaten gafil avlandı vekarşısındakine bir saniye için hayretle baktı.Fakat Emma, uzakta ilk mimozaların arasındatropikal bir lacivertlikle uzanan denize dalmıştı.-Hani sen rakıyı sevmezdin?-Alıştım artık! Sonra çok muhabbetli bir bakışla Fahir'edöndü:

-Ben artık İstanbullu oldum!Emma, rakıya hiç alışmamıştı. Ve Fahir'iniçmesini de belki sadece otoritesini kullanmakiçin istemezdi. Fakat iskelede Nuran'la vebilhassa kızıyla karşılaşması onu birkaç gün içinbazı prensiplerinden fedakarlık etmeğe mecburediyordu. Ne olur ne olmazdı, birkaç gün içindaha sokulgan, daha uysal görünmeliydi. Yenitanıştıkları yat sahibi zengin İsveçli ile anlaşanakadar Fahir'in sevgisi ona lazımdı. Kendikendisine: \"En aşağı bir ay\" diye tekrarladı.Evet, hiç olmazsa Fahir'le bir ay dost kalmalıydı.Ondan sonra hususi bir yatla ve o kadardistingue insanlar içinde bir Akdeniz seyahatiyapmak... Bahusus tam mevsimiydi. Atina,Sicilya, Marsilya... Daha ilerisini düşünmüyordu.Çünkü yaz, kış, hangi mevsim olursa olsun,behemehal Paris'i istiyordu. Bir kere orayagitmeliydi. Geçen sefer Fahir'i tanımadan evvelyaptığı Paris seyahati hiçbir işe yaramamıştı.Sefil bir oda, bir nevi mahalle aşçısına benzeyenbir lokanta, akşama kadar yandaki odanınpiyanosu, ufak ekonomilerle alınan birkaç parça

eşya... Şüphesiz uzviyet bakımından çokeğlenmişti; fakat velev ki onun için bile olsaartık bazı mahrumiyetlere tahammüledemiyordu. Sonra yerleşeceği, ev bark sahibiolacağı zaman gelmişti. Onun için bu fırsatıkaybetmek istemezdi. Fakat talih Emma'yadaima garip oyunlar oynardı. Bu sefer de öyleolmuştu. İhtiyar ve zengin İsveçli tek başınagelmemişti. Yanında yatın kaptanı olan genç,esmer bir delikanlı da vardı. Ve işin fenası, budelikanlı, Emma'nın zaaflarını sanki ezberdenbilirmiş gibi davranıyor, ona bir türlüreddedemediği başbaşa kalma fırsatlarıhazırlıyor ve üzüm gibi siyah gözleriyle bir ikisaniye onu süzdükten sonra, başka hiçbirmukaddemeye lüzum görmeden... Dün akşamdenizde böyle olmuştu. Herkesinsarhoşluğundan ve mehtaptan, sessizlikten nekadar çabuk istifade etmişti. Emma, kendizaafına içinden kızmakla beraber, tekrar odakikaları hatırladığı için mesut, gözlerinikapadı. Fakat bu mesut hayalde fazla gecikmedi.Bütün bunlar geçici şeylerdi. Esasıunutmamalıydı. Esas şimdilik Fahir'di. Fahir'de

bu sabahki karşılaşmanın tesirini çok merakediyordu. Nuran'ı bir dakika ancak görebilmişve çok tecrübeli aşk kadını hayatının içindenonu kıskanmıştı. Kendisinden çok başka türlü,daha derin şekilde güzeldi. Bununla beraber onumerak etmiyordu, uzviyetleri birbirineyabancıydı. Onun korktuğu kızın kendisiydi.-Biliyorsun Fahir, sen bugün Fatma'ya çokfena muamele ettin?Fahir'in sesi hiç tanımadığı bir sesti:-Biliyorum... -Bu üçüncü!.. -Hep bildiğim şeyler...Garip bir şekilde bedbahttı. Nuran'ı hiçbirzaman bu kadar güzel bulmamıştı. Bu neboşandıkları ayların bıkkınlığı içinden gördüğüNuran'dı, ne de on senenin arkasından beyaz birhayal gibi görünen nişanlıydı. Bu ayrı, hiçtanımadığı, büsbütün yabancısı olduğu bir

kadındı. On sene yanında yaşadığı halde farkınavarmadığı kadındı. \"O kadar şaşırdım ki... Fatmaile doğru dürüst konuşmadım... Tıpkı birbaşkasının çocuğu gibi muamele ettim.\" Fakathakikaten bunun için mi çocuğuna o kadarsoğuk davranmıştı, yoksa Emma yanındaolduğu, onu gücendirmekten çekindiği için mi?\"O kadar zayıfım ki, her alçaklığı yapabilirim.\"Başını kaldırdı. Emma'nın içinden geçenleriadeta ezberden okuyan gözleriyle karşılaştı.Genç kadın:-Biliyorsun Fahir, istersen barış, ben senihiçbir zaman çocuğundan ayırmak istemem... Ve bu kararın kat'iliğini göstermek içinEmma, iş üstünde bir umumi grev ilan eder gibi,çatalını tabağın kenarına bıraktı. Yüzü baştanaşağı feragat, insan hislerine hürmet kesildi.Bütün ömrünce yalnız kendisine acımaktangelen bir itiyatla çehresi değişmiş, alt üstolmuştu.Emma hiçbir şey istemezdi. Sadece alırdı.Tecrübeli aşk kadını hayatı ona istemeği

katiyyen yasak etmişti. Al, yakala, dörttarafından sar, nefes aldırma! Fakat katiyyenisteme. Bu biricik düsturu idi. Arkadaşlıklabaşla! Daima anlayışlı ve sabırlı ol! Erkeğianladığını hissetsinler. Sonra kanatlarını ger,nefes aldırma. Fakat istemek, asla... İsveçlizengin, bu anlaşmayı, bilgiç şefkati, fedakardostluğu yavaş yavaş derisinde duymağabaşlamıştı.Fahir Emma'yı bir müddet süzdü:- Ne münasebeti var şimdi bu sözün?Kadın büyük bir hata yaptığını anladı. Buişten hiç bahsetmemeliydi! Başını eğdi veistakozunu yemeğe başladı. Bu akşam İsveçlizenginle daha açık konuşmak lazımdı. Fahir birhaftadan beri şimdi Emma'nın kendiliğindenteklif ettiği şeyi düşünüyordu. Fakat nefsinekarşı o kadar itimatsız, itiyatlarına o kadar bağlı,Emma'nın onu içine soktuğu hayat o kadardeğişikti ki, bir türlü karar veremiyordu. SonraNuran'ın böyle bir teklifi nasıl karşılayacağınıhiç bilmiyordu. Genç kadın kendisine vaktinde

barışmak, hepsini unutmak için üst üste bir yığınmühlet vermişti. Asıl güçü Emma'dan ayrılmak...Bu sevdiğinden değildi, nefsine karşı daimaalçak oluşundandı. Hiçbir zaman iradeli birinsan olmamıştı, ne de vaktinde kaçacak kadarakıllı. Bununla beraber Emma bu iradeyigösterebilirdi. Belki de hakikaten kendisindenbıkmıştı. Kim bilir belki de... Dün akşamkisarhoşluğu arasından hayal meyal hatırladığışeyleri düşündü. Cenubi Amerikalı kaptanın sertbir usturaya benzeyen yüzü, insanın içinde dalbudak salan bakışları, gözünün önüne geldi. Biraralık beraberce kaybolmuştular. Kendisi birtürlü briçten kurtulamamıştı. Kim bilir belki de...Ve ömrünün cenneti olan anları, Emma'nınhazza dolu dizgin atılışını, o çılgın mısralarıbirdenbire içinde taze bir bıçak yarası gibihatırladı. Bu acıyla başını kaldırdı. Emma'nınotuz iki dişinin, önündeki istakozu yavaş yavaş,son derecede masum ve dalgın bakışlarla, adetaezberinde olan bir şiiri hafızasından okur gibiöğütmesini, hakiki bir güzellik mucizesi gibiseyretti. En iyisi bu manasız düşünceleribırakmaktı. Kadehini kaldırdı. Emma Türkçe

öğrendiği ilk kelimeyi, sanki vefasız aşkınageçmiş güzel günleri hatırlatmak isteyen biracemilikle tekrarladı:-Şerefinize efendim...Gözleri kendi rızasıyle hazırladığı ayrılığınyaşlarıyle doluydu. Ve hakikaten kendi içindende böyle düşünüyordu. Bütün hayatım hepkadrimi bilmiyenler tarafından tekmelenmeklegeçmedi mi? Besarabya'daki o zengin arazisahibi böyle yapmamış mıydı? Vakıa Emma'nında ufak bir kabahatı olmuştu.O seyisle yatmasına hiç lüzum yoktu, helegüpegündüz yarış atlarına mahsus ahırınüstündeki odada... evet, bütün hayatı böyle ufaktefek hataların, tedbirsizliklerin sebep olduğufacialarla geçmişti. Fakat ne yapabilirdi?Erkekler böyleydi. Arazi sahibi uşağını kovacağıyerde kendisini kovmuştu. Fakat uşak daarkasından gelmişti. Nişanlısı ile de böyle birkaza yüzünden ayrılmışlardı. Tam böyle değilsebile, ona yakın birşey. Fakat kabahat bu sefer dekendisinin değildi. Müstakbel kaynı, Mihael'den

o kadar gençti ki... aralarında üç kız kardeşvardı.-Bu akşam istersen bir yere gitmiyelim,Emma?-Nasıl istersen Fahir... Biliyorsun ben de çokyoruluyorum... Dün akşam... Fakat dünakşamdan bahsetmenin hiç münasebeti yoktu.Bu kelimeyi söyler söylemez, yüzünü ateşbasmıştı. Hakikaten bu gece bir yeregitmiyecekler miydi? Bütün geceyi Fahir'lebaşbaşa geçirmek azabı içinde tekrar istakozadöndü. Fahir hayretle metresini süzdü.Tanıştıkları zamandan beri Emma'nınyorgunluktan bahsedişini ilk defa işitiyordu. Yahakikaten ayrılamazsam, yani beni bırakıpgitmezse, diye düşündü:-Biliyorsun Fahir, sen çok değiştin...Fakat Fahir dinlemiyordu. Gözü garsonunceketinin kopmuş düğmesine takılmıştı. Birkopmuş düğme bazen bir can kurtaran

olabiliyordu. İşte boş düğme yeri onundüşüncesine garip bir hürriyet vermişti.Mademki aslında kadın denen şey beni sıkıyor,ne diye musallat ederim kendime?Sabih'in teyzesi şişman, yüzünden iyilik vehayat neşesi akan bir kadındı. Otuz beş seneastımlı, huysuz, bir saati öbürüne uymaz birkocanın kahrını çekmiş, üst üste, nasıl, hangisebeplerle yaptığını bilmediği borçlarını ödemiş,kocasını düşündükçe huy ve ahlaklarına bir türlügüvenemediği dört çocuğunu büyütüpyetiştirmiş, hepsini teker teker evlendirip yeryurt sahibi etmiş, şimdi ömrünü misafirağırlamakla geçiriyordu. Gençliğinde kocasınınhuyu yüzünden genç kadın dostluğuna adetahasret olmuştu. Yedi seneden beri bol bolmisafir çağırıyor, sırrına pek az eşinin sahipolduğu bir mutfağın bütün nefasetinitanıdıklarına ikram ediyordu.Adile ile çok sevdiği Sabih'i hemen bahçekapısının önünde karşıladı.-Neredesiniz canım? Gözlerimiz yolda kaldı.

Eliyle uzun ve üç boğumlu küpelerindenbirisini yokladı. Sabriye Hanım, böyle günlerdeçok sevdiği kaynanasının hediyesi bu küpeleritakmaktan vazgeçmezdi; fakat küpelerdenbirinin orta kafesi telinden koptuğu için ince birtireyle bağlı dururdu. Taşıdığı büyük pırlantanınve altındaki küçük zümrüdün kaybolmasındanda korktuğu için ikide bir eliyle yoklardı. Sabihteyzesini öperken yan gözle eski bahçıvankulübesinin damına baktı; onu da üç seneevvelki çökük vaziyetinde gördü. SabriyeHanım tamir ve düzeltme denen şeyi bilmezdi.Zaten kopan, kaybolan, yıkılanla alakası yoktu.-Size öyle güzel şeyler hazırladım ki... Sonra Sabih'e döndü;-Senin perhiz yemeklerin de hazır...Adile kocasının birdenbire ekşiyen yüzüne hiçsevincini gizlemeden baktı:-Allah razı olsun teyzeciğim, dedi. Ödümpatlıyordu dokunacak bir şey yer de hastalanır

diye... Sesi, korkudan ziyade sevinçten titriyordu.-A kızım hiç unutur muyum onun sıhhatını?Biricik Sabihim o benim... Adile bu teminattan memnun, birkaç akşamevvel öğrendiği tangoyu mırıldanarak verandayadoğru yürüdü. Sabih sade isyandı. -Görürsünüz, diyordu. Şimdi görürsünüz!Ve Polonya meselesine, Alman iktisadihayatına dair son okuduğu makaleleri başındansonuna kadar onlara anlatmağa karar verdi.İntikamını alacaktı.Bu perhiz yemeğini başına çıkartmasalardı,onlara fok balıklarının yaşayış tarzı hakkındabildiği şeyleri söyliyecekti. Bu balıklarınhakikaten tuhaf bir hayatı vardı; sanki denizdebalık, karada insandılar. Evet Lu de onlara dairyazılan şeyleri okurken aynen böyledüşünmüştü: Sanki denizde iken balık, karada

iken insandılar ve onlardan bu cümle ilebahsetmeğe karar vermişti.Fakat şimdi ne fok balıklarından, ne deEskimolardaki acayip itikatlardan, büyükbabanın hemen ölümü günlerinde doğduğu içinonun yerine geçen köpek yavrusundanbahsedecekti. Şimdi bu perhiz müjdesiyle Almansanayiinin ve iktisadının devrine girmişti.İçindeki hınçla ve artık küpenin büyükpırlantasının kaybolma ihtimalini hiç aklınagetirmeden, teyzesinin kulağına tekrar baktı.Bütün o bilgiler, kafatasıyle kırk beş derecelikbir zaviye teşkil eden bu huniye akacaktı! Sabihsenelerden beri gazete havadislerini bir neviiltifat veya takdir vasıtası olarak kullanırdı. Birgün Adile'nin hayranlarından ve evin gediklimisafirlerinden birine bu cinsten bir makaleyianlatırken, genç adamın evvela sabırsızlıklaesnediğini, sonra da çekilip gittiğini görünce,birdenbire dünya havadisleri karşısında herkesinaksülamelinin kendisininkine benzemediğinianlamıştı. İşte o zamandan beri Sabih,hafızasının ve bol vaktinin kendisine temin ettiği

bu silah üzerinde çalışmış, onu adetamükemmelleştirmişti.Verandada her zamanki gibi yedi sekiz misafirvardı. Sabriye Hanım'ın bütün çocukları kendiahbaplarını ona devrederek evdenayrılmışlardı... Büyük oğlunun piket arkadaşıYaşar Bey -Nuran'ın dayısının oğlu- büyükkızının görümcesi Nuriye Hanım, ortancaoğlunu kumara alıştırdıktan ve tahsilini yarıdabırakmasına sebep olduktan sonra, kendisimühendis mektebini birincilikle bitiren İffet Bey,küçük kızının lise arkadaşı Muazzez, hepsioradaydılar. Sabriye Hanım kendisini pek azziyaret eden çocuklarının yokluğunu onlarlatelafi etmeğe çoktan alışmıştı. Adile verandayagirer girmez:-O, Yaşar Bey de burada... Ne tesadüfefendim.Yaşar eliyle vaktinden evvel ağarmış saçlarınıdüzeltti, gözlüğünü parlattı. Ve Adile'yi tam biretiketle selamladı. O, ne de olsa Avrupa görmüşadamdı.

-Şimdi sizin Nuran Hanım'la beraberdik...Aman ne ciciydi görseniz! Sonra Sabih'in teyzesine döndü. Mümtaz daberaberdi. Sabih'in teyzesi, Sicill-i Osmani'dededesinin adını ve tercüme-i halini bulduğu içinMümtaz'ı çok severdi. Merhum zevcininbulmasını tam otuz sene vadettiği bu tercüme-ihali hemen ertesi günü telefonla kendisinesöylemesi, -bilhassa Sabriye Hanım bu mazihikayesinin telefonla söylenmesine çokehemmiyet veriyordu- ona bir nevi mucize gibigelmişti.-Neye getirmediniz? Aylardır görmemiştim,çok yazık doğrusu.Bak, Muazzez de buradaydı.Sabih karısından evvel bahsi kapatmak istedi:-Arkadaşları ile buluşacağını biliyorduk, ısraretmedik.Muazzez Hanım oturduğu şezlongtan

doğruldu:-Suat Bey hastalanmış, bir hafta evvelİstanbul'a gelmiş, sanatoryumdaymış, o da orayagidiyordu. Gelirken gördüm.Sabih bu sabahki Ada vapurlarının bütün birkabileyi buraya taşımasının şaşkınlığı arasındasöylendi:-Vah vah... Nesi var acaba? Yani mühim mi?..Hayır, verem o kadar mühim hastalık değildi,insan yer içer beslenirdi. Asıl mühim olanı kendihastalığıydı. Çünkü perhiz mecburiyeti vardı.Biraz sonra yiyeceği tereyağlı kabakla havucunıstırabı içinde nerede ise her rastgelenin, \"bol bolye, kuvvetli şeyler ye, hamur işi, ızgara... beslen,bir şeyin kalmaz!\" diye nasihat verecekleriSuat'ın hastalığını kıskanacaktı. Fakat buMuazzez de olur şey değil, nerden bilir, nerden,nasıl görür? Adile Hanım başka zaman olsaydı,Suat'ın hastalığına çok üzülürdü. Onun kadarneşeli, kadın ruhunu anlayan insan azdı. Fakatşimdi tam Mümtaz'la Nuran'dan, hem deMuazzez'le Yaşar'a, sıcağı sıcağına bahsedeceği

zamanda adının ortaya bir engel gibi çıkmasıtahammül edilir şey değildi. Adile Hanım bu aniengelin üstünden çok iyi terbiye edilmiş bir koşuatı gibi tereddütsüz atladı:-Doğrusunu isterseniz, aklımdan geçmedideğil... Fakat Nuran'la o kadar meşguldü ki, bize sözsırası kalmadı. Ve yan gözle Yaşar'a baktı. OnunNuran'ı ötedenberi sevdiğini ve kıskandığınıbiliyordu. Hatta Fahir'le ayrılmalarında oldukçakötü bir rol oynamış, hem Fahir'le Emma'nınmünasebetlerini kolaylaştırmış, hem de bumünasebetten günü gününe Nuran'ı haberdaretmişti. Yaşar'ın yüzü kül gibi sararmıştı.-Evvelden mi tanışıyorlardı? Nerede ise kekeleyecekti. Adile adeta sevinçlecevap verdi:-Hayır, biz tanıştırdık. Sonra Sabih'inteyzesine dönerek ilave etti:

-Teyzeceğim bilmezsin ne kaynaştılar!Doğrusu hoşuma gitti. Hani, hiç de fena olmaz!Biraz yaş farkı var ama...Sabih karısına hayretle bakıyordu. Muazzez'inyanında buna cesaret etmemeliydi. Muazzezkendilerinden kaç yaş küçüktü.-Kimdir bu Mümtaz Bey?-Bizim fakültede asistan... Muazzez saçlarınıgüneşte salladı, gözlerini kıstı. Şımarığın biri.Gözü hep bahçenin ortasındaki büyük Hollandayıldızlarındaydı. Kıpkırmızı... Kıpkırmızı...Sonra birdenbire fikrini değiştirdi: -Biz çok severiz ya... Mahzun, çok mahzundu. Bu sabahMümtaz'dan Ada'ya gideceğini öğrendiği içinburaya gelmişti. Fakat vapurda isabetsizliketmişti. \"Demek bu tesadüf.\" Adile'ye yarı örtükkirpiklerinin arasından hınçla baktı.

-Canım nasıl tanımazsınız? Babanızın dostuİhsan Bey yok mu? İşte onun yeğeni. Bizde kaçdefa gördünüz!Fakat Yaşar Bey Mümtaz'ı unutmuştu. İçerdesaat bir buçuğu çaldı. İlaç vakti gelmişti. YaşarBey, hatta Nuran'ın bir başkasiyle evlenmesiihtimali bile ona ilaç saatlerini unutturamazdı.Cebinden küçük bir şişe çıkardı. Dikkatletıpasını açtı; ambalaj kağıdına, el değdirmedeniki komprimeyi şişenin ağzını biraz eğerekdöktü.-Biraz su emreder misiniz? Sonra Sabih'e döndü. -Müthiş bir kudret azizim, dedi. Vitamin.Başladığımdan beri kendimi o kadar rahat vezinde buluyorum ki...Sabih, Adile'nin gözlerinde parlayan istihza veistihfafı görmedi.



3Ertesi akşam söz vermiş gibi iskeledebirbirlerini buldular. Sabih'le karısı ortada yoktu;genç kadın Fatma'yı halasına bırakmıştı. İskeleağır bir bahar kokusu içindeydi. Hemen herkesinelinde büyükçe bir çiçek dalı vardı. Birkaç kişiyeni açmış gül demetleri taşıyorlardı. Bütünkalabalık bir çiçek yağmasından geliyor gibiydi.Nuran onu uzaktan görünce eliyle küçük birişaret yaptı. Genç adam, hiç ihtimal vermediğibu tesadüften ve kendisine daha imkansızgörünen bu aşinalıktan mesut, ona doğruyürüdü.-Bu kadar erken döneceğinizizannetmiyordum...

-Ben de zannetmiyordum ama, oldu. Siz neyaptınız?Adeta günün hesabını istiyordu. Mümtaz onunarkasından Anadolu kıyısının bütün şatafatı birkurutma kağıdiyle alınmışa benzeyen pastelrenklerine bakarak cevap verdi:-Biz, dedi, konuştuk... Bizim memlekette en rahat yapılan iş debudur, konuşmak. Sonra dostlarına karşıhaksızlık etmemek için ilave etti: -Ama güzel şeyler konuştuk. İhsan dagelmişti. Hemen hemen dünya işlerinin yarısınıhallettik... Gece de bir ala ney dinledik!-Kimden?-Ressam Cemil'den... Emin Bey'in talebesi!Bize bir yığın Sazsemaisi, eski Mevleviayinlerinin terennümlerini çaldı.İkisi de bir tanıdık çıkıp rahatlarını bozmasın

endişesiyle etrafa gizli gizli bakıyorlardı.Nihayet iskelenin parmaklığı açıldı, kırk yıllıkahbaplar gibi beraberce vapura girdiler, yine altsalonda oturdular. Mümtaz:-Küçük hanımı ne yaptınız? Sizden ayrıldığınaüzülmedi mi? Çok bağlı görünüyor.-Hayır, yani lazım olduğunu biliyordu. Bizimtaraflardaki boğmacadan korkuyoruz. Bütün kışzaten hastaydı. Hastalık meselelerinde sözdinliyor.-Dört sene evvel olsaydı bunları bilirdim,fakat şimdi İclal'siz...Dört sene evvel İclal'i her gün görür, ona aitşeyleri dinlerdi.Nuran bu latifeyi dinlemedi; o, kendi fikrininpeşindeydi.-Garip çocuk, diyordu. Sanki kendi başınadeğil de etrafındakilerin alakasıyle yaşıyor.Hastalık korkusu olmasaydı kıyamet koparırdı.

-Ben sizi de kalırsınız sandım...Sağ taraflarından gelen bir ışık parçası gençkadının saçlarına yapıştı, oradan yavaşçaboynuna doğru kaydı, küçük, insana alışık birhayvan gibi beyaz tenin üstünde hazlaoynamağa başladı.-Niyetim öyleydi, fakat fena bir tesadüf oldu...Ancak o zaman Mümtaz, Nuran'ın dünkükadar neşeli olmadığını, dalgın, hatta mahzunolduğunu gördü. Mümtaz'ın içini Adaiskelesinde Nuran'la kocasını gördüğü zamankiıstırap yeniden kapladı. Bir müddet cevapvermedi, sonra düşünceli düşünceli:-Ben dünkü tesadüfe şahit oldum, dedi.Arkadaşlarımı arıyordum; hiç yalan söylemeğibeceremediği için olacak, yüzü kızarmıştı, -Fahir Bey'le karşılaşmanızı gördüm. Nuran bir şey söylemeden ona bakıyordu.Mümtaz bu bakışın altında genç kadının

hayatına ait çok hususi bir şey görmüş olmaktanüzüldü;-Eğer sizden bir şey saklamamağa kararvermiş olsaydım tabii bahsetmezdim!Sonra birdenbire kendisini yangın kulesindenaşağıya hiçbir paraşütsüz bıraktı; -Asıl fenası iskeleden çıkarken o kadarsevimli bir yüzünüz, dikkatiniz vardı ki...Nuran mahzun gülümsedi:-Benim çıkışımı beklediğinizi söylesenize.Ben sizi gördüm. Beyhude yere yüzünüzkızarmasın. Böyle şeyler, siz erkeklerinadetinizdir. Yalnız, asıl fenasını bulamadınız!Asıl fenası, imdadıma gelip çocuğu kucağımdanalmamanızdır. Az kalsın ikimiz birdendüşecektik. Mümtaz'ın yüzü karmakarışıktı; fakat Nuranona dikkat etmiyordu;

-Ama daha fenası da var. Fatma'nın asabı altüst oldu. Babasını unutmağa başlamıştı. Buçocukta garip bir sahip olma duygusu var. Şimdibabasını kıskanıyor. \"Varsın babam benisevmesin! Ben onu seviyorum\", diye sabahakadar ağladı. Sonra bu bahsi kapatmak ister gibi sözüdeğiştirdi; -İhsan Bey bizim tanıdığımız İhsan Bey mi?-Bilmiyorum, sizin tanıdığınız İhsan Beykimdir?-Dayım Mütareke senelerinde Müdafaa-iHukuk'ta çalışırken bir İhsan Bey'e yardımettiğini söyler. Nadir Paşa'nın yaveri imiş.Onun ölümünü üzerine yükletmişler. Kaçmasıkabil olduğu halde ben üzerimde bu töhmetlehiçbir yere gitmem demiş. İdamdan biraz dadayım kurtarmış.-Nadir Paşa'nın kendisine yazdığı bir mektup

sayesinde. Evet o İhsan. Fakat niçin İclalbahsetmedi. Ben dayınızı birkaç defa gördüm!-İclal realist romancılar gibidir. Günlükşeylerden başkasından bahsetmez.Mümtaz'ın hayretine son yoktu.-Demek Tevfik Bey sizin dayınız... Talat Beyde büyük dedeniz?-Evet, Talat Bey annemin büyük babası.-Ben Tevfik Bey'i hatta bir kere de dinledim.Bize Mahur Beste'yi okudu. Mahur Beste'yiseviyor musunuz?-Çok... hem çok severim. Fakat biliyormusunuz, bizim evde uğursuz sayılır.Mümtaz genç kadının yüzüne ciddiyetle baktı:-Böyle şeylere inanır mısınız?-Hayır, yani düşünmedim. Tabii herkes gibi

bende de birçok şeyler için o müphem korkuvar. Mahur Beste'nin benim üzerimde tesiri çokbaşka türlü oldu. Beni büyük annemin yaptığıhata korkuttu. Bizim ailede ihtirasları yüzündenetrafını mustarip eden çoktur. Çocukluktan beribeni büyük anneme benzetirler; onun için büyükannemi çok düşündüm. Belki de bu yüzdenhislerimden ziyade aklımla yaşamak istedim.Fakat ne çare, talih istemeyince... Çocuğum yinebedbaht oldu.-Behçet Bey de akrabanız mı?-Hayır, sadece evlenme yolu ile... o da çokbedbaht oldu. Atiye Hanım'ın bende bir resmivar! O kadar garip bir şey ki. Fakat istersenizbunlardan bahsetmiyelim.-İhsan Mahur Beste'yi çok sever. TevfikBey'den meşketti. Biliyor musunuz, dedenizineseri büyük eser.-Ayin yapmak istiyormuş, sonra bu besteçıkmış. Gözlerini yumdu. Mümtaz penceredenkül rengi denize baktı, hemen hemen aynı renkte

tül tül bulutların dolaştığı göğü seyretti. Sonragenç kadını bahçesinde böyle havalarda adetanarinliğinden titreşen o küçük gül fidanlarınabenzetti. Bir ışık bu kül rengi boşluktan, ikisininde tanımadıkları birtakım hazların müjdesi gibi,onlara doğru uzandı. Genç kadının yüzünde,ellerinde adeta sevinçle gezindi.-Siz dün akşam hiç uyumamışabenziyorsunuz?-Hayır, uyumadım. Fatma sabaha kadarsayıkladı.-Nasıl bıraktınız?-Halam ısrar etti. Sen gidince değişir, dedi.Ben de ister istemez razı oldum. Ben yanındaolunca fazla şımarıyor.-Fakat çok müteessirsiniz... Ben olsam...-Siz olsanız... Fakat siz kadın değilsiniz, değilmi?

-Evet, yani bunu büyük bir kabahatsaymazsınız... Hakikaten Nuran'ın kederini paylaşmakistiyordu; bunu yapamadığından son derecemahçup ve müteessirdi. İşte bu teessür Nuran'ıkahkahalarla güldürdü. Dost olmuştular. Ve budostluk, çok evvelden geçeceği yollarhazırlanmış bir seyahata benziyordu. O kadaralemleri birbirine yakındı.-Siz garip bir adamsınız. Mahsus muyapıyorsunuz, yoksa tabiatınız daima böyleçocuk tabiatı mı? İçinden: \"Hakikaten ahmakdeğilse eğer\", diye düşünüyordu. Mümtaz cevapvermedi; sadece gülümsedi. Neden sonra:-Bana Mahur Beste'yi bir gün söyler misiniz?Sesinizin güzel olduğunu biliyorum. Zihni hepMahur Beste'de, aşkın, ölümün bu garip vezalim terkibinde idi. Nuran kısaca, -Olur, dedi. Bir gün söylerim. Sonra ilave etti:

-Bilir misiniz, ben sizi hiç yabancısaymıyorum. O kadar çok müşterek tanıdık varki arada.Mümtaz:-Ben de öyle, dedi. O kadar öyle ki, bir gündost olursak, bu dostluğun yolu bana, çokevvelden çizilmiş gibi gelecek.Sonra büsbütün başka şeylerden bahsettiler.Mümtaz gülüşünü çok mucizeli bulmuştu. Bumucizeyi sonuna kadar tatmak istiyordu. Ona üstüste bir yığın hikaye anlattı. Konuşurken hepİhsan'ın repertuvarını sarfettiğinin farkındaydı. -Demek ki satıhtayım... Daha kendimibulamadım...Hakikatte büyük bir eşikteydi.Bu olgun, zarif, güzel kadında, güneşin özbahçesi imiş gibi baştan başa aydınlık ve füsunolan bir taraf vardı, o zamana kadar tanımadığı,kendisinde eksik sandığı bir taraf, sadecemeşguldü, onun varlığı ile dolup boşalmağa

hazırlanıyordu. Her düşünce serin bir uyanışdurumunda değişiyor, uzviyetin derinliklerindengelen küçük ve esrarlı dalgalar, unutulmuş hayatşarkılarını tekrarlıyordu. Bu sessiz musıkiikisinde de vardı, ikisinin de içinden yüzlerinedoğru yükseliyor, Nuran bunu göstermemektelaşiyle, olduğundan çok mahzun görünüyor veMümtaz ise aksine, tabiatındaki mahcupluğu dagizlemek telaşiyle, zorla cesur ve kayıtsızolmağa çalışıyordu. O zamana kadar Mümtaz'ınaşk tecrübesi, başıboş birkaç çapkınlıkla,kendini dörtyol ağzında rüzgara dağıtmağabenzeyen bazı arkadaşlıklardan ileriyegeçmemişti. Bunlar bir erkeğin hayatına kadınvarlığının girebileceği şeylerden ziyade, küçükkaçışlar, ufak arzular, kendi can sıkıntısının veküçük iştihalarının değişik yüzleri idiler. Hattayalnız kendi etrafında dolaşan muhayyelesindeböyle bir ihtiyacı henüz duymamıştı bile. Kadın,onun için Macide'nin dostluğu, büyük yengeninşefkati, annesinin ölümü ile İhsan'ın evinealıştığı zamana kadar hayatında eksik bulduğuve bu ikisiyle tamamlanan şeylerdi. ŞimdiNuran'ın karşısında onun güzelliklerini, bu

küçük kaçışların, arzu, iştiha ve itiyatların üstüneçıkan bir bakışla sayıyor, bu kadar değişikşekilde güzel bir kadının yanıbaşında geçecekhayatı, imkansız bir şey gibi düşünüyordu. Tamadını koymadığı bir nevi ümitsizliğin verdiğipervasızlıkla gözleri genç kadının yüzünde,ellerinde dolaşıyordu. Nuran, onun bu pervasızbakışlarından sakınmağa çalışıyordu. Kendisiniher serbest bırakışında birdenbire çırçıplakyakalanmış gibi mahçup, kendi kabuğunaçekiliyor, karşısındaki adamdan kendisinigizleyebilmek için ikide bir çantasını açıyor,yüzünü pudralıyordu. Hulasa ikisi de kendileriiçin hazırlandığını seziyor ve içlerindenkonuşuyorlardı.Üsküdar açıkları, lodoslu akşamın sudakurulmuş malikanesi olmağa başlamıştı. SankiKızkulesi'nden Marmara açıklarına kadardenizin altına, su tabakalarının arasına yer yer,iyi dövülmüş bir yığın mücevher parıltısındangeçirilmiş bakır levhalar döşenmişti. Bazen bubakır levhalar suyun üstünde yüzüyor, adetamücevher sallar yapıyor, bazen da primitif

ressamlarda, mağfiretin timsali ışığın kaynaştığıderinlikler gibi hasretle, bir hakikate yükselişarzusu ile dolu, büyük ve kıpkırmızı uçurumlaraçıyordu.Bu, sıcak renklerin göz için bir lezzetten, birruh miracına kadar her imkanı denediği andı.Mümtaz:-Çok güzel akşam, dedi.Genç kadın şaşırmış görünmek istemedi:-Mevsimi! dedi.-Mevsimi olması hayretimize mani değil ki...İçinden, \"Sen güzelsin, ve bu güzelliğingençliğinden geliyor. Fakat ben geneşaşırıyorum.\" diye düşündü. Fakat hakikatengüzel miydi? Karşısındakini sarhoşluklarındanuzak seyretmek istedi. Hayır, bir şeysöylemiyecekti. Hatta görmüyordu bile. Birkamaşmadan başka hiçbir şey görmüyordu.Daha ikisi içindeki hayranlığın aynasıyle

karşılaşmıştı. Tılsımlı bir aynada kendi içini,yavaş yavaş uyanan arzuyu seyrediyordu. Nuranbu cevabın doğrudan doğruya kendisineolduğunu, deminden beri bilinmez yerlerdengelen davetin, şimdi aydınlığa çıktığını anladı.-Öyle demedim, dedi. Bundan sonra böyleçok güzel akşamlarımız olacak demek istedim. Ve sözünün başka bir manası olduğunu; bunubile bile söylediği için kendisine kızdı.Boğaz vapuruna epeyce vakit vardı. KitapçıKemal'in önünde durdular. Nuran bir iki gazete,roman aldı. Mümtaz onun çantasını açmasını,para çıkarmasını seyrediyordu. Her güntekrarlanan bu hareketler, ona harikulade şeylergibi geliyordu. Zaten Köprü değişmiş, kitapçıdeğişmiş, kitap alma, okuma denen şeydeğişmişti. Sanki bir masal dünyasında, canlıçizgilerin ve parlak renklerin her şeyi dirilttiği,her şeye en geniş rahmaniyete kadar giden birmana verdikleri, her kımıldanışın geniş vedurgun bir suda uzanan ışıklar gibi birsonsuzluğa doğru ürperdiği, çalkandığı bir

dünyada yaşıyordu. Kitapçı paranın üstünüverdi. Sonra kendi hediyesi, onun aldığı şeyler,hepsi elinde ve o yanında, Boğaz iskelesinedoğru yürüdüler. Onunla beraber yürüyordu.Daha dün sabah vapurda uzaktan gördüğü,sonra bir tesadüfle tanıdığı kadınla şimdiİstanbul'a çıkmış bir başka vapurla Boğaz'agideceklerdi. Bu kendisi için inanılmıyacak işti.Varsın, her gün tekrarlanan şeylerden olsun,varsın yüz binlerce kişi bu hisleri hayatında birdefa, yüz defa tatmış olsun; bundan hiçbir şeyçıkmazdı. O da biliyordu ki, sevmek, mesutolmak, sevmeden evvel tanışmak, sevdiktensonra unutmak, hatta düşman olmak olağanşeylerdi. Fakat denizde yıkanmak da öyleydi;uyumak da öyleydi. Her şey, herkeste olduğugibiydi. Tecrübenin yeni ve ilk olmaması onunruhundaki şevki eksiltmiyordu. Kendisindemademki ilk defa oluyordu; mademki ilk defateni ve ruhu beraberce harekete gelmişler, tambir terkip, bir anlaşma içinde mesuttular. O haldeyeniydi. Fakat o da böyle mi düşünüyordu: o damesut muydu? İstiyor muydu? Yoksa sadecetahammül mü ediyordu? Bu korku, bu şüphe,

Mümtaz'ı bedbaht etti. Niçin konuşmuyordu?Birbiri peşinden gelen bu sualler, karanlıktagerilmiş bir ipe ayağı dolanmış insan gibi,yolunda rahat yürümesine mani oluyordu. Ahbir şey söyleseydi! Fakat Nuran, bir şeysöyliyecek halde değildi. O, Mümtaz gibi hayatyollarının ağzında ve serbest beklemiyordu.Yaşanmış bir hayatı vardı; erkeğinden ayrılmışkadındı. Bu kalabalıkta yüzlerce gözün üzerindeolduğundan şüphelenebilirdi. Gitse, diyordu; neolur, bıraksa ve gitse... Gelişi o kadar ani olduki, kendi kendime kalmağa ihtiyacım var. Nesanıyor beni, dolaştığı arkadaşlarından birimiyim? Hayatını yapmış, sonra bozulduğunugörmüş bir kadınım. Bir kızım var. Aşk, benimiçin yeni bir şey değil. Bu tecrübeyi ondan okadar evvel geçirdim ki... Onun bir yığın lezzetbulacağı yerde, o, sadece azap bulacaktı. Ben birkere geçtiğim yoldan bir daha geçeceğim.Bundan büyük azap olur mu? Niçin bu kadarhodbin oluyorlar? Niçin bizi kendileri gibiserbest sanıyorlar. Fakat bu ayakkabıyımuhakkak değiştirmeliydi. Topuklarını o kadarkaba yapıyor, kendisini adeta Kolej'deki o

ihtiyar hocalara benzetiyordu. Bunlarla ancakmitinglerde kadın hukuku için konferansverilebilirdi. Tabii ayakkabılarla değil.Ayakkabıların konuşmıyacağı malum. Onlarlabeni nasıl güzel ve zarif bulabilir?Dün sabahki kızın dudakları nar çiçeğigibiydi, ve hep ona dönmüş bakıyordu. Ben bileolduğum yerden bu dudakların davetini görüyorve onun hesabına sabırsızlanıyordum. Fakat o,olduğu yerden beni görmek için banabakıyordu. Başını ne garip uzatışı vardı. Nekadar çirkinleşiyordu... Ona: \"Haydi gidin artık,burada ayrılalım... Bu manasız işte ısrara nelüzum var?\" demeği çok isterdi. Fakat bir türlüsöyleyemiyordu: Biliyordu ki, ölesiye mahzunolacaktı. Halbuki onu mahzun etmekistemiyordu. Bunu, sokak ortasında başını elleriarasına alıp teselli edebilseydi, bu imkan elindeolsaydı, sırf bu lezzeti tatmak için yapabilirdi.Çünkü zalim olmak da bir lezzetti. Bunu dauzviyetinde şimdi bir ihtiyaç gibi hissediyordu.Kısa, çok kısa bir an için tabii. Çünkü fazlasınatahammül edemezdi; fazlasını istemezdi. O

kendisinden bir parça idi. Fakat böyle olduğuiçin saadet, ıstırap hepsini kendisinde tatmasılazımdı. Hepsini ona Nuran tattıracaktı; bunubildiği için kendisini kuvvetli, o kadar kuvvetlibuluyordu. Tebessümü, bu yüzden bir bıçakağzı gibi inceydi. Fakat içindeki korku halakonuşuyordu. Beni onunla beraber görenler, kimbilir ne derler? Benden küçük olduğu o kadarbelli ki... Onun için Fahir'den ayrıldığımızannedecekler. Ben Fahir'den ayrılmadım.O benden ayrıldı. Ah, gitse ve kendisini rahatbıraksa...

4Boğaz vapuru başka türlü bir kalabalıkladoluydu. Orası Ada gibi, asıl İstanbul'un çöküşdevrinde, bir mevsim denecek kadar kısa birzamanda ve adeta birden oluvermiş, zengin,müreffeh, her hususiyetini paranın düzenleyipayarladığı, geniş asfalt yollu, çiçek tarhı kılıklısayfiyesi değildi. O başından beri İstanbul'layaşamış, onun zengin olduğu zamanlarda zenginolmuş, çarşı ve pazarını kaybedip fakir düştüğüzamanlarda fakir olmuş, zevki değiştiği zaman,kendi içine çekilmiş, hayatında geçmiş modalarıelinden geldiği kadar muhafaza etmiş, hulasa birmedeniyeti kendine ait bir macera gibi yaşamışbir yerdi. Mümtaz'a göre insan Ada'ya giderkenanonim bir şey olurdu.

Orası bir nevi standart insanların yeriydi;orada gerçekte kendimize hiç lazım olmayan,hiç değilse bizi kendimizden uzaklaştıran vebunu yaparken hiçbir noktaya da yaklaştırmayanşeylerin hasreti çekilirdi. Boğaz'da ise herşeyinsanı kendisine çağırır, kendi derinliğineindirirdi. Çünkü burada terkibi idare eden şeyler,manzara, kalabildiği kadar olsa da mimari, hepsibizimdi. Bizimle beraber kurulmuş, bizimleberaber olmuştu. Burası küçük camili, bodurminareli ve kireç sıvalı duvarları o kadarİstanbul semtlerinin kendisi olan küçük mescitliköylerin, bazen bir manzarayı uçtan ucazapteden geniş mezarlıkların, su akmayanlüleleri bile insana, serinlik duygusu veren aynataşları kırık çeşmelerin, büyük yalıların,avlusunda şimdi keçi otlayan ahşap tekkelerin,çıraklarının haykırışı İstanbul ramazanlarınınuhreviliğini yaşayan dünyadan bir selam gibikarışan iskele kahvelerinin, eski davullu, zurnalı,yarı milli bayram kılıklı pehlivan güreşlerininhatırasiyle dolu meydanların, büyük çınarların,kapalı akşamların, fecir kızlarının ellerindekimeşalelerle maddesiz aynalarda bir sedef rüyası

içinde yüzdükleri sabahların, garip, içliaksisadaların diyarıydı. Zaten Boğaz'da herşeybir akisti. Işık akisti, ses akisti; burada insan bilezaman zaman bilmediği bir yığın şeyin aksiolabilirdi.Mümtaz, çok küçüklük hatıralarına eğilip devapur düdüklerinin bu tepelere çarpa çarpakendine kadar gelen akislerini dinlediği zaman,ara sıra içinde kabaran ve kendisini gündelikhayatın ortasında birdenbire o kadar zenginyapan hüznün şifasızlığının hangi pınarlardantoplanıp geldiğini anlardı.Vapur hıncahınçtı. Şehirdeki işlerinden dönenküçük memurlar, gezmelerden, uzak plajlardangelenler, genç mektepliler, zabitler, ihtiyarhanımlar, hayatlarınin üzüntüsü, gününyorgunluğu yüzlerinden akan bir yığın insangüvertede, bilerek bilmiyerek kendilerini buakşam saatine teslim etmişe benziyorlardı. Obütün başları Hayyam'ın anlattığı testici gibieline alıyor, içten ve dıştan işliyor çizgilerinideğiştiriyor, boyuyor, vernik, cila sürüyor,gözleri dalgın, dudakları daha yumuşak yapıyor,

gözlere hasretten, ümitten yepyeni ışıklarkoyuyordu. Herkes bu aydınlığın ortasınakendisi olarak geliyor; fakat bir sihirin ortasınadüşmüş gibi, onun değişmeleriyle değişiyordu.Bazen bir kalabalıktan biraz fazla gürültülü birkahkaha yükseliyor, uzakta, ta başta, yalıçocukları ağız çalgıları çalıyorlar, tecrübesizseslerle şarkı söylüyorlar, beraber yolculukyapmağa alışmış olanlar birbirleriniçağırıyorlardı. Fakat bunlar pek az sürüyordu.Bin nevi bekleyişe benzeyen sessizlik yenidensonsuz yapraklı ağacıyla büyüyor, hepsiniörtüyordu.Bu ağacın kökü, orada, ufukta ince bir Heratcildinin tezhipleri arasında kıpkırmızı kavsi, bualtın oyunlarını gittikçe daha derin şekildeaydınlatan, her an eritip yeniden kendifantezisine göre döken güneşteydi. Oradan daldal etrafa yayılıyordu. Nuran bu aydınlıktasertleşmiş yüzü, darılmağa hazır gibi duranküçük ve toplu çenesi, kısık gözleri, çantasıüzerinde kilitlenen elleriyle, bu sükut ağacınınbir meyvesi olmuştu.

-O kadar ki akşamın bahçesinden sarkmışgibisiniz... O söner sönmez, yere düşeceksiniz,sanıyorum.-O zaman hepimizi birden gece toplıyacak...Çünkü siz de öylesiniz... Ve öyle oldu. Daha Üsküdar'a yaklaşmadan akşamın dörttarafa savurduğu güller solmuş, deniz kararmıştı.Herat tezhipli büyük kitap cildi şimdi mosmorbir bulut parçasıydı. Yalnız uzak minarelerintepelerinde gecikmiş kuşlar gibi bir iki beyazuçuş vardı. Karşı kıyıyı saran ışık dalgası, birmusıkinin son akisleri halinde sallanıyorlardı.Mümtaz, gece ilerledikçe havada, hala kıştan birşeyin bulunduğunu sezer gibiydi. Garip birüşüme hissiyle içine büzüldü.-Kışın Boğaz başka türlü güzel oluyor, dedi.Garip bir yalnızlığı var...-Ama, siz pek tahammül edemiyorsunuz.-Edemiyorum. Buna tahammül etmek için yabulunduğu yere adamakıllı kök salmalı, yahut da

hayatı çok zengin olmalı. Yani kafi derecedeyaşamış olmalı. Halbuki ben...Sözünü birdenbire kesti; neredeyse, ben halaçocuk gibiyim, diyecekti. Hayatında bir yığınhulyadan başka ne vardı; yarın sabah, sen de birhayal olmıyacak mısın?-Benim en sevdiğim şey nedir, bilir misiniz?Ta çocukluğumdan beri kapalı, arkasında ışıkyanmayan, yalı pencerelerinde ışık oyunları...Vapurla beraber yürüyen ve camdan camadeğişen, bazen ateşten kavisler çizen ışıklar...Fakat şimdi bakmayın, madem ki dikkatetmediniz. İyi bir yerden, daha ileridenseyredin...Mümtaz bu kadarcık şeye nasıl dikkatetmediğine şaşıyordu.-Boğaz'ın gece haritası benim için biraz da buışıklardır. Dediğiniz şey... İnsan burada birhayalde yaşıyor, bazen kendisini bir masalsanıyor..

Mümtaz beraberce daldıklari bu hissiliktenutanır gibi oldu. Üsküdar'dan sonra gecenin tamsaltanatı başladı. Tepelerde keskin sokakfenerlerinin hudutlandırdığı büyük ev kitleleri,aralarındaki karanlık uçurumlariyleolduklarından daha haşin, daha esrarlı ve hayaligörünüyorlardı. İskele meydanları daha geniş birhayat vadeden ışıklariyle bu ahengi kırıyordu.Hemen her penceresi aydınlık, çok eski bir yalı,uzun zaman suda kalmış, bütün kesafetinikaybetmiş bir cisim gibi önlerinden geçti.-Ne kadar çok insan var, dedi.Filhakika her pencerede birkaç başgörünüyordu. Hepsi üst üste yığılmış, vapuruseyrediyordu. Bir vapur düdüğü öttü.-Daha vapur düdükleri yazlık seslerinibulmadı...İkisi de birbirlerine dikkatlerini söylüyorlardı.İki küçük çocuk gibiydiler. Ayrı ayrı, önlerindengeçtikleri şeylere bakıyorlar, tek tükkonuşuyorlardı. Genç kadın eliyle pancursuz,

karanlık bir pencereyi göstererek: -Bakın, dedi, nasıl hareli bir kumaş gibidokunuyor... Sonra kavisler... İşte bir tane daha,sanki akan bir yıldız gibi... Daha yukarılarda,bizim tarafta bu akislere balıkçı sandallarınınfeneri de karışır. Fakat en güzeli bu kavislerdir...Işıktan bir riyaziye...Sonra beraberce eğildikleri bir kitabınüstünden başlarını kaldırır gibi doğruldular vebirbirlerine baktılar. İkisi de gülümsüyordu.-Sizi evinize kadar götüreceğim, dedi.-Sokağın başında ayrılmanız şartiyle... Eğerannemi kalbden öldürmek istemiyorsanız...Mümtaz içinden kızdı. Annesi... Yarabbim, nekadar çok engeli var, diye düşündü. Genç kadınbu düşüncenin farkındaymış gibi:-Ne yaparsınız, hayatımızı olduğu gibi kabuletmek lazım. İnsan istediği kadar hür olamıyor...Bilir misiniz ki, bu yaşta hesap vermeğe

mecburum. Geleceğimi bilseydi meraktançıldırmıştı. Şimdi sevdiği kızı için, en aşağıyetmiş beş türlü felaket düşünür. Sonrabirdenbire lafı değiştirdi:-Yalnız, eski musıki mi seversiniz?-Hayır, hepsini... Tabii, anlıyabildiğim kadar...Musıki hafızam zayıftır ve çalışmadım. Siz deseviyorsunuz galiba?-Bana bakmayın... Bizde eski musıki aileyadigarıdır, dedi. Baba tarafından Mevlevi, annetarafından Bektaşiyiz... Hatta annemin dedesiniİkinci Mahmud, Manastır'a sürmüş. Eskidenevimizde küçükken her akşam fasıllar yapılır,büyük eğlenceler olurdu.-Biliyorum, dedi, Mevlevi kıyafetiyle eskidençekilmiş bir resminizi vaktiyle görmüştüm.Babanızdan gizli çekmişler.İclal'in adını söylememeğe dikkat etmişti. Bubir nevi korkaklıktı. Fakat ikide bir başka birkadının adını onun yanında anmak istemiyordu.

-Tabii İclal de, dedi. Yarabbim, bu kız içingizli hiçbir şey yok. Onu tanıyanlar camdanevde oturuyorlar. Mümtaz:-Ama fotoğrafı bana o göstermedi. Hatta sizolduğunuzu ben kendim tahmin ettim, dedi.Genç kadın bu hatıra ile olduğu yerden okadar gerilere atlayacağını hiç sanmamıştı.Babasını elinde ney, büyük sofanın sediriüstünde gördü. \"Gel, otur\", diye sanki ona işaretediyordu. Bütün çocukluğu bir kuş kafesi gibibu ney sesleri içinde geçmişti. Başkalarında bintürlü duyumdan kurulan dünya, onun içindesanki yalnız sesten ve musıkiden kurulmuştu.Tıpkı aynı sofanın avizesinin altında sarkan,yeni dünya dedikleri o donuk renkli camdanküreden akseden eşya gibi, sadece hayal birkainatla işe başlamıştı.-Onu çektirdiğim zaman babam halayaşıyordu. Fakat Boğaz'da değildik. Libade'deoturuyorduk. Bilmem, Çamlıca'yı tanır mısınız?

Fakat Mümtaz düşüncesini fotoğraftanayıramıyordu:-Tuhaf bir resimdi; eski minyatürlerebenziyordunuz... Elbise hiç de aynı olmamaklaberaber, mesela, Ali Şir Nevai'ye şarap kadehinisunan gence... Gülerek ilave etti: -O oturuşu nereden buldunuz?..-Dedim ya, ecdat mirası... Uzviyetimde var.Onlarla doğmuşum.Biraz sonra o günün üçüncü mühim hadisesioldu. Kandilli'ye beraber çıktılar. Sanki herzaman böyle oluyormuş gibi iskelenin tahtadöşemesi üzerinde beraberce yürüdüler, Mümtazkapıdaki memura ikisinin biletini birden verdi veadam hiç şaşırmadan aldı. İskele meydanındanberaberce geçtiler: Yokuş yukarı yürümeğebaşladılar. Birbirlerinin varlığına sarılmışyürüyorlardı. Biraz sonra genç kadının ayağı birtaşa takıldı; Mümtaz koluna girdi. Solda birsokağa saptılar. Sonra küçük bir yokuş dahaçıktılar. Genç kadın dar bir sokağın başında


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook