biraz evvel Mümtaz'ı karşıladıkları gibi sevinçlekarşılamışlardı. Mümtaz, genç kadının güzel vebiçimli büstünü, beyaz bir rüyayı andıranyüzünü daha evvelden beğenmişti. Konuşurkonuşmaz bu İstanbulludur, diye düşünmüş,\"İnsan alıştığı yerden vazgeçemiyor, ama bazenBoğaz sıkıcı oluyor\", dediği zaman kimolduğunu anlamıştı. Mümtaz için kadıngüzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri İstanbulluolmak, öbürü de Boğaz'da yetişmek. Üçüncü vebelki en büyük şartının tıpkı tıpkısına Nuran'abenzemek, Türkçeyi onun gibi teganniedercesine konuşmak, karşısındakine onungözlerinin ısrarıyle bakmak, kendisine hitapedildiği zaman kumral başını onun gibisallayarak konuşana dönmek, elleriyle aynıjestleri yapmak, konuşurken bir müddet sonrakendi cesaretine şaşırarak öyle kızarma, hiçbirözentisiz, telaşsız, büyük ve geniş, suları, dibigörünecek kadar berrak, bir nehir gibi hayatınortasında hep kendi kendisi olarak sakin,besleyici akmak olduğunu o gün değilse bile, ohaftalar içinde öğrendi.
Mümtaz, kendisine tanıtıldığı zaman gençkadın gülerek:-Ben sizi tanıyorum, dedi. Sabahleyin aynıvapurda geldik. Siz, İclal'in arkadaşı MümtazBey'siniz.İclal'in arkadaşı kelimelerini, altları çizilmişgibi söylemişti. Mümtaz tanındığına memnundu;fakat İclal'in hüviyetine tuttuğu fenerdenkorkuyordu. Genç kız fena insan değildi;aralarındaki dostluk ömür boyunca sürecekcinstendi. Fakat geveze idi; -Kim bilir, edalı yarim, neler söylemiştir?-O halde ben de söyleyeyim, dedi. Siz meşhurNuran ablasınız.Çocuğu göstererek, -Küçük hanım, biraz da hiç uğramadığı,görmediği bizim sınıfta büyüdü. Her sabahumumi vaziyet raporunu dinledik. Çocuğauzaktan gülümsedi; fakat Fatma, Mümtaz'ın
iltifatına kulak asmadı. Hiçbir yabancı erkeğeyüz vermek niyetinde değildi; her erkek onunsaadeti için bir tehlike idi. Yalnız annesigülüyordu. Mümtaz, Boğaz vapurunda ilk önceonun karşısında oturmak istediğini, sonranedense bunu yapmadığı için kendisiniMuazzez'in dişleri arasına attığını düşünüyor,tereddüdünü, utangaçlığını farkettiyse, diyeüzülüyordu.Muazzez'le İclal'in ayrı ayrı yaratılışlarlabirbirini tamamlayan çok lezzetli bir dostluklarıvardı. Muazzez günün meçhul ülkeler velüzumsuz hadiseler gazetesiydi. İstanbul'un hersemtinde gidip göreceği bir akrabası, hiçolmazsa kardeş gibi sevdiği bir ahbabı bulunanbüyükannesine benzerdi.Bu ihtiyar kadın sabahtan akşama kadar, heruğradığı yerde, yolda veya bir evvelkiziyaretinde gördüğü, işittiği şeyleri tekrarlayatekrarlaya gezer, akşamüstü bir hususi metodlahafızaya tamamiyle mal olmuş bir yığınhavadisle dönerdi. Koca şehirde bilmediği şeypek azdı. Biraz kalbur üstünde olmak şartıyle
bütün İstanbul'u tanır. Sene, ay, hatta günzikrederek, insanlarının halindenbahsedebiliyordu. Zaten evcek böyle idiler.\"Hepimiz eve bir heybe havadisle geliriz\", derdi.\"Akşamüstü sofrada birbirimize onları anlatırız,sabahleyin kahvaltı ederken fasulye ayıklar gibilüzumlu ve lüzumsuzunu ayırırız.\" Dayısı, üçgün, başkasına ait havadisler yüzündenkendisine ait çok mühim bir işi anlatmağa vakitbulamamış ve üç gün sonra, -Çocuklar, sözünüzü kestim, kaç gündürsöyliyeceğim, vakit bulamadım,İkbal'den telgraf aldım, bir kızımız olmuş,diye ancak haber vermişti. Bu yüzden kızcağıza Nisyan adını takmışlardı.İclal, Muazzez'e bakılınca, çok az konuşurdu.O küçük dikkatlerin insanıydı. Muazzez'ingetirdiği havadisleri o tasnif eder, altlarını çizer,adeta insani tecrübeye malederdi. Her türlühüküm, ışık, renk ondan gelirdi. Onun içinMuazzez, yüz kişi içinde de olsa sözünü ona
bakarak -bilmem, sen ne dersin- diye bitirirdi.Her akşam onların fakülteden başları birbirinegirmiş, kolkola çıkışlarını görmek Mümtaz'ın enbüyük zevkiydi. Bu yüzden iki kıza \"ZeynebHanım konağının iki acuzesi\" adını vermişti.\"Rektör, bunların bildiğini bilmez\", \"Muazzez'esorun, o bilmiyorsa bu iş olmamıştır\", \"İclalunutmuşsa ehemmiyetsizdir, aldırmayın\" diyealay ederdi. İclal'le Muazzez'in aralarındabirincisinin sadece tesadüfle öğrenmesi,ikincisinin ise büyük bir tecessüsle herhangi birmeselenin peşine düşmesi gibi bir fark vardı. TaIiseden beri tanıdığı arkadaşının bu huyunubildiği için, İclal o kadar sevdiği ve çok defatesiri altında yaşadığı Muazzez'i kendi ailemuhitine sokmaktan daima çekinmişti. İclal'inakrabası, Muazzez için sık sık bahsedilen gaipdostlardır. Bu sabah da Muazzez kendisinebirçok şeyler anlatmıştı. Yeniköy'de çok eski birRum ailesine ait yalının yok pahasına satıldığını,yanıbaşındakinin kırmızıya boyandığını,damadın bunu görür görmez, ben böyle zevksizyerde oturamam, diye çıkıp gittiğini -tabiiayrılmağa vesile arıyordu-, Arnavutköyü'ndeki
meyhanelerden birinde dört gece evvel ikidüşkün kadının birbirleriyle ettikleri kavgayı,Bebek'te balıkçı Çakır'ın yeni bir sandal aldığını,üç nişan ve iki düğün havadisiyle berabersöylemişti. Fakat İclal olmadığı için hiçbiriderine, beşeri dibe inmemişti. Çünkü İclal'indikkatlerinde gerçekten tamamlayıcı bir şeyvardı.-Doktora tezini bitirdiniz mi?-Dün akşam bitirdim, dedi ve deminkiçocukça utanmasını daha çocukça bir neşe iletamamladı; dün akşam son sahifenin altınakırmızı kalemle kocaman bir çizgi çizdim. Altınabirinciden daha kalın bir çizgi, bir tane daha, enaltına dört mayıs, saat 23'ü beş geçe diyeyazdım. Bir imza attım. Sonra kalktım; balkonaçıktım. İsveç usulü üç dört derin nefes aldım.Şimdi de Büyükada'ya gidiyorum. Utanmasa, \"Yaşım yirmi altı, Emirgan'da,tepede güzel bir evde oturuyorum, kötüdansederim; balıkta sabırsızlık yüzünden şansımyoktur, fakat iyi yelken kullanırım. Hiç olmazsa
deniz kazalarından kurtulmakta birinciyim.Hatırınız için her gün iki tabak semizotuyiyebilir, hatta içtiğim cıgaraları bir paketeindirebilirim\", diye tamamlayacaktı. Bu çılgınlıkbiraz da tezin bitmesinden geliyordu. Artık hürolduğunu, istediği gibi gezip tozacağını, istediğişeyleri okuyacağını düşündükçe sevinciartıyordu. Mayısın dördünde tezini bitirmek,yazı kazanmaktı. Dört seneden beridir, ilk defayaz denen harikulade kuş kendisinin oluyordu.Dört ay İstanbul onundu. Vakıa imtihanlar vardı;fakat ne çıkardı? Daima bir kaçamak yolubulabilirdi. Genç kadın hep o sessiz gülüşü ileonu dinliyordu. Çok garip bir dikkati vardı.Adeta gözlerinde yaşıyordu. Nasıl gündediğimiz şeyi, güneşin hareketi idare ediyorsa,onu da bu gözlerin parıltısı idare ediyordu.Mümtaz, ona baktıkça İclal'e hak veriyordu;gerçekten güzeldi. Bir yığın şahsi tarafı vardı.-İclal bu kış hep sizden bahsetti. Boğaz'da tekbaşına bir evde oturuyor, diye.-Evet, garip bir tesadüf oldu. Birkaç yaz evvelİhsan ağabeyim çok güzel bir ev bulmuştu. Kış
gelince onlar taşındılar, ben kaldım.-Canınız sıkılmadı mı?-Pek sıkılmadı. Zaten sık iniyordum. Sonraçocukluğumdan beri tanıdığım yer. İlk önce güçolmadı değil. Fakat bahar gelince...İkisi birden, ayrı ayrı yollardan bir ay evvelineçıktılar; erguvanların açılışlarını, her bahçeninüstünden dal dal uzanışlarını hatırladılar. Nuran,Mümtaz'ın bu güzelliklere kendisi gibi bir yığınacının arasından bakmadığını düşünmek istedi.Fakat onun birkaç hafta içinde, hem de onbiryaşında iken, -İclal böyle söylemişti- anne vebabasını kaybettiğini biliyordu. Hayır, hayat herçağda insanı zehirleyebilirdi. Vapura gelirkenpeşleri sıra konuşan iki fakir çocuğun geçimsıkıntısından bahsedişini duymuştu. O yaştakonuşulacak şeyler miydi?-Adamın parası yok... Olsa iş değişir. Elindengelse canını verecek. Baktım sonu çıkmıyor, benokumak istemiyorum, diye tutturdum. Zatenhocalar işin farkında değiller, \"Bundan adam
olmaz\" diye söylenip duruyorlardı. Girdikçıraklığa. Haftada yüz elli kuruş, bozdur bozdurharca... Ne ise, kitap, vapur parasındankurtuldum. Öğle yemeklerim de oradan çıkıyor.Fakat yağ kokusuna tahammül edemiyorum.Midem hep ağzımda. Annemin gebelik halinebenzedim...-Başka bir iş yok muydu?-Vardı ama, hesabıma gelmezdi. Sanat olduğuiçin başta para vermiyorlar. Bakma, aşçıdükkanında bahşiş, falan gene on lirayıbuluyoruz. Babam iyi olsun, kunduracılığagireceğim... Ama iyi olacak mı?Başını çevirip bakmıştı. On iki, on üçyaşlarında, zayıf, üzüm gözlü bir delikanlıydı.Elinde taze kesilmiş bir çubuğa dayana dayanayürüyordu. Halinde üzüntü, alay, yaradılıştangelme zarafet birbirine karışıyordu.Sabih, Mümtaz'a sordu:-Plakları buldun mu?
-Buldum. Ama biraz eski. Fakat asılbilmediklerimiz, hiç tanımadığımız parçalar var!İhsan ki bu işe o kadar meraklıdır, o haldemevcudun yüzde birini bilmiyoruz, diyor. Biriçıksa da şunları tanıtsa, notaları neşredilse,diskleri yapılsa, hulasa, şu piyasa musıkisindenbir parça kurtulsak! Düşün bir kere, Dede gibibir adamı yetiştirmişsin, Seyid Nuh, EbubekirAğa, Hafız Post gibi adamlar gelmiş, muazzameserler vermişler. Benliğimizin bir tarafıyapılmış. Sen farkında değilsin; ruh açlığıiçindesin. Felaket şurada; bugünkü nesil ortadançekildi mi, çoğu ezbere olan bu eserlerkaybolacak. Mesela tek başına Münir Nurettin'inbildiklerini düşünün.Sabih, Nuran'a döndü:-Siz, Mümtaz'ın eski musıkimize meraksardığını biliyor muydunuz?Nuran, genç adama dostça baktı. Yüzünü çoklezzetli bir meyveye benzeten bir gülümsemeiçinde:
-Hayır, dedi. İclal burasını saklamış olacak.Adile Hanım'ın sesi, unutulmuş olmanınkorkuları içinde silkindi, uyuduğu dolaptançıkmış bir kedi gibi sırtını kabarttı:-Ben, bu cinsten insanlara kızıyorum,doğrusu. Sanki öbürkünü anlarlarmış gibi...Adile Hanım, İclal'i tanımazdı. Musıkibahislerinde ise hiçbir davası yoktu. Alaturkayıalışmış sularda gezer gibi, bir de bazen yarattığıcurcuna havası için severdi. Ona göre musıki veherşey şu zaman dediğimiz boşluğu doldurmakiçindi. Bir geçit alayı, bir boks maçı hikayesi,şöyle rahatça yapılan dörtbaşı mamur birdedikodu, ona en güzel sanat eserininverebileceği sıcaklığı verebilirdi. On vapurunukapıcının karısının ikinci kattakiler için anlattığışeyler yüzünden kaçırmıştı. Vakıa Huriye kadınonun için yeni şeyler söylememişti. Adile Hanımondan yalnız öteden beri yaptığı tahminlerindoğruluğunu öğrenmişti. Evet, adam gizlice birçare bulmuş, karısının hiç haberi olmadan,çocuksuzluk iddiasıyle mahkemeden ikinci bir
evlenme kararı almıştı. Böylece üç sene evvelKadıköy vapurunda tanıdığı ve kendisinden birde çocuğu olduğu esmer kız, şimdi ikincikarısıydı. İşin garibi, eski karısının da tam busırada gebe kalacağı tutmuştu. Şimdi biçareadamcağız iki çocuğun birden babası olmuştu.Allah verince böyle verir.Adile Hanım'ın bu işteki derin görüşüne hiçbirşey denemez.Hadise patlak vermeden altı ay evvel oşüphelenmiş, sonra Kadıköy tarafındakidostlarını iyiden iyiye istintak etmişti. İşin garibi,adamın iki karısının kısırlığına hakikateninanmış olmasıydı. Bu, yanlış çıkınca -AdileHanım yalnız bu işlerde doktorluğa inanırdı- ikiçocuğun ikisinin de babası olmaması ihtimalikalıyordu. Adile Hanım deminden beri çetrefilbir ehli hibre raporunun tekrar tekrar üzerindeduran bir hakime benziyordu. Hiç kadınkabahatli olmasa, bu rezalete tahammül edermiydi? Adile Hanım, kendisinde eski zürriyettanrılarının kudretini vehmeden ve bu yüzdentıpkı bir Asur boğası gururuyle gezinen, semt
kadınlarının, işçi kızlarının karınlarına hep buvehimdeki imkanların sonsuzluğu içinde,behemahal doldurulması lazım gelen bir kap gibibakan komşusunu şimdi boşalmış bir balon gibibiçare, başı düşük, bütün emniyeti yığılmıştasavvur ediyor, -gülmeden yüzüne bakabilecekmiyim?-diye düşünüyordu. Bu kadarı da birazfedakarlıktı ya... Hafif bir tebessüm, hayırlıolsun! gibi bir bakış hiç de fena olmazdı. Buzulüm değildi, sadece bir öc almaydı. İşte budüşünceleri birdenbire Nuran'la Mümtaz'ınbirbirlerine bakış tarzları, Nuran'ın mesut gülüşü,Mümtaz'ın hayranlığını bozmuştu. Bu iki ahmakbirbirlerini tanıyarak buraya gelmişlerdi.Birbirlerini seveceklerdi. Yoksa elalemin filanşeyi bilip bilmemesi onun nesine gerekti.Biliyoruz dedikleri şeyin ne kadar cahiliolduklarını şu ikinci kattaki musibetten tutun da,Sabih'in üst üste kaybettiği paraların acısı onaiyice öğretmişti.Nuran'ın tebessümü Adile Hanım'a döndü.Fakat artık eski parıltısı yoktu. Sadece dediğinindoğruluğuna inandırmak istiyordu:
-İclal başka, dedi. O on dört sene piyanoyaçalıştı. Konservatuara devam etti. Gerçektenanlar ve sever.Nuran akrabası için mübalağa etmiyordu.Genç kız daha şimdiden bir musıkişinassayılabilirdi. Fakültedekı tahsiline kadaröğrendiği herşeyi unutmuş, yalnız musıkiduruyordu. Adeta nağmeden bir dünyası vardı.-Doğrusunu isterseniz, ben ikisinden deanlamam. Hiç çalışmadım. Fakat seviyorum. Herdinlediğim şey uzviyetime yapışıyor gibi benisarıyor, tercihlerim, sade oyun bulduklarım,beğenmediklerim var.\"Bilmeden sevilir mi? Birşey söyleyin\", dergibi genç kadına baktı.-Çok şey bulabildiniz mi?-Daha ziyade Bedesten'de ve eski... Fakatbuluyorum. Daha üç gün evvel iki tane HafızOsman aldım.
\"Fakat ben ağız açtıkça niçin gülüyor? Bençocuk değilim ki... Ama, gülüşün o kadar güzelki; kızacağım yerde hoşlanıyorum.\" Ve Nuran'ınsessiz gülüşünün kendisine uzaktan gösterdiğialtın meyveye doğru içinden bir şey kayıyordu.Garip bir gülüştü bu. Mümtaz farkında olmadanona cevap veriyor, kendi içinde bu gülüşün birağaç gibi büyüdüğünü, çiçek açtığınıduyuyordu.Bundan sonra ister istemez, evindeki plakları,o ferahfezaları, acemaşiranları, nihüftleri, tesadüfettiği herşeyi yaldıza, bahar kokusuna boğan,onlara kendi uyanışındaki sıcaklığı geçiren bugülüşün arasından ve onunla dinleyecekti.Bu düşünceler arasında başını kaldırdı. Gençkadınla gözgöze geldiler. Sakin, yumuşak, çokderinlerden gelen, hiçbir şeyi kendisindenesirgemiyen bir bakışla ona bakıyordu. Bu, çoksevdiği şairin dediği gibi, insana aydınlıktan vearzudan biçilmiş libaslar giydiren bir bakıştı.Altın bir tepside veya kadife bir yastıkta birgalibe uzatılan o eski kale anahtarları gibi, gençkadın bütün hüviyetini bu bakış ve tebessümle
kendisine uzatıyor, hediye ediyordu.Adile Hanım susmuştu. O bu cinstentebessümlerin, dönüp dolaşıp gözgözegelmelerin manasını çok iyi bilirdi. Onun için,artık ikinci katın iki karılı ve kendisinin olmayaniki çocuklu beyini düşünmüyordu. O iş kendisiiçin manasını birden kaybetti:-Selam bile vermem. Elin budalasına ne diyeselam verecekmişim? Nihayet mahalleninhizmetçileriyle düşüp kalkan bir herif işte... Herkepazeliğe layıktır. O da yandaki apartmanınaltındaki kolacının eşiydi. Ne diye düşünecekti.Bu kararla Adile Hanım kendi içinde SabitBey'in dosyasını kapattı. Hakikatte Mümtaz'laNuran'ın münasebetsizlikleri onu sıkmıştı.Mümtaz senelerdir evinin devamlıdostlarındandı. Vakıa henüz onu salondakidivanda yatmağa razı edememişti ama, geneevdendi. Onun için kendisine daha iyi biristikbal isterdi. \"Bu dul kadınla...\" Ama AdileHanım'ın talihi böyle idi. İnsanları sevdiği içinonlardan ihanet görecekti. Bütün ömrü böylegeçmişti. Kendi akrabaları bile onun etrafından
birisini almaktan hoşlanırlardı.Şimdi sıra Mümtaz'a gelmişti. \"Ne yaparlarsayapsınlar.\" der gibi omuzlarını silkmek istedi.Fakat muvaffak olamadı.Biz düşüncelerimizi çok defa omuzlarımızdataşırız. Onun için onları kımıldatmamız budüşüncenin ağırlığı nisbetinde güç olur. ŞimdiAdile'nin omuzları böyle idi. Mümtaz, akibetininbütün ağırlığiyle bu omuzlarda yaşıyordu. Amakendi deliliği; Mümtaz'dan ona ne? Zaten kiminişine karışmıştı? Yüzü talihten gördüğü bu sonihanetle küskünleşmiş, kendi kendine \"ahmakherif\" diyordu. Zaten hangisi ahmak değildi?Bütün erkekler ahmaktı. Biraz iltifat, uzaktanşöyle bir gülümseme, gizli manalı bir çift lakırdı,sonra o kuluçka tavuk edasiyle bir bakış... Artıkvur boyunduruğu. Adile Hanım, öyle herkesinhayatına karışanlardan değildir. Zaten hiçkimsenin üstünde iddiası yoktu. Yalnızlıktankorkardı, yalnız kalmaktan korktuğu için,tanıdığı insanların kendisine muhtaç olmamalarıonu çıldırtabilirdi.
Halbuki işte Mümtaz'la Nuran kendisinemuhtaç olmadan birbirleriyle anlaşıyorlardı. Buaffedilmiyecek bir şeydi. Çoktan beri hayattakendisine rol olarak, iki cins arasında bir nevikatalizörlüğü kabul etmişti. Evinin hayatını,gününü, bu iyi niyet idare ederdi. Gelsinler,birbirlerini görsünler, hatta sevişsinler; fakatdaima onun yıldızı altında, daima kendisinemuhtaç olarak.Bu tanışmadan sonra bir akşam kendi evindeMümtaz'la Nuran'dan bahsetmek, küçükçizgilerle onun tecessüsünü uyandırmak, adetaiğnelemek, ertesi gün bir ikindi ziyaretindeNuran'a aynı şeyi yapmak, ikisinin de zihinlerinikarıştırmak, sonra bir akşam onları yemeğedavet etmek, ikisini de böylece evinin,sofrasının, tek başına dolduramadığı gecesaatlerinin bir nevi demirbaşı yapmak! O, işlerinböyle başlamasını, böyle gelişmesini isterdi.Büyük, müstakil bir hayat kuracak kadar derinalakalardan pek hoşlanmazdı; o zaman isteristemez unutulurdu. Onun için sonuna doğrutedbirlerini alırdı. Fakat başlayan bir dostluğu,
onun aşka doğra yürüyüşünü adım adımseyretmeğe, iki tarafın biricik mahrem-i esrarısıfatıyla bütün küçük sırları dinlemeğe,anlaşmazlıkları halletmeğe bayılırdı. İş büyüyüpde alaka ciddileşti mi? İki tarafı birbirindenuzaklaştırmak için elinden gelen gayretisarfederdi ve bu gayret şöyle on, on iki yıllık birtecrübeye dayandığı için çok defa muvaffak daolurdu. Şurası muhakkak ki, Adile Hanım'ınbirleştirici tarafı kadar, yangın söndürücü tarafıda vardı. Vakıa evlenme denen müesseseyehürmet ederdi. Fakat tanıdığı kadınlar, kendimuhitinin dışından evlenseler, daha memnunolurdu. Kendi arkadaşları kendisine kalmalıydı.Onlarla ancak küçük flörtler yapılabilirdi. AdileHanım buna ses çıkaracak kadar zalim değildi.Sonunda evlenseler bile, bu yeni yuvayı kurmakiçin Adile Hanım'ın gayreti, yardımıistenmeliydi. Bu hayat ve onun zahmetleri, bukadarcık bir tatmin de olmasa, çekilir iş miydi?Halbuki Mümtaz'la Nuran birbirlerini tanıyarakişe başlamışlardı. Zaten Adile Hanım ikisinde de,öteden beri tek başına iş görmek hevesinisezerdi. Bu yüzden, demin Mümtaz'ın genç
kadına bakış tarzını gördüğü zaman, onları üçgün sonra sofrasında birleştirmek için verdiğikarardan derhal dönmüştü. Adile Hanım daherkes kadar hata işler, fakat bir meziyeti vardır;hatasını anlayınca tashih etmekten çekinmez.Hayır, onları çağırmıyacaktı. Şimdi, yalnız birşey istiyordu: Sabih'e bu kararından vazgeçtiğinibir an evvel söylemek. Çünkü bu iyi kadınınkafasında bir düşüncenin, bilhassa böyle mühimbir kararın Sabih'e söylemeden beklemesi, enkat'i, en kısa cümlelerle tebliğ edilmemesirahatsız edici bir şeydi. Halbuki bu karar bir neviidam kararı kadar ciddi idi. Mümtaz, bu kararındaha ziyade Nuran'a ait olduğunu iyi biliyordu;Adile Hanım erkeklere pek kıymazdı. Onlarkadınlar gibi hodbin değildirler; en çirkinin bileöyle tatlı rehavetleri, uysallıkları vardı ki... AdileHanım'ın kendisini feda etmiyeceğine, hatta buhafta çağırmağa kalkacağına, fakat Nuran'ınonun evine ancak kendi kendine gidebileceğineemindi. Adile Hanım'ın endişelerinin yanında,Sabih'inkiler daha basit kalıyordu. O, Mümtaz'la
Nuran'ın birbirlerinden hoşlanır görünmesindenbüyük ümitlere kapılmıştı. Son banyo malzemesimeselesinden beri -Polonyalı bir dostu onu iyiatlatmıştı- Adile, bütün kederini kocasınınurtikerini tedavi ile avutuyordu.Aylardır suda pişmiş havuç, tereyağlı sebzeyiyordu. Hele Nuri'nin evlenmesinden sonra,perhiz, son derecede sıklaşmıştı. Haftalardır kirakının yüzünü görmemişti. Meğer evebeklenmedik bir misafir gelsin. Fakat aksi gibisemtlerine kimsecikler uğramıyordu. Bubudalalar işi biraz idare etselerdi, yarın akşam...Hayır, Sabih, yarın akşam da, dün akşam,evvelki akşam gibi, gene kendisini önünde birtabak haşlanmış havuç, taze kabakla görüyordu.İçini çekti... İnsanlar zalimdi. Hayat, tahammüledilmez birşeydi; havuç yemekle, acıkmış birörümcek gibi kendi bacaklarından birini yemekarasında ne fark vardı? Kendi bacaklarındanbirini yemek... Bunu bu sabah önündekiFransızca gazetede okumuştu. Adile Hanımolduğu yerde bu örümceklerden birine benziyor,düşüncesi tıpkı o cinsten açılışlara kendi
kendisini yiyordu. Birdenbire masanın öbürucunda sabırsızlanan Fatma'yı gördü. Kız çokgüzeldi, fakat garip bir hırçınlıkla bu güzellikkaybolmuştu. Annesini kıskandığı belliydi.İçinde bir ümit belirdi; yüreği sonsuz birmerhamet ve şefkatle suya atılmış Japonoyuncağı gibi birdenbire açıldı. Önünde bir ufukvardı. Çocuğa baktıkça bu işin çıkmıyacağınıanlıyordu. \"Zavallı yavrucak\" Derhal onunlameşgul olmağa başladı. Azap melekleriniağlatacak bir şefkatle onun hal ve hatırını sordu.Fatma'nın kaşları, kendisine acıdıklarınıfarkettikçe, iyiden iyiye çatılıyor, Nuran geleceksağnağın korkusu ile şaşkın \"Yapmayın!\" dergibi bakıyordu. Fakat Adile Hanım, önündeaçılan bu merhamet ve şefkat yolunda onabakmadan yürüyordu:-Gene eskisi gibi güzel dansediyor musun,bakalım? Hani bizim evde oynadığın gecekigibi... Şimendiferini ne yaptın? Sesi ne kadar yumuşaktı. Nasıl insanın taderinliklerine kaymasını biliyordu. Buşimendifer ve küçük kızın dansı, babasıyle
geçirdikleri son yılbaşı gecesine aitti. AdileHanım'ın şefkati bu hatırayı iki seneninarasından bulup çıkarmıştı. Tıpkı eski şeylerledolu bir tavan arasından çok öldürücü bir hançergibi...Fatma'yı deminden beri daldığı içlenmelerden,unutulmanın acılarından, en keskin hareketegeçirmek için bu kadarı kafiydi. Mümtaz, o günkıskanç bir çocuk kafasının nasıl bir tabiyemakinesi olduğunu gördü. Bütün yol boyuncaFatma, Nuran'ın bir dakikasını boş bırakmadı.Genç kadın küçük bir ifrit tarafından zaptedilmişgibiydi. Ancak tebessümü ile orada, yanlarındaidi. Mümtaz, bu uzak tebessümün ışığı altındaSabih'in dünya vaziyeti hakkındaki fikirlerinidinledi. Büyük havuç yiyicisi, mahremiyetlerininintikamını şimdi insanlıktan alıyordu. Bir elininayasıyle, sanki işte delillerim der gibi, önündekiFransızca gazetelere basarak hepsini mahkumediyordu. Mümtaz karşısında, Adile ile çokuzaktan, çekildiği meçhul derinliklerdenkonuşan Nuran'ın yüzünü, bu yüzü dışarıdanaydınlatan ince tebessümü görmese, dünyanın
sonunu yaşadığına ve bunun böyle olması çokiyi olduğuna ve insanoğlu denen bu ahmaklarkafilesinin buna layık olduğuna inanacaktı.Fakat Nuran'ın tebessümü, başının üstüne bütünbir mevsim gibi toplanmış kumral saçları onuhayatın siyasetten, çekişmeden başka, onlarınçok üstünde, daha çok güzel ve daha iyiliğegötürücü ufukları olduğuna, saadetin bazeninsana bir metre kadar yaklaşabileceğine,dünyanın zannedildiğinden çok iyi kurulduğunainanıyordu. Vapur Ada'ya yaklaşınca gençadamdaki bu iyimserliğe hafif bir acı katıldı.Genç kadından ve kızından orada ayrılmaklazım geliyordu.
2Mümtaz onlardan ayrılır ayrılmaz, aceleettiğine pişman oldu. Genç kadından böylebirdenbire uzaklaşmamalıydı. \"Acaba görebilirmiyim?\" diye iskelenin biraz ilerisinde bekledi.Fakat kalabalık biter tükenir gibi değildi.Nihayet yolcular ve karşılayıcılar seyrekleşinceevvela Sabih'le Adile'yi gördü. Adile sokaktakocasına dayanmadan pek az yürüdü. İhtimal,onun için koca denen sermayenin iyi işletilmeşekillerinden biri de kendisini yolda yarı yarıyaolsun taşıtmaktı; bu sefer de kol kola idiler.Sabih, bir yanını çökerten Adile'nin ağırlığına,dünya olan bitenleriyle bir muvazene yapmakister gibi, öbür elinde gazete paketi, cansıkıntısından alnı kırışık içinde, şüphesiz
kafasında Garp memleketlerindeki vapur seyr üseferlerinin, girip çıkma usullerininmükemmelliği hakkında bir yığın fikir ve kıyaslayürüyordu. Mümtaz lafa tutulmamak için birgrubun arkasında kendini sipere çekti. Birazsonra Nuran'la kızı göründü. Genç kadın belli kirahat yürüyebilmek için en sona kalmayı tercihetmişti. Yüzü çocuğuna doğru, çok sade ve tatlıbir gülüşle eğilmiş, bir şeyler söyleyerekyürüyordu.Fakat ne bu tebessüm, ne bu konuşma çoksürmedi. İskele binasından çıkar çıkmaz, Fatma:-Babam! Anne, babam geliyor, diye bağırarakileriye atıldı.Mümtaz o dakikada gördüğü şeyi bütünömrünce unutamazdı.Nuran'ın yüzü kül gibi beyazlanmıştı. Gençadam gözleriyle etrafı araştırdı; kendisindenyirmi, yirmi beş adım ötede, sarışın, iri kemikli,dolgun göğüslü, hülasa, malzeme itibariyleoldukça zengin ve sağlam, fakat garip şekilde
güzel, -sonradan bu sahneyi tekrar düşününce\"Hiç olmazsa bazı erkekler için güzel\" diye kararvermişti- bir kadınla, esmer, otuz beş yaşlarında,siyah saçlı, yüzü ve kolları güneşten yanmış, herhalinden deniz sporlarına alışık bir adamınonlara doğru yürüdüğünü gördü. Nuran'ın bütünvücudu titriyordu. Mümtaz iri kemikli kadınınkendi yanından geçerken, yavaş sesle, yarıTürkçe, yarı Fransızca:-Fakat bu skandal... Fahir, Allah aşkına susturşunu! diye fısıldadığını duydu. Nihayet Fahir'lemetresi genç kadına yaklaştılar. Emma çocuğubir yığın \"Maşallah\" ile ve \"Ne güzel çocuk bu\"diyerek kucakladı. Fahir ise buzdanmış gibiduruyordu. Çocuğun ancak yanağınıokşayabilmişti. Bu, garip çok garip bir sahne idi.Nuran olduğu yerde hala titriyordu; Emma,harfleri çatlata çatlata:-Ah ne güzel çocuk!.. diye hayran oluyor,Fatma bu yabancı sevgiden ve bilhassababasının soğuk duruşundan mustarip, annesinineteklerine yapışmış ağlıyordu.
Dışarıdan görenler, bu sahnenin Nurantarafından hazırlanmış olduğunu, yahut daFahir'in eski karısına karşı alakasızlığınıEmma'ya göstermek için bu tesadüf fırsatınıkaçırmadığını zannedebilirdi. Saatlerce devametmemesine hiçbir mani olmayan bu hazinvaziyete Nuran mizacının birçok taraflarınıgösteren bir hareketle son verdi; çocuğunukucaklıyarak ikisinin arasından çıktı, biraz ötedebir arabaya atladı. Mümtaz yanından geçerlerkenFatma'nın katılasıya ağladığını gördü. İçi garipsurette burkuldu. Yolun başında arkadaşlarıbekliyorlardı. Onlara doğru yürüdü:-Nerede kaldın, hep seni bekliyoruz.-İhsan geldi mi?-Evet, yanında bir de akraban var!-Kim?-Suat adında biri. Garip bir adam.Sanatoryumda imiş!
-Ata benziyor.Mümtaz sadece bir:-Tanıyorum; sonra Nuri'ye dönerek: -Hakikaten ata benzer, dedi. Ve zihninden Nuran'ın şakaklarından ikide birgözlerine doğru kayan saçlarını düşündü. Orhanbu dikkati tamamladı:-Galiba biraz da yamyam!-Hayır, sadece katil, yahut telaşlı katil, yanimüntehir!Bu, üniversiteden kalma bir şakalarıydı. Birgün Küllük'te büyük bir tarihçimizin insanları, -Esafil-i-şark, Nizam-ı-alem, Şiş- diye üçeayırdığını işitince, bu tasnifi genişletmişlerdi.Yamyamlar, herhangi bir ideolojide, sağ veyasol, mutaassıp olanlardı. Katiller, birtakımmeseleleri olan ve her gördüklerine onlardanbahsedenlerdi. Telaşlı katiller, bu meseleleri
fazla enfüsileştiren, isyan hissiyle dolu olanlardı.Müntehirler ise bunları iki taraflı azap halinesokanlardı. Kol kola girerek tıpkı senelerceevvel olduğu gibi, caddeyi yarı tutarak, gülekonuşa yürüdüler. Hiçbiri Mümtaz'ın dalgınlığınıfarketmedi.Lokanta bu öğle saatinde denizi içine almıştı.Suat'la İhsan köşede bir masada oturmuşlardı.Denizde kırılan bütün ışıklar Suat'ın yüzündetoplanır gibiydi. Mümtaz, onu son defagördüğünden daha zayıf ve solgun buldu. Bütünkemikleri meydanda gibi... İhsan sabırsızlıkla:-Vakit geçirmeden oturun? dedi. İhsan pek nadir zamanlarında içenlerdendi.Fakat bunu sıhhi bir endişeden ziyade, içkiyehayattaki yerini vermek için yapardı. \"Onunsihrini kendimizde eskitmemeliyiz\", derdi.İçmeğe karar verdiği zaman ise, bir çocuk gibisabırsız olurdu. Bu lokantayı iskeleye yakındiye seçmiş, Mümtaz'ın vapurunu dört gözlebeklemişti. Birdenbire yeğenine döndü:
-Senin gözlerın pırıl pırıl. Neyin var?Mümtaz şaşkın:-Suat'ı gördüm, sevindim, dedi. Hakikatta Suat'ı görmekten sevinmemişti;zekasını, konuşmasını çok beğenirdi. Fakat ondakendisini rahatsız eden bilmediği bir taraf vardı.-Ne saadet... Beni görüp, sevinen insanlar davar...Mümtaz bu gülüşün karşısında içinden, \"İşteseni bunun için seviyorum\", diye düşündü.Filhakika Suat'ın gülüşünde kalbden gelenherşeyi reddeden garip bir hal vardı. Sanki yüzübirdenbire herşeye yabancı ve düşman kesilmişgibi gülüyordu. Hayatından mı şikayetçi? Yoksabenimle mi alay ediyor?Fahri, İhsan'a gülümsedi:-Ben, size geleceğini söyledim, sizinanmıyordunuz, dedi.
-Ama iki vapur gecikti.-Hayır, yalnız bir vapur kaçırdım.-Kaçta uyandın?Mümtaz gecesinin büyük zaferini bir dahahatırladı:-Bu gece kitabı bitirdim, dedi. Geç yattım;uyku tutmadı; Sümbül Hanım'ı da bir türlü benivaktinde uyandırmağa alıştıramadım!Sümbül Hanım, Mümtaz'ın Emirgan'da işlerinigören kadındı.Suat, Mümtaz'a sordu:-Bugünlerde ne okuyorsun Mümtaz?Mümtaz önüne sıralanan meze tabaklarınıciddiyetle süzüyordu. Kapıya karşı oturmuştu.Fakat yeni tanıştığı genç kadının burayagelmiyeceğini iyi biliyordu.
-Hemen hemen her şey... Cevdet Tarihi; Sicill-i Osmani, Şakayık...Suat çok ciddi bir teessür içinde idi:-Felaket, dedi. Şimdi nasıl konuşacağız?Eskiden Mümtaz'la çok rahat konuşurduk.Evvela okuduğu muharriri sorardım; sonra onunağzıyle veya meseleleriyle konuşurdum. Vekapalı yüzünden hiç beklenmeyen bir çocukgülüşüyle güldü. Mümtaz, \"İşte bunun için deseviyorum\", diye deminki düşüncesinitamamladı. Nuri:-Herkes az çok öyle değil midir? diye itirazetti.Dört arkadaş Galatasaray'dan beriayrılmadıkları Mümtaz'ı çok severler, ona tozkondurmak istemezlerdi. Suat eliyle işaret etti:-Maksadım şaka tabii... Mümtaz'ı eskidenböyle kızdırırdım. Yoksa ne olduğunubiliyorum. Akrabayız. Fakat doğrusunuisterseniz herkes bizim kadar çok mu okuyor?
diye düşünüyorum.Fahri'nin fikri büsbütün başka idi:-Avrupa bizden çok fazla okuyor. Birkaçdilde birden okuyor. Mesele orada değil...-Fakat bir mesele var yine. Okuduklarımızlarahat değiliz.İhsan kadehinde buzun geçirdiği değişmeği,renksiz alkolün yavaş yavaş bulanmasını, sankimermer damarlarla zenginleşmesini takipediyordu. Şimdi kadeh hiç de saf olmayan birmayi ile dolu idi.-Haydi çocuklar! dedi. Sonra Suat'a cevap verdi: -Mesele, okuduklarımızın bizi bir yeregötürmemesinde. Kendimizi okuduğumuzzaman hayatın haşiyesinde dolaştığımızıbiliyoruz. Garplı, bizi, ancak dünya vatandaşıolduğumuzu hatırladığımız zaman tatmin ediyor.
Hulasa, çoğumuz seyahat eder gibi,benliğimizden kaçar gibi okuyoruz. Meseleburada. Halbuki kendimize mahsus yeni birhayat şekli yaratmak devrindeyiz. Zannederim kiSuat'ın dediği budur.-Evet, bir adımda eski yeni ne varsa hepsinisilkip, fırlatmak. Ne Ronsard, ne Fuzuli.-İmkanı mı var? Ve Mümtaz içinden tekrar Nuran'ın saçlarınıdüşündü: \"Hep böyle düşer mi bu saç... Daimaelleriyle başını biraz geriye atarak onu düzeltirmi?\"Suat, Nuran'ın saçlarından habersiz onudinliyordu:-Neden imkansız olsun?..-Şundan imkansız ki... Fakat asıl imkansız olan şu anda bu işlerikonuşmasıydı. \"Güya Adadayım! Ve o da
burada... Ne kadar birbirimizden uzağız... Aynıevde, ayrı ayrı odalarda olsak yine netice aynıolacak...-Çünkü, evvela siyah tahtayı beyhude yeretemizlemiş oluruz. Bu inkarla ne kazanacağızsanıyorsun? Benliğimizi. Benliğimizikaybetmekten başka.Suat çok yumuşak bir bakışla:-Yeniyi... Yeni bir alemin masalını kurarız.Amerika'da, Sovyet Rusya'da olduğu gibi.-Onlar herşeyi, hepsini unuttular mısanıyorsun? Bence bu yeni masalı yaratacakolan bizim maziyi inkarımız veya bu iştekiyaratma irademiz değildir. Olsa olsa yeni birhayatın hızıdır.-Ne yapalım istiyorsun?Fakat Mümtaz cevap vermedi. Zihni Fahir'le -muhakkak o olacaktı- Nuran'ın arasındakisahnede idi. Yüzü ne kadar bozulmuştu.
Ağlayacak kadar bedbahttı. Ve birdenbire içindekabaran merhametle onu mesut etmeği, bütünömrünce mesut etmeği kendi kendine vadetti.Ve hemen o anda çocukluğundan utandı: Bukadar çocukça, bu kadar hissi olduğunu ilk defafarkediyordu.-Unutma ki, onların ikisi de Avrupa'yı devamettiriyorlar...-Peki o halde ne yapacağız?İhsan kadehini kaldırdı:-Evvela içeceğiz... dedi. Sonra bu güzeldenizin bize hediye ettiği şu balıkları yiyeceğiz.Ve şu bahar saatinde bu lokantada, bu denizinkarşısında olduğumuza şükredeceğiz. Sonra dakendimize mahsus, şartlarımıza uygun yeni yenibir hayat kurmağa çalışacağız. Hayat bizimdir;ona istediğimiz şekli vereceğiz. Ve o şeklinialırken, kendi şarkısını yapacak. Fakat fikre,sanata hiç karışmıyacağız! Onları hürbırakacağız. Çünkü, onlar hürriyet, mutlakhürriyet isterler. Masal bir anda, biz istiyoruz
diye teşekkül etmez. O hayatın içinden fışkırır.Hele mazi ile bağlarımızı kesmek, garbakendimizi kapatmak! Asla! Ne zannediyorsunuzbizi! Biz şarkın en klasik zevklimilletiyiz. Herşey bizden bir devam istiyor.-Eskiyi devam ettirdikten sonra, yeni hayatşekli aramak ne için?-Hayatımızın henüz şekli yok da onun için!Zaten hayat tanzim edilmeğe daima muhtaçtır.Hele asrımızda.-O halde maziyi tasfiye ediyoruz?..-Elbette... Fakat icabeden yerlerde. Ölükökleri atacağız; yeni bir istihsale gireceğiz:Onun insanını yetiştireceğiz...-Bunu yapmak için nereden hız alacağız?..-İhtiyaçlarımızdan, yaşama irademizden; zatenhıza değil, derse ihtiyacımız var. Bunu da realitebize verir, müphem ütopyalar değil!..
Suat eliyle alnını sildi:-Ben ütopyadan bahsetmiyorum... Fakat bakirtürküler istiyorum. Dünyayı yeni gözle görmekistiyorum. Bunu sade Türkiye için istemiyorum,dünya için istiyorum. Yeni doğan insanınteganni edilmesini istiyorum.-Adalet istiyorsun, hak istiyorsun.-Hayır, öyle değil! Çünkü kelimeler eski. Yeniinsan eskinin hiçbir artığını kabul edemez...Mümtaz bir gözü kapıdan giren müşterilerde:-Suat bize bu yeni insanı tarif etsin! dedi.-Edemem! Çünkü, daha doğmadı. Fakatdoğacak, eminim. Bütün dünya onun sancısınıçekiyor. İşte İspanya!İhsan:-Eğer bütün imrendiğin o ise, hiç merak etme;yakında Avrupa, hatta dünya, İspanya'ya
benziyecek. Fakat hakikaten İspanya'da veyaRusya'da yeni insanın doğduğuna inanıyormusun? Bana daha ziyade insanlığın felaketihazırlanıyor gibi geliyor.-Falcılık mı?..-Hayır, sadece bir müşahede... Alelade birgazete okuyucusunun müşahedesi... Suat bir müddet boş kadehiyle oynadı, sonrakadehi İbrahim'e uzatarak:-Lütfen, dedi. Dolan kadehe su koydu; ilk yudumu içti.-Böyle olsa ne çıkar, zaten olmasınıistemiyenlerden değilim. İnsanlık ölü kalıplardanancak böyle bir yangınla kurtulur...-Daha beterlerine düşmek için; geçen harbinneticesini gördük.Fakat Suat dinlemiyordu:
-Kaldı ki, harp bir zaruret oldu artık... bukadar karışık hesabı ancak o temizliyebilir.Sonra birdenbire başını kaldırdı. İhsan'a baktı:-Hakikaten insanlıktan yeni bir şey ümitetmiyor musunuz?-İnsanlıktan ümit kesilir mi? Yalnız harpten iyişey ummuyorum. Medeniyetin yıkımı olacaktır.Ne harpten, ne ihtilallerden, ne de halkdiktatörlerinden birşey çıkacağını umuyorum.Harp Avrupa'nın, belki dünyanın mutlak felaketiolacaktır. Ve kendi kendisine söyler gibikonuşmasına devam etti:-İnsanlıktan ümit kesmedim, fakat insanagüvenmiyorum. Bir kere bağları çözüldü mü; okadar değişiyor, o kadar kurulmuş makineoluyor ki... Bir de bakıyorsun ki, o sağır veduygusuz tabiat kuvvetlerine benzemiş. Harbin,ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiyeile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudretibirdenbire başı boş bırakmasıdır.
-İşte ben de bunu istiyorum.İhsan içini çekti.-Halbuki daha iyi şeyler isteyebiliriz. Fakatistemek neye yarar; insanoğlu bu kadar zayıfolduktan sonra?.. Evet, insana güvenilmesigüçtür, halbuki talihini düşününce, onun kadaralınacak mahluk yoktur.-Ben insanı seviyorum. Onun şartlarıyledöğüşme kudretini seviyorum. Kaderini bile bilehayatı yüklenmesini, o cesareti seviyorum.Hangimiz yıldızlı bir gecede kainatı bütünağırlığıyle sırtımızda taşımayız. Hiçbir şeyinsanoğlunun cesareti kadar güzel olamaz. Şairolsaydım tek bir manzume yazardım; büyük birdestan. İki ayağı üstüne kalkan ilk ceddimizdenbugüne kadar insanlığın macerasını anlatırdım.İlk düşünceler, ilk korkular, ilk sevgi, kainatıgittikçe ihata eden, kendi başlarına mevcut olanherşeyi birleştiren zekanın ilk kımıldanışı, tabiataizafe ettiğimiz bir yığın zenginlikler... Allah'ıetrafımızda ve kendi içimizde yaratmamız. Evettek bir manzume yazardım. İnsanı teganni etmek
istiyorum, derdim; maddeyi uykusundanuyandıran ve kainata kendi ruhunu geçireniteganni edeceğim, ey bütün büyüklüğü ihataeden lisan! Sen bana yardım et!İhsan yeğenine şüphe ile baktı:-Bu ne coşkunluk Mümtaz? Adetaondokuzuncu asrın medeniyet müminlerinebenzedin.-Hayır benzemedim. Çünkü, meselelerinhalledileceğine inanmıyorum. Daima öleceğiz veöldüreceğiz. Daima bir tehdit altında kalacağız.Ben trajedinin kendisini seviyorum. Asılbüyüklük, ölüm şuuruna rağmen gösterdiğimizcesarette.-Mümtaz gorilden insana doğru yürüyüşünşiirini yazmak istiyor.-Evet, gorilden insana doğru yürüyüş. İyihatırlattın. İstediğin harp, bu cümlenin sonudur.Şimdi insandan tekrar gorile doğru mugideceğiz? Dostoyevski, içinde bulunduğumuz
çıkmazı en iyi gören adamdır. İhsan kadehini içmeden masaya bıraktı.-İstediğin harp bizi oraya götürür. İki CihanHarbi daha olsun, ne kültür, ne medeniyet kalır.Hürriyet fikrini ebediyen kaybederiz.-Bunu ben de biliyorum. Fakat içimizdeki ruhdarlığı ve dışımızdaki sefalet, insanı bir malzemegibi kullanmak itiyadımız ve bunun doğurduğukorku. Sonra bütün bunların hayatın zaruri tarafıolduğunu bilmek felaketini düşünün! Hepsi birdevir sonunun yaklaştığını gösteriyor. Ben birfelaket de olsa, onu bekliyorum.-Üstü senin olsun...Adile hınçla kocasına baktı ve yavaşça, fakatiçinde bütün bir katliam arzusu parıldayan sivribir sesle fısıldadı:-Sokakta topluyorsun, değil mi?Sabih karısına her zamanki tatlı bakışla bir
göz işaret etti. Onun bütün gün niçin herşeyehiddet edeceğini biliyordu. Bir köşeye otururum,lafa karışmam. Ev sahipleri tahammül etsinler!Zamanla karısına, bütün aksak taraflarınıöğrendiği eski bir otomobil gibi alışmıştı. Oistediği yerde durur, bazen hiç fren kabul etmez,vitesleri kendi kendine değiştirir, bazendoludizgin yürürdü. Sabih'in vazifesi bu eskimakinenin bir kaza çıkarmasını önlemekti.Aslında iyi kadındı ve ona alışmıştı. Hayatı onunyanında rahattı. Vakıa bu rahatı Sabih oldukçamühim fedakarlıklarla elde etmişti. Onukendisine temin edebilmek için hemen hemenşahsiyetinin yarısından vazgeçmişti. Yarımşahsiyetle de bilmem iş görülür mü?Arabacı aldığı bahşişten memnun, arabasınınbaşak sarısı hasırını ve renkli tentesini güneşteparlatarak geniş bir kavisle Adile'ninyanıbaşından geçti. Adile bu neşeli kavis ve iyibeslenmiş atların bahar sabahı keyfini şahsınakarşı bir hakaret sayıp saymamak için birmüddet düşündü ve hızlı hızlı, topuklarını, zatengevşemiş asfaltı adeta delmek ister gibi, sert sert
basarak yürüdü. Fakat önünde inilecek çok taşlı,karmakarışık bir yokuş vardı. Durdu ve Sabih'in,koluna girmesini bekledi: Bu uzun ökçelerle!Ayakkabıyı daha dün almıştı, bu taşlık yoldaparçalanmasına razı değildi: \"Hiç olmazsa bu işeyarasın!\" Sabih, talihin kendisine uzattığıbarışma fırsatını kaçırmadı. Hatta aklı, yolun yantarafındaki evin verandasında şezlonga uzanmışkız irisinin kasığına kadar açık kalçalarındakalmasına rağmen, karısının kolunu on üçsenelik bir tecrübenin verdiği ustalıkla hafif ve içgıdıklayıcı bir tazyikle sıkmayı bile unutmadı:Nasıl olsa misafirlikteyiz... Ve yavaşça kulağınafısıldadı: -Mümtaz'ın hayatı tehlikede, ne dersin?Bu tek cümlenin Adile'nin üstünde yapacağıtesiri merak etmiyordu. Şu dakikada karısınınyüzünün, üzerine limon sıkılmış bir istiridyegibi, bir yığın küçük sarsıntı içinde kaldığınıbiliyordu. Ve sırf bile bile yaptığı bu zulmü telafietmek için, tekrar Adile'nin kolunu sıkmağadevam etti; fakat karısına karşı olan muhabbetisadece bu jestlerle kaldı.
-Tehlikede! Çünkü Nuran'ın da ona karşı birzaafı olduğu muhakkak.Ve birdenbire işkenceyi azami haddinegötürmeğe karar veren bir katı kalblilikle ilaveetti: -Yoksa birbirlerini daha evvelden tanıyorlardıda, bize komedi mi oynadılar?-Vallahi bilmem, ama zannetmiyorum...Nerede o zeka onlarda. Hem niçin yapsınlar?-Fakat dikkat ettin mi, kız bile farkına vardı.-Tabii, zavallı çocuk... Ve Adile, Nuran'ın kızına duyduğumerhametten kalbi parça parça Sabih'e bütüngövdesiyle yaslandı: -İşin garibi, ilk fırsatta nişanlılık zamanımızınsesini bulabiliyor... Acayip şey şu kadın kısmıvesselam... Zavallı Mümtaz budalası da durupdururken başına dert açıyor.
İçinde Mümtaz'a karşı garip bir merhametvardı. Bununla beraber şoförlük hocasınınmesafe tayini nasihatlerini zihninden geçiregeçire gidecekleri evin kapısiyle bulunduklarıyeri ölçtü ve tekrar Adile'nin kolunu hafifçeokşamağa devam etti:-Sen rahat dursana bakayım!Emma, erkek ruhuna aşine olduğunu sanankadınların hesaplı işvesiyle sevindi:-Oh, istakoz var... Neredeyse sevincindenellerini çırpacaktı. Biliyorsun Fahir, dünküistakoz ne güzeldi! Sesi hafif hardalda bırakılmışbir hıyar gibi garip ve dili yakıcı bir gevreklikleTürkçe kelimeleri değiştiriyordu. Bununlaberaber, gayet az aksanı vardı. Fahir, gençkadının sıhhatli çenesine ve bembeyaz dişlerinekorku ile baktı:-Sonra?Emma, en şirin tebessümlerinden biriylecevap verdi:
-İstakozdan sonra düşünürüz. Fakat beraberyaşadığı adamın sofrada yemek beklemekten -tabii bütün Türkler gibi- ne kadar sıkıldığınıhatırlıyarak ilave etti:-İstersen bir şinitsel veya bonfile...-Peki, sana bir şinitsel veya bonfile... Garsona döndü: -Hangisini tavsiye edersin?Rum garson bir müddet Buridan'ın merkebioldu ve şinitselin nefasetiyle bonfilenin asaletiarasında sallandı:-Ama, sen yemezsen olmaz. Emma'nın sesi şefkatten neredeyse ateştekalmış bir cam parçası gibi çatlıyacaktı. Fahir tabelkemiğinden gelen bir ürpertiyle bu şefkate,onun soğuk hücumuna gerilmişti:-Muhakkak sen de yiyeceksin!
Emma, erkek ruhunu anlayan kadın dikkatiyleve bir anne şefkatiyle -Çünkü her erkek biraz çocuktur ve iradeyemuhtaçtır, diye devam etti. Bu sabah kültürfiziğini de unuttun!Köstence'de plajda bu kültür fiziğe ilkbaşladıkları zamanlarda Fahir'i ne bu ses, ne debu ısrar bu kadar rahatsız ediyordu. O zamanşahsına gösterdiği bu ahlaka onu çıldııtıyor, buhesaplı ve iradi arkadaşlıkta imkansız lezzetlerbuluyordu.-Peki, ben de yiyeyim! Böylece hiç olmazsa onun konuşmasınıönleyecekti. Kendisinin de farkına vardığı garipbir ısrarla başını listeye gömmüş, Emma'nındişlerini, sağlam vücudunu, erkek kudretlerinemeydan okuyan geniş göğsünü, bir zamanlarkendisini hazdan, şimdi sabırsızlıktan ve hattahiddetten çıldırtan bütün bu birinci sınıf zevkmakinesi teferruatını görmemeğe çalışıyordu.
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 857
Pages: