Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Budala-Fyodor Mihailoviç Dostoyevski

Budala-Fyodor Mihailoviç Dostoyevski

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 09:58:25

Description: Budala-Fyodor Mihailoviç Dostoyevski

Search

Read the Text Version

göreceksiniz. Onun bu yazdıklarını hatırladıkçagözüme uyku girmeyecek.— Biraz fazla endişeleniyor olabilirsinizbence.— Şaşılası bir insansınız prens. Onun şimdi onkişiyi öldürebileceğine inanmıyor musunuz?— Size cevap vermekten çekiniyorum; bütünbunlar çok tuhaf, ama...Yevgeniy Pavloviç biraz sinirli,— Pekâlâ, nasıl isterseniz öyle olsun, nasılisterseniz! Gerçi yürekli birisiniz, ama yine de oon kişinin arasına girmemeye bakın...Prens dalgın dalgın Yevgeniy Pavloviç’inyüzüne bakarak,— Büyük bir olasılıkla kimseyiöldürmeyecektir, dedi.Kötü kötü güldü Yevgeniy Pavloviç.— Benim gitmem gerekiyor, hoşça kalın! Farkettiniz mi, yazısının bir kopyasını Aglaya

İvanovna’ya vermenizi vasiyet ediyordu?— Evet, fark ettim ve... kafama takıldı bu.— Hele on kişiden sonra...Tekrar güldü Yevgeniy Pavloviç ve çıktı.Bir saat sonra, saat dörde gelirken prens parkaçıktı. Evdeyken uyumaya çalışmış, kalbininçarpıntısından uyuyamamıştı. Oysa evde ortalıkyatışmış, yeterince sakinlemişti. Hasta uyumuş,gelen doktor tehlikeli bir durum olmadığınısöylemişti. Lebedev, Kolya, Burdovskiy sıraylanöbet tutmak için hastanın odasında yatmıştı.Endişe edecek bir durum yoktu yani.Gelgelelim, prensin huzursuzluğu her dakikadaha çok artıyordu. Çevresine dalgıncabakınarak dolaşıyordu parkta, tren istasyonununönündeki alana gelip boş sıraları ve orkestranınnota sehpalarını görünce şaşkınlıkla durdu.Şaşırmıştı burayı görünce. Nedense son dereceiğrenç bulmuştu orayı. Geri döndü, dünYepançinler’le istasyona geldiği yoldan,Aglaya’nın ona randevu verdiği yeşil banka

kadar yürüdü, banka oturdu, oturur oturmazyüksek sesle gülmeye başladı, güldüğü için çokkızdı kendine. İç sıkıntısı geçmemişti. Bir yerleregitmek istiyordu... Ama nereye gitmek istediğinibilmiyordu. Başının üzerinde ağaçta bir kuşötüyordu. Başını kaldırıp yaprakların arasındagörmeye çalıştı kuşu. Birden uçup gitti kuş. Oanda nedense İppolit’in “açıklama”sında “oyerini biliyor ve bu şölenin, koronun bir üyesi,oysa kendisinin dışlanmış” diye yazdığı, “yakıcıgüneş ışığında vızıldayan sineği” hatırladı. Şimdihatırlıyordu, bu ifade daha o zaman şaşırtmıştıonu. Uzun zamandır unuttuğu bir hatıra içindekıpırdamış, birden aydınlanmıştı.İsviçre’deydi. Tedavisinin birinci yılı, hattabirinci ayıydı. O zamanlar tam bir budalaydı.Doğru dürüst konuşamıyor, kendisine nesorulduğunu bile anlayamıyordu. Güneşli, pırılpırıl bir gün dağlara çıkmış, kafasının içinde onaacı veren ama bir türlü anlayamadığı birdüşünceyle uzun uzun dolaşmıştı. Yukarıda ışılışıl, masmavi bir gökyüzü, aşağıda masmavi birgöl, dört bir yanda uçsuz bucaksız, aydınlık,masmavi ufuk... Bunlara uzun uzun bakmış,

hüzünlenmişti. Kollarını bu aydınlık, uçsuzbucaksız maviliklere uzatarak nasıl ağladığınıhatırlıyordu şimdi. Bütün bunlara çok yabancıolmak üzüyordu onu. Çocukluğundan beriözlemini çektiği, ama bir türlü ulaşamadığıbüyük bir şölen, hiç bitmeyen bir bayramdı bu.Her sabah öyle ışıl ışıl doğuyordu güneş, hersabah aynı gökkuşağı oluşuyordu şelalede, herakşam çok uzaklarda karlı doruğu görünüyorduulu bir dağın, erguvan rengi, alev alevyanıyordu. “Kızgın güneşte çevresinde dolanıpduran sinek bütün bu şölenin bir üyesiydi: Buşölende yerini biliyordu, seviyordu bu şöleni,mutluydu.” Her otçuk boy atıyordu, mutluydu!Her şeyin bir yolu vardı ve hepsi o yolubiliyordu. Şarkı söyleyerek gidiyor, şarkısöyleyerek geliyorlardı. Bir tek o, insanları da,sesleri de bilmiyordu, anlamıyordu, yabancıydı,dışlanmıştı. Elbette o zaman sözcükleredökemezdi bütün bunları, sorununuanlatamazdı. Derinden, sessizce acı çekiyordu.Ama şimdi bütün bunları o zaman kendisöylemiş gibi geliyordu ona. Bütün busözcükleri ve “sineği” İppolit onun o zamanki

sözcüklerinden, gözyaşlarından almış gibiydi.Hatta hiç kuşkusu yoktu bundan ve budüşünceyle nedense çok hızlı çarpıyordu kalbi.Bankta otururken içi geçmişti, ama tedirginliğirüyasında da sürüyordu. Tam uykuya dalarkenİppolit’in on kişiyi öldüreceği geldi aklına, budüşüncenin anlamsızlığına güldü. Çevresindeçok hoş, aydınlık bir sessizlik vardı. Yalnızcayaprakların hışırtısı duyuluyor ve bu da daha birsessiz, daha bir ıssız yapıyordu sanki çevreyi.Onu sık sık ürperten korkulu bir sürü rüyagörüyordu. Sonunda bir kadın geldi yanına.Tanıyordu bu kadını, hem de ona acı verircesineyakından tanıyordu. Her an adını söyleyebilir,onu gösterebilirdi. Ne var ki (bu çok tuhaftı)şimdi kadının bambaşka bir yüzü vardı sanki,her zaman tanıdığı, bildiği yüz değildi... Şu andaonun bildiği kadın olmamasını çok istiyordu.Çünkü yüzünde öylesine çok pişmanlık, dehşetvardı ki, sanki korkunç bir caniydi ve biraz önceinsanın kanını donduran bir cinayet işlemişti.Soluk yanaklarında gözyaşları titreşiyordu.Kendisini sessizce izlemesi anlamındaişaretparmağını dudaklarına götürüp işaretle

yanına çağırıyordu onu. Prensin kalbi durmuştusanki. Kadının bir katil olmasını hiç mi hiçistemiyordu. Ama hemen o anda bütün hayatınıetkileyecek korkunç bir şeyin olacağınıhissediyor gibiydi. Kadın parkta, biraz ileride birşey göstermek istiyordu ona sanki. Onu izlemekiçin banktan kalktı prens, ama o anda yanıbaşında birinin şen, berrak kahkahası duyuldu,ansızın avucunda bir el olduğunu fark etti, sıktıo eli, kuvvetlice sıktı ve uyandı... KarşısındaAglaya duruyor, kahkahalarla gülüyordu.

VIIIGülüyordu Aglaya, ama öfkeli gibiydi de.Küçümser bir şaşkınlıkla haykırdı:— Uyuyor! Uyuyor muydunuz?— Siz miydiniz? dedi prens. (Henüz tamayılamamıştı, Aglaya’yı tanıyınca şaşırdı.) Ah,evet! Sizsiniz! Buluşacaktık sizinle... Otururkenuyuyakalmışım...— Farkındayım.— Sizden başka uyandıran olmadı beni, değilmi? Sizden başka biri daha yoktu burada, değilmi? Sanki başka bir kadın vardı burada.— Başka bir kadın mı vardı burada?Sonunda iyice geldi kendine prens. Dalgın,— Sanırım rüya görüyordum. Tuhaftır,rüyamda sanki... Otursanıza.Aglaya’yı elinden tutup banka oturttu. Kendide onun yanına oturup düşünmeye başladı.Aglaya susuyor, ısrarla prensin yüzüne

bakıyordu. Prens de ona bakıyordu, ama kimizaman onu görmüyor gibiydi. Aglaya’nın yüzükızarmaya başlamıştı.Ürperdi prens.— Ah, evet! dedi. İppolit kendi şakağına ateşetti!— Ne zaman? Sizin evde mi? diye sorduAglaya. (Ama pek şaşırmışa benzemiyordu.)Sanırım dün akşam sağdı, değil mi? (Birdenheyecanlanmış gibi haykırdı Aglaya:) Böyle birolaydan sonra nasıl uyuyabildiniz burada?— Ölmedi ki... Tabanca ateş almadı.Aglaya’nın ısrarı üzerine prens gecenin olayınıhemen ve en küçük ayrıntısına varana dekbütünüyle anlatmak zorunda kaldı. İkide birdaha çabuk anlatması için sıkıştırıyordu onuAglaya. Oysa sık sık sorular (üstelik olayla ilgisiolmayan sorular) sorarak prensin sözünü kesende kendisiydi. Bu arada Yevgeniy Pavloviç’insöylediklerini büyük bir dikkatle dinlemiş,birkaç kez tekrarlatmıştı bile.

Prensin anlattıklarını sonuna kadar dinlediktensonra,— Tamam, yeter, dedi Aglaya. Aceleetmeliyim. Ancak bir saatimiz var, sekize kadaroyalanabilirim burada, buraya geldiğimianlamamaları için saat sekizde kesinlikle evdeolmalıyım. Oysa önemli bir iş için geldim.Söyleyeceğim çok şey var size. Ama kafamıöyle bir karıştırdınız ki! İppolit konusundaysa,tabancasının zaten ateş almaması gerektiğinidüşünüyorum, böylesi daha çok yakışır ona.Peki, onun gerçekten kendini öldürmekistediğinden emin misiniz? Bir numara olmasınbunda?— Hayır, yok.— Olasıdır... İtiraflarının bir kopyasını da banavermenizi yazmış, öyle mi? Neden getirmediniz?— İyi ama ölmedi ki. Kendisine sormamgerekir.— Kesinlikle getirin, sormanıza gerek yok.Herhalde çok hoşlanır bundan. Sonradan

itiraflarını okuyayım diye intihar etmeyekalkışmış bile olabilir. Böyle dediğim içingülmeyin lütfen Lev Nikolayeviç, çünkü çokolası...— Gülmüyorum, ben de öyle düşünüyorumçünkü.Birden çok şaşırmıştı Aglaya.— Gerçekten mi? Gerçekten siz de öyle midüşünüyorsunuz?Çabuk çabuk konuşuyor, art arda sorularsoruyordu, ama sanki arada bir de ne diyeceğinişaşırıyor, sık sık cümlesini yarım bırakıyordu.Prense bir şey söylemek için acele ettiği belliydi.Pek yürekli, atak görünse de, genellikle çoktelaşlıydı, biraz da korkuyordu sanki. Kendisineçok yakışan gündelik, sade bir giysi vardıüzerinde. Bankın ucuna ilişmişti. Arada birürperiyor, kızarıyordu.İtiraflarını Aglaya’nın okuması için İppolit’inkendini öldürmek istediğini prensin dedoğrulaması onu çok şaşırtmıştı.

Prens,— Kuşkusuz, sizin dışınızda bizlerin de onuövmemizi istiyordu, dedi.— Nasıl yani, övmenizi?— Yani bu... Nasıl söylesem? Bunu anlatmakçok zor. Onun istediği kesinlikle, herkesin onunçevresini alması, onu çok sevdiğini, ona büyüksaygı duyduğunu söylemesi, kendiniöldürmemesi, hayatta kalması için onayalvarmasıydı. Çok olasıdır ki, en çok dasizdiniz bunu yapmasını istediği. Çünkü öyle biranda sizi hatırlamış... Oysa o anda aklında sizinolduğunuzun farkında bile değildi belki.— Bunu hiç anlayamadım: Aklında benmiydim o anda, bilmem. Ama bildiğim bir şeyvar: İnanır mısınız, daha on üç yaşında küçücükbir kızdım, belki otuz kez anneme babama birmektup yazıp kendimi zehirlemeyi düşündüm.Ayrıca ben tabutta yatarken herkes başucumdaağlayacaktı, bana karşı öyle sert davrandıklarıiçin kendilerini suçlu hissedeceklerdi...(Kaşlarını çatıp ekledi Aglaya:) Ne diye

gülümsüyorsunuz yine? Yalnız başınızaykenhayallere dalınca çoğunlukla siz nelerdüşünürsünüz? Belki de mareşal hayalediyorsunuzdur kendinizi, Napolyon’uyeniyorsunuzdur?— Doğrusunu isterseniz, gerçekten de öyle...(Güldü prens.) Özellikle de uykuya dalmaküzereyken. Ama Napolyon’u yenmiyorum,Avusturya ordularını dağıtıyorum.— Lev Nikolayeviç, ben şaka etmiyorum.İppolit’le kendim görüşmek istiyorum. Lütfenhaber verin ona. Ayrıca sizin bu yaptığınızı dahiç doğru bulmuyorum. Çünkü İppolit’i ve genelolarak bir insanın ruhunu yargılama biçiminizbüyük kabalık. Hiç hassas değilsiniz: Yalnızcadoğrular var sizde, yani haksızlık.Prens bir an düşündü.— Bana haksızlık ettiğinizi düşünüyorum,dedi. Öyle ya, onun böyle düşünmesinde birkötülük görmüyorum, çünkü herkeste böyledüşünme eğilimi vardır. Hem belki hiç de böyledüşünmemiş, yalnızca arzu etmiştir bunu... Son

bir kez buluşmak istemiştir insanlarla, onlarınsaygısını, sevgisini kazanmak istemiştir, kibunlar da gayet iyi duygulardır. Gelgelelim, herşey yolunda gitmez bazen. Bir hastalık olur yada başka bir şeyler! Bazılarının her zaman işleriyolunda gider, bazılarınınsa gitmez...Aglaya,— Galiba kendinizi düşünerek söyledinizbunu? dedi.Bu soruda bir kötülük görmeyen prens,— Evet, kendimi düşünerek, diye karşılıkverdi.— Yine de yerinizde olsam uyuyamazdım ben.Demek nereye kıvrılırsanız, oradauyuyakalıyorsunuz... Sizin için hiç iyi bir şeydeğil bu.— Öyle ama, bütün gece hiç uyumadım. Sonraçıktım dolaştım, dolaştım, konser alanınagittim...— Hangi konser alanına?

— Dün akşamki konserin olduğu alana. Sonraburaya gelip oturdum, düşündüm, düşündüm, oarada uyuyakalmışım.— Demek öyle? Bu sizi haklı çıkarıyor... Peki,niçin gittiniz oraya?— Bilmiyorum, öyle gitmişim...— Pekâlâ, pekâlâ, sonra konuşuruz bunu...Fırsat vermiyorsunuz ki, asıl söylemek istediğimşeye geleyim. Konser alanına gitmişseniz,rüyanıza bir kadın girmişse bunlardan bana ne?— Onu... siz... gördünüz...— Anlıyorum, çok iyi anlıyorum. Siz onuçok... Nasıl gördünüz onu, rüyanızda nasıldı?(Canı sıkkın, birden kestirip attı:) Neyse canım,ilgilenmiyorum... Sözümü kesmeyin desöyleyeceklerimi söyleyeyim...Kendini toparlamaya veya can sıkıntısınıdağıtmaya çalışıyor gibi bir süre bekledi.— Durum şu, dedi, neden çağırdım siziburaya, biliyor musunuz? Bir öneride

bulunacağım size: Dost olalım sizinle.(Neredeyse öfkeyle ekledi:) Neden öylebakıyorsunuz yüzüme?Gerçekten de prens o anda Aglaya’nınyüzünün yine kıpkırmızı olduğunu fark etmiş,gözlerini kırpmadan onun yüzüne bakıyordu.Böyle durumlarda Aglaya ne kadar kızarırsa okadar öfkelenirdi kendine ve parlayanbakışından anlaşılırdı bu öfkesi. Aradan birdakika geçtikten sonra da, suçlu olupolmadığına bakmadan, öfkesini o andakonuştuğu kişiye yöneltir, tartışmaya başlardı.Yabaniliğini, utangaçlığını bildiği için genelliklekonuşmaya pek az girerdi, öteki kızkardeşlerden de daha sessizdi. Konuşmakzorunda kaldığı bu gibi hassas durumlarda isekarşısındakini olağanüstü küçümser, meydanokur bir tavırla başlardı söze. Yüzününkızarmaya başladığını veya kızaracağını herzaman önceden hissederdi.Prense tepeden bakar bir tavırla,— Belki de kabul etmek istemiyorsunuzdurönerimi, dedi.

Mahcup olmuş gibiydi prens.— Yo, hayır, istiyorum, ama aslında hiç gereğiyok bunun... Yani bana böyle bir öneridebulunmanızın gerekli olduğunu düşünmemiştim.— Peki, ne düşündünüz? Neden çağırmışolabilirim sizi buraya? Bu konuda nedüşünüyorsunuz? Belki evdekiler gibi siz debenim küçük, aptal bir kız olduğumudüşünüyorsunuzdur?— Evdekilerin öyle düşündüğünübilmiyordum, ben... ben öyle düşünmüyorum.— Düşünmüyor musunuz? Çok zekice.Özellikle ifade biçiminiz...Prens sürdürdü konuşmasını:— Bence siz kimi zaman çok zekioluyorsunuz. Demin çok zekice bir şeysöylediniz. İppolit’le ilgili kuşkum üzerine şöyledediniz: “Yalnızca doğru var sizde, öyleysehaksızlık da.” Unutmayacağım bunu ve üzerindedüşüneceğim.

Mutluluktan bir anda kıpkırmızı oldu Aglaya.Bütün bu değişiklikler onda son derece açık veolağanüstü çabuk gelişirdi. Prens de mutluydu,ona bakarken gülüyordu.Tekrar başladı Aglaya:— Beni dinleyin, her şeyi anlatmak için uzunzamandır bekliyordum sizi. Bana oradan omektubu yazdığınızdan beri, hatta dahaöncesinden... Yarısını benden dün dinledinizzaten: Bence son derece dürüst, doğru birinsansınız, herkesten daha dürüst, herkestendoğrucusunuz. Sizin için aklınızın biraz... yaniarada bir aklınızdan hastalandığınızısöylüyorlarsa da haksızlık bu... Ben böyledüşünüyorum ve bu yüzden herkesletartışıyorum da. Çünkü her ne kadar gerçekaklınızdan hasta (böyle dediğim için banagücenmezsiniz herhalde, daha yüksek bir bakışaçısıyla söylüyorum bunu çünkü) da olsanız, asılaklınız herkesinkinden üstün, rüyalarındagöremeyecekleri kadar üstün bence. Çünkü ikiçeşit akıl vardır: Asıl akıl ve asıl olmayan akıl.Değil mi? Öyle, değil mi?

Prens kendini zorlayarak (kalbi duracak gibiçarpıyordu),— Belki de öyledir, dedi.Aglaya kibirli bir tavırla sürdürdükonuşmasını:— Beni anlayacağınızı biliyordum. Prens Ş. ileYevgeniy Pavloviç bu iki çeşit akıldan hiçanlamıyor, Aleksandra da... Oysa düşünebiliyormusunuz, maman anladı.— Çok benziyorsunuz LizavetaProkofyevna’ya.Şaşırdı Aglaya.— Kim? Ben mi? Gerçekten mi?— Yemin ederim benziyorsunuz.Aglaya bir an düşündükten sonra,— Teşekkür ederim, dedi. Mamanabenzediğime çok sevindim. Ona epey saygıduyuyorsunuz herhalde?

Sorusundaki saflığın farkında değildi.— Çok çok... Bunu hemen anladığınızasevindim.— Ben de sevindim. Çünkü farkındayım,bazen onunla... alay ediyorlar. Ama asıl önemliolanı dinleyin şimdi: Uzun süre düşündüm vesonunda sizi seçtim. Evde benimle alayetmelerini istemiyorum, beni küçük aptal kızyerine koymalarını istemiyorum; banatakılmalarını istemiyorum... İşte birden anladımbütün bunları ve Yevgeniy Pavloviç’in önerisinikesinlikle reddettim. Çünkü durmadan benikocaya vermeye çalışmalarındanhoşlanmıyorum! Ben... ben... ben evden kaçmakistiyorum. Bana yardım etmeniz için de siziseçtim.— Evden kaçmak mı? diye haykırdı prens.Aglaya olağanüstü bir öfkeyle parlayıpbağırdı:— Evet, evet, evet, kaçmak istiyorum! Evdesürekli yüzümü kızartmalarından bıktım artık!

Bundan böyle evdekilerin de, Prens Ş.’nin de,Yevgeniy Pavloviç’in de, hiç kimseninkarşısında yüzümün kızarmasını istemiyorum.Bu yüzden sizi seçtim. Sizinle her şeyi, her şeyikonuşacağım, en önemli şeyleri bile, canımınistediği gibi konuşacağım... Siz de hiçbir şeyinizigizlememelisiniz benden. Bir kişiyle olsun, herşeyimi kendimle konuşuyor gibi konuşmakistiyorum. Durup dururken bu kez sizibeklediğimi, sizi sevdiğimi söylemeyebaşladılar. Siz gelmeden önceydi bu. Oysamektubunuzu bile göstermemiştim onlara. Şimdiherkesin dilinde sizi sevdiğim var... Cesurolmak, hiçbir şeyden korkmamak istiyorum.Onların balolarına gitmek gelmiyor içimden,yararlı şeyler yapmak istiyorum. Uzun zamandırkaçmayı düşünüyorum. Yirmi yıldır tıkıldımkaldım evde. Herkes evlendirmeye çalışıyorbeni. Daha on dört yaşında akılsız bir kızkenbile kaçmak istiyordum. Şimdi ise her şeyinhesabını yapmış durumdayım. Yurtdışıyla ilgilisorular sormak için sizi bekliyordum. Gotiktarzda hiç katedral görmedim ben. Roma’yagitmek istiyorum, bilim yuvalarını görmek

istiyorum, Paris’te okumak istiyorum. Son biryıldır hazırlıyorum kendimi, hem çoköğrenmeye çalıştım, hem çok kitap okudum.Bana yasak olan her kitabı okudum. Aleksandraile Adelaida her kitabı okuyor, onlara serbest,ama bana yasak, gözleri üzerimde... Kızkardeşlerimle tartışmak istemiyorum. Amaannemle babama sosyal konumumu bütünüyledeğiştirmek istediğimi söyledim. Çocuk eğitimialanında çalışmaya kararlıyım. Bunun için desize güveniyordum, çünkü çocukları sevdiğinizisöylüyordunuz. Şu anda olmasa bile ileridesizinle çocukların eğitimi alanında çalışabilirmiyiz? Birlikte yararlı şeyler yaparız. Generalkızı olmak istemiyorum ben... Söylesenize, çokbilgili bir insan mısınız siz?— Yo, hiç de değil.— Çok yazık, oysa ben düşünüyordum ki...Sahi neden öyle düşünüyordum? Yine de yolgöstereceksiniz bana, sizi seçtim çünkü.— Ama saçmalık bu Aglaya İvanovna.Birden gözleri parladı Aglaya’nın, bağırdı:

— İstiyorum, kaçmak istiyorum evden!Dediğimi yapmazsanız ben de o zaman GavrilaArdalionoviç’le evlenirim. Evde beni iğrenç birkadın olarak görmelerini, saçma sapan şeylerlesuçlamalarını istemiyorum.Neredeyse ayağa fırlayacaktı prens,— Aklınız başınızda mı sizin Aglayaİvanovna? Neyle suçluyorlar sizi, kim suçluyor?— Evde herkes, annem, kız kardeşlerim,babam, Prens Ş., hatta o iğrenç Kolya! Açık açıksöylemeseler de biliyorum, öyle düşünüyorlar.Hepsinin yüzüne söyledim bunu, annemin de,babamın da... Maman bütün gün hasta yattı.Ertesi gün de Aleksandra ile babam banasaçmaladığımı, ağzımdan çıkanı kulağımınduymadığını söylediler. Ben de dosdoğrukonuşup kestirip attım, her şeyden haberimolduğunu, her şeyi anladığımı, artık küçük birkız olmadığımı, her şeyi öğrenmek için daha ikiyıl önce Paul de Kock’un iki romanınıokuduğumu söyledim. Maman bunları duyuncaaz kaldı düşüp bayılacaktı.

Birden tuhaf bir şey geldi prensin aklına.Aglaya’nın yüzüne uzun uzun baktıktan sonragülümsedi.Şu anda karşısında oturanın, bir zamanlar onaGavrila Ardalionoviç’in mektubunu okutan omağrur, kibirli kız olduğuna inanamıyordu bile.O pek kibirli, pek dikbaşlı, sert tavırlı güzel kızınböyle bir çocuğa, belki şimdi bile her dediğininanlamını gerçekten kavrayamayan bir çocuğanasıl dönüştüğünü aklı almıyordu.— Sürekli evde mi kaldınız siz Aglayaİvanovna? diye sordu. Yani hiçbir yere, birokula, enstitüye falan gidip gitmediğinizisoruyorum.— Hiçbir zaman, hiçbir yere gitmedim. Hepevde oturdum, tıpası kapalı bir şişede gibi...Şişeden çıkınca da doğru kocaya gideceğim. Neo, yine gülüyor musunuz? Farkındayım, sankisiz de alay ediyorsunuz benimle, siz de onlardanyanasınız. (Kaşlarını çatmıştı Aglaya.) Canımısıkmayın, zaten neler oluyor bana,bilemiyorum... (Sinirli bir tavırla kestirip attıbirden:) Hiç kuşkum yok, buraya gelirken size

âşık olduğumu, size bir aşk randevusu verdiğimidüşünüyordunuz.Prens mahcup olmuştu, saf bir tavırla karşılıkverdi:— Aslında dün ben de bundan korkuyordum,ama bugün inandım ki siz...Birden bağırdı Aglaya:— Demek öyle! (alt dudağı titremeyebaşlamıştı) Korktunuz demek benim... demekcesaret edebildiniz benim... Aman Tanrım! Belkide sizi buraya ağıma düşürmek içinçağırdığımdan bile kuşkulanmışsınızdır; buradayakalasınlar bizi, sonra sizi benimle evlenmekiçin zorlasınlar diye...— Aglaya İvanovna! Nasıl böylekonuşabiliyorsunuz, utanmıyor musunuz? Çokayıp doğrusu! Sizin o tertemiz, masumkalbinizde böylesine kirli bir düşünce nasıl yeredebiliyor? Bahse girerim, bu söylediklerinizekendiniz de inanmıyorsunuz!Aglaya başı önünde, oturuyordu.

Söylediklerinden kendi de korkuyor gibiydi.— Hiç de utanmıyorum, diye mırıldandı. Hemkalbimin masum olduğunu neredenbiliyorsunuz? Öyleyse o aşk mektubunu nasılyazabildiniz bana?— Aşk mektubu mu? Size yazdığım o mektupaşk mektubu muydu? Son derece saygılı birmektuptu o! Hayatımın en kötü anındakalbimden geldiği gibi yazmıştım size! O andabir ışık gibi hatırlamıştım sizi... ben...Birden prensin sözünü kesti Aglaya:— Peki, peki! (Ama ses tonu değişmişti şimdi.Söylediğine çok pişman gibiydi. Korkmuştu bilesanki. Hatta hâlâ doğrudan yüzüne bakmamayaçalışarak prense doğru eğilmiş, kızmaması içindaha ikna edici bir jest yapmış olmak için,omzuna dokunmak bile istemişti. Çok dahautanarak sürdürdü konuşmasını:) Pekâlâ...Aptalca bir şey söylediğimin farkındayım...Bunu sizi... denemek için söylemiştim. Böyle birşey söylemedim sayın... Sizi gücendirdiysembağışlayın beni. Bana bakmayın lütfen, başınızı

öte yana çevirin. Bunun çok kirli bir düşünceolduğunu söylediniz. Sizi incitmek için bilereköyle söyledim. Kimi zaman içimden gelenisöylemekten korkarım, ama yine de birdensöylerim. O mektubu hayatınızın en kötü anındayazdığınızı söylediniz... (Yine yere bakarak,daha alçak sesle ekledi:) O anın hangi anolduğunu biliyorum...— Ah, her şeyi bilebilseydiniz!Yeniden heyecanlanıp haykırdı Aglaya:— Her şeyi biliyorum! Birlikte kaçtığınız oiğrenç kadınla tam bir aydır aynı evdeyaşıyordunuz...Bunları söylerken yüzü kızarmamıştıAglaya’nın, tersine bembeyaz olmuştu. Neyaptığını bilmiyormuş gibi birden ayağa kalktı,ama hemen kendini toplayıp tekrar oturdu. Altdudağı hâlâ titriyordu. Bir dakika kadar hiçkonuşmadılar. Aglaya’nın bu ani çıkışıkarşısında şaşırmıştı prens, bunu neyeyoracağını bilemiyordu.

Aglaya birden kestirip attı:— Sizi hiç sevmiyorum.Prens cevap vermedi. Yine bir dakika kadarkonuşmadılar.Neden sonra Aglaya çabuk çabuk konuşarak,ama duyulur duyulmaz bir sesle, başını önünedaha da eğerek mırıldandı:— Gavrila Ardalionoviç’i seviyorum ben...Prens de neredeyse fısıldayarak,— Bu doğru değil, dedi.— Yani yalan mı söylüyorum? Gerçek bu...Önceki gün burada, bu bankta söz verdim ona.Prens korkmuştu. Bir an düşündükten sonrakararlı,— Bu doğru değil, diye tekrarladı. Yalansöylüyorsunuz.— Çok kibarsınız. Şunu bilesiniz ki, düzeldiGavrila Ardalionoviç. Canından çok seviyor

beni. Sırf beni canından çok sevdiğinikanıtlamak için önceki gün burada elini yaktı.— Elini mi yaktı?— Evet, elini yaktı. İster inanın, isterinanmayın, umurumda değil.Prens yine bir süre bir şey söylemedi. Çokciddiydi Aglaya. Kızmıştı da.— Nasıl yani, burada elini yaktığına göre, birmumla mı geldi buraya? Pek anlayamadım da...— Evet... Mumla geldi. Anlaşılamayacak nevar bunda?— Bütün bir mumla mı, yoksa şamdanda birmumla mı?— Evet... yo hayır... yarım bir mumla...yarısına kadar yanmış... Hayır, bütün... ne farkeder ki, neyse, boş verin!.. Merak ettiysenizsöyleyeyim, kibrit de getirdi. Kibritle yaktımumu ve tam yarım saat parmağını üzerindetuttu. Olmayacak şey mi bu sizce?— Dün gördüm Gavrila Ardalionoviç’i.

Parmaklarında bir şey yoktu.Birden çocuk gibi gülmeye başladı Aglaya.Çocuksu bir güvenle prense döndü, hâlâgülüyor, dudakları titriyordu.— Neden yalan söylediğimi biliyor musunuz?diye sordu. Çünkü insan yalan söylerken sıkrastlanmayan veya inanılmaz, yani çok ters, hiçolmamış bir şey söylüyor ve bunu başarıylaanlatmak becerisini gösteriyorsa yalan çok dahainandırıcı oluyor. Bunu fark ettim. Ama benimkiolmadı, çünkü beceremedim...Kendine gelmiş gibi tekrar çattı kaşlarınıAglaya. Prense döndü, ciddi, hatta üzgün birtavırla ekledi:— O zaman... o zaman size “zavallı şövalye”yiokuduysam bunun nedeni... sizi hem övmek...hem de davranışınız için sizi suçlamak ve herşeyi bildiğimi size göstermekti...— Bana da... biraz önce kendisinden öylesinekötü söz ettiğiniz o şanssız kadına da çokhaksızlık ediyorsunuz Aglaya İvanovna...

— Çünkü her şeyi biliyorum, her şeyi... Bunedenle böyle konuşuyorum! Altı ay önceherkesin önünde ona evlenme önerisindebulunduğunuzu da biliyorum! Sözümükesmeyin, farkındaysanız, görüyorsunuz, hiçyorum yapmadan konuşuyorum. Arkasından,sizi bırakıp Rogojin’le kaçtı. Sonra bir köydeveya kentte o kadınla bir arada yaşadınız. Bukez başka birine kaçtı. (Kıpkırmızı olmuştuAglaya’nın yüzü.) Sonra yine onu... delicesineseven Rogojin’e döndü. Kadının Petersburg’ageldiğini duyunca siz, çok akıllı bir insan olansiz, onun arkasından burada aldınız soluğu. Dünakşam onu savunmak için atıldınız, biraz öncede rüyanızda onu görüyordunuz... Gördüğünüzgibi, her şeyi biliyorum. Evet, o kadın içingeldiniz buraya, o kadın için...Prens dalgın, başını önüne eğip alçak sesle,üzgün,— Evet, onun için... dedi. (Aglaya’nın ona ateşsaçan gözlerle baktığından kuşkusu yoktu.)Yalnızca öğrenmek için... Kısacası, onunRogojin’le mutlu olmadığını bilsem de... ne

yapabileceğimi, ona nasıl yardımcı olabileceğimibilmiyordum, ama yine de geldim.Ürperdi prens, başını kaldırıp Aglaya’ya baktı.Aglaya öfkeli dinliyordu onu. Bir süre sustuktansonra,— Nedenini bilmeden geldiyseniz, demek çokseviyorsunuz onu, diye mırıldadı.— Hayır, dedi prens. Hayır, sevmiyorum. Ah,onunla bir arada geçirdiğim günlerihatırladığımda ne büyük bir dehşete kapıldığımıbilemezsiniz!Bunu söylerken bütün bedeninden bir ürpertigeçmişti.— Her şeyi anlatın bana, dedi Aglaya.— Sizin bilmemeniz gereken bir şey yokburada. Neden özellikle size, yalnızca sizeanlatmak istedim bütün bunları, bilmiyorum.Belki de sizi gerçekten çok sevdiğimdendir. Bubahtsız kadın kendisinin dünyanın en düşmüş,en yüzü kara varlığı olduğuna inanıyor. Lütfenaşağılamayın onu, taşlamayın. Hak etmediği yüz

karasıyla yeterince acı çektirdi kendine zaten.Hem suçu nedir, ah Tanrım! Ah, çılgınlar gibi,durmadan suçsuz olduğunu, insanların, birahlaksızın, bir caninin kurbanı olduğunuhaykırıyor! Ama size ne derse desin, bilesiniz ki,söylediklerine önce kendi inanmamaktadır; tamtersine, bütün içtenliğiyle kendisinin... suçluolduğuna inanıyor. Onun bu karamsarlığınıdağıtmayı denediğimde öylesine acı çekiyorduki, o korkunç anları unutamadığım sürece içiminsızısı hiçbir zaman dinmeyecek. Bu acı bir dahaçıkmamak üzere saplanmıştı sanki yüreğime.Neden kaçıyordu benden, biliyor musunuz?Özellikle yalnızca bana, kendisinin aşağılık biriolduğunu göstermek için... Ne var ki burada enkorkunç olan da, aşağılık olduğunu yalnızcabana göstermek istediğinin belki kendisinin bilefarkında olmaması, içinden çirkin şeyler yapmakgeldiği için benden kaçması, sonra dönüpkendine “işte rezilce bir şey daha yaptın, demekaşağılık bir insansın!” demek istemesiydi. Ah,belki de bunu anlayamazsınız siz Aglaya!Biliyor musunuz ki, bu coşkun yaradılışlı varlıkiçin yüz karası belki de tıpkı birinden öç almak

gibi müthiş, olağanüstü bir haz kaynağıydı. Kimizaman çevresindeki ışığı görecek durumagetiriyordum onu. Ama o zaman hemenöfkeleniyor, o kadar ileri gidiyordu ki, açıkçaonu küçümsediğimi (oysa aklımdan geçmezdiböyle bir şey) iddia ediyor, kimsenin ona acıdığıiçin evlenme önerisinde bulunmasını, yardımetmesini, onu “kendi düzeyine çıkarmaya”çalışmasını istemediğini söylüyordu. Düngördünüz onu. Düşünebiliyor musunuz, ogrubun içinde mutlu olabilir mi? Ona göreinsanlar mıydı onlar? Onun ne kadar gelişmiş birkişiliği olduğunu, kafasının nasıl çalıştığınıbilemezsiniz! Bazen şaşırttığı bile olurdu beni!— Orada ona da böyle... vaazlar mıveriyordunuz?Prens, Aglaya’nın sorusunun amacını farketmeden,— Yo, hayır, dedi. Genellikle neredeyse hepsusuyordum. Çoğu zaman konuşmak isterdim,ama ne yalan söyleyeyim, ne diyeceğimibilemezdim. Bilirsiniz, bazı durumlarda en iyisihiç konuşmamaktır. Ah, seviyordum onu; ah, ne

çok seviyordum... ama sonra... sonra... sonra herşeyin farkına vardı...— Neyin farkına vardı?— Ona yalnızca acıdığımın ve benim... onuartık sevmediğimin.— Nereden biliyorsunuz, birlikte kaçtığı... otoprak sahibine gerçekten âşık olmuştu belki?— Hayır, her şeyden haberim var. Yalnızcaalay ediyordu onunla.— Peki, sizinle hiç alay etmedi mi?— Hayır, hayır. Öfkesinden alay ediyordubenimle. Kızdığında öyle hırpalardı ki beni...Sonra kendi de üzülürdü! Ama... sonra... ah,hatırlatmayın bana o günleri, hatırlatmayın!Elleriyle yüzünü kapadı prens.Aglaya,— Biliyor musunuz, dedi, hemen her günmektup yazıyor bana...

Prens endişeli, bağırdı:— Demek doğruymuş! Bunu duydum, amainanmak istemedim.Aglaya ürkek,— Kimden duydunuz? diye sordu.— Dün akşam Rogojin söyledi, ama üstükapalı olarak.— Dün mü? Dün sabah mı? Dün ne zaman?Konserden önce mi, sonra mı?— Sonra... Gece saat on birden sonra.— Demek Rogojin söyledi... Peki, bana neleryazdığını biliyor musunuz? Bu mektuplarda?— Ne yazarsa yazsın, şaşırmam. Delidirçünkü.— Alın işte... (Aglaya cebinden zarf içinde üçmektup çıkardı, prensin önüne attı.) Bir haftadırsizinle evlenmem için yalvarıp duruyor bana;kandırmaya, aklımı çelmeye çalışıyor... O...neyse, deli olsa da aklı yerinde. Çok doğru

söylüyorsunuz, benden çok daha akıllı... Banaâşık olduğunu yazıyor mektuplarında. Uzaktanda olsa, her gün beni görmenin yolunuarıyormuş. Sizin beni sevdiğinizi, onun bunubildiğini, uzun zamandır bunun gözündenkaçmadığını, orada benden çok söz ettiğiniziyazıyor. Sizi mutlu görmek istiyormuş, siziyalnızca benim mutlu edebileceğimidüşünüyormuş... Böyle tuhaf şeyler yazıyorişte... Bana yazdığı mektupları kimseyegöstermedim, sizin gelmenizi bekliyordum.Bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Birşey düşünemiyor musunuz?— Çılgınlık bu! Deli olduğunun kanıtı!Prensin dudakları titremeye başlamıştı.— Ağlamıyorsunuz ya?Prens, Aglaya’nın yüzüne baktı.— Hayır Aglaya, ağlamıyorum.— Ben ne yapabilirim? Ne yapmamıöneriyorsunuz? Bu mektupları kabul edemem!

Prens,— Ah, düşünmeyin onu artık! diye haykırdı.Bu durumda ne yapacaksınız ki? Size bir dahayazmaması için elimden geleni yapacağım.Aglaya sesini yükseltip,— Öyleyse kalpsiz bir insansınız siz! dedi.Onun bana değil, size, yalnızca size âşıkolduğunun farkında değil misiniz? Her şeyinifark ettiniz de bir bunu mu fark etmediniz? Bumektupların ne anlama geldiğini biliyormusunuz? Kıskançlıktır bunun adı, kıskançlıktanda öte bir şey! Onun... bu mektuplarında yazdığıgibi, Rogojin’le gerçekten evleneceğini nasıldüşünebiliyorsunuz? Biz evlenelim, ertesi günintihar eder!Prens ürperdi. Kalbi duracakmış gibiçarpıyordu. Ama şaşkınlık içinde bakıyordu: Buçocuğun epeydir artık bir kadın olduğunu kabuletmek zorunda kalması tuhafına gitmişti.— Tanrı biliyor ya, Aglaya, onun eskihuzuruna kavuşması için, onu mutlu edebilmek

için canımı verirdim, ne var ki... artık sevememonu, bunu kendisi de biliyor!— Öyleyse feda edin kendinizi... size de buyakışır zaten! Büyük bir iyilikseversiniz. Hemyalnızca adımla hitap ederek “Aglaya” dademeyin bana... Biraz önce de yalnızca“Aglaya” dediniz... Kendisini yeniden hayatadöndürmek zorundasınız; onu yatıştırmak,rahatlatmak için tekrar bir yerlere gitmelisinizonunla. Öyle ya, seviyorsunuz onu!— Bunu bir ara düşünmüş olsam bile, kendimiböyle feda edemem ve... aslında şimdi bileistiyorumdur belki bunu. Ama kesinliklebiliyorum, benimle olursa mahvolacak, bunedenle de bırakıyorum onu. Bugün saat yedidegörmem gerekiyordu onu, ama şimdi gitmembile belki. Gururu yüzünden, ona olan aşkımiçin hiçbir zaman bağışlamayacaktır beni ve buyüzden ikimiz de mahvolacağız! Doğal değil bu,ama hiçbir şey doğal değil burada. Bana âşıkolduğunu söylüyorsunuz, peki ama aşk mı bu?Bütün bu çektiklerimden, yaşadıklarımdan sonraaşktan söz edilebilir mi? Hayır, aşk değil, başka

bir şey bu!Aglaya korkuyla birden:— Yüzünüz bembeyaz oldu! dedi.— Önemli değil. Az uyudum da ondandır.Halsizim ve... gerçekten o aralar sizden sözediyorduk Aglaya...— Demek doğruymuş? Gerçekten, onunlabenim hakkımda konuşabildiniz demek? Hem...hem sonra, beni bir kez görmüşken nasıl âşıkolabildiniz bana?— Nasıl olduğunu bilemiyorum. O sıralarkaranlıklar içinde hayal kuruyordum... Belkiyepyeni bir ışık gördüm... Nasıl oldu da ilk sizidüşündüm, bilemiyorum. O zaman da bunubilemediğimi size yazarken doğru söylüyordum.İçinde bulunduğum dehşet dolu anlarınetkisinden oldu bu... Sonra bir şeylerleoyalanmaya başladım. Üç yıl gelmeyebilirdimburaya...— Öyleyse onun için geldiniz?

Bir an titremişti Aglaya’nın sesi.— Evet, onun için.İnsanın içini karartan iki dakikalık bir sessizlikoldu. Aglaya ayağa kalktı. Titreyen bir sesle,— Öyle diyorsanız... diye başladı. Onun...kadınınızın... deli olduğuna inanıyorsanız, ozaman onun çılgın fantezileriyle benim işimolmaz... Rica ediyorum Lev Nikolayeviç, alınonun şu üç mektubunu, gidip benim, yüzünefırlatın! Ve bir daha, (birden sesini yükseltmiştiAglaya) bir daha tek satır yazmaya kalkışırsabana, bunu söyleyin kendisine, onu tımarhaneyetıkmaları için babama her şeyi anlatacağım...Prens birden ayağa fırladı. Aglaya’nın bubeklenmedik öfkesi karşısında korkuyakapılmıştı. Önündeki sis perdesi ansızınkalkmıştı sanki.Prens,— Böyle hissediyor olamazsınız... diyemırıldandı. Doğru değil bu!

Aglaya kendinde değilmiş gibi haykırdı:— Doğru! Doğru!Hemen yakında bir ses duyuldu:— Nedir doğru olan? Doğru olan nedir?Lizaveta Prokofyevna karşılarında duruyordu.Aglaya hemen karşılık verdi annesine:— Doğru olan, Gavrila Ardalionoviç’leevlenecek olmam! Gavrila Ardalionoviç’isevmem ve yarın onun evine gidecek olmam!Duydunuz mu? Merakınızı giderebildim mi?Hoşunuza gitti mi?Koşarak eve doğru uzaklaştı.Lizaveta Prokofyevna durdurdu prensi.— Hayır azizim, hemen gitmeyin, lütfenbenimle birlikte eve kadar geliverin, birazkonuşalım... Ne biçim bir işkencedir bu, bütüngece gözümü kırpmadım...Prens onun arkasından eve doğru yürüdü.

IXLizaveta Prokofyevna eve geldiğinde ilk odadadurdu. Daha ileri gidecek gücü kalmamıştı,bitkindi, prense oturmasını söylemeyi bileunutup kanepeye bıraktı kendini. Şömineli,oldukça geniş bir odaydı burası. Ortasındayuvarlak bir masa, pencere diplerindesehpalarda çok sayıda çiçek vardı. Arkaduvarındaki cam kapı bahçeye açılıyordu. Çokgeçmeden, Adelaida ile Aleksandra soru dolu,şaşkınlık okunan bakışlarla annelerine ve prensebakarak girdiler salona.Yazlıktayken sabahları kızlar yataktangenellikle saat dokuzda kalkarlardı. Yalnız soniki üç gündür Aglaya biraz erken kalkmayabaşlamıştı. Bahçede dolaşmaya çıkıyordu. Amayine de o günkü gibi saat yedide değil, sekizdeveya daha geç çıkıyordu evden. Gerçekten de,kaygıları yüzünden bütün gece hiç uyumamışolan Lizaveta Prokofyevna, Aglaya’nın saatsekizde kalkıp bahçede dolaşmaya çıkmışolacağını düşünerek, onun yanına gitmekamacıyla saat sekizde kalkıp bahçeye çıkmıştı.

Ama bahçede yoktu Aglaya, yatak odasınabakmıştı, orada da yoktu. O zaman iyicetelaşlanmıştı Lizaveta Prokofyevna ve kızlarıuyandırmıştı. Hizmetçi kızdan “Aglayaİvanovna’nın daha saat yedide parka gittiğini”öğrenmişlerdi. Ne yapacağı belli olmayan küçükkız kardeşlerinin bu yeni tuhaflığı karşısındagülümsemişti kızlar ve annelerine onu aramayaparka giderse belki Aglaya’nın kızabileceğini,onun şimdi belki de elinde bir kitapla, üç günönce bankın yerinin bir özelliği olmadığınısöyleyen Prens Ş. ile neredeyse bozuştuğu oyeşil bankta oturduğunu söylemişlerdi. LizavetaProkofyevna prens-le Aglaya’yı bir aradagörünce, birçok nedenden ötürü çok korkmuştu.Ama şimdi prensi eve getirdiğinde bunu birsorun yapmaktan vazgeçmişti: “Ne yani,önceden randevulaşmış olsa bile, parkta prenslebuluşamaz, oturup konuşamaz mı yani Aglaya?”Sonunda toparlamıştı kendini LizavetaProkofyevna.— Sizi buraya sorguya çekmek için getirdiğimidüşünmeyin sevgili prens... Dün akşamki

olaydan sonra seninle uzun süre görüşmekistemeyebilirdim dostum...Sözünün sonunu getirmedi.Prens son derece sakin, karşılık verdi:— Öyle ama, yine de Aglaya İvanovna ilenasıl buluştuğumuzu öğrenmeyi çok isterdiniz,değil mi?Bir anda kıpkırmızı oldu LizavetaProkofyevna’nın yüzü.— Eh, isterim elbette! dedi. Açık konuşmaktançekinmem ben. Kimseyi gücendirmem çünkü,gücendirmek de istemem...— Rica ederim, gücendirmeyle ilgisi yok,doğal olarak bazı şeyleri öğrenmek istersiniz, birannesiniz çünkü. Dünkü daveti üzerine, busabah saat tam yedide yeşil bankta buluştukAglaya İvanovna ile. Dün bir pusla vermiştibana, beni görmek, benimle önemli bir konudakonuşmak istediği yazıyordu pusulada.Buluştuk, tam bir saat özellikle Aglaya İvanovnaile ilgili konularda konuştuk. Hepsi bu kadar.

Lizaveta Prokofyevna ağırbaşlı bir tavırla,— Elbette o kadar olacak dostum, elbette...dedi.O anda salona giren Aglaya,— Çok güzel prens! dedi. Beni evde yalansöyleyerek küçük düşecek biri gibi görmediğiniziçin size yürekten teşekkür ederim! Bu kadarıyeter size maman, daha soracaklarınız varmıydı?Lizaveta Prokofyevna bir öğretmen tavrıyla,— Bilirsin, şimdiye kadar senin karşındayüzümün kızaracağı duruma hiç düşmedim...oysa çok hoşlanırdın bundan... Neyse, güle güleprens, sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim...Umarım, size olan her zamanki saygımagüveniniz sarsılmamıştır.Prens öne eğilerek iki yana da selam verdi, birşey söylemeden çıktı. Adelaida ile Aleksandragülümseyip aralarında bir şeyler fısıldaştı. Sertsert baktı onlara Lizaveta Prokofyevna.

Adelaida güldü.— Yalnızca prensin pek güzel selam verdiğinisöylüyorduk maman. Genellikle çuval gibiselam verir de, ama şimdi birden... tıpkıYevgeniy Pavloviç gibi selam verdi.Lizaveta Prokofyevna bu kez akıl verir gibi,— Kibarlık, zariflik insanın içinden gelir, dansöğretmeninden öğrenilmez, dedi ve Aglaya’yahiç bakmadan üst kata, odasına çıktı.Prens eve döndüğünde saat dokuza geliyordu.Verandada Vera Lukyanovna ve hizmetçi kızlakarşılaştı. Ortalığı temizliyor, dün akşamkidağınıklığı topluyorlardı.Vera sevinçli,— Şükür ki siz gelmeden işimizi bitirdik! dedi.— Merhaba. Biraz başım dönüyor, gece doğrudürüst uyuyamadım. Biraz uyusam iyi olacak.— Dün olduğu gibi yine verandada mıyatacaksınız? Tamam... Herkesi uyarırım,rahatsız etmezler sizi. Babam bir yere gitti.

Hizmetçi kız çıktı. Vera onun arkasındanyürüyecek oldu, ama döndü, endişeli bir tavırlaprensin yanına gitti.— Prens, dedi, acıyın o... zavallıya, kovmayınonu bugün.— Kovacak falan değilim, nasıl isterse öyleyapsın.— Artık bir şey yapmaz, ayrıca... sert dedavranmayın ona.— Yok canım, niye sert davranayım?— Ve... alay da etmeyin onunla. En önemliside bu.— Yo, kesinlikle etmem!Kıpkırmızı oldu Vera’nın yüzü.— Aptallık bende ki sizin gibi bir insana böyleşeyler söylüyorum. (Verandadan çıkmak içinyarı döndü, gülümseyerek ekledi:) Bitkinolduğunuzu söylüyorsunuz, ama şu andagözleriniz öyle hoş bakıyor ki... mutluluktan ışılışıl parlıyorlar.

Prens neşeyle gülerek, heyecanla:— Gerçekten mutluluktan gibi mi? diye sordu.Ama bir çocuk gibi saf, rahat olan Veranedense birden utandı, daha da kızardı, gülmeyisürdürerek çabuk adımlarla çıktı odadan.“Ne... tatlı kız...” diye geçirdi içinden prens, oanda unuttu onu. Verandanın köşesine, önündebir sehpayla sedirin bulunduğu köşeye gitti,oturdu, elleriyle yüzünü kapadı, on dakika öylekaldı. Birden heyecanla, telaşla elini yan cebinesoktu, üç mektup çıkardı oradan.Ama o anda tekrar açıldı kapı, Kolya girdi.Mektupları cebine geri koyması, onları okumayıbir süre daha ertelemesi gerekeceği için sevinmişgibiydi.Kolya sedire otururken, her genç gibidoğrudan konuya girdi:— Şu olanlara baksanıza! dedi. Şu anda nedüşünüyorsunuz İppolit için? Artık hiç saygınızkalmadı mı ona?

— Neden kalmasın? Ama çok yorgunum şuanda Kolya... Yine aynı konuyu açmanın hiçgereği yok şimdi... Peki, durumu nasıl?— Uyuyor. Daha iki saat uyanmaz.Anlıyorum, gece evde değildiniz, parktadolaştınız... Heyecandan kuşkusuz... Daha neolsun!— Evde olmadığımı, parkta dolaştığımınereden biliyorsunuz?— Demin Vera söyledi. Yanınıza girmememiçin uyardı da beni, ama sabredemedim, birdakikalığına girdim. İki saattir başındanöbetteydim. Şimdi nöbeti Kostya Lebedev’ebıraktım. Burdovskiy gitti. Hadi siz de yatınuyuyun prens. İyi... neyse, artık iyi günlerdiyeyim! Ama biliyor musunuz, çok etkilendim!— Elbette... bütün bu olanlar...— Yo, hayır prens, hayır. “İtirafları” etkiledibeni. Özellikle de kaderden ve gelecektekiyaşamdan söz ettiği bölümü.

De-va-sa bir düşünce söz konusu burada.Prens, yanına kuşkusuz sırf bu de-va-sadüşünceyi anlatmak için geldiği belli Kolya’yasevgiyle baktı.— Ne var ki asıl önemli olan yalnızca budüşünce değil, ortam da önemli! Bunu Voltaire,Rousseau, Proudhon yazmış olsaydı okur,aklımda tutardım, ama asla böylesineetkilenmezdim. Ama önünde yaşayacağı ondakikası olduğunu bilen bir insanın böyle şeylersöylemesi, gururdur işte! Kişisel meziyetinbağımsızlığının en yüksek düzeyi bu! Birmeydan okuma... Dev bir ruhsal güç bu! Sonrada böyle bir insanın tabancaya bilerek kapsülkoymadığını iddia etmek... Alçaklık bu, olacakşey değil! Hem biliyor musunuz, dün kandırdıbizi, kurnazlık etti: Valizini falan toplamadımben, tabancasını da görmedim. Her şeyini kendihazırladı. Birden şaşırttı beni. Vera onun buradakalmasına izin vereceğinizi söyledi. Size yeminederim, herhangi bir terslik olmaz. Üstelik biz dehiç yalnız bırakmayacağız onu.


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook