Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 14:04:43

Description: Huzur-Ahmet Hamdi TANPINAR

Search

Read the Text Version

ondan ayrıldı:-Bu bizim bahçe... Ev öbür tarafta, sizgelmeyin artık, dedi.Başlarının üstünde bir sokak feneri, büyük birçınarı sanki içinden aydınlatıyordu. Üstlerineyaprak yaprak dökülen bu aydınlığın altında,bahar kokuları, çeşme ve kurbağa sesleri içindebirbirinden ayrıldılar. Mümtaz bir daha buluşupbuluşmıyacaklarını sormadığına pişmandı.İçinde onu bir daha görmemek ihtimalininverdiği korku vardı. Bu korku ile, geldikleriyollardan biraz mahzun; fakat genç kadınıncazibesinden bir yığın şeyle zengin, kalbi hiçtanımadığı bir dostluğa açılmış, döndü.

5Birkaç gün sonra Nuran, İclal'in güle güleevden içeri girdiğini gördü. Genç kız, iskeledeMümtaz'a rastlamış, beraber oturmuş, kahveiçmişlerdi. Sonra Mümtaz onu yolun yarısınakadar çıkarmıştı. Eve girdiği zaman bile, halaonun anlattığı şeylere gülmekteydi. BuMümtaz'ın ayak üstünde uydurduğu bir köpekhikayesiydi. Genç adam beş gün, elbettebirinden birine rastlarım diye, Kandilliönlerinden ayrılmamıştı. Şüphesiz isteseydidoğrudan doğruya İclal'den bunu rica eder,yahut da İhsan'ın vasıtasiyle Tevfik Bey'igörmeğe giderdi. Fakat hislerinden bir başkasınabahsetmek istemediği için, sessiz sedasız sahilimuhasarayı tercih etmişti. Henüz yelken

mevsimi değildi. Fakat Boğaz'da kayık mevsimişi değildir. O, Boğaz'ın tabii vasıtası, her saatbaşvurulan çare, her mizaca göre spor,eğlencedir. O kadar ki, bir Newyorklunun nedenbir Ford veya başka bir marka otomobilledoğmadığına şaşmıyanlar bile, Boğaz'da doğançocukların beraberinde bir sandalla dünyayagelmediklerine şaşırabilirler. Onun için hiçkimse Mümtaz'ı sandalında ve bu sandalıKandilli iskelesinde görünce şaşırmadı. Uyanıruyanmaz kayığa atlıyor, sırasına göre yelkenle,bazen motörle iskeleye geliyor, orada balıkavlamağa çalışıyor, kahvede kitap okuyor,ihtiyar bahçıvanlarla ve semtin eskileriylekonuşuyor, çok bunaldığı, denizde iş bulamadığızamanlar, yukarılara çıkıyor, Nuran'ın evininetrafından uzak durmak şartıyle tepelerdedolaşıyor, Boğaz baharının o sert rüzgarında kırçiçeklerinin, otların arasında geziniyordu.Beşinci günü sabrının mükafatını gördü. İclalvapurda idi. Bu tesadüfün sevinciyle yerindensıçramaktan kendini zor menetti. Genç kızıiskelede yakaladı. İclal onu burada bulacağınıhiç zannetmiyordu. Mümtaz, bir arkadaşına söz

verdiğini, çocuğun hala gelmediğini söyledi.Nuran, Mümtaz'ın bu kadar çapraşık yollardanbecerikli olmaya kalkacağını hiç sanmamıştı.İclal'in hikayesini dinleyince o da güldü:-Niye alıp getirmedin?-Doğrusu aklıma geldi ama, cesaretedemedim. Sana sormadan...-Biz onunla tanıştık...-Ada vapurunda... Adile Hanım'laberabermişsiniz. Sana selamı var. İstersenizöğleden sonra gelin, sizi gezdireyim, dedi.İskeleye indikleri zaman Mümtaz kayıktatembel tembel sıva yapıyordu. Onları gülerekkarşıladı:-Geleceğinizi umuyordum, dedi.Nuran onun yüzünü zayıflamış ve güneştenyanmış buldu. Kadınlar sandala binince o daarkaya geçti.

-Ne o, yelken açmıyacak mıyız?İclal'le Nuran, yelkeni, onun tehlikelerini,dalgalarla beraber gelen o küçük sarhoşluğutercih ediyorlardı. İki kıyının yalpa vurması, iyibir kavalye ile dansa benziyen o mihverindençıkmalar, aydınlığın, suyun içinden süzülmeler.Fakat Mümtaz, yelken zamanı değil, diyordu.Hakikaten bu lezzeti tatmaları için daha çokvardı. Sonra kadınların elbiselerinin harapolmasından korkuyordu. Böyle bir gezinti içingiyinmiş değillerdi.İclal lacivert döpiyesiyle bir çaya gidergibiydi. Nuran gri pardesüsünü ona vermişti.Sırtında kırmızı çizgili bej rengi bir kostüm,ceketin altında, kıvrılan kenarından, boynundışarıda kalan kısmını daha yumuşak, dahakadifeli yapan sarı bir süeter vardı. Saçlarını enson dakikada sağa sola iki üç tarakla düzelttiğibelliydi.Daha ziyade içinde son dakikaya kadar sürentereddüdü meydana koyan bu acele tuvaletlebaşı daha güzeldi. Mümtaz bu saçların gecesine

yüzünü gömmek arzusuyle damarlarınıntutuştuğunu hissediyordu. Bütün uzviyetindesenelerdir uyku uyumamış bir insanınyorgunluğu vardı.İclal kayığı beğenmişti. -Anlamam ama, güzel, diyordu. Nuran deniz işlerini daha yakından biliyorgibi, onun fikrini tamamladı:-Güzel sandal, balığa, gezintiye, yelkene,herşeye gelir. Hem de yeni...Mehmet sandalın ucundan bir eli rıhtımda:-Ben İzmit'e kadar giderim, bununla, diyecevap verdi.Genç kadınların kıyafetlerinden, hallerindenhoşlanmıştı. Ağabeysinin -Mümtaz'a ağabeyderdi- ilk defa böyle arkadaşları olduğunugörüyor ve onun hesabına seviniyordu. Fakatkayığa atlarken, kendisine bir yığın cam eşya

emanet edilmiş gibi ürktü. Onun kadını başkatürlüydü. O, mesela Boyacıköyü'ndeki kahveciçırağının sevgilisi cinsinden kadınları seviyordu.Onlara hayatın her safhasında güvenilebilirdi.Bunlar dayanıksız olmalıydı; fakat güzelliklerinebir diyeceği yoktu.-Balığı sever misiniz?-Babam ölmeden evvel çıkardık... Dahadoğrusu evlenmeden evvel...Bu ikindi saatinde rüzgar muayyensevkülceyş noktalarına çekilmiş gibiydi. İlk önceaşağıya, Beylerbeyi'ne doğru indiler. Sonratekrar geldikleri yoldan geriye döndüler.Anadoluhisarı'nı, Kanlıca'yı geçtiler.Akıntıburnu'nda rüzgar ve dalga, hakikatenengine çıkmışlar gibi, onları kucakladı. Bir adımötelerinde bahçeler, çocukların uçurtmadenedikleri yol, çiçek açmış meyve dalları, oltaile sabır terbiyesi yapanlar vardı. Fakat altlarındadeniz geniş su tabakalariyle kayıyor, garip,keskin, büyük davetlerin sesi ve kokusuyleonları taşıyordu. Mümtaz ömrünün hazinesini

taşıyordu. Onun için korktu:-Ben şimdi hem Sezarım, hem de kayıkçısı.Onun için, buradan ilerisi yok.Bunu genç kadının gözlerine bakaraksöylemişti. Fakat Nuran yalnız etrafla ve biraz dakendisiyle meşguldü. Beş gündür kafasında biryığın kararlar vermiş, kah evini ve hayatını cansıkıcı bulmuş, genç adamın daveti içinsabırsızlanmış, kah çocuğunun kendi yatağınınyanıbaşında duran karyolasına bakarak,dışarıdan gelecek hiçbir şeyin kendi sükunetinibozamıyacağını sanmıştı. Fakat işte, üç saatsüren bir didişmeden sonra gelmişti. Bu bir zaafmıydı? Yoksa tabii bir hakkı kullanmak mı?Bunu bilmiyordu. Yalnız, bütün ömrüyle bukayığa yıkıldığını, orada külçelendiğinibiliyordu. Dönüşte Emirgan'a çıktılar. Kahveninmevsimi başlamıştı. Her cinsten, her yaşta insanvardı. Hava biraz serinlerse kalkıp gitmekkarariyle yaklaşan akşamı ve baharı tadıyorlardı.Bahar bir nekahet sıtması gibi derin veürperticiydi. Bütün gezinti boyunca buürpermeyi duymuşlardı. Sanki herşey, taze ve

yumuşak yaprağın, parlak renklerin, beyazaydınlıkta kendisini gölgesiyle bulmanın telaş vesevinciyle birbiriyle kaynaşıyordu. Mor, kırmızı,erguvani, pembe, yeşil, kümelendikleri sırtlardaninsanın derisine hücum ediyorlardı. Fakatburada, bu meydan kahvesinde bahar sadece birküçük ürperme, bir yaşama hasretiydi. Sıcakçay, topluluk, biraz evvel geçtikleri yerleri şimdikarşıdan ve büsbütün başka ışıkta seyretmenininsana verdiği o garip hisle birbirlerinesokulmuşlardı.-Peki, anlatın bakalım, bizim Kandilli'yi nedenböyle muhasara altına aldınız?Mümtaz yüzünün kızardığını göstermemekiçin başını eğdi:-Bilmem buna muhasara denir mi? Kara yolları baştan başa açıktı. Ben sadeceiskeleyi zaptettim. Elimden bu kadarı geliyordu,ne yapayım? der gibi bir işaretle güldü. Fakatçehresiyle \"bu hafta çok sıkıntı çektim\" diyordu.Bu gülüşte, gözlerin ve dudağın kenarlarında

ancak farkedilen; fakat bütün yüze ıstırabıkabule hazırmış gibi bir mana veren bir şeyvardı.-Anlatsana şu Kandilli sarayını, Mümtaz?Mümtaz sabahleyin genç kıza anlattığı şeylerizihninde aradı:-Hayal... Duman. Bir mısraın peşine takıldık.Hakikaten şimdi hepsi hayaldi. Fakat bir şeysöylemesi lazımdı.-Bu sarayın tamiri için söylenmiş bir tarih.Tabii ne saray, ne temeli var şimdi. Ne de eskibahçeler. Fakat mısra duruyor:Yeniden şule-bar-ı sahil oldu köhne Kandilliİşte bir mısraın bana ettiği bir oyun. SonraKandilli'den, Kanlıca körfezinden, Çengelköyü

ve Vaniköy'den bahsetti. Garip bir erüdisyonuvardı. Bilgiden ziyade, vaktiyle yaşanmışhayatların peşindeydi:-Asıl mühim olan şey insandır. Gerisindenbana ne? Belki bir insan hayatı zamanınfırınında ateşe attığımız bir kağıt kadar çabukyanıyor. Belki hayat, hakikaten bazı filozoflarındediği gibi, gülünç bir oyundur. Tam birümitsizlik içinde bir yığın karar kılıklı tereddütve küçük, ümitsiz savunmalardır, hatta hülyadır.Ama, gerçekten yaşamış bir insanın ömrü yinemühim bir şeydir.Çünkü ne kadar gülünç olursa olsun, biz yinehayatı tam inkar edemiyoruz. Onda kafamızınvehimleri olsa bile, iyi, kötü diye kıymetlerarıyoruz. Aşka, ihtirasa yer veriyoruz.Sanatkarcasına yaşamanın, küçük hesap veisraflarda kaybolmanın farklarını buluyoruz.-Peki, ya hareket... Nuran eliyle bir işaretyaptı. Aksiyon manasına söylüyorum. Büyükyollarda kendisini denemek.

Mümtaz şüphe içindeydi:-Yolun büyüğü, küçüğü yoktur. Bizimyürüyüşümüz ve adımlarımız vardır. Fatih, yirmibir yaşında İstanbul'u fethetmiş. Descartes dayirmi dört yaşında felsefesini yapar. İstanbul birkere fethedilir. Usul Üzerinde Konuşma da birkere yazılır. Fakat dünyada milyonlarca yirmibir, yirmi dört yaşında insan vardır. Fatih veyaDescartes değillerdir diye, ölsünler mi? Kesifyaşasınlar yeter. Yani büyük yollar dediğinizşeyin büyüklüğü bizim içimizdedir.Nuran dikkatle genç adama bakıyordu:-Hareket, hareketten bahsetmiyorsunuz?-Bahsettim işte... Herkes bir şey yapmağamecbur. Herkesin bir talihi var. Ne bileyim, ben,bu talihi kendinden, iç dünyasından bir şeylerkatarak yaşamağı seviyorum. Yani sanatıseviyorum. Belki o bizi ölümün en iyi, enrahatça kabul edebileceğimiz çehreleriylekarşılaştırıyor. Şurası muhakkak ki, bir insanınhayatı bazen bir sanat eseri kadar güzel

olabiliyor. Onu bulduğum zaman...-Mesela...-Mesela Şeyh Galib... Genç yaşta, en parlakdevrinde ölüyor. Başlıbaşına hikmet olan birterbiyeden geçmiş. Bu terbiye onda birçokşeyleri, muzır şeyleri, başında öldürmüş. Nesabahı, ne ikindisi var. Sakin bir akşam gibi,hareket, ışığın oyunundan, sevilen şeyleresadakatten ibaret. Mesela, Dede. Bine yakıneseri var. Hayatına bakıyoruz; herhangi birhayat. Fakat sade kendisinin.-Devir de yardım etmiyor mu bunlara?-Elbette. Fakat istisnaları devrin üstünde gibigörünüyor. İnsan neredeyse şartların üstündeyaşıyor, sanacak. Mesela bunların hiçbiridünyayı ıslaha kalkmıyor. Halbuki sizinkomşunuz Vani Efendi, o kalkıyor,insanoğlunun huzuruyle, saadetiyle oynuyor.Ümitsizlik onu yenmiş... Birinciler nefsine sadıkolarak yaşamanın sırrını bulmuşlar. Öbürlerikendilerini aldatıyorlar gibi geliyor bana...

Mümtaz, hiç istemeden girdiği bu karışıkbahisten çıkmak ister gibi etrafına bakındı.Akşam, geniş musıki faslına başlamıştı.Aydınlığın bütün sazları güneşin veda şarkısınısöylemeğe hazırlanıyordu. Ve herşey aydınlığınsazıydı. Hatta Nuran'ın yüzü, kahve kaşığı ileoynayan eli bile...-Bir yere gitsek mi dersiniz?-Nereye mesela?-Büyükdere'ye, İstinye'ye...Gün burada bitiyordu. Halbuki onun bitmesiniistemiyordu. Belki oralarda, daha ötelerde güneşdevam edecekti.-Şu ümitsizlik dediğinizi anlatsanıza...-Ümitsizlik, ölümün şuuru, yahut bizdekiterbiyesi... Onun hayatımızdaki bir yığınkıskacı... Dört tarafımızı saran mengene dişleri,ne bileyim. Her hareket, cinsi ne olursa olsun,onun neticesidir. Hatta şu devrimizde olduğu

yerde kabuklaşmadan korku var ya... Sevilenşeylerin birbiri peşinden inkarı. Babam gibiolacağım korkusu. Nihayet, ne yapsam bir türlüölümden kurtulamıyacağım. Hiç olmazsa benibir uçta, bir kutup yolculuğunda bulsun. Yahuttoplu bir halde enternasyonal söylerken, yahut,kaz ayağı adım atarken... Kendisi de, bu anda,biraz bu korkunun içindeydi. Karşı sahildeevlerin pencerelerinde, dalgalarda sarı bir ışıkvardı. Kendilerini yalnız bu ışığın kurtardığınısanıyordu. O da olmazsa burada, bu çınardibinde boğulacaklar, gömüleceklerdi. Hakikattemesuttu ve saadeti içinde bir şeyler yapmakistiyordu. Eski tuzak, onda da çalışıyordu. Nuranartık bir şey sormuyordu. Kendi düşünçesinedalmıştı. Bu biraz da akşamın iradesine kendisinibırakıştı. Açık hava onu yormuştu. İkide birönüne bu sual çıkıyordu:-Sonu ne olacak bu işin? En iyisi, unutmak, bir şey düşünmemekti.Yaşadığı ana kendisini bırakmanın sükunetinitadıyordu. Fakat İclal düşünüyordu. İclalakşamın iradesine tabi değildi. O ölümün

terbiyesini bir kere bile aklına getirmemişti.Küçük, temiz, etrafındaki herşeyde vefalı gençkız hayatını yaşıyordu. Önünde sayısız günlervardı ve onları küçük kuklalar gibi ümitleriylegiydiriyordu. Aşkın, arzunun, sakin evin,çalışma saatlerinin, beklemenin, hatta icapederse çalışmanın, dostlukların kumaşlariyle,süsleriyle hepsini giydiriyordu. Üstlerinde olanherşeyi biliyordu, fakat yüzlerini göremiyordu;yüzleri gelecek dediğimiz duvara dönüktü. Saatigelince bu yüzler geriye dönüyor, İclal'lekarşılaşıyor, önünde bir reverans yapıyorlar,sırtından o süslü elbiseleri, parlak kumaşlarıyavaşça ve hiçbir şikayetsiz çıkarıyor, bendeğilmişim, muhakkak öbürüdür, diyeuzaktakilerden birini işaret ediyorlar, sonraarkasına geçiyorlar, orada kendindenevvelkilerin yanına diziliyorlardı. İşte bu baharda böyleydi. Bu bahar, kışın ortasında o kadarbeklediği, özlediği bahar...-Köşkü gezsek mi? Bunu İclal istemişti, hazırburaya gelmişken...-Bu akşam saatinde?..

-Niçin olmasın. Hem daha akşam değil ki...Burası kuytu, bize öyle geliyor. Daha saat altıyok. Sonra konuştuğumuz şeyler. Kolay değil,hemen hemen bir haftadır kimseyi görmedim.İçimde çok şey birikti.Nuran bu hareketi inkar eden adamı, kayığıiçinde iskeleyi muhasara altına almış gördü. Tamümitsizlik içinde bir teşebbüs... Bu toy adam birkadının hayatına yerleşmenin yolunu biliyordu.İçinde ona karşı garip bir merhamet ve beğenmehissi vardı. Dişisini çağırmasını biliyordu. Fakatbu kadar kuvvetle ve sabırla çağırabilmek içinne kadar yalnız olması lazımdı? Hiç olmazsabaşındakilerin hepsini dağıtmış olmalı idi.Nuran köşkü hiç de hayal ettiği gibi bulmadı.Fevkaladeliği yoktu. Dördüncü Murad,gözdesine hemen hemen küçük bir evyaptırmıştı. Ancak Mümtaz'la kendisininoturabileceği kadar bir yer. Ve bu düşünce onaköşkü sevdirdi. Planı bir gün lazım olur diye,ezberlemek istiyordu. Hiç olmazsa bu geceMümtaz'ı yatağında düşünürken. Mümtaz onlaraburasının, asıl binanın denize bakan kısmı

olması lazım geldiğini söyledi. Belki deyukarıdaki koru ilk önce buraya aitti. Fakat odeğilse bile, muhakkak yerinde başka birbüyükçe köşk vardı.Nuran duvarlardaki yazıları okumağaçalışarak, eski aynalarda kendi hayaliniseyrederek dolaşıyordu. Herşeyde garip bir mazikokusu vardı. Bu, tarih içinde kendikokumuzdu, ne kadar bizdik.Nuran geçmiş yılların imbiğinden çekilmiş buiksiri tadıyordu. Mümtaz'ın muhayyilesi başkatürlü çalışıyordu. Nuran'ı bir geçmiş zamandilberi, Dördüncü Murad devrinin bir ikbali gibigiydiriyordu. Mücevherler, şallar, sırmalıkumaşlar, Venedik tülleri, gül şeftali pabuçlar...Etrafında bir yığın yastık. Düşüncesini gençkadına söyledi:-Yani bir odalık gibi, değil mi? Hani şuMatis'inkiler cinsinden.Ve gülerek başını şalladı. Hayır, istemiyorum.Ben Nuran'ım. Kandilli'de otururum. 1937

senesinde yaşıyor, aşağı yukarı zamanımınelbisesini giyiyorum. Hiçbir elbise ve hüviyetdeğiştirmeğe hevesim yok. Hiçbir ümitsizlikiçinde değilim ve bu aynalar beni korkutuyor.Bununla beraber çıkmak istemiyordu. Gezdikçeköşkün zevkini tatmıştı. Burada çok basitşeylerin güzelliği vardı. İllüstrasyon'da veyaİngiliz mecmualarında resimlerini seyrettiğişatolar, on sekizinci asır köşkleri gibi bolluk velüks içinde değildi. Burası içten zengin bir yerdi.İnsanı kendi içinde topluyordu. Tıpkı babasınınkendisine öğrettiği o Hint şalı renkli, ağır,işlenmemiş mücevher parıltılı besteler gibi... Veiçinde o bestelerin hüznünü duyuyordu. Çıktılar.İclal:-Şimdi ne yapacağız, dedi.-Eve döneceğiz. Bu ümitsizlik içindeki adambizi yokuşa kadar çıkaracak. Ona zahmetinemükafat olarak biraz yemek yedireceğiz. Beşgündür belki de açlıktan ölmüştür. Sonra isterseiskeledeki muhasarasına devam eder.Konuşurken Mümtaz'ın yüzüne biraz evvelki

karanlık bir aynanın önünde öpüştükleri anınsıcaklığını duya duya bakıyordu. Dibindetanımadığı, hiç görmediği yüzlerce insanınhayatından bir şeyler uyuyan aynanın sularındabaşları ve elleri birdenbire birleşmişti. Bu okadar ani olmuştu ki, ikisi de hayret içindeydiler.Nuran'ın neşesi biraz da bu şaşkınlığı örtmekarzusundan geliyordu.Kayıkta hemen hemen hiç konuşmadılar.Mümtaz ayakları, sandalın ucundaki delikte,motörü idare ediyordu. Deniz ağır bir sessizlikiçindeydi ve bu sessizlik onları mumyalamışgibiydi. Sanki batan güneş yerine bu üç hayal,altın, bal sarısı ve mor ışıktan şeritlere sarılmıştı.Bu sükutu ilk önce Nuran bozdu. Belki de nekadar tehlikeli olduğunu biliyordu. Belki dekendisini seven adamı tanımak istiyordu:-Hakikaten hiçbir büyük işe hevesiniz yokmu?-Büyük işe, hayır... Fakat bir işim olduğunubiliyorsunuz. Bunu yapıyorum, o kadar.

Büyükten korkuyordu. O tehlikeli bir şeydi.Çünkü çok defa hayatın dışına çıkmaklaoluyordu. Yahut insan serbest düşünceyikaybediyor, hadiselerin oyuncağı oluyordu.-O zaman insan kendisinin veya hadiselerinağında kayboluyor. Hakikatte bu konserdebüyük küçük yoktur. Herşey ve herkes vardır...Tıpkı etrafımız gibi. Hangi dalgayı, hangi ışığıatabilirsiniz. Onlar kendiliğinden yanarlar,sönerler... Gelirler, giderler, tezgah durmadanişler. Fakat siz niçin saadeti aramıyorsunuz dabüyük işi arıyorsunuz?Nuran'ın cevabı onu şaşırttı:-İnsanlar o zaman kendilerini daha rahathissediyorlar!Mümtaz:-Ama o zaman etrafları daha fazla rahatsızoluyor!Kavaklar'a kadar akşamı seyrede ede gittiler.

İclal kendi hülyalarına dalmıştı. Müstakil bir ev,iş, bir yığın iş, mesuliyet, hesaplar, uzunbeklemeler, çocuk elbiseleri, mutfak veyemekler... Ara sıra onların içinden sıyrılıyor veMuazzez'i düşünüyordu. Nuran'la Mümtazsevişiyorlardı. Bunu anlamıştı. Muazzez'e buhaberi verecek miydi? Birdenbire genç kızınMümtaz'ı sevdiğini düşündü. Bu sevgi onunsadece başkalarının hayatiyle dolu ruhundakendine ayırabildiği tek yerdi... \"Hayır, hiçbirşey söylemem.\" Fakat havadis de mükemmeldi.Ömrümde bir kere zafer kazanacaktım.Mümtaz o gece Nuran'ın, o kadar tahayyülettiği evini göremedi. Yolda Nuran, İclal'inayakkabısiyle uğraşmasından istifade ederek onayavaşça, eve gelmesinin münasip olmayacağınısöylemişti. Deminki cesareti, pervasızlığı,semtlerine gelince kaybolmuştu.-Ben size telefon eder gelirim... Fakat onunla biraz daha beraber kalmak içinfıstık ağaçlarına kadar çıkmayı teklif etmiş,orada geceyi beklemişlerdi. Mümtaz işte orada

Nuran'dan, bir daha, ve Dede'nin SultaniyegahBestesi ile Talat Bey'in Mahur Bestesi'ni dinledi.

6Nuran söz verdiği gün geldi. Mümtaz o günüsonradan birçok defa hatırladı. O günün hatırasıonun hem bağrında saplı hançeri, hem ömrününsom altından bahçesiydi. Onun için hiçbirteferruatını unutmamıştı. Istıraplı günlerindeNuran'ın kendisine karşı kayıtsızlıklarınıfarkettiği zamanlarda, onları teker teker sayar veyaşardı. O zamana kadar Nuran'ı sadeceuzaktan, cazip bir hayal gibi görmüştü. Fakatyolda kulağına, \"Siz gelmeyin, ben telefon edergelirim\", diye fısıldadığı andan itibaren bu caziphayal, bu uzak varlık birdenbire genç adamdadeğişmişti. Kulağına akıtılan bu sözler acayip birsihirmiş gibi, bir saniye evvel sadece o anı

süsleyen, derinleştiren, zenginleştiren duygular,birdenbire yakıcı şeylerin kudretini kazanmıştı.Hakikat şu ki, genç adam o zamana kadar bugüzel kadının sadece varlığiyle mesut oluyor,uzaklaşınca içine hüzün çöküyor; fakat onuhayatının içinde göremiyordu. Ona ait duygularıhenüz, muhayyilenin sıcaklığını tanımamışlardı.Bunlar latif hayaller, küçük hayranlıklar,özenmeler, küçük isteklerdi. Bu özenmelerle,küçük isteklerle de bir münasebet kurulabilir,sevişilir ve ayrılınabilirdi. Tabldot masasındayemek yemek, aynı otelin odalarında yatıpkalkmak, aynı arabada gezinmek, yahut aynıpiyesin ve ilmin karşısında gülüp eğlenmekcinsinden münasebetler zannettiğimizdenfazladır.Mümtaz'ın da bu cinsten münasebetleriolmuştu. Fakat Nuran'ın yüzünü ve dudaklarınıkulağının dibinde hissettiği ve sesinin arzu iledeğiştiğini bu kadar yakından duyduğu anda işdeğişmişti. O andan itibaren muhayyilesiçalışmağa başlamıştı. O büyük ve şaşırtıcı fırınher saniyede ve kendi uzviyeti içinde genç

kadının bir yığın hayalini pişirip ortaya atıyordu.Bu uzviyetin ihtilalci, şaşkınlığı veya yeni birnizam ve ahengin içinde kendisini bulmasıdemek olan bir çalışmaydı. Şimdi genç adamındamarlarında Nuran'ın nefesi üst üste sıcak,kokulu baharlar açıyor, arzu, yaşama hasreti,susamış hayvanların ikindi sıcağında serinkaynaklara sürü halinde gidişi gibi, içinden ona,sevgilisine doğru akıyordu. Ekseriya içimizdevarlığından bile şüphe etmediğimiz o gizli veyaratılışın sırrını taşıyan kurtlar birdenbireuyanmışlardı. Mümtaz, oluşun bu zerresi, şimdikendisini kainat kadar geniş, sonsuz buluyordu.Nuran'ın varlığı ile kendi varlığını bulmuştu. Biryığın aynadan bir kainat içinde yaşıyor vehepsinde kendisinin bir başka çehresi olanNuran'ı görüyordu. Ağaç, su, aydınlık, rüzgar,Boğaz köyleri, eski masallar, okuduğukitap, gezdiği yol, konuştuğu ahbap, başınınüstünden geçen güvercin, sesini duyduğu vecüssesi, rengi, hayat nasibi ne olduğunubilmediği yaz böcekleri, hep Nuran'dan gelenşeylerdi. Hepsi ona aitti. Hulasa uzviyetinin vemuhayyelisinin yaptığı bir büyü içinde idi.

Çünkü kadın dediğimiz o acayip ve zenginvarlık, o bizden başka türlü ve derin tabiat, onunkulağına bir saniye kendi uzviyetinin sıcaklığınınakletmişti. Geceyi acayip hayaller içindegeçirdi. Nuran'la evlenecekti.Böyle bir sevgi tesadüfe bırakılamazdı. Evinidöşedi. Kendisine fazla kazanç imkanları aradı.Nihayet uzunca bir Avrupa seyahatininprogramını bitirmek üzere iken, gözleriNorveç'te bir fiordun aydınlık, yan yanaseyreden hayallerine kapandı. Fakat hakikatenNorveç'te miydiler? Yoksa dünyanın herhangibir yerinde mi? Daha ziyade Anadoluhisarı'ndangeçiyorlar gibi gelmişti ona, ve bu tereddütiçinde silkinerek uyandı. Ondan sonra hep böyledevamsız kendinden geçmelerle uyudu. Gençkadının çehresi, tebessümü, zihinde kalan ufaktefek halleri, başlayan rüyanın karışık halleriniikide bir bölüyor, o zaman Mümtaz silkinerekuyanıyor, biraz evvelki uyanıklığında kurduğuhülyalara, bıraktığı yerden başlıyordu. Böylecekendi hayatına muvazi bir romanı yaşıya yaşıyageceyi geçirdi.

Bazen yerinde duramıyor kalkıyor, oda içindegeziniyor, bir cıgara içiyor, bir iki sahife kitapokuyordu. Sonra tekrar yatağa giriyor, uyumağaçalışıyordu. Sonra tekrar hayal aynı vuzuh ilegözünün önüne geliyor, rüyanın ne olduğunufarkedemediği akışını kesiyor, Nuran alt kattakisofanın aynasından birdenbire fışkırıyor, yahutbahçedeki erik ağacı birdenbire onun şeklinialıyor veya çocukluğunun geçtiği odalardanbirinde ona rastlıyor ve çehre tammuayyeniyetini aldığı zaman, o yatağında \"yarıngelecek\" düşüncesiyle uyanmış bulunuyordu.Mümtaz o zamana kadar bu yarın kelimesininsihrini tatmamıştı. Onun hayatı sadecebugünlerde geçmişti. Galatasaray'da ikengeçirdiği büyük hastalıktan sonra çocukluğunu okadar zehirliyen mazi düşünceleri bile azalmıştı.Halbuki şimdi bu tek kelime, içinde birmücevher gibi parlıyordu. Yarın... Mümtaz sankiyarın sabah doğacak güneş kendi benliğinde biraltın yumurta imiş gibi ve kainatı, aydınlığıkendi uzviyetinden doğuracakmış gibi, içindekozmik bir zenginlik duyuyordu...

Yarın... Bu acayip ve sihirli bir kapıydı.Birdenbire yirmi yedi yaşına açılan bir kapı kibu gece eşiğinde yatıyordu. Bu kadar telaşlıolmasına hiç de şaşılmazdı. Çünkü bu kapınınarkasında Nuran vardı. Onun bilmediğicazibeleri ve bildiği cazibeleri, yumuşak sesi,dost gülüşü, istediği zaman insanın içinearzunun cinayet kadar kırmızı, ateş kadar yakıcıve sonra garip şey, eski camilerdeki o renklicamlardan hafız sesleriyle beraber dökülen ışıkkadar ruha ait şeylerle dolu iksirini akıtanbaşkaları vardı. Onun arkasında mahremiyetinegirmek istediği bir ömür ve bu ömürle birleşecekkendi ömrü vardı. Böylece kaç dağın rüzgarı,kaç nehrin ve çeşmenin suyu, kaç hasret vesonsuzluk birleşecekti.Nihayet dayanamadı. Bu muazzam ve eşsizyarının bir anını kaybetmek istemiyormuş gibiyatağından fırladı. Balkonu açtı, etraf ağarmıştı.Fakat her yer sis içindeydi. Sanki hilkat zamanincisinin içinde oluşun çıkrığını hala işletiyordu.Yalnız karşı tepeler bu çok donuk şekildeparıltılı perdenin üstünde çok hayali bir gemi

gibi insana baktıkça herşeyin başlangıcı olansırrı, büyüyü derhal verecekmiş hissini bırakan,kendi hakikatlerinden uzaklaşmış hüviyetleriyleyüzüyorlardı. Daha ileride birkaç ağaç nasılsakendilerine kadar yol bulan ilk ışıkların altındarutubetli havada, olduklarından daha narin, dahataze titreşiyorlardı. Fakat deniz görünmüyordu.O, oluşun ağır sis perdesi altındaydı. Beykozönlerine doğru bu perde daha koyu oluyordu.İskeleye indiği zaman saat yedi vardı. Çaycımasa ve sandalyelerini dizmek için güneşin iyicegörünmesini bekliyordu. Fakat sular yakındandaha açık görünüyordu. Yer yer renkten ziyaderenk hatırasına benziyen ışık hüzmeleri deniziniçinde, sadece cevherden, katıksız bir alemyapıyorlardı.Sürmene'de yapıldığı aynalı kıçından bellikırmızı bir motör, bu yarı aydınlık dünyadabirdenbire önünde belirdi ve müphemdengelmenin verdiği uzaklık duygusu içindekayboldu. Onu daha hayali, daha ince birkayığın vehmi, adeta ruha ait bir mevcudiyetgibi sakin, bununla beraber arızası kıt bir

dünyada olduğu için daima kendisi olarak, takipetti: Bütün onlar ani doğan hayaller, fikirler gibibir lahza gözlerinin önünde mevcut oluyorlar,sonra zihin, filmi o noktada kırılmış da başkayerden eklenmiş gibi bir başkasıpeydahlanıyordu. Fakat en garibi, en şaşırtıcısı,seslerin peydahlanıp bitişleriydi.Mümtaz, Boyacıköyü'ne kadar yürüdü. Oradadeniz kenarında küçük bir balıkçı kahvesindeoturdu. Önündeki manzara, mesafeye yürüyüşistikametine göre açılıp kapanıyordu. Bumucizeli ışık oyununda, sandallar, su motörleri,istakoz avı için kullanılan sepetlerle dolu balıkçıkayıkları, yakınlık ve uzaklıkları insana ayrı ayrıhayret veren birer hüviyet oluyorlardı. Kahvedebir iki semt delikanlısı ile birkaç kayıkçı vardı.Bunlardan birisine gitti. Mehmet'e serbestolduğunu söylemesini rica etti. Sonra öte beridenkonuştular. Fakat Mümtaz'ın sabırsızlığı biryerde uzun uzun durmasına maniydi. BugünNuran gelecekti. Garip birşeydi bu. Düşüncesiniancak buraya kadar götürebiliyordu. Fakat orayagelir gelmez, ayağının dibinde bir uçurum

açılmış gibi birdenbire irkiliyordu. Ondan ötesinibilmiyordu. Ondan ötesi çok parlak, adetarenklerin kaynaştığı bir uçurumdu ki, oradaNuran'la beraber kayboluyorlardı.Mümtaz bu kadar hususi bir şekilde kendisineait bir anda etrafiyle her gün olduğu gibikonuşmasına şaşıyordu. Daha garibi hiçkimsenin bu fevkaladeliği onda sezmemesiydi.Bütün çehreler aynı idi. İhtiyar kahveci geçenkış, kılıç avında yakalandığı siyatiktenkurtulduğu için memnun, gülümsüyordu. Çırak,aşk yorgunluklarını uzunca dargınlıklardadinlendirdikten sonra aşığına dönmeği adetedinen Anahit'le barışmış olacak ki uykusuz veyorgun, dün akşamki yatak hazlarının haladağılmayan sisleri içinde yelkensiz, dümensizbir gemi gibi, olduğu yerde sallanıyordu. İkibalıkçı yerde mantarlariyle, kararmış iplikleriylene olduğu bilinmeyen bir deniz hayvanı gibiyığılmış bir ağın başına çömelmişler, onu eldengeçiriyorlardı. Etraflarında yosun, kabukluhayvan, deniz dibi kokusu gözle görülecekşekilde koyulaşıyordu. Hepsi kendisine sual

soruyor, verdiği cevabı dinliyordu. Fakathiçbirisi içinden geçeni bilmiyordu. Belki defarkındaydılar da ehemmiyet vermiyorlardı. Birkadını olmak, bir kadın tarafından sevilmek okadar tabii bir şeydi. Kendisinden yüz binlercesene evvel başlayan bir tecrübe idi. Fakat ölümgibi, hastalık gibi, ancak şahsımızdaduyduğumuz zaman tamamlanan bir tecrübe...Belki de böyle olduğu için bizi kendi içimizdeetrafımızdan ayırıyordu.Mümtaz, Rizeli Sadık'a, Giresunlu Remzi'ye,Yedi Cet Hisarlı Arap Nuri'ye, Bebekli Yani'yebu düşüncelerin arasından bir zaman baktı. Busert yüzler, bu nasırlı eller, bu denizden,balıktan, dalgadan, yelkenden, ağdan başka birşey bilmiyor gibi görünen insanlar, yanibaşlarında mayosunu boynuna eşarp gibidolamış siyah saçlı Delysarto'nun Meryemleriçehreli genç çocuk, hepsi bu tecrübeninmalıydılar. Ya ondan geçmişler, yahut onahazırlanıyorlardı.Fakat işin garibi aynı merhalelerdengeçmelerine, içlerinde aynı zemberekler

çalışmasına rağmen, kendisinde belki onlarla eniyi anlaşacak taraftan habersizdiler. Hayır,oturmak, onlarla konuşmak beyhudeydi. Bütünbu insanlar dostlarıydı. Tıpkı bu kahve, bu ağlar,bu duvara dayalı direkler, biraz ilerideki cami,çeşme gibi, hepsi dostuydular. Hatta şu iskeledeher sabah kendisini bekliyen ve buraya kadarpeşinden gelen, belki de ta yukarıya kadaronunla çıkacak olan siyah kıvırcık tüylü köpekyavrusu da dostuydu. Fakat bugün Mümtazsevincinde yalnızdı ve bu hep böyle olacaktı.Yarın ıstıraplarında yalnız kalacak. Bütüntanıdıkları, dostları için bir muamma, bir meçhul.Yahut hayatın kenarına fırlamış bir rakamolacak, öbürüsü gün öldüğü zaman da aynışekilde yalnız ölecekti.Ağır ağır kalktı. İskelede bir sandaldan denizegirdi. Sis eskisi gibi olmamakla beraber genedevam ediyor; ışık inci rengi bir imbiktensüzülerek geliyordu. Soğuk su, fena uyunmuşgecenin ağırlığını aldı. Bir tanıdık sandaliylekendisinin de kimler için, o bir anda gelip geçendüşünce veya vehim kılığına büründüğünü

düşünmeden Emirgan iskelesine kadar çıktı.Sonra ıslak mayo elinde, arkasında siyah tüylüköpek yavrusu, evine doğruldu. Köpek buarkadaşlıktan çılgınca memnun, etrafında dolaşadolaşa yürümesi yetmiyomuş gibi, acayip sesler,küçük havlamalar ve hırıltılar çıkararakyürüyordu. Mümtaz, \"bu hiç olmazsasevinmesini biliyor\" diye düşündü. İnsanoğlutam sevinemez, bu onun için imkansızdır.Düşünce vardır, küçük hesaplar vardır ve korkuvardır. Bilhassa korku vardır. İnsanoğlu korkanmahluktur. Hangi büyük mucize bizi bukorkudan kurtarabilir? Fakat Mümtaz bu andayalnız seviniyordu. Bir yığın düşüncenin,kendisinin olmayan tecrübelerin arasından olsada seviniyordu. Yokuşun ortasında içine birşüphe geldi. Terazi birdenbire aksi istikametekaydı; ya gelmezse... Ya bu geliş tam olmazsa...Evin kapısını açtı. Köpeği buyur etti. Fakathayvan içeriye girmedi. Bu evde vaktiyle yalnızüç gün misafir olmağa razı olmuştu. Sonrahürriyetini tekrar eline almış, kovuğundadoğduğu büyük çınarın dibine gitmişti. Orada

Mümtaz'ı beklemeği; ona kara gezintilerindearkadaşlık etmeği tercih ediyordu. Şimdi dedışarıda, iki ayağı eşikte kuyruğunu, kulağınısallayarak kendisiyle biraz oynamasını, ona birşeyler söylemesini istiyordu. Mümtaz, kapıyınaçar açık bırakarak içeri girdi. Köpek başınıeski Divan aşıkları gibi eşiğe koydu ve kapınındışına uzandı. Göğsünden çok dostça sesler,hırıltılar çıkarıyor, gözleri bir vuslat hazziylesüzülüyordu. İşte Nuran bu basit şeylerinarasında geldi. O geldiği zaman köpek çoktangitmişti. Kapının önünde Mümtaz mavi gömleği,ütüsüz pantolonuyle sabırsızlıktan harap, onubekliyordu. Genç kadın yokuştan nefes nefesekapıdan girdi.-Ne dik yokuş Yarabbim, diyordu.Üç gün kendisiyle didişmişti. Herşeyinlüzumsuz olduğunu sanıyor, atacağı adımınkendisini götüreceği yerden sanki korkuyormuşgibi üzülüyordu. Kendisini çok acayip birperdenin önünde buluyordu. Onu açarsa kainatalt üst olacaktı. Mümtaz'ı sevdiğini biliyordu.İçinde müphem ümitlerin hudutsuzluğu ile

uyanan bir şey, hiç tanımadığını sandığı biryaşama sıcaklığı hep kendisini ona doğrusürüklüyordu. Bununla beraber gene bir yığınşey de ona karşı geliyordu.Bu üç günde büyük annesinin hayali onu hiçbırakmamıştı. Ta çocukken eski bir sandıktabulduğu çok soluk dakarotip resmin sahibi,beyaz ferace ve yaşmağı, solgun ay ışığı yüzüve bir uçurum başında uyanmış ceylanbakışlariyle kendisine o kadar meçhul istihalarilham eden, eski şeylerin zevkini veren, eskibeste ve şarkıları onun için bir yaşama iklimiyapan kadın, şimdi Nuran'a bütün iç hayatınıinkar ettirmeğe çalışıyordu. Sanki bu soluk resimher lahzada canlanıyor, \"Ben\" diyordu, \"çoksevildim, onun için böyle perişan oldum.Sevdiğim ve sevildiğim için bana muhtaçolanların hepsi bedbaht oldular. Kendi yakınındabu kadar canlı bir örnek varken, nasıl cesaretedebiliyorsun?\"Fakat Nuran'ın içinde konuşan yalnız büyükannesinin sesi, veya hayatı değildi. Dahaderinden gelen, daha koyu, daha karışık bir

ikinci ses daha vardı. Ve bu ikincisi Nuran'ınkalbine ve uzviyetine hitap ediyordu. Onlarıngürültüsüyle, onların müphem ve tehlikeliuyanışlariyle konuşuyordu. Bu damarlarındakikanın sesiydi. Aşka ve ihtirasa her şeyi birdenyakarak doludizgin giden Nurhayat Hanım'ınkanıyle, anne dedesi Talat Bey'in sevgininocağında bir nezir gibi yanmağa hazır kanları,bu iki kana sonradan karışan babasının kanı,serhat boylarında, Balkanlar'da, Karadenizkıyılarında, bin erkekçe tecrübe ilehazırlandıktan sonra, Kırım muharebesindeburaya, İstanbul'a düştüğü için birdenbireşaşıran, kibar ve incelmiş hayata bütün hürçırpınışlarını feda eden, asırlık bir zevkingönüllü esiri olan kanı, bütün bunlar acayip, çokacayip bir halita olmalıydı. Bir tarafta sadeceatılış, öbür tarafta sadece kabul, rıza ve baş eğiş.İşte Nuran'ın içinde o kadar değişik ağızlarlakonuşan ikinci ses bu kanın sesiydi. Nuran bukanı kendisinde tehlikeli bir miras gibi yıllarcagezdirmiş, onu uyutmağa, onu inkara çalışmıştı.Fakat Mümtaz'a Ada vapurunda ikincitesadüfünde birdenbire dizginleri elinden

kaçırmıştı. Bir şeyden korkmak, biraz da onungeleceğini beklemektir. Nuran belki de içindekikorku ile bu mirasın kendisinde uyanmasınıhazırlamıştı. Onun için Mümtaz'a bir vapurkamarasında -Allahım ne ayıp!-Alçak sesleMahur Beste'yi, -hem ilk teklifte, rica bileetmeden -okumuş, Kandilli tepesinde Sultani-yegah bestesini dinletmişti. Bu kan garip birhalita idi. Onu alaturka musıki dedikleri acayiptokmakla döve döve hazırlamışlardı.Mahur Beste, bu aile yadigarı, yer yer mazlumrızası ve zalim hatırlayışları, bir nevi ilk veiptidai tabiata dönüşe benzeyen ıstırabı ile bu çiftmısraın, şimdi bir tarafında derinleşen, kendisinidavet eden uçurumuydu. Ne gariptir ki, hayatınıdüşündüğü zaman kendisine o kadar uslulukdersleri veren büyük annesi, bu besteyihatırladığı zaman büsbütün başka bir dillekonuşuyor, küçük ve soluk, sert ve yaldızıdökük resimde bütün hayatına, inkar edenbakışlarla bakan, ömrünün hayalikarşısında kuru yaprakları altında gömülmeğehazırlanmış bir sonbahar gibi içlenen kadın,

birdenbire bu nedametten soyunuyor, Nuran'ınçocukluğunda yetiştiği ihtiyar kadınlarınanlattığı o yarı vahşi güzelliği ile diriliyor, sankikendi sevgisinin ve yaşama iştihasının ocağındabitmez tükenmez bir ateş raksı yapıyordu. \"Atıl\",diyordu. \"Atıl bu ava; yan ve yaşa! Zira aşkyaşamanın tam şeklidir.\" Daha garibi bu ateşraksında, bu adeta iptidai oyunda dedesininmazlum ve mütevekkil ruhunu da, kendi ıstıraptecrübesini tekrarlamağa hazır bir halde onunlaberaber bulunmasıydı. Vakıa o NurhayatHanım'da olduğu gibi büyüsüyle, çılgın vemuhteris konuşmuyor, onun gibi alev rakslarıyapmıyordu. Fakat reçineli, yağlı bir kütük gibikendi ıstırabiyle bu alevi besliyor, onunocağında yanıyordu. \"Mademki benim kanımıtaşıyorsun, sen de sevecek, şu veya bu şekildeıstırap çekeceksin! Bir kaderden kurtulmağabeyhude çalışma!\" Hatta daha ileriye gidiyor,\"Bütün ömrünce bunu beklemedin mi?\" diyesoruyordu. Bunlar hiç uslanmasını bilmeyeninsanlardı! Bu ocakta yanmak için ta nerelerdengeldim! Kaç rüzgarda savruldum. Kaç sahilingüneşinde kurudum... Ve Nuran onu dinlerken

Mümtaz'ın kaderini Emirgan'da ağacın dibindekendisine söylediği şeyleri hatırlıyarak, onuevvelden hazırlanmış bir şey gibi görüyordu.\"Kim bilir\", demişti, \"belki de çocukluğumdamaziden gelen herşeyi inkar ettiğim için eskiyibu kadar seviyorum. Yahut da büsbütün başkabir şey olabilir. Biz üç batın evvel köylü idik.İntibakımızı tamamlıyoruz. Annem eski musıkiyiseverdi. Babam ise hiç anlamazdı. İhsan için birnevi musıkişinastır, diyebilirim. Ben ise onuhayatıma naklettim. Bütün tarih boyunca böyleolmadı mı? Evet, belki de kollektif bir kaderiyaşıyorum. Asıl düşüncemi ister misiniz? Bizimmusıkimiz kendi içinde değişene kadar hayatkarşısında vaziyetimiz değişmez sanıyorum.Çünkü onu unutmamız ihtimali yok... Odeğişene kadar aşk tek talihimiz olacak!\" Ozaman İclal'in yanında gözlerinin içine bakarak,kendisine sevgiden bahsettiği için ona kızmıştı.Halbuki şimdi onu anlıyordu. Onda dedesininbir eşini görüyordu. O da bu tecrübe içinkökünden kopup gelenlerdendi.Nuran içindeki didişmenin arasından kendi

hayatına ve etrafına yeni bir gözle baktığı bugünlerde, bu garip aile yadigarının bütün içhayatını idare ettiğini, ömrüne büyük annesininhakim olduğunu gördüğünü anladı. Sade kendisideğil, bütün aile böyleydi. Hepsini,kendilerinden çok evvel, geçmiş bir takvimyaprağına ait bir akşama benziyen bu aşkmacerası terbiye etmiş, onlara ve etrafındakilereyaradılışlarına göre ayrı ayrı kederlerhazırlamıştı. Şimdi sıra kendisinindi. Kendisininve Mümtaz'ın! Mahur Beste'nin altın kafesiarkasında onların gölgeleri çırpınacaktı. Daha ilkgünden Mümtaz'a gideceğini biliyordu. Çünkükendisini yalnız genç bir adam davet etmemişti.Mümtaz'ın sesi tek başına kalsa buna kifayetsizgelebilirdi. Aşkı kendisine tek kader yapanbütün bir irsiyet onu oraya itiyordu. Kimi ondankaçarak ömrünü kurutmuştu. Annesi böyle idi.Ömründe bir kere rahatça gülmemiş, hiçbirihsasa kendini rahatça bırakmamış,duygularından bahsetmemiş, çocuklarını bile birkere heyecanla öpmemişti. \"Kadın her şeydenevvel kendisini gizlemeği bilmelidir; yavrum!\"Nuran'ın ilk duyduğu anne nasihatı buydu. Bu

yüzden bütün ömrünce farkında olmadan zalimolmuş, kendisini o kadar seven, yaşadığınıanlamak için duygularını yaşamağa muhtaç olanbabasını adeta ezmişti. Dayısı Tevfik Bey'inmuvazenesizlikleri bu yüzdendi. Oğlu Yaşar'ınkendisine beslediği, bir ev içinde o kadarrahatsız edici o marazi sevgi yine buradangeliyordu. Kendi de bu korku içinde büyümüştü.Sevebileceği o kadar genç arkadaşı arasındahiçbir suretle sevmiyeceğini bildiği, yalnız iyiarkadaş olacaklarını sandığı Fahir'le evlenmişti.Kızı Fatma da, hem daha şimdiden, aynı kaderehazırlanıyordu. Babasına ve kendisine olandelice düşkünlüğü, içliliği, kıskançlığı, hep butaşıdığı yükün altında ezilmiş irsiyetin izleriydi.Kim bilir, büyüdüğü zaman ne kadar bahtsızolacaktı. Nuran bunları biliyor ve düşünüyordu.Fakat hayatı da olduğu gibi kabul ediyordu.Çünkü hayat insanla oynamak isterseoynayabiliyordu. Talat Bey'in macerasındansonra bütün ailede garip bir boşanma taassububaşlamıştı. Hiçbir şey boşanmak kadar ayıpgörülmedi. Hatta bu yüzden aileye girendamatların çoğu bütün kabahatların

affedileceğini evvelden bildikleri içinşımarmıştılar. Bazıları karılarını bir kuru ekmeğemuhtaç etmişlerdi. Bu taassup sade kadınlardadeğil, erkeklerde de vardı. Tevfik Bey otuz senekocasını kendisinden güzel bulduğu için onaaçıkça düşman olan bir kadınla yaşamıştı. Bütünbunlara rağmen kendisi işte Fahir'denboşanmıştı. Altmış sene içinde ilk boşanmavakası, onun başından geçmişti. Fakat bu irsiyetveya terbiye sade kendi evlerinde değildi. Bugeniş ailenin her göbeğinde ayrı ayrı kurbanlarvardı. Behçet Bey, Atiye Hanım, Doktor Refik,Medine'de ölen Salahaddin Reşit Bey...Nuran kendi içinde üç gün bu sert konuşmayıdinledi. Üçüncü günü akşamı, \"Nihayet kimseyehesap vermeğe mecbur değilim!\", diyerek,Mümtaz'a telefon etti. Ve ertesi sabah da onubekletmemek için erkenden evden çıktı. Nihayetaşk da ölüm gibi, insan hayatının belli başlımerhalelerinden biriydi. Yolda Mümtaz'ındüşüncesi ile Mahur Beste'yi mırıldanıyordu:Gittin emma ki kodun hasret ile canı bile...

Fakat uğursuzluğunu hatırlıyarak ikincihaneye devam etmedi. Hatta o kadar sevdiğimeyan ve nakaratı bile yarıda kesti. İskeledeküçük bir kız çocuğu, yüzü gözü çamur içinde,yanına yaklaştı. Üzerinde çok kirli ve yırtık birbasma entari vardı. Elini, karıştırılan yemeğinüzerinde kuruyan bir kaşık gibi uzattı. \"Allahsevgilini bağışlasın!\" diye para istedi. Nurançantasını açarken, Acaba yüzümden herkes neyaptığımı okuyor mu? diye düşündü. Ağlayacakgibiydi. Çocukluk ve genç kızlık yıllarındayapmadığı bir şeyi yapıyordu. Dönsem mi? diyegişenin önünde dolaştı. Fakat aşk bilinmeyeninsihriyle onu davet ediyordu. \"Yeni Debussy'leraldım. Behemehal gelin.\" Telefonda böylesöylemişti. Debussy'yi Wagner'i sevmek veMahur Beste'yi yaşamak, bu bizim talihimizdi.Vapuru beklerken, o gece Mümtaz'danayrıldıktan sonra İclal'in kendisine anlattıklarınıhatırladı. \"İsterse çok eğlenebilir, çünküseviliyor. Fakat aşk, sanat, tarih, uzvi haz,hepsini karıştırıyor galiba! Ancak senin gibi birkadını sevebilirdi\" Demek İclal de bunusezmişti. Vapuru beklerken sabırsızlığına dikkat

ediyordu. Acaba canım sıkıldıgı için mi bu işiyapıyorum. Yoksa sadece uzvi bir mesele mi?.Fakat başladığından beri hiç canının sıkıldığınıhatırlamıyordu. Fakat, son derece rahattı. Vapurabinerken \"Ne olursa olsun kendime mağlupolmayacağım.\" dedi. Ve ancak bu kararınarasından aşka ve Mümtaz'ın hayalinegülümsedi.Akıntı burnunda pencereden baktı. Şuradaburada hafif sis parçaları vardı. Fakat Boğazaşağıya doğru bir kuş uçuşu gibi süzülüyordu.Bahar güneşinin altında suların sevincine baktı.Kendi kendisine \"Çok ahmağım\", dedi. \"Evcekahmağız! İki budalanın, iki iradesizin peşinetakılmışız... İnsan kendi hayatını iradesiyleyapabilir.\" O gün Mümtaz için hiç tanımadığı lezzetleringünü oldu. Hayatında ilk defa bir kadın bütünmahremiyetini ona açıyordu. Bu ne birmabudeydi, ne de lalettayin vuslat meraklısı birmahluktu. Bu, uzviyetin seçtiği erkeğe bütünhüviyetiyle kendisini bırakan, bir tarla, bir bahçegibi bütün özünü teslim eden, \"ben buyum işte\"

diyerek her sırrını, imkanını ona açan kadındı.Fakat olduğu şey, bu hüviyet, ne kadar zengin,ne kadar değişik alemdi ve kaç insan buzenginliği kendisinde keşfetmeden ölürdü.Hiçbir denizaltı, hiçbir masal hazinesi bu kadardolu, bu kadar şaşırtıcı olamazdı. Mümtaz onuilk defa pancurları sımsıkı kapalı odada, yarıaydınlıkta çırçıplak gördüğü anı sonraları sık sıkhatırladı. Bütün yıldız parıltıları, her türlümücevher ışığı buradaydı. Bu aydınlığıncümbüşü, kaside ve duası, her şeyin birkamaşma, bir tutuşma olduğu, bir yanının kendiküllerinden binlerce defa dirilip tekrar tutuştuğuparladığı andı. Uzviyet dediğimiz cihazın ruhlaelele yaptığı o ahenkli miraç ki, hangi göklereçıktığını bilmeden yükseldiğimizi duyarız.Mümtaz sonraları sevgilisine bakarken hepbugünü düşünür, hangi kaderin kendilerinibirleştirdiğini uzun uzun sorardı.Bütün iyi, güzel, sade şeyler, bu yumuşak tenörgüsü, kendisinde gizli bir yığın şeyi ilkyaratılışın sırlarından çağıran bu derin nefeslerve kendi uzviyeti, bütün varlığında ona

doğru bilinmez karanlıklardan kopup gelen,şimdi şefkat, şimdi okşama, şimdi ölümün başkaçeşidi bir baygınlık ve sonra tekrar dirilmenin,tekrar güneşin dünyasına dönmenin haz vesevinci olan şeyler, hulasa bir güneşinmihrabında kendi kendisine ibadete benziyen buürpermeler, bu tükenişler acaba nerelerde, hangiderinliklerde hazırlanmıştı! Bu derindenkavuşmalar ve bırakınca duyulan hasret tekbaşına bir ömre sığmazdı. Bu ancak derin vekaranlık zamanda biz bilmeden, mevcutolmadan evvel hazırlanmış şeylerin neticesiolabilirdi. Tek başına tabiat bu yakınlığavaramazdı. Bir insan kendi içinde bir başkainsanı bu kadar kuvvetle bulabilmek için, sadetesadüfler kafi değildi.O gün Nuran'da herşey Mümtaz'ı çıldırttı.Kendi kendisini aşka veriş şekli, hazza sakin birlimanda bekliyen gemi gibi hazırlanmış,yüzünün mahmur İstanbul sabahlarını hatırlatanörtülüşleri, yaşanan zamanın ötesinden gelir gibitebessümler, hepsi ayrı ayrı lezzetlerdi ki tattıkçahayran oluyor, bir insandaki bu sonsuzluğa,

zamanın birdenbire değişen, adeta birbiripeşinden gelen ebediyetler gibi ağırlaşan ritmineşaşıyordu. Daha o günden en büyük sırrısadelikte olan kadına karşı içinde garip, her türlüduygunun üstünde bir tapınma hissi başladı.Onu bir kıt'a gibi yavaş yavaş keşfediyor veettikçe hayranlığı ve bu tapınma hissideğişiyordu.Ne Mümtaz bu kadar sevebileceğini, ne Nuranbu tarzda sevileceğini düşünmüştü. SümbülHanım bir gece evvelden herşeyi hazırlamış,sabahleyin erkenden gitmişti. Yemekleriniaşağıda, mutfakta yemişler ve orada Nurankendi eliyle kahvelerini pişirmişti. Evdençıktığını Mümtaz'ın da bilmediği, fakatMacide'ye ait olduğu muhakkak olan eskikimonosunun içinde, onun aralıklarından gençkadının tenini, vücudunun çok plastik şekillerinigörmek, onu karşısında şu ve bu vaziyette biraydınlık külçesi halinde seyretmek, o kadaryavaş ve tatlı bir sarhoşluktu ki...Mümtaz yemekten sonra sandalla gezintidüşünmüştü. Fakat genç kadın kendilerini teşhir

etmeği doğru bulmadı. Sonra bu ev o kadartenha ve kendilerinin idi ki, bütün aynalarNuran'ın çıplaklığiyle Mümtaz gibiçıldırmışlardı. Bütün duvarlar, bütün tavanlar,her döşeme parçası bir mukaddes ziyaretintakdisini almış gibiydi.Mümtaz o gün Nuran'ın güzelliklerininyanıbaşında, bir kadının bir evi benimsemesininlezzetini de tattı. \"Daha ilk geldiğim günsevdim.\" diye bu küçük evden bahsediyordu.Nihayet akşamüstü ayrılmağa razı oldular.Mümtaz onu yolun yarısına kadar uğurladı.Bundan ötesi Nuran'a göre tehlikeliydi.Şu, bu görebilirdi. Genç kadının hayali yolundönemecinde kaybolunca, Mümtaz neyapacağını bilmez gibi şaşırdı.O yaz Mümtaz'ın kısa ömrünün zirvesi,cevheri, taçlandığı nokta oldu. Nuran sade güzelve seven, sevilmekten hoşlanan kadın değildi.Herşeyden evvel çok iyi arkadaştı. Garip biranlayışı, güzel şeyleri bilerek tadışı vardı.


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook