Naili'nin bu beyti, o saatlerinde Mümtaz'ın ensadık arkadaşıydı. Sonra yavaş yavaş içinde birşey, beklediği varlığın yaklaşmasını kendisinehaber verir gibi birden coşardı. Nuran'ı sokağınucunda gördüğü zaman adımlarına doğru bütünhüviyeti boşalırdı.-Bir kere de seni bir iş başında görsemMümtaz? Gafil ve dalgın avlasam...-Bu, ancak sen içerde uyurken veya enginarayıklarken kabil olur.-Demek evlendikten sonra mutfaktaunutulacağız.Ve onu hakikaten bir an gündelik birmeşgalenin, bir fikrin arasında unutmuş gibi içikorkuyle, vicdan azabıyle, telafisi kabil olmayanşeylerin ıstırabıyle dolu, hemen oracıkta öperdi.Nuran'ın bu ilk öpüşe kendisini teslimi kadargüzel bir şey yoktu. Sonra, bakalım ne yaptınız?derdi.Masanın bir ucu ile pencere arasındaki
koltuğa oturur, orada cıgarasını, kahvesiniiçerdi.Nuran'ın gideceği an, ondan ayrı geçen bütünsaatler gibi Neşati'nindi.Gittin emma ki kodun hasretile canı bileİstemem sensiz olan sohbet-i yaranı bilebeytini Nuran da Mümtaz'la berabertekrarlardı.Hakikatte Nuran'ın aşkı Mümtaz için bir nevidindi. Mümtaz, bu dinin tek abidi, mabedin enmukaddes yerini bekliyen ve ocağı daimauyanık tutan başrahibi, büyük mabudenin sırrınyerini bulması için insanlar içinden seçtiği faniidi. Bu biraz da doğruydu. Güneş her gün onlariçin yeni baştan doğuyordu. Bütün mazi üst, üstezamanlarını onlar için tekrarlıyordu.
Bazı sabahlar Nuran'ın Kanlıca'dakiakrabasının yalısında birleşirlerdi. Genç kadınırıhtımda, beyaz mayosu içinde ve etrafındakileryüzünden kendisine sadece dost olarak görmek,ayrı lezzet ve azapların başlangıcı olurdu. Buanlarda yanına pek yaklaşamasa, Nuran aradasırada mahremiyetlerini ona hatırlatmasa, gençadamın muhayyilesinde artık bir dahaerişemiyeceği bir ülke, yarın kimi seçeceğibilinmeyen haşin ve sırrına erilmez mabudebütün imkanların, ölümün ve doğumun sırrıkarnında mahpus varlık, mevsimlerin munisesirler, köle hayvanlar gibi adımları peşindensürüklendiği her şeyin sahibesi olurdu. Bu korkuMümtaz'ın ruhunda en derin zemberekleriharekete getirirdi. Sonradan saadetini zehirleyenşeylerin başında, sadece kendisini bu kadarmuhayyelesine terkedişin az çok hissesiolduğunu düşünürdü.Fakat Mümtaz o yaz, insan ruhunuolduğundan çok hür sanıyordu. Her ankendimize sahip olabileceğimize inanıyordu.Bu demektir ki, hayatın gafiliydi.
10Nuran Emirgan'a gelmediği günlerde yaiskelede, yahut Kanlıca'da buluşuyorlar, kayıklaBoğaz'da geziyorlar, plajlara gidiyor, bazenÇamlıca'ya kadar uzanıyorlardı. Mümtaz bugezintilerden daima dolgun dönüyordu. İlkgecenin aralarında devam eden itiyadi ile,sevdikleri yerlere ayrı ayrı adlar takıyorlardı.Küçük Çamlıca'daki kahve onlar için Derunidilidi. Çünkü Mümtaz orada Nuran'dan Tab'iMustafa Efendi'nin Bayati'den Aksak semaisini,o \"Çıkmaz derun-i dilden efendim muhabbetin\"diye başlayan, adeta ölümden öteye uzananhatırlamalarla dolu parçayı dinlemişti. O yazikindisinde böcek sesleri, tek tük kanat şakırtısıve avare çocuk yaygaraları arasında, ne
yapacağını bilmez gibi güzelliğine kapananmanzara, küçük meyilli tümsekler, iki yandandenize doğru kayan bahçeler, bostanlar, eskiköşkler, ağaç kümeleri ve onların tozlu yeşiliniçok koyu bir neftide sıralayan serviler vehepsinin üstünde, geniş, sonsuz gökyüzüylebirdenbire uykusundan silkinmiş, Nuran'ınsesinden Tab'i Mustafa Efendi'nin hüznünükabullenmiş, onunla genç adamın tenineyapışmıştı. Mümtaz bu besteyi ondan sonra sıksık dinledi ve hiçbir zaman, DördüncüMehmed'in av köşkünden kalma su haznesi veçeşme üzerindeki kahvede o gün Nuran'lageçirdiği saatlerden ayırmadı.Bir başka gece Çengelköyü'nden Kandilli'yedönerken, Kuleli'nin önündeki ağaçların sudayaptığı o çok değişik gölgeye Nühüft beste adınıverdiler. O kadar içinden aydınlık bir alemdi ki,ancak Nühüft'ün uzlet yüzlü uyanışlarınkamaştırdığı koyu zümrüt aynasında eşiaranabilirdi. Böylece Boğaz'ın seçtikleri heryerine bir ad veriyorlar, hayallerinde İstanbulmanzaralariyle eski musıkimiz birleşiyor, sesten,
hayalden bir harita gittikçe büyüyordu.Mümtaz yavaş yavaş Nuran'ın başının etrafınasevdiği ve özlediği şeyleri topladıkça kendisinikuvvetlerine daha sahip buluyordu. O daasrımızın büyük romancılarından biri gibi, birkadına dayandığı zaman yaşadığını duymağabaşlamıştı. O vakte kadar epeyce şey okumuş,az çok düşünmüştü; fakat şimdi onların hayatınadaha kudretle geçtiğini, Nuran'a olan sevgisiylecanlı hayata çıktıklarını anlıyordu. Sanki Nurankafasında ve etrafındaki şeylerin arasında bir ışıkkülçesi imiş gibi hepsi onunla aydınlanmış, endağınık unsurlar bir terkip haline gelmişti.Eski musıkimiz bunlardan biriydi. Nuran'latanıştıktan sonra bu sanat onun için bütünkapılarını açmış gibiydi. Şimdi onda insanruhunun en saf ve diriltici kaynaklarından birinibuluyordu.Bir gün beraberce Üsküdar'ı gezdiler. İlk öncevapuru iskelede beklememek için MihrimahCamii'ni dolaştılar, sonra Üçüncü Ahmed'inannesinin camiine girdiler.
Türbeyi, küçük, bir meyve içi gibi döşelicamii Nuran pek beğendi. Vapuru çoktankaçırmışlardı. Onun için bir araba ile AtikValde'ye, oradan Orta Valde'ye gittiler. Garip birtesadüfle Üsküdar'ın bu dört büyük camii aşka,güzelliğe, yahut hiç olmazsa annelik duygusunaithaf edilmişti.-Mümtaz, Üsküdar'da hakiki kadın saltanatıvar...Ertesi gün Rum Mehmed Paşa Camii ileAyazma Camii'ni ve Şemsipaşa taraflarını yayandolaştılar. Birkaç gün sonra Selimiye Kışlası'nınetrafında kızgın güneş altında başıboş gezdiler.İstanbul'da açılan ilk hendesi caddeleri, o cazipve mazi hülyası adlı sokakları, İstanbulakşamlarının hakiki ziyafet sofraları gibigördükçe, garip bir mazi daussılası onuyakalıyordu.-İstanbul, İstanbul, diyordu. İstanbul'utanımadıkça kendimizi bulamayız. Şimdi bütüno fakir halka, yıkılmağa yüz tutmuş evlerleruhunda kardeş olmuştu. Sultantepe'yi adeta
humma içinde dolaşmıştı. Fakat asıl sevdiği yerÇarşı içindeki Küçük Valde idi. Türbeyi o kadarbeğenmiyordu.-Ben olsam burada yatmam; çok açıkta,diyordu.-Öldükten sonra?-Ne bileyim ben, öldükten sonra bile bu kadarherkesin içinde... Zaten ölüm hissedilmiyor ki...Halbuki cami açıldığı zaman, Valde Sultan'ınve haremin geldiğini görmesinler diye çarşıkapatılmıştı. Nuran bilhassa camii ve onunakşam saatlerindeki loşluğunu seviyordu.Mermer ve yaldız süslerin arasında kilim motifiile işlenmiş saçaklara bayılıyordu. Bugezintilerden dönüşlerinde Mümtaz'ı yazmaktaolduğu Şeyh Galib için sıkıştırıyordu. ÜçüncüSelim devrinin bu iç romanı kendisine ait birşeyolacaktı. Mümtaz Hatice Sultan'la BeyhanSultan'ın portrelerini Nuran'ı düşünerek çizmişti.Şimdi genç kadın müsvettelerdeki tasvirleriokurken adeta terzisinde model veya bir
mağazada kumaş seçer gibi titiz oluyordu.-Birisinde Memling'le, öbüründe Şeyh Galib'leberabersin...Bu Mümtaz'ın bitmeyen şarkısıydı: İstediğinkadar onlarla flört yap.-Yani bütün ölüler benim... İyi ikramdoğrusu...Üsküdar bir hazine idi. Bir türlü bitmiyordu.Valide-i Cedid'in biraz arkasında Aziz MahmudHüdai Efendi vardı. Birinci Ahmed devrinin bumanevi saltanatı, Nuran'ın aile gelenekleriarasına girmişti. Daha yukarıda DördüncüMehmed devrinin dizginlerini birkaç sene elindetutan Selami Efendi vardı. Karacaahmet'tean'anenin Orhan Gazi zamanınaçıkarttığı, Horasan erenlerinden Bursa'dakiGeyikli Baba'nın çağdaşı, belki de gaza arkadaşıKaracaahmet, Sultantepe'de yine Celveti BakiEfendi yatıyordu.Nuran tarikatleri çok merak ediyor, fakat ikisi
de mistik yaratılışta olmadıklarından üzerindedurmuyorlardı. Bir gün istediği zaman takındığıo çocuk tavrıyle:-Ben o zamanlar gelseydim... MuhakkakCelveti olurdum, dedi. Fakat hakikateninanıyorlar mıydı bütün bunlara?-Şark bu, güzelliği de burada. Tembel,değişmekten hoşlanmaz, geleneklerinde adetamumyalanmış bir dünya, fakat bir şeyi, çokbüyük bir şeyi keşfetmiş. Belki vaktinden çokevvel bulduğu için kendine zararı dokunmuş.-Nedir o?-Kendisini ve bütün alemi tek bir varlıkhalinde görebilmenin sırrını. Belki de gelecekıstıraplarını hissettiği için bu panzehiri bulmuş.Ama unutmayalım ki dünya ancak bu noktadankurtulur.-Bulduğu şeyin ahlakını yapabilmiş mi?-Zannetmem, fakat bu buluşta kendisini
avuttuğu için hareket imkanlarını az çokazaltmış. Yarı şiir bir hülyada, realiteninsınırlarında yaşamış. Mamafih bu hali benimhoşuma gitmiyor, deve kervanı ile seyahat gibiağır ve yorucu geliyor.Mümtaz'ın düşüncesinde Antalya'daki otelinönüne her gün dizilen deve katarları canlandı.Kendisini o mahzun türkülerin zamanından birdaha geri dönemiyecek sandı.-Akşamleyin boş ufukta deve dizisi ne kadarbaşka türlü oluyor.-Ne acayip insanlar Yarabbim, diyordu. Sonrabirdenbire içinde uyanan bir şüphe ile Mümtaz'asordu:-Niçin eskiye bu kadar bağlıyız?-İster istemez onların bir parçasıyız. Eskimusıkimizi seviyoruz, iyi kötü anlıyoruz.Elimizde iyi kötü bize maziyi açacak bir anahtarvar. O bize üst üste zamanlarını veriyor, bütünisimleri giydiriyor, içimizde bir hazine
bulunduğu, ferahfeza yahut sultaniyegah'ınarasından etrafımıza baktığımız için.Mümtaz'a göre İstanbul peysajı, bütünmedeniyetimiz, kirimiz, pasımız, güzeltaraflarımız, hepsi musıkideydi. Garbın bizianlamaması, aramızda yabancı olarak gezmeside yine onu anlamamaktan geliyordu. Bu okadar böyleydi ki, birçok peyzajlar,kendiliğinden nağme ile beraber gözlerininönüne gelirdi.-Kaldı ki sanat, sanat eseri, bizatihi kıymetolan şey, altını musıki çizdiği zaman büsbütündeğişiyor. Garip değil mi? İnsan hayatı sonundasesten başka hiçbir şeyi benimsemiyor, hepsininüstünden geçer gibi yaşıyoruz, ancakdokunuyoruz. Fakat şiirde, musıkide...Bazen genç kadına bu eski şeylerin meftunuçocuğun kendisini zorla bir katakomba tıkmakistediği şüphesi geliyordu. Bu dünyada türlütürlü hazlar, başka çeşit düşünceler de vardı.Üsküdar'ı seviyordu, fakat halkı fakir, kendisibakımsızdı.
Mümtaz bu biçarelikler arasında acemaşiran,sultaniyegah diye rahatça yaşıyordu. Ama hayat,hayatın daveti nerede kalıyordu?Bir şeyler yapmak, bu hasta insanları tedavietmek, bu işsizlere iş bulmak, mahzun yüzlerigüldürmek, bir mazi artığı halinden çıkarmak...-Yoksa çocukluğuna dair anlattığı şeyler,sandığından daha fazla mı içine işlemiş. Benölümün zaptettiği bir ülkede mi yaşıyorum...Mümtaz koluna girerek onu çeşmeninönünden ayırdı:-Biliyorum, dedi. Yeni bir hayat lazım. Belkibundan sana ben daha evvel bahsettim. Fakatsıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için dahi biryere basmak lazım. Bir hüviyet lazım. Buhüviyeti her millet mazisinden alıyor.Fakat Mümtaz da, kendisinde muzlim birtarafın bulunduğundan şüpheliydi. Maziyisevdiği için değil, ölüm fikrinin tasallutundankurtulamadığı için. Aşktaki çılgınlıkları biraz da
buradan geliyordu. İşin hazin tarafı, bu gençadamın bunu herkesten fazla ve belki de yalnızkendisinin bilmesiydi. Kaç defa Mümtaz bumusallat fikrin, onu başka insanlardan ayırdığızanniyle ıstırap çekmişti. Ta çocukluğundan berirüyalarını kuran zemberek bu sabit fikir değilmiydi? Hatta Nuran'la olan sevgisinde gençkadının güzelliğine, yaşayış kudretine biraz dahayatın zaferi gibi bakmamış mıydı?Onu kolları arasında tuttuğu zaman, arkatarafında başının ucunda bekliyen ifrite, ölüme,seni yenmek üzereyim; seni yendim, işte silahımve zırhım, demiyor muydu? Mümtaz, bugerçeğin Nuran tarafından sezilmesindenkorkardı.-İki şeyi birbirinden ayırmamız lazım. Birtarafta sosyal kalkınma ihtiyacı var. Bu, cemiyetrealiteleri üzerinde düşünerek, onları değiştiredeğiştire yapılır. Elbette İstanbul, sonuna kadar,sadece marul yetiştiren bir memleketkalmıyacaktır. İstanbul ve vatanın her köşesi biristihsal proğramı istiyor. Fakat bu realiteler içinemaziyle bağlarımız da girer. Çünkü o,
hayatımızın, bugün olduğu gibi gelecekzamanda da şekillerinden biridir. İkincisi bizimzevk dünyamızdır. Hatta kısaca dünyamız. Benbir çöküşün esteti değilim. Belki bu çöküşteyaşayan şeyler arıyorum. Onlarıdeğerlendiriyorum.Nuran gülerek tasdik etti:-Bunları anlıyorum Mümtaz. Lakin bazenhayatın çok kenarında kalıyor, tek bir düşünceyiyaşıyor gibi oluyoruz. O zaman büsbütün başkaşeyler aklıma geliyor.-Mesela...-Darılmaz mısın?-Ne münasebet, niçin darılayım?-Mezarında bütün sevdiği şeylerle,mücevherleri, altın süsleriyle, sevdiklerinintasviriyle yatan bir eski zaman ölüsü gibi birşey... Kapılar kapanınca uyanıyor ve eski hayatbaşlıyor... Yıldızlar parlıyor, sazlar çalıyor,
renkler konuşuyor, mevsimler doğuruyor...Fakat hep ölümün ötesinde, hep bir tasavvur, birbaşkasına ait rüya gibi...-Evvela sen bir İsis gibi o duvarların birindenyavaşça çıkıyorsun, eski desenin gerginliğindensıyrılıyorsun, benim parçalanmış vücudumaeğiliyorsun... Ama, biliyor musun ki hakiki sanatda budur. Bütün bu ölüler bu dakikada bizimkafamızda yaşıyorlar. Kendi hayatını birbaşkasının düşüncesinde yaşamak, zamanakendinden bir şey kabul ettirmek. Al Kamburİmam'ı... Kambur İmam, düşün bir kere, negülünç isim! Halbuki biz şimdi Tab'i MustafaEfendi'yi Aksak Semai'den dinlerken dedüşünüyoruz? Bizim için hayatın ve ölümünsahibi oluyor. Onun bir de hayatını düşün.Üsküdar'da bu tepelerden birinde bir camivakfından kendisine kalan şeylerle, yanındakipaşa konaklarının arasında havasızlıktanboğulan ahşap bir evde yaşayan bir biçare. FazılAhmed Paşa'dan Baltacı'ya kadar hepsininmeclisinde, ayakkabılarını eşikte çıkararak birköşecikte dizüstü oturmağa mahkum bir hayat
mağlubu... Belki onların meclisinebile girememiş. Daha küçüklerinin arasındayaşamış. Sadaka ile, küçük atıfetle geçinmiş.Fakat biz bestesini söylerken başka türlüdiriliyor. Dördüncü Mehmed'in altın vemücevher içinde at koşturduğu, gezdiği Çamlıcayolları, bütün manzara onun oluyor. Daha birbeceriklisinin, hoca yarın mevlude gel! diyekendisine beş on kuruş kazandırmak imkanınıvermesini bekliyen adam, birdenbire bir sevmeve tanıma tarzının sahibi oluyoruz... Biz, belkide birbirimizi bu tarzda sevmeği ondanöğrendik...-Dünyanın her tarafında aşk aynı değil midir?-Hayır ve evet... Yani fizyolojik iş olarak pekdeğil! Böceklerle memeli hayvanlar arasındakifarkı düşün. Deniz hayvanlarının biçareüreyişlerini düşün, insanlarla öbür memelilerarasındaki farklar, sonra kavim, kabile, cemaat,medeniyet arasındaki farklar... Sonra birdenbire gülerek ilave etti:
-Mesela sen rahip böceği olsaydın, Emirgan'ailk geldiğin gün beni yemiş olurdun...-Ve bittabi hazmedemeyeceğim için ben deölürdüm...-Teşekkür ederim. Mümtaz onun açık neşesine baktı. SezaiBey'in hatıralarında debdebesini, misafirlerinianlattığı büyük köşkün arsasında ayaktakonuşuyorlardı. Bütün uzak İstanbul ufkuhüzünlü tül gölgeleri ve yavaş yavaş akşamıbenimsemiş denizle genç kadının başına bir nevisihirli fon olmuştu! Yüksek tabakalarda bütünbir kültür, zevk, bir yığın tedai o kısa kendindengeçiş anını değiştirmeğe, fizyolojik bir işi, ilahibir haz yapmağa yarıyor. Buna mukabil kendivatanımızda belki hayat şartlarının vegörgüsüzlüğün, öpüşmenin zevkine bile yabancıbıraktığı insanlar vardır. Sonra ilave etti: Herşey, moda mağazalarından, muaşeretgüçlüklerinden, cinsi terbiyeden, utanmaduygusundan, günah korkusundan edebiyat vesanata kadar her şey bu işe müdahale ediyor.
-Ama alt tarafı?-Kim bilir belki de birdir. Çünkü hayatta birbakıma göre herşey birbirinin aynıdır. Dişikanguru yavrusunu karnındaki torbada gezdirir,diyorlar. Anadolu kadınları işe giderken yenidoğmuş çocuklarını arkalarına sararlar. SenFatma'yı kafanda gezdiriyorsun.-Ben yine çocuğumla meşgulüm. Fakat senyedi asrın ölüsüyle...Mümtaz cevabın şiddetine şaşırdı. O sadecekomik bir şey söylemek, genç kadını güldürmekistemişti.-Darıldın mı?-Hayır, fakat Fatma'dan bahsetmeğe ne lüzumvardı şimdi?-Beni hiç sevmediğini hatırladım da...-Kendini sevdirmeğe çalış.
Sesi hala dargındı. Mümtaz ümitsizlikle başınısalladı:-Kabil mi sanıyorsun?Nuran cevap vermedi. O da bunun güçlüğünübiliyordu. Benim kafamdaki ölülere gelince,onlar benim kadar sende de mevcut şeyler. Asılhazini nedir bilir misin? Onların tek sahibibizleriz. Onlara hayatımızda bir pay vermezsektek yaşama haklarını kaybedecekler... Zavallıdedelerimiz, musıkişinaslarımız, şairlerimiz, adıbize kadar gelen herkes hayatımızı süslememizio kadar iştiyakla bekliyorlar ki... en umulmadıkyerde karşımıza çıkıyorlar.Yavaş yavaş yürüdüler, Kısıklı tramvayınaindiler. Nuran niçin münakaşa ettikleriniunutmuştu. Sadece iki kelime üzerindeduruyordu: İlk önce rahip böceği, yani erkeğiniyiyen dişi, sonra Fatma? Kim bilir beni ne gözlegörüyor? Mümtaz da birbiri ardından gelen buiki çağrıdan şaşırmıştı. Ne diye bu böceğihatırladım? Yoksa onun sadece hazlarınıdüşünen bir kadın olmasından mı şüphe
ediyorum? Belki de beni santimantal ve ukalabuluyor. Hakkı da var, o kadar çok şeydenbahsediyorum ki... Fakat ne yapabilirim. Mademki o benim için artık her şeydir, o halde bütünkainatımla ona taşınacağım. Tramvay durak yerinde on sekiz, yirmiyaşlarında bir çift hararetli hararetlikonuşuyorlardı. Kızın yüzü yarı aydınlıkta tambir ümitsizlikti, erkeğin kendisini zorladığı,zalim görünmeğe çalıştığı halinden belliydi.Onları görünce sustular. Sokakta muaşaka.Yoksa bütün bu şiir kervanı, bu düşünceler,hepsi hakikatte bu çocukların yaptığından ilerigitmiyor muydu? Fakat bütün dünya böyle değilmiydi? İlk defa, günlerini Nuran için harcıyorkorkusunu duyuyordu.Sevgilisi yavaş yavaş onun hayatından vedüşüncelerinden bıkıyordu. Kendisini bir fikirde,hayatın etrafında oynayan kısır bir çizgidehapsolmuş sanmanın vehmi, içine bir kurt gibidüşmüştü. Bu leke zamanla büyüyecekti.Böyle olmasa bile bu şüphe Mümtaz'ı
zaptedecekti. Nitekim öyle oldu. O gündenitibaren kaybetme korkusu içine yerleşti.Çocukluğundan tanıdığı, o acayip yalnızlık vetalih böylece bir hiç yüzünden canlandı.Bununla beraber yaz, ömürlerinin cennetiolmakta devam ediyordu. Bu gezintinin ertesigünü Nuran akşama kadar Emirgan'da onunlabaşbaşa kalmayı tercih etti. Bahçe için bir planhazırlamak istiyordu.Kanapeye yarı uzanmış, dizlerine dayadığıbüyükçe bir kitabın üzerinde üst üste bir yığınkağıda, desenler çiziyordu. Acemi, hattaçocukça, her teferruatı sayan bir çizgisi vardı.Çiçeklerin adlarını, renk topluluklarını kenarayazıyla yazıyordu. \"Renkler karışmamalı!\"diyordu. Bir renkten öbekler, mesela sadekırmızı, sade mor... Her mevsimde böylecebirkaç renk kümesi bulunacaktı. Bu, bir enginartarlasının yerinde biten gelinciklerden aklınagelmişti. Yalnız güller ayrı olacaktı. Onlar tekbaşına büyük meşaleler, söndürülmesiunutulmuş fenerler ve lambalar gibi yanacaktı.
Nuran gülü seviyordu. Hele Hollanda yıldızıdenilen kadife güllerine çıldırıyordu: O başlıbaşına bir saltanattı. \"Elbisem çok eski olsun...Fakat bahçemde en iyi güller yetişsin.\" Sonrakrizantemlere sıra geliyordu. Laleyi fazla üslupbuluyor, buna mukabil menekşeye bayılıyordu.Mümtaz ona Fuad Paşa'nın yalısında birmenekşelik bulunduğunu söylediği zaman, buTanzimat vezirine pek hayran oldu. Güldensonra en sevdiği çiçekler meyve ağaçlarınınçiçekleriydi. Onun için bir bahçede badem, erik,şeftali, elma bol bol bulunmalıydı. Ömürleri kısave beş gün için olsa bile, insanda bütün bir senedevam edecek hayaller uyandırabilirdi. Nuran'ınbu çiçek ve ağaç aşkının yanıbaşında bir detavuk beslemek merakı vardı. İkisini nasılbirleştirmeliydi? Nihayet bahçenin dip tarafınabüyükçe bir kümes yapılmasına, bunun bir evgibi kapalı tarafı ve yalnız telle örtülü küçük birbahçesi olmasına karar verdiler.Nuran, Mümtaz'ı tanıdığı günden beri, bütünömrünce Emirgan'da oturacak gibi hulyalarkurardı. Mümtaz, onun bu heveslerini gördükçe,
evi satın almak çarelerini düşünüyordu. Fakatevin asıl sahibi olan kadını konuşmak için birtürlü ele geçiremiyordu. Mal sahibi Emirgan'auğramıyordu. Üst üste kaybettiği dört çocuğunacısı, gelin olarak geldiği ve bir zamanlar neMümtaz'ın ne de Nuran'ın hayalinin alamıyacağıbir debdebe içinde halayıklar, ahretlikler, sazlar,sohbetler arasında yaşadığı bu eve, hatta busemte uğramasını menediyordu. Kira aşağıdakahveciye bırakılır, oradan Rumelihisarı'ndaoturan eski bir emektar gelir alır, Ada'yayollardı.Akşamüstü Büyükdere'ye geçtiler. Oradaküçük bir lokantada yemek yediler. O gece ayınon üçü idi. Onun için ağustos mehtabındadolaşacaklardı. Ay doğar doğmaz Mehmet geldi.Mümtaz çocuğun yüzünü solgun gördü. Halindebir sinirlilik vardı. Kaç zamandır, Mehmet'in aşıkolduğunu biliyordu; belki de sevgilisiBüyükdere'de oturuyordu. Böylece tesadüfkendiliğinden hayatlarına bir Molierekomedisinin çift planını sokmuştu. HattaBoyacıköy'deki kahvenin çırağı ile Anahid'in
macerası düşünülürse, bu plan üçüzlü oluyordu.Bu, ne yaparsa yapsın, hangi mutlak veyaerişilmez iklimlerde dolaşırsa dolaşsın,insanoğlunun hayatın kanunları içindeyaşamasıydı. İşte bir adam ki Tab'i MustafaEfendi veya Dede'yi tanımadan, Baudelaire'e veYahya Kemal'e hayran olmadan sevebiliyordu.Aralarındaki fark, Mümtaz'ın sevgilisini biryığın tecridin arasından görmesiydi.Kanlıca'daki yalının rıhtımında şortla veya mayoile gezinen, kayıkta rüzgar ve yelkenle didişen,yahut kirpikleri kapalı, yüzü, derinliklerindediriltici ve kokulu usarelerin dolaştığı bir meyvegibi sertleşmiş güneşte uyuyan, sırtüstü denizdeyüzen, sandala tırmanan, konuşan, gülen,ağaçların tırtılını ayıklayan birçok Nuran'larvardır ki, bir yığın benzetişle asırlar tecrübeleriarasından, eşlerini beraberlerinde Mümtaz'ınmuhayyilesine getirirlerdi.Bu benzetişlerin bazıları, duruş ve geçici yüzifadeleri gibi, genç kadının o ana ait hallerindengelirdi. Bazıları ise, Nuran'ın yaşayan varlığındabir yığın ecdat mirası uyanıyormuş gibi üst üste
hüviyetlerine aitti. Mümtaz, İclal'in kendisinevaktiyle gösterdiği Mevlevi kıyafetiyle çekilmişo fotoğrafı olmasa bile, gene iki dizini altına alıpsandalyesinde öylece plak dinleyen Nuran'ı,bizden daha uzak şarkın minyatürlerinebenzetecekti.Sevgilisinin, gündelik hayatın her safhasında,duruşu, kıyafeti, aşkta değişen çehresi ile sanatınölmez aynasına kendinden evvel geçenleri onaadeta hayranlığını ve sahip olma lezzetlerini birkat daha; ve belki de ıstıraplı bir şekildehatırlatan bir yığın çehresi vardı. Renoir'inOkuyan Kadın'ı bunlardan biriydi. Tepedengelen ve saçları bir altın filizi gibi tutuşturanışığın altında, koyu nefti zeminle, elbisesininsiyahı ve boynu örten pembe tül arasından birgül topluluğu ile fışkıran bu sarışın rüya,çehrenin tatlı sükuneti, gözlerin kapalı çizgisi,çenenin küçük bir toplulukta birden bitişi,dudakların tatlı, adeta besleyici tebessümü gibibir yığın benzerlikle genç adam için, sevgilisininbazı saatlerine sanatın en sadık aynalarındanbirini tutuyordu. Muhayyilesi, Nuran'a olan
hayranlığında Renoir'la olan benzerliği bazendaha ilerilere götürür, onun vücudunda eskiVenedik ressamlarının ten cümbüşü ile akrabalıkbulurdu.Fakat bu gece, açık pencereden gelen yaldızlıkaranlığın üzerinde, entarinin geniş dekoltesiiçinde, çıplak kolların güneş humması ve denizhamamından çıkar çıkmaz alelacele iki yanabölünmüş saçlariyle genç kadın, bin sekiz yüzdoksan senelerinden bir o kadar şair ve ressamınpeşinden koştuğu ve Renoir'in birçok deneyiştensonra birdenbire yakaladığı o mahrem saatlerinkadını, perdeleri inik odada her akşamki ışığınpeteğinden sızan balı değildi. Bir tarafı yarıkaranlık içinde kalan yüz ve başın kendikendisini sert idraki, bütün canlılığı, vegözlerindeki bütün çehreyi yemeğe hazırdikkatiyle şimdi Nuran daha ziyadeGhirlandajo'nun Mabed'e TakdimindekiFloransalı Kadın'ı, sol eli kalçasında, başı şakakkemiğinin küçük çıkıntısını ve çeneninçukurunu daha ziyade belirten latif bir yanaeğişte adeta omuzla birleşmiş, biraz ilerisinde
geçen manzaraya bütün hüviyetiyle akan o yarıkadim dünya ihtişamını hatırlatıyordu.Bu, andan ana değişen Nuran'lar, gençadamın hem lezzeti, hem de azabı oluyordu. Heran içinde düşüncenin, hazzın, ani duyuların vehareketin ayrı ayrı hakkettikleri bu madalyonlar,kamaler, yalnız zamanlarında da onubırakmazlar, hatırlanan bir cümlenin, bir kitaptaokunan sahifenin, bir düşüncenin arasındançıkarlardı. Fakat hazzın en keskini, tabii azabında, insanı gafil avlayan bir musıki parçasınıniçinde uyanan Nuran'larda idi.Nağmenin arabeskinde veya musıkicümlesinin altın yağmuru içinde, bir oluşlageldikleri, onun arasında görünüpkayboldukları, yaşadığımızın üstünde birzamanın fasılasından ona baktıkları vegüldükleri için hatırlamanın şekli değişir, adetadaha evvelki varlıklarımızın bizde uyananakisleri olurdu.Onun için bütün etrafında ve kendi mazisindeNuran'ı aramak, her şeyde ondan bir tad bulmak,
onu asırların boyunca efsanede, dinde, sanatta,az çok ayrı çehrelerle; fakat daima kendisiolarak karşısında görmek, yaşama dediğimizmacerayı birkaç misline çoğaltan bir büyü idi.Nuran onun elinde bütün geçmiş zamanlarıaçan altın anahtar ve her sanat ve düşünce içinilk şart gibi gördüğü şahsi masalın çekirdeği idi.Mehmet'in hiç görmediği sevgilisi ne bubenzetişlerin çemberinden geçiyor, ne deMehmet'te şahsi masal -çünkü her şeydemuhakkak bu vardı- bu kadar dağılıyordu.Muhakkak ki o, sevgilisinde hiçbir romankahramanının çizgisini aramadan, onu hiçbirmusıkinin tesadüf kadehinde tatmadan seviyor,düşünüyor ve ona her şeyi, her zevki kendivarlığında bulan ilk adam kudretiyleyaklaşıyordu. Mümtaz'ın asırlar içinde aradığıhazları, onda sadece kendi vücududoğuruyordu.Boyacıköyü'ndeki kahveci çırağı da böyle idi.Anahid'i yalnız gökyüzünde benzerleri bulunan
bir varlık gibi görmüyordu.Gözlerinin derinliklerinde kendi kaderinisezmiyor, tenine gömülürken kaybolmuş birdinin ayin ve ibadeti bende diriliyor diyedüşünmüyordu. Hatta kaçacak diye korkmuyor,uzakta olduğu zaman, yorulmuş erkekvücudunu rıhtımın tozlu taşlarına, kahveninönünde yığılı balık ağlarına uzanarakdinlendiriyor, mahalledeki hizmetçi kızlarla alayediyor, sonra bütün benliğinde ona muhtaçolduğunu anlayınca, günlerce kendisini sarantembellikten gerine gerine silkiniyor, onuçağırıyor, rahatça girsin diye kale içindeki tekodalı evinin anahtarını her zamanki taşın dibinekoyuyor ve gelince beni uyandırır diye gerisinidüşünmeden uyuyordu.İşte bu akşam Mehmet sinirli ve mahzundu.Mümtaz üç senedir işlerini gören bu çocuğunyüzünü bir kitap gibi okumağa alışmıştı.Muhakkak sevdiği kadınla kavga etmişolacaklardı.Yahut onu burada, bahçe ve lokantalardan
birinde bir başkasiyle görmüştü. Kim bilir belkide bu yüzden kavga etmiş olabilirdi.Fakat onun ıstıraba tahammül ediş tarzıkendisinden başka türlü idi. O yıpranmamışinsanlıktı. İnceliklerini kendisinde bulurdu.Şimdi de cins bir horoz gibi lokantanın dibindekendi kendine kibirleniyordu: Bu, maddesinehürmet ve hayranlıktı. Hakikatte bir nevi iptidainarsisizm ki, ayna diye sadece kadınınvücudunu alıyor, orada aksini biraz bulanıkgörünce istikrahla fırlatıp atıyor vedeğiştiriyordu. Bunu kadınlar da yapabilirdi.Belki Nuran da bir gün kendisi için böyleyapacaktı. Birdenbire gelen bu düşünce, o kadarzalim oldu ki, genç kadın farkına vardı:-Ne oldun, neyin var?-Hiç, dedi. Kötü itiyatlar. Bir düşünceyi, enzalim şeklini alıncaya kadar, kafasında eviripçevirmek itiyadı.-Anlat bakalım.
Mümtaz, biraz da kendi haline gülerek anlattı.Nuran'a ait bir şeyi ondan ne diye saklıyacaktı?Kadın ilk önce alayla sonra yüzü değişerekdinledi.-Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Nedenya mazidesin, ya istikbaldesin. Bu saat de var.Mümtaz'ın bu saatin mevcudiyetini inkara hiçniyeti yoktu. Onu Nuran'ın yüzünde vemuhayyilesinde, onun yeryüzündeki eşi halinegelen Boğaz'ın gecesinde ayrı ayrı yaşıyordu.Şimdi de genç kadının çok tatlı sarhoşluğuBoğaz gecesiyle birleşiyordu. Nuran'ın yüzüiçten gelen hamlelerle gittikçe daha derinleşiyor,sanki bu mavi gece gibi içten aydınlanıyordu.-Bu anı yaşamıyor değilim. Yalnız bana okadar beklemedik bir zamanda, kadın ve hayattecrübem o kadar azken geldin ki, şimdi neyapacağımı bilmiyorum. Düşünce, sanat,yaşama aşkı, hepsi sende toplandı. Hepsi seninhüviyetinle birleşti. Senin dışında düşünememekhastalığına müptelayım. Nuran gülümsiyerek ayıgösterdi. Karşı tepelerden birinin kenarı
kızarmıştı. Sonra ince bir parıltı göründü. Birmasal meyvesinin yarım dilimine benziyordu.Fakat daha şimdiden gecenin koyu mavi billurudeğişmişti.-Halbuki sen, başta düşünce ile hayatıayırmak lazımdır, diyordun. O evin herkese açıkolmayan tarafıdır. Oraya ne aşk, ne de hayatındiğer unsurları girer, diyordun.Mümtaz ayın masal meyvesinin diliminibıraktı:-Öyle diyordum. Seninle değişti. Artıkzihnimde değil senin vücudunda düşünüyorum.Şimdi vücudun düşüncemin evidir.Sonra ona çocukken kendi kendine icadettiğibir oyunu anlattı:-Benim için en büyük haz, ışığın değişikliği,tahlilidir diyordu. Galatasaray'da iken bir elimidürbün gibi gözümün üstüne koyar, onun içindetavandaki lambanın ışığının kırılmasınıseyrederdim. Bazen bu kendi kendine de olur
tabii, hem her yerde, her zaman. Fakat onubenim yapmam hoşuma giderdi. Pek azkuyumcu bu cinsten süsler yapabilmiştir. Galibadini remizlerin çoğu da buradan geliyor? Obenim için ışığın, mücevher gibi, bazı bakışlargibi değişik şiiri olurdu. Bir aslın, elmasa iyiparıltılı çeliğe, mor, pembe, eflatun kıvılcımlara,göz vasıtasiyle insanı iğneliyen, uyuşturanparıltılara değişmesi yok mu? Bence sanatın asılsırrı budur, çok basit, adeta mihaniki bir şekildeelde edilen bu rüyadır. Şimdi kainat seninçıldırdığım madden arasından benim için böyledeğişiyor. Bir müddet düşündü; -Ama gene sanat olmuyor; sanata benzerbirşey oluyor, yani muvazi gidiyorlar.Dışarıya çıktıkları zaman mehtap epeyceyükselmişti. Fakat ayın etrafında gene küzahirenklerle perde perde açılan çok hafif bir dumantabakası vardı.Bu ancak musıkide eşi aranabilecekgecelerdendir. Yalnız orada, onun nizamiyleelde edilebilirdi. Herşey bir sonsuzlukta
birbirinin tekrarıydı. Fakat bu üst üste cevaplar,dikkat edilince birbirine öyle karışıyordu ki,ayıklamak, çözmek imkansızdı. Altın yosunlarbillur dalga kıvrımları, kenarlarda büyük vesırrına erilmez hakikatler gibi külçelenmişgölgeler, karanlığın derinleştiği uçurumlar veaydınlık dereleri ile bütün manzara daimi oluşhalinde idi. Sanki kainat, Shelley'in dediği gibiakıcı bir ihtişam olmuştu. Yahut zihnin eşiğinde,çok cömert ve böyle olduğu için henüz sonkıvamını bulamamış bir düşünce gibi, herhususiliğini daha cazip yapan bir müphemlikiçinde bekliyordu.Bu ayın peşrevi idi. Sayısız dudaklar onumaddesiz neylerden üflüyorlardı. Burada çokince kadehler kırılıyor, küçük kamaşmalardamücevher usaresi iksirler çekiliyor, emsalsiztaşlar, bir nezir yerine getirilir gibi, suyafırlatılıyordu.Bir yunus balığı sürüsü mehtabı kovalıyormuşgibi suda kavisler çizerek yanıbaşlarından geçti.Daha ileride bir vapur projektörü aydınlığın enziyade toplandığı yerleri, başka bir şekilde
görünür yaptı. Sanki eski ve güzel bir metnitefsir eder gibi, bütün müphem parıltılar keskinvuzuha kavuştular. Yüzlerce kuğu kuşu birakıntı yerinde, bir anlık vehimden hayatlarınıyaşadılar. Sırçadan, ince ve şeffaf dünya, kendimusıkisine, asıl sazları belki çok derinde çalan oacayip dinleyişe kapandı.Mümtaz ceketini Nuran'ın omuzlarına atarken:-Ayın Ferahfeza Peşrevi, dedi.Hakikaten Dede'nin Ferahfeza Peşrevi'ndeolduğu gibi, fakat görünmeyen neylerdenyaprak yaprak dökülen bir dünyada idiler.Etraflarında herşey ney nağmesi gibi yumuşak,derinden ve erişilmez sırların aynası idi. Sankiçok Rahmani bir düşüncenin, her zaafını yenmişbir aşkın üst üste kavislerinde dolaşıyorlar, özhalinde bir yığın baharın arasından geçiyorlardı.-Hatta neredeyse Neşati'nin beytinindünyasına gireceğiz.
Ettik o kadar ref-i taayyün ki NeşatiAyine-i pür-tab-ı mücellada nihanız!Nuran gülüyordu:-İyi ama, eşya var, biz varız. Vücudumuzmaddi bir şey değil mi? Yani herkesinki gibi.-Allah'a bin şükür. Fakat seninki bana göreherkesinki gibi değil.-Küfür.-Küfür veya Allah'a giden en kısa yol.Unutma ki bu gece tam vahdet-i vücudiçindeyiz.Bir balık yanıbaşlarında sudan sıçradı. Havadaelmas bir kavis çizdi. Sonra biraz ötede denizinbuğulu mavi aydınlığında beyaz bir şey çatlargibi oldu.
Muhakkak ki çok mesuttular. Zihinlerinin çokaksi istikametlerde gizli çalışmalarına rağmenyaşadıkları ana kendilerini bırakmak hoşlarınagidiyordu. Mümtaz, aşklarının Allah'a ve başkabir yere giden en kısa yol olduğundanşüpheliydi. Aşka hayattaki büyük ve yapıcıyerini vermekle beraber, onun ancak tek başınabir his olduğunu, bütün insanı idareedemiyeceğini de biliyordu. Ayrıca toyallameliğinin genç kadını sıkmasından artıkçekinmiyordu. Zaten Nuran onun konuşma vedüşünme tarzını kabul etmişti. Çamlıca'da birakşam evvelki hırçınlığını unutmuştu. Aşığınakızması hayatın sadeliğini bozduğu içindi. BunuMümtaz'a sabahleyin anlatmıştı.-Her kadın, bu işlerde biraz tembeldir. Fakatben, senin yanıbaşında olmayı rahatıma tercihederim, demişti. Seni olduğun gibi kabulediyorum ve bundan hoşlanıyorum.Kendini, küçük, saf bir kadın buluyordu;erkeği onu nereye götürürse oraya gidecekti.Elverir ki o yanında olsun. Mümtaz'agüveniyordu. Yaşına rağmen büyük ve
kuvvetliydi. Herkesten değişik, herşeye meydanokuyan bir hali vardı. Hayat karşısında birdüşüncenin adamı olmak kudretinigösterebiliyordu. \"Ömrüme bir istikamet versin,bu kadarı yeter.\" diyordu. Gerisi onun işiydi.Erkeğinin arkasında sonuna kadar yürüyebilirdi.Bütün uzviyetinden bu çift güvenmenin sıcakhamlesi geliyordu. Çünkü sevdiği adamındüşüncesini paylaşmak, onunla yol arkadaşlığıyapmak aşkın başka bir neviydi. O da öteki gibiimkansız bir tükenişte kendisini yeniden doğmuşbulmaktı, karnında ve teninde bir dünyaya gebeolmaktı. Genç kadının Mümtaz'a karşı olansevgisinde annelik hissi, aşk, hayranlık ve birazda minnet vardı. Bunları kendisi iyice tahliletmişti. \"Beni keşfetti.\" diyordu.İkisi birden sustular. Mehmet sandalıSarıyer'den ileriye doğru çevirdi. Ayınerişemediği gölgeler içinde evlerin ışıkları,sokak fenerleri daha çok trajik şekilde kırmızıgörünüyordu. Sanki kainatın bu tılsımlıyekpareliğine katılmayan hodbin ve hasetliruhlar gibi, kendi kendilerine yanıyorlardı.
-Biliyor musun Mümtaz, çocukluğumda sıksık olurdu. Belki de herkeste olan bir şeydir bu...Bazı uyuşukluk anlarında, yazın Libade'de,yahut Boğaz'da tembel tembel otururken,birdenbire vücudumdan ayrıldığımı zannederim.Adeta boşlukta yüzer gibi bir şey... Asıl garibibir gece rüyamda oldu. Vücudumdan yine böyleayrılmıştım. Ama ayrıldığımı iyi biliyordum.Vücudumdan ayrıldığım için müthiş üşüyordum.Fakat bir türlü ona girmek istemiyordum. Oazapla uyandım. Dişlerim zangın zangırçarpıyordu. Ben öldüğüm zaman vücudumusevmezsin...-Kim bilir? Ben de, düşüncenin dışında ölümüçirkin bulanlardanım... Fakat zihnimdeyaşayacağın muhakkak... Tabii çıldırmazsam.-Başka bir kadınla sevişirsin. Düşüncen başkaevlerde oturur. Tıpkı çocukluğumuzda sık sık evdeğiştirmemiz gibi. O kadar garip olurdu ki.Evvela yadırgardık. Hep eskisini düşünürdük.Ne akşamlarımızı, ne sabahlarımızı bu yeniodalara ve sofralara sığdıramazdık. Sonraalışırdık.
Sanki bu hissilikten utanmış gibi onaçocukluğunu anlattı. Süleymaniye'deki ev,Halep'teki ortası havuzlu iç avlu, su şakırtıları,Halep'te çarşıda yediği dondurma, bir otelinyanındaki salaşta Gürültücü Behçet adlı bir saraykomiğinin orta oyunu, çok sofu olan büyükannesinin oyunu yarıda bırakıp çıkışı, sonraalelacele kaçış, o tıklım tıklım dolu trenler,korku, kalabalık yarı yolda indirilen yaralılar,herşeyi bırakarak yola çıkmanın ve biroperasyondan sonra kesilen uzvu hatırlar gibi,herşeyi acı ile hatırlamanın azabı, sonraBursa'daki ev, Çekirge yolu... Bursa ovasınıngüzelliği, Libade'deki köşk. İlk mektep,Sultantepe'de geçirdikleri sene... HepsiMümtaz'ın gözünün önünde, karmakarışık, içiçeve kendi hayatlarının ayrılmaz parçaları gibicanlandı. Ne kadar çok hatıra ve ayrı kaynaklaronların aşkında birleşiyordu.Mümtaz bir taraftan onu dinlerken, bir taraftanda Şeyh Galib'in üzerinde düşünüyordu. Kitabınne planını, ne de yazdığı kısımları beğenmişti.Hepsini tekrar değiştirmek lazımdı. Hamlelerle
değil, sağlam bir düşünce ile çalışmak istiyordu.Kanlıca koyunda, mehtap denize bir altın olukgibi boşanırken, Nuran'a bunu anlattı.-Çok gelişi güzel var, diyordu, halbuki böyleolmasını istemiyorum. Şimdi seni dinlerkenalelade terkibin dışında bir nevi denemeninlüzumunu hissettim. Bir hikayenin behemehalbir yerde başlayıp bir yerde bitmesi, behemehalkahramanların kesif şekilde, döşenmiş bir raydayürüyen bir lokomotif gibi yürümesi lazım mı?Belki hayatı zemin gibi alması, onu birkaçkişinin etrafında toplaması yeter. Şeyh Galib buzemin ve gruplar üzerinde birkaç ruh haleti ile,ömrünün birkaç safhası ile görünse kafi... Sonra karşı kıyılara bakarak ilave etti-Şu şartla ki...-Hangi şartla Mümtaz?-Bizi izah etsin, bizi ve etrafımızı...Kanlıca koyu eski mehtap safalarının
cümbüşünü yaşıyordu.Hemen hemen kendilerinden başka kimseyoktu. Zaten gece epeyce ilerlemişti. Evlerinpencerelerinden akseden son radyolar dasusmuştu. Ay, onun altın hayaller dünyası,sessizlik musıkisi ve kendileri vardı. Ve bumusıki gittikçe kudretini artırıyor, bir musallatfikir gibi insana saldırıyordu. Nuran ikide birelini denize sokuyor, ayın etrafına gerdiği maviipek kumaşı bir tarafından çekip zorluyor, belkide ancak o zaman bunun bir hayal, bir vehimolduğunu anlıyordu.-Ancak o suretle sahife üzerinde kalmamakmümkün olur. Bir çekirdeğin etrafını alan meyvegibi, esas fikrin...Nuran:-Buldum, dedi. Bütün Boğaz, Marmara,İstanbul, gördüğümüz ve görmediğimiz şeyler,hepimiz ayın çekirdeği etrafında bir meyvegibiyiz. Hep ona bağlandık. Şu tepelere bak.
Hemen herşey teker teker ayı kabul ediyordu.Adeta kadınca bir insiyakla, \"Gel, beni değiştir,işle, başka bir şey yap, yaprağımı parlat,gölgemi daha sert ve karanlık bir madene çevir.\"diyordu. Ve onu derisinden, kabuğundan,yüzünden içeriye doğru çekiyor, benliğinealmağa çalışıyordu. Nuran'ın yüzü billur bir kasegibi bu parıltıyla doluydu. Yanı başlarındangeçen sandalın kürekleri elmastan yapılmışeşyanın parıltısiyle suya dalıp çıkıyordu. Evet,kainat ortasından bölünmüş bir meyve idi ve ayonun, herşeyi etrafında toplayan çekirdeğinebenziyordu.-Esas fikir diyorsun, o ne?Mümtaz, hiçbir cevap vermedi; hakikaten esasdüşünce ne idi?-Aşk, dedi. Hayatın içimizde gülümseyenyüzü.Gece gittikçe serinleşiyordu. Ara sıra küçükbir rüzgar kabarıyor, suyun üzerinde şuradanburadan taşıdığı çiçek kokulariyle sade özden
bir bahar, hayal bir bahçe yapıyordu.Akıntı yerlerinde, harap rıhtımlarda dalgalarçırpınıyordu.Nuran:-Ayın çamaşırları yıkanıyor, dedi.Masmavi bir dünya içinde idiler. Buğulu,şeffaf bir mavilik, sonra benek benek, yaprakyaprak dağılan, güneş oluklar halinde akan biraltın yağması. Yüzlerce görünmeyen ağzınüflediği ney nağmeleri ve onun etrafında bumusıki ile beraber büyüyen, değişen, ilerleyensessizlik.Geceyle sokak fenerleri, mehtaptan gayrı herışık garip bir durgunluk kazanmıştı. Öyle sessiz,sadece kendileri olarak suyun üstünde ve içindesütunlarını, kemerlerini, altınsaçaklardan kapılarını uzatıyorlardı. Bazen buışıklar daha inceliyor, gene altın yosunlar gibibirbirlerine karışıyorlardı. Ve ay hepsininortasında bozulmağa başlayan bir meyvenin
çekirdeği gibi, olgunluğunun son anlarınıyaşayan bu ihtişamı kendi etrafında topluyordu.Garip bir saltanattı bu. Herşey ona kendiniaçıyor, nizamını kabul ediyor ve bu nizamherşeyi içinden değiştiriyordu, hepsini birdenbüyük, esrarlı bir varlığın rüyası yapıyordu.-Yaratılışın kemeri üzerimize kapandı. Tek biralemin parçasıyız.Bebek önlerinde gölgeler denizin büyük birkısmını kaplamıştı. Fakat etraftaki ışıklar, takarşıdan gelenler bu kuytu gölgeye durmadanuzanıyorlar, onun içinde, kim bilir hangigeleceği hazırlamak ister gibi derinçalışıyorlardı.
11Üsküdar gezintileri Nuran'a İstanbul'u tanımakhevesini vermişti. Ezici sıcağa rağmen birkaçgün üst üste İstanbul'a indiler. Eski saraydanbaşlıyarak camileri, medreseleri, semt semtgezdiler. Akşamüstü Beyoğlu'nda bir kahvededinleniyorlar, yahut herkes işini görmek içinayrılıyor, sonra vapurda buluşuyorlardı. Nuran'ıiskelede beklemek, gecikince gözü saattekalmak, kahramanımız için ayrı hazlar oluyordu.Mizah edebiyatlarının bellibaşlı mevzuu olankadınların bekletmek huyundan erkeklerin bukadar şikayetçi olmasına şaşıyordu. Nuran'ıbeklemek ona çok lezzetli geliyordu. Herşeylezzetliydi, ucunda Nuran bulunmak şartiyle.
Genç kadın İstanbul'u tanıdıkça Mümtaz'a hakveriyordu. Bir gün ona:-Kuzum, senin yaşın bu kadar genç. Öyleolduğu halde bütün bu eski şeyleri nerdenseviyorsun? diye sordu. Mümtaz o zaman onaİhsan Ağabeyi anlattı. Gençliğinde Paris'teJaures'in peşinden bir zamanlar nasılayrılmadığını, sonra Balkan Harbi içindeİstanbul'a dönüşünde birdenbire nasıldeğiştiğini, nasıl kendi hayatımızın kaynaklarıetrafında dolaştığını, onları şahsi bir tecrübe gibiyaşamaktan nasıl bıkmadığını söyledi.-Bende İhsan'ın tesiri büyüktür. Asıl hocamodur. Onun sayesinde o kadar az yoruldum ki...İhsan'ın en güzel tarafı, insan için yollarıkısaltmayı bilmesidir.O söyledikçe Nuran'ın, İhsan'ı tanımak arzusuartıyordu:-Öyle ise bir gidip görelim, yahut Emirgan'açağıralım. Zaten seni tanımalarını istiyorum.Doğrusunu istersen, biraz geciktik. Ben
ağabeyim diyorum, İhsan babam sayılır.Nuran bir müddet düşündü, sonra karar verdi:-Vazgeç, dedi. Bu yaşta nişanlı olarak takdimedilmek hoşuma gitmiyor. Nasıl olsa görürüz,her halde onu da Macide'yi de çok seveceğimibiliyorum.Sonra yeniden o gün gördükleri şeyleredöndüler. Cerrahpaşa'yı gezmişlerdi. Nuran,avlularında ot bitmiş, damı çökük, fukara yatağımedreselere, harap Tabhane'ye HekimoğluAlipaşa Camii'nin yüzük taşı biçimine hayranoldu.İstanbul'un bu semtleri bu ağustos gününde,pislikten, tozdan, sıcaktan bitaptı. Her yerdeharabe çeşnisi, sıcağın arttırdığı bezginlik, biryığın hasta ve yorgun çehre, fizyolojik çöküşgöze çarpıyordu. Şehir ve içinde oturanlar, okadar birbirlerine benziyorlardı. Yorgun gözveya vücutla dört beş metre murabbaınasığdırılmış, tahtaları morarmış, kiremitleri kırık,cüssesi yana doğru yatmış evler birbirini
Search
Read the Text Version
- 1
- 2
- 3
- 4
- 5
- 6
- 7
- 8
- 9
- 10
- 11
- 12
- 13
- 14
- 15
- 16
- 17
- 18
- 19
- 20
- 21
- 22
- 23
- 24
- 25
- 26
- 27
- 28
- 29
- 30
- 31
- 32
- 33
- 34
- 35
- 36
- 37
- 38
- 39
- 40
- 41
- 42
- 43
- 44
- 45
- 46
- 47
- 48
- 49
- 50
- 51
- 52
- 53
- 54
- 55
- 56
- 57
- 58
- 59
- 60
- 61
- 62
- 63
- 64
- 65
- 66
- 67
- 68
- 69
- 70
- 71
- 72
- 73
- 74
- 75
- 76
- 77
- 78
- 79
- 80
- 81
- 82
- 83
- 84
- 85
- 86
- 87
- 88
- 89
- 90
- 91
- 92
- 93
- 94
- 95
- 96
- 97
- 98
- 99
- 100
- 101
- 102
- 103
- 104
- 105
- 106
- 107
- 108
- 109
- 110
- 111
- 112
- 113
- 114
- 115
- 116
- 117
- 118
- 119
- 120
- 121
- 122
- 123
- 124
- 125
- 126
- 127
- 128
- 129
- 130
- 131
- 132
- 133
- 134
- 135
- 136
- 137
- 138
- 139
- 140
- 141
- 142
- 143
- 144
- 145
- 146
- 147
- 148
- 149
- 150
- 151
- 152
- 153
- 154
- 155
- 156
- 157
- 158
- 159
- 160
- 161
- 162
- 163
- 164
- 165
- 166
- 167
- 168
- 169
- 170
- 171
- 172
- 173
- 174
- 175
- 176
- 177
- 178
- 179
- 180
- 181
- 182
- 183
- 184
- 185
- 186
- 187
- 188
- 189
- 190
- 191
- 192
- 193
- 194
- 195
- 196
- 197
- 198
- 199
- 200
- 201
- 202
- 203
- 204
- 205
- 206
- 207
- 208
- 209
- 210
- 211
- 212
- 213
- 214
- 215
- 216
- 217
- 218
- 219
- 220
- 221
- 222
- 223
- 224
- 225
- 226
- 227
- 228
- 229
- 230
- 231
- 232
- 233
- 234
- 235
- 236
- 237
- 238
- 239
- 240
- 241
- 242
- 243
- 244
- 245
- 246
- 247
- 248
- 249
- 250
- 251
- 252
- 253
- 254
- 255
- 256
- 257
- 258
- 259
- 260
- 261
- 262
- 263
- 264
- 265
- 266
- 267
- 268
- 269
- 270
- 271
- 272
- 273
- 274
- 275
- 276
- 277
- 278
- 279
- 280
- 281
- 282
- 283
- 284
- 285
- 286
- 287
- 288
- 289
- 290
- 291
- 292
- 293
- 294
- 295
- 296
- 297
- 298
- 299
- 300
- 301
- 302
- 303
- 304
- 305
- 306
- 307
- 308
- 309
- 310
- 311
- 312
- 313
- 314
- 315
- 316
- 317
- 318
- 319
- 320
- 321
- 322
- 323
- 324
- 325
- 326
- 327
- 328
- 329
- 330
- 331
- 332
- 333
- 334
- 335
- 336
- 337
- 338
- 339
- 340
- 341
- 342
- 343
- 344
- 345
- 346
- 347
- 348
- 349
- 350
- 351
- 352
- 353
- 354
- 355
- 356
- 357
- 358
- 359
- 360
- 361
- 362
- 363
- 364
- 365
- 366
- 367
- 368
- 369
- 370
- 371
- 372
- 373
- 374
- 375
- 376
- 377
- 378
- 379
- 380
- 381
- 382
- 383
- 384
- 385
- 386
- 387
- 388
- 389
- 390
- 391
- 392
- 393
- 394
- 395
- 396
- 397
- 398
- 399
- 400
- 401
- 402
- 403
- 404
- 405
- 406
- 407
- 408
- 409
- 410
- 411
- 412
- 413
- 414
- 415
- 416
- 417
- 418
- 419
- 420
- 421
- 422
- 423
- 424
- 425
- 426
- 427
- 428
- 429
- 430
- 431
- 432
- 433
- 434
- 435
- 436
- 437
- 438
- 439
- 440
- 441
- 442
- 443
- 444
- 445
- 446
- 447
- 448
- 449
- 450
- 451
- 452
- 453
- 454
- 455
- 456
- 457
- 458
- 459
- 460
- 461
- 462
- 463
- 464
- 465
- 466
- 467
- 468
- 469
- 470
- 471
- 472
- 473
- 474
- 475
- 476
- 477
- 478
- 479
- 480
- 481
- 482
- 483
- 484
- 485
- 486
- 487
- 488
- 489
- 490
- 491
- 492
- 493
- 494
- 495
- 496
- 497
- 498
- 499
- 500
- 501
- 502
- 503
- 504
- 505
- 506
- 507
- 508
- 509
- 510
- 511
- 512
- 513
- 514
- 515
- 516
- 517
- 518
- 519
- 520
- 521
- 522
- 523
- 524
- 525
- 526
- 527
- 528
- 529
- 530
- 531
- 532
- 533
- 534
- 535
- 536
- 537
- 538
- 539
- 540
- 541
- 542
- 543
- 544
- 545
- 546
- 547
- 548
- 549
- 550
- 551
- 552
- 553
- 554
- 555
- 556
- 557
- 558
- 559
- 560
- 561
- 562
- 563
- 564
- 565
- 566
- 567
- 568
- 569
- 570
- 571
- 572
- 573
- 574
- 575
- 576
- 577
- 578
- 579
- 580
- 581
- 582
- 583
- 584
- 585
- 586
- 587
- 588
- 589
- 590
- 591
- 592
- 593
- 594
- 595
- 596
- 597
- 598
- 599
- 600
- 601
- 602
- 603
- 604
- 605
- 606
- 607
- 608
- 609
- 610
- 611
- 612
- 613
- 614
- 615
- 616
- 617
- 618
- 619
- 620
- 621
- 622
- 623
- 624
- 625
- 626
- 627
- 628
- 629
- 630
- 631
- 632
- 633
- 634
- 635
- 636
- 637
- 638
- 639
- 640
- 641
- 642
- 643
- 644
- 645
- 646
- 647
- 648
- 649
- 650
- 651
- 652
- 653
- 654
- 655
- 656
- 657
- 658
- 659
- 660
- 661
- 662
- 663
- 664
- 665
- 666
- 667
- 668
- 669
- 670
- 671
- 672
- 673
- 674
- 675
- 676
- 677
- 678
- 679
- 680
- 681
- 682
- 683
- 684
- 685
- 686
- 687
- 688
- 689
- 690
- 691
- 692
- 693
- 694
- 695
- 696
- 697
- 698
- 699
- 700
- 701
- 702
- 703
- 704
- 705
- 706
- 707
- 708
- 709
- 710
- 711
- 712
- 713
- 714
- 715
- 716
- 717
- 718
- 719
- 720
- 721
- 722
- 723
- 724
- 725
- 726
- 727
- 728
- 729
- 730
- 731
- 732
- 733
- 734
- 735
- 736
- 737
- 738
- 739
- 740
- 741
- 742
- 743
- 744
- 745
- 746
- 747
- 748
- 749
- 750
- 751
- 752
- 753
- 754
- 755
- 756
- 757
- 758
- 759
- 760
- 761
- 762
- 763
- 764
- 765
- 766
- 767
- 768
- 769
- 770
- 771
- 772
- 773
- 774
- 775
- 776
- 777
- 778
- 779
- 780
- 781
- 782
- 783
- 784
- 785
- 786
- 787
- 788
- 789
- 790
- 791
- 792
- 793
- 794
- 795
- 796
- 797
- 798
- 799
- 800
- 801
- 802
- 803
- 804
- 805
- 806
- 807
- 808
- 809
- 810
- 811
- 812
- 813
- 814
- 815
- 816
- 817
- 818
- 819
- 820
- 821
- 822
- 823
- 824
- 825
- 826
- 827
- 828
- 829
- 830
- 831
- 832
- 833
- 834
- 835
- 836
- 837
- 838
- 839
- 840
- 841
- 842
- 843
- 844
- 845
- 846
- 847
- 848
- 849
- 850
- 851
- 852
- 853
- 854
- 855
- 856
- 857
- 1 - 50
- 51 - 100
- 101 - 150
- 151 - 200
- 201 - 250
- 251 - 300
- 301 - 350
- 351 - 400
- 401 - 450
- 451 - 500
- 501 - 550
- 551 - 600
- 601 - 650
- 651 - 700
- 701 - 750
- 751 - 800
- 801 - 850
- 851 - 857
Pages: