Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Budala-Fyodor Mihailoviç Dostoyevski

Budala-Fyodor Mihailoviç Dostoyevski

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 09:58:25

Description: Budala-Fyodor Mihailoviç Dostoyevski

Search

Read the Text Version

Büyük bir heyecanla karşılık verdi prens:— Hiç hatırlamıyorum!İvan Petroviç’in son derece sakin, prensin iseşaşırtıcı derecede heyecanlı birkaç sözcükleaçıklamasından sonra anlaşıldı ki, ölenPavlişçev’in Zlatoverhovo’da yaşayan, prensineğitimiyle görevlendirdiği hiç evlenmemiş yaşlıiki kız akrabası İvan Petroviç’in kuzinleriydi.Pavlişçev’in evlatlığı küçük prense bu kadardüşkün olmasının nedenleri konusunda herkesgibi İvan Petroviç de hemen hiçbir açıklamadabulunamıyordu. “Evet, bunun nedenini sormakhiç aklıma gelmemişti.” Ama yine de çok güçlübir belleğinin olduğu anlaşılıyordu. Çünkü ablaolan kuzin Marfa Nikitişna’nın küçük çocuğaçok sert davrandığını bile hatırlıyordu. “Hattauyguladığı eğitim sistemi yüzünden sizin için birgün tartışmıştım bile kendisiyle. Küçücükçocuğu durmadan sopayla cezalandırıyordu.Kabul edersiniz ki bu...” İvan Petroviç küçük kızkardeş Natalya Nikitişna’nın ise zavallı çocuğatersine, çok iyi davrandığını söylüyordu...“Şimdi ikisi de *** ilinde yaşıyorlar. Hayatta

olup olmadıklarını bilmiyorum. Pavlişçev oradaonlara oldukça güzel, küçük bir çiftlik bıraktı.Yanılmıyorsam Marfa Nikitişna manastırakapanmak istiyordu, ama kesin bilmiyorum...Başka biri için de duymuş olabilirim bunu...Evet, galiba doktorun karısı için öylediyorlardı...”Prens heyecanla ışıl ışıl gözlerle dinliyordu.Duygulanmıştı. Olağanüstü bir coşkuyla, Rusyaiçlerinde yaptığı altı aylık gezisi sırasında birfırsat yaratıp, kendisini eğiten yaşlı iki kadınıziyaret etmediği için kendini hiçbir zamanaffetmeyeceğini söyledi. Her gün onlarıgörmeye gitmek istemiş, ama her seferinde birengel çıkmış... Ama şimdi söz veriyordukendine... *** iline bile olsa, kesinlikle... gidipbulacaktı onları... “Demek tanıyorsunuz NatalyaNikitişna’yı? Ne harika, ne yüce ruhlu birkadındı! Ama Marfa Nikitişna da... bağışlayınama, tanımıyorsunuz onu siz, Marfa Nikitişnakonusunda yanılıyorsunuz! Evet sertti, ama...sabrının taşmaması da olanaksızdı... benim gibibir budala... Dayanılacak gibi değildim ozamanlar... (hi-hi!) Evet, tam bir budalaydım,

inanmıyorsunuz, değil mi? (hi-hi!) Evet... evet, ozaman beni görmüş olduğunuza göre... Nasıloluyor da hatırlamıyorum sizi, söyler misiniz?Demek siz... Aman Tanrım, gerçekten NikolayAndreyeviç Pavlişçev’in akrabası mısınız siz?Gülümseyen İvan Petroviç, prensi yukarıdanaşağı süzerek,— İ-na-nın, dedi.— Yo, hayır, size... inanmadığım içinsormadım... Hiç kuşku duyulabilir mi bundan(he-he!)... Yani herhangi bir şekilde! (he-he!)Benim söylemek istediğim, toprağı bol olsunNikolay Andreyeviç Pavlişçev’in harika birinsan olduğuydu! İnanın, yüce gönüllü birinsandı Nikolay Andreyeviç Pavlişçev!Konuşurken prensin soluğu kesilir gibioluyordu ya da Adelaida’nın ertesi sabahnişanlısı Prens Ş. ile konuşurken dediği gibi“tertemiz yüreğinin heyecanından tıkanıyordu.”Güldü İvan Petroviç.— Aman Tanrım! Yüce gönüllü bir insanın

akrabası olamaz mıyım yani?— Eyvah! diye haykırdı prens. (Giderek dahaçok mahcup oluyor, telaşlanıyor,heyecanlanıyordu.) Ben... ben saçmaladım yine,ama... olağan da bu, çünkü benim... benim...benim asıl söylemek istediğim yine o değildi!Hem söyler misiniz lütfen, öyle ilişkiler... öylebüyük ilişkiler bana göre mi? Üstelik öylesineyüce gönüllü bir insanın karşısında! Yücegönüllü bir insandı o, değil mi? Öyle değilmiydi?Neredeyse tepeden tırnağa titremeye başlamıştıprens. Ortada bir şey yokken, konuşmanınkonusuyla orantısız olarak neden birden öyleheyecanlanmıştı, neden öylesine duygulu bircoşkuya kapılmıştı? Anlamak zordu. O anda çokdeğişik bir ruhsal durum içindeydi. Hattabirilerine, her nedense bir şey için aşırıminnettarlık duyuyordu. Belki de İvanPetroviç’e veya bütün konuklara... Fazlasıyla“mutluydu”. İvan Petroviç bir süre sonra çokdaha dikkatli bakmaya başlamıştı ona. “Yüksekdevlet görevlisi” de öyle bakıyordu.

Belokonskaya öfkeli bakışını prense dikmiş,dudaklarını ısırıyordu. Prens N., YevgeniyPavloviç, Prens Ş., kızlar, herkes susmuş, onudinliyordu. Aglaya korkmuş gibiydi, LizavetaProkofyevna ise korkudan ne yapacağınıbilemez durumdaydı. Kızlarla annelerinindurumunda bir tuhaflık vardı: Prensin söze hiçkarışmaması, toplantı boyunca susup oturmasıgerektiğini düşünmüş, öyle karar vermişlerdi,ama onu bir köşede bir başına, kaderine boyuneğmiş otururken görünce telaşlanmayabaşlamışlardı. Hatta Aleksandra onun yanınagitmek, bütün salonu usulca karşıdan karşıyageçip Belokonskaya’nın yanındaki gruba (PrensN.’nin grubuna) katmak istiyordu ki, tam osırada prens konuşmaya başlayınca, anneylekızların endişesi bu kez daha da artmıştı.İvan Petroviç, ağırbaşlı, ciddi bir tavırla, amabu kez gülümsemeden,— Çok haklısınız, dedi, gerçekten harika birinsandı! (Bir an sustuktan sonra ekledi:) Evet...evet... mükemmel bir insandı! Büyük saygıyadeğer bir insandı diyebilirim. (Bir kez daha

sustuktan sonra daha da ağırbaşlı, ciddi birtavırla ekledi:) Ve... ve sizin de böyledüşündüğünüzü görmek çok güzel...“Yüksek devlet görevlisi” bir şeyi hatırlamayaçalışıyormuş gibi,— Şu... bir papazla... papazın adınıhatırlamıyorum... tuhaf bir... o zamanlar sözüçok edilen bir öyküsü olan Pavlişçev mi bu?İvan Petroviç anımsattı:— Cizvit Papaz Guro olayı... Evet efendim,bizim önde gelen, önemli yurttaşlarımız böyleişte! Ne de olsa soylu, varlıklı, göreve devametse sarayda mabeyinci olabilecek biri...Katolikliğe geçip Cizvit olmak için durupdururken görevinden ayrılıyor. Hem deneredeyse açıkça, kimseden gizlemeden, birçeşit coşkuyla yapıyor bunu. Neyse ki öldü de...O sıralar herkesin dilindeydi...Prens kendinde değildi. Dehşet içindehaykırdı:— Pavlişçev... Katolikliğe mi geçti Pavlişçev?

Olamaz!İvan Petroviç pek ciddi,— “Olamaz” mı? diye homurdandı. Kabuledersiniz ki, sevgili prens... çok iddialı bir sözbu! Demek öylesine değerliydi gözünüzdePavlişçev. Gerçekten de son derece iyi yüreklibir insandı. Ben daha çok o düzenbaz Guro’nunyüzünden o yola saptığını düşünüyorum... Sizbana sorun... bana sorun bu olay yüzünden dahasonra ne kadar uğraştığımı o... Guro ile, nelerçektiğimi! Düşünebiliyor musunuz, (Birdenihtiyara dön-müştü.) Pavlişçev’in mirasındanbile hak iddia etmeye kalkıştılar, hatta yolagelmeleri için önlemler almak zorunda kaldım...Çünkü işin ustasıydı adamlar! Hem de şaşılacakderecede! Neyse ki Moskova’da oluyordu bütünbunlar, hemen konta koştum kuşkusuz, kısasürede yola geldiler...Tekrar haykırdı prens:— Beni ne kadar üzdüğünüzü, şaşırttığınızıbilemezsiniz!

— Bağışlayın! Açık söylemek gerekirse, boşşeylerdi bütün bunlar, her zaman olduğu gibi birsonuç da vermezdi. Bundan kuşkum yoktu.(Tekrar ihtiyara döndü.) Dediklerine göre, geçenyaz Kontes K. bile yurtdışında bir Katolikmanastırına girmiş. Tutamıyor kendilerinibizimkiler, o... düzenbazların oyununa bir kezkaptırdılar mı kendilerini, bir dahakurtulamıyorlar... hele yurtdışındaysalar...İhtiyar, otoriter bir tavırla mırıldandı:— Sanırım bütün bunlar bizim...yorgunluğumuzdan, bir de onların inançlarınıyaymaktaki... ve göz korkutmaktaki... büyükustalıkları... İnanın,1832’de Viyana’da bana dagözdağı vermeye kalkıştılar; ama kaptırmadımkendimi, kaçtım onlardan, ha-ha! Düpedüztabanları yağladım...Birden Belokonskaya girdi araya:— Duyduğuma göre sen o zaman Cizvitlerdendeğil, güzeller güzeli Kontes Levitskaya ileViyana’dan Paris’e kaçmıştın.

O hoş anısını hatırlayınca gülerek karşılıkverdi ihtiyar:— Eh, aslında Cizvitlerden kaçıyordum...(Sonra şaşkınlığını hâlâ üzerinden atamamış,ağzı açık, konuşmaları dinleyen Prens LevNikolayeviç’e döndü, yumuşak bir sesle:)Sanırım siz çok dindarsınız, dedi. Günümüzdegençler arasında çok az sizin gibiler...İhtiyarın prensi daha yakından tanımak istediğibelliydi. Birtakım nedenlerle çok yakındanilgilenmeye başlamıştı onunla.Prens birden,— Pavlişçev’in ışıl ışıl bir zekâsı vardı,kusursuz, gerçek bir Hıristiyan’dı, dedi.Hıristiyanlık dışında bir inanışa geçmiş olamaz!..(Birden gözleri parladı. Salonda herkesin yüzünetek tek baktıktan sonra ekledi:) Kim ne dersedesin, Katoliklik Hıristiyanlık dışı bir dindir!— O kadar da değil, diye mırıldandı ihtiyar.Şaşkın şaşkın İvan Fyodoroviç’e baktı.

İvan Petroviç oturduğu yerde şöyle birdöndükten sonra,— Nasıl Hıristiyanlık dışı bir dinmişKatoliklik? diye mırıldandı.Prens son derece heyecanlı, aşırı kararlı birtavırla tekrar etti:— Hıristiyanlık dışı bir dindir, bu bir! SonraRoma Katolikliği tanrıtanımazlıktan dakötüdür... ben öyle düşünüyorum. Evet! Benimdüşüncem budur! Tanrıtanımazlığın öğretisihiçliktir, Katoliklik ise daha ileri gider: İsa’yıçarpıtır, karalar, aşağılar, deccalı yüceltir! Yeminediyorum size, deccalı vazederler, inanın bana!Çok eski, kişisel bir inancımdır bu benim ve çokacı vermiştir bana... Roma Katolikliği bir dünyadevleti olmadan kilisenin ayaktakalamayacağına inanır ve şöyle haykırır: Nonpossumus![56]Bana sorarsanız, RomaKatolikliği bir din bile değildir; inancındanbaşlayarak, bütün özü düpedüz Batı Romaİmparatorluğu’nun devamıdır... Papa yeryüzünüele geçirdi, tahtına oturdu, kılıcı da yakaladı... o

günden bu yana öyle sürüp gidiyor. Yalnızkılıca yalan dolanı, hileyi, aldatmayı, fanatizmi,bağnazlığı, acımasızlığı eklediler; halkın enkutsal bildiği şeylerle, doğrularıyla, içtenliğiyle,coşkun duygularıyla oynamaya başladılar; herşeyini, her şeyini paraya, bayağı dünyahâkimiyetine çevirdiler. Bu öğreti deccallık değilde nedir? Tanrıtanımazlığa götürmez miinsanlığı bu? Tanrıtanımazlık onlardan, RomaKatolikliğinden çıktı işte! Oradan başladıtanrıtanımazlık: İnsanlar nasıl inanabilirlerdionlara? Onlara duyulan nefretten doğmuşturtanrıtanımazlık. Onların yalanlarının, dinadamlarının güçsüzlüğünün eseridirtanrıtanımazlık! Yevgeniy Pavloviç’in çokyerinde söylediği gibi, bizde inanmayanlarköklerini yitirmiş bir kesimdir yalnızca... Orada,Avrupa’da halkın büyük çoğunluğu öncecahillikten, yalan dolandan inanmamayabaşlamış, şimdi ise fanatizmden, kiliseye veHıristiyanlığa olan nefretinden inanmıyor!Soluklanmak için durdu prens. Çok hızlıkonuşuyordu. Yüzü bembeyaz olmuştu, soluksoluğaydı. Herkes birbirine bakıyordu. Sonunda

ihtiyar açıkça gülmüştü. Prens N. saplıgözlüğünü çıkarıp dikkatle bakmaya başladıprense. Alman ozan oturduğu köşeden çıkıp,dudaklarında hain bir gülümsemeyle masayayaklaştı.İvan Petroviç canı biraz sıkkın, hatta üzgün,sözcükleri uzatarak,— Çok bü-yü-tü-yorsunuz, dedi. Oranınkilisesinde de her türlü saygıyı hak eden,erdemli din adamları vardır...— Ben bazı kiliselerin özel temsilcileri içinsöylemiyorum bunu. Roma Katolikliğinden,özellikle de Roma’dan söz ediyorum... Yoksakiliseyi tümden yok saymak olacak şey midir?Hiçbir zaman böyle bir şey söylemedim.— Katılıyorum, ama bütün bunlar bilinen vehatta gereksiz şeyler... ayrıca din bilimiyle ilgilişeyler...— Yo hayır, hayır! Yalnız din bilimiyle değil,inanın öyle değil! Sizin düşündüğünüzden dahaçok ilgilendiriyor bizi bu! Bütün yanlışımız da

burada işte, bunun yalnızca din bilimiyle ilgilibir şey olduğunu sanıyoruz! Bilindiği gibi,sosyalizm Katolikliğin ve Katolik gerçeğin birürünüdür! O da kardeşi tanrıtanımazlık gibi,umutsuzluktan, dinin kaybolan etik değerininyerini almak, içi yanan insanların ateşinisöndürmek ve onları İsa ile değil, yine zorbalıklakurtarmak için doğmuştur! Bu da zorbalıkyoluyla bir özgürlük, kılıç ve kanla birbirleşmedir! “Sakın Tanrı’ya inanayım deme,sakın mal mülk sahibi olayım, özgür olayımdeme, fraternité ou la mort[57] ve iki milyonbaş!” Kitabın dediği gibi, yaptıklarındantanıyacaksınız onları! Bütün bunların bizler içinmasum, tehlikesiz şeyler olduğunu düşünmeyin.Karşı koymaya ihtiyacımız var bizim, hemenşimdi, çok acele! Bizim yaşattığımız, onların isetanımadığı İsa’mızın batıya karşı parlayıpkendini göstermesi gerekiyor! Cizvitlerinoltalarına köleler gibi takılmadan, bizim Rusuygarlığımızı onlara götürmeli, karşılarınadikilmeliyiz. Bundan böyle bizde hiç kimse,şimdi olduğu gibi, onların öğretisininbizimkinden daha güzel olduğunu

söylememeli...İvan Petroviç,— Ama izninizle, izninizle, dedi. (Çoktelaşlıydı, endişeyle konuklara bakıyordu.Korkmuş gibiydi.) Bütün bu düşüncelerinizövgüye değer kuşkusuz ve hepsi yurtseverlikdolu, ne var ki biraz abartılı... iyisi mi kapatalımbu konuyu artık...— Hayır, abarttığım falan yok. Az bilesöylüyorum. Özellikle az söylüyorum, çünkütüm duygularımı anlatamıyorum, ama...— Bir da-ki-ka!Prens sustu. İvan Petroviç’in yüzüne ateş saçangözlerle bakarak kıpırdamadan, dimdikoturuyordu sandalyesinde.İhtiyar sükûnetini koruyarak, sevecen birtavırla,— Yanılmıyorsam velinimetinizin kaybıderinden etkilemiş sizi, dedi. Belki de yalnızlığınverdiği duyguyla bu kadar ateşlisiniz...

İnsanların arasında daha çok bulunursanız,sanırım, ilginç bir genç olarak sosyetede dahabir hoş karşılayacaklar sizi, o zaman heyecanınızyatışacak, her şeyin hiç de öyle karışıkolmadığını... üstelik böyle şeylere sıkrastlanmadığını... bana sorarsanız, bir bakımabizim aşırı doymuşluğumuzdan, biraz da cansıkıntımızdan kaynaklandığını göreceksiniz...— Evet öyle, öyle! diye haykırdı prens. Çokdoğru söylediniz! Evet, “can sıkıntısından, bizimcan sıkıntımızdan,” ama kesinlikle aşırıdoymuşluğumuzdan değil, tersinesusuzluğumuzdan... aşırı doymuşluğumuzdandeğil, bu konuda yanıldınız! Üstelik sadecesusuzluğumuzdan da değil, içimizi kavuransusuzluğumuzdan! Sakın... bunun öyle küçük,gülüp geçilebilecek bir susuzluk olduğunusanmayın... Bağışlayın, ama sezinlemek gerekirbunu! Bizimkiler kıyıya geldiklerini ancakkıyıya vardıklarında anlarlar, işte o zamansevinirler... Neden? Bakın, Pavlişçev’eşaşıyorsunuz şimdi, her şeyi onun deliliğineveya iyi yürekliliğine veriyorsunuz, ama hiç deöyle değil! Ayrıca böyle durumlarda bizim Rus

tuhaflığımız yalnızca bizi değil, Avrupa’yı daşaşırtır. Bizde Katolikliğe geçen biri kesinlikleCizvitliğe, hem de en gizli Cizvitliğe vardırır işi.Tanrıtanımaz olursa, Tanrı’ya inancın kökünüzor kullanarak, yani kılıçla kazımaya kalkışır!Neden böyledir, nedendir bu taşkınlık, çılgınlık?Bilmiyor musunuz yoksa? Çünkü vatanınıburada bulmuş, sevmiştir. Kıyıyı, karayı görmüş,onu öpmek için atılmıştır! Rustanrıtanımazlarının, Cizvitlerinin doğuşuyalnızca kendini beğenmişlikten, bütün o iğrençkibir duygularından değildir; iç acısından, ruhsaldoyumsuzluktan, büyük şeyler yapmaktutkusundan, sağlam kıyıya, artık inanmadıkları(çünkü hiçbir zaman tanımamışlardır onu)vatanlarına kavuşmak özlemindendir. Rus insanıkolaylıkla tanrıtanımaz olabilir, hem dünyadakiöteki insanların tümünden daha kolay!Gelgelelim, bizimkiler boşuna tanrıtanımazolmuyorlar, yeni bir inanç biçimi olarakiçtenlikle, yokluğa inandıklarından hiç kuşkuduymadan tanrıtanımaz oluyorlar. Bizimdoyumsuzluğumuz da bu işte! “Ayağının altındatoprağı olmayanın Tanrı’sı da olmaz.” Benim

sözüm değildir bu. Rusya’da dolaşırkenkarşılaştığım eski dine bağlı bir tüccarınsözüdür. Tam böyle söylememişti kuşkusuz,şöyle demişti: “Öz yurdunu reddeden kişiTanrı’sını da reddetmiştir.” İyi eğitim görmüşinsanlarımızın bile Hlıstovculuğa[58], dahakötüsü, nihilizme, hatta Cizvitliğe girdiğini debiliyoruz.... Öyleyse Hlıstovculuk nedenCizvitlikten, tanrıtanımazlıktan daha kötü olsun?Düşünce yönünden belki onlardan daha bilederindir! Özlem insanı nerelere götürüyor,görüyorsunuz işte!.. Kolomb’un içleri özlemleyanıp tutuşan yol arkadaşlarının önünde “YeniDünya’nın” kıyılarını açın, Rus insanınınönünde Rus “dünyasını” açın, toprağın altındagizlenmiş bu altını, o hazineyi bulması içinyardımcı olun ona! Gelecekte insanlığın belki deyalnızca Rus düşüncesiyle, Rus Tanrı’sıyla,İsa’sıyla tümden değişeceğini, yenidendoğacağını gösterin ona; o zaman görün nasıl birdev, dürüst, zeki ve sevecen bir dev, şaşırmışdünyanın, şaşırmış ve korkmuş bir dünyanınkarşısında doğrulacaktır. Çünkü onlar bizdenyalnızca kılıç, kılıç ve zorbalık beklemektedir,

çünkü bizi barbarlık olmaksızın anmamaktadır.Bugüne kadar böyleydi ve giderek artarakdevam da edecek! Ve...Ama tam o anda bir şey oldu ve prensinkonuşması hiç beklenmedik bir biçimde kesildi.Bu alışılmadık söylev, bütün bu tuhaf, telaşlısözcükler sağanağı, bir kargaşa içinde, birbirininönüne geçmeye çalışır gibi düzensiz bir biçimdeortaya dökülen bu düşünceler bir tehlikenin,genç adamın ortada bir neden yokken birdenkabarabilecek öfkesinin habercisi gibiydi.Konuk salonunda bulunanlardan prensitanıyanlar, onu ürkek (hatta utangaç) biliyorlarve onun bu çıkışını hayretle izliyorlardı. Buprens, bir gün öncesinin ürkek (hatta bazıdurumlarda çekingen), içgüdüsel bir önsezisiolan, son derece kibar prensinden çok farklıydı.Bunun nedenini bilemiyorlardı. NedeniPavlişçev’le ilgili yeni öğrendiği şey olabilirmiydi? Hanımların oturduğu köşeden deliymişgibi bakıyorlardı ona. Belokonskaya isesonradan, “bir dakika daha devam etseydikaçacaktım,” diyecekti. “Yaşlılar”

şaşkınlıklarından ne yapacaklarını şaşırmıştı.Amir general oturduğu yerden kötü kötübakıyordu. Teknik albay kıpırdamadanoturuyordu yerinde. Almanın yüzü bilebembeyaz olmuştu, ama konukların ne tepkivereceklerine bakarken yapmacık gülümsemesihâlâ dudaklarındaydı. Ne var ki bu “skandal”belki de bir dakika içinde son derece olağan,doğal bir biçimde sonuçlanabilirdi. Çok şaşıran,ama yine de kendini konuklardan öncetoparlayan İvan Fyodoroviç birkaç kezsusturmayı denemişti prensi. Ama bunubaşaramayınca kesin kararlı, prensin yanınagitmişti. Aradan bir dakika daha geçseydi vegerekli olsaydı, İvan Fyodoroviç, hastalığını önesürerek prensi salondan bile çıkarabilirdi... Amaolay başka biçimde gelişti.Prens daha başta, salona girdiğinde,Aglaya’nın onu öylesine korkuttuğu Çinvazosunun olabildiğince uzağına oturmuştu.Aglaya’nın dünkü sözlerinden sonra prensiniçinde ertesi gün ne kadar uzağa oturursaotursun, ne kadar kaçarsa kaçsın, o vazoyu yinede kıracağı, bu felaketten kaçamayacağına

ilişkin şaşılası, inanılmaz, silinmesi olanaksız birönsezi yer etmişti! Öyle de oldu. Toplantısüresince güçlü, aydınlık, ışıltılı başka izlenimlerruhuna dolmaya başlamıştı: Bunları anlatmıştık.O yüzden önsezisini unutup gitmişti.Pavlişçev’den söz edildiğini duyunca, bu aradaİvan Fyodoroviç de tanıştırmak için onu İvanPetroviç’in yanına götürünce geçip masayayakın bir yere, özel bir kaidenin üzerinde durankocaman, o çok güzel Çin vazosunun hemenyanındaki koltuğa (öyle ki dirseği neredeysearkadan dokunuyordu vazoya) oturmuştu.Sözünü bitirirken birden ayağa kalktı, kolunudikkatsizce omzundan salladı ve... o andasalondakilerden topluca bir çığlık yükseldi...Vazo ihtiyarlardan birinin başına düşeyim mi,düşmeyeyim mi, kararsız, şöyle bir sallandı,sonra birden tam tersi yöne, korkuyla kendinigeriye atan Almanın bulunduğu yana yatıpdüştü. Büyük bir şangırtı, çığlıklar, halınınüzerine dağılan değerli parçalar, korku,şaşkınlık... Ah, o anda prensin durumunu, hemzor, hem de gereksiz, ama onu şaşkına çeviren,öteki bulanık, korku dolu duygularının tümünün

üstüne çıkan çok tuhaf bir duygusunuanlatmadan edemeyeceğiz: Utanma duygusudeğildi bu, rezalet, korku ya da olayın aniliği dedeğildi onu öylesine şaşkına çeviren... Onuetkileyen, Aglaya’nın kehanetiningerçekleşmesiydi! Bundan neden öylesineetkilenmişti, bilemiyordu: Yalnız kalbininşaşkınlıkla sarsıldığını, içine mistik bir korkunundolduğunu hissediyordu, o kadar. Bir an önündeher şey açılır, aydınlanır gibi oldu. Kapıldığıdehşet duygusunun yerini bir ışık, sevinç, coşkualdı. Soluk alamaz oldu ve... bir anda geçti.Tanrı’ya şükür, nöbet değildi! Derin bir solukaldı, çevresine bakındı.Çevresindeki kargaşayı anlayamıyordu,aslında çok iyi anlıyor, her şeyi de görüyordu,ama masaldaki görülmeyen adam gibi sankisalona yeni girmiş, oradaki yabancı, ilginçinsanları bu kargaşaya karışmadan, ayaktaizliyordu. Yerlerden vazonun parçalarınıtopladıklarını görüyor, çabuk konuşmalarduyuyor, yüzü bembeyaz, ona tuhaf tuhaf bakanAglaya’yı görüyordu. Öfke de, nefret de yoktuAglaya’nın ona bakışında. Korku vardı, ama

öylesine sevecendi... Ancak konuklara bakışındaşimşekler çakıyordu... Birden sızladı yüreği.Sonra konukların bir şey olmamış gibi yerlerineoturduğunu, güldüğünü fark edince tuhaf birşaşkınlığa kapıldı. Bir dakika sonra gülüşmelerarttı: Artık ona, onun donup kalmış duruşunabakarak gülüyorlardı. Ama gülüşmeler dostça,neşeliydi. Çoğu kimse, (en başta da LizavetaProkofyevna) konuşmaya başlamıştı onunla,dostça, sevecendi konuşmaları. LizavetaProkofyevna gülümseyerek ve pek bir hoşkonuşuyordu. Prens birden İvan Fyodoroviç’insevecen bir tavırla, dostça omzunadokunduğunu hissetti. İvan Petroviç degülümsüyordu. En hoş, içten, sempatikgülümseyen de ihtiyardı. Prensin elini tutmuş,hafifçe sıkarak, öteki elinin avuç içiyle onunelinin üzerine dokunarak, ürkmüş bir çocuğuavutmak ister gibi yatıştırmaya çalışıyordu onu.Bu çok hoşuna gitmişti prensin. İhtiyar sonundaçekeleyerek yanına oturttu onu. Prens sevgiyle,mutlulukla baktı ihtiyarın yüzüne. Ama nedensehâlâ konuşmaya gücü yoktu. Soluğu kesilir gibioluyordu. Öylesine hoşuna gidiyordu ihtiyarın

yüzüne bakmak.Sonunda mırıldanabildi:— Nasıl? Bu yaptığım için bağışlıyor musunuzbeni? Ya... siz Lizaveta Prokofyevna?Gülüşmeler arttı, prensin gözlerinde yaşlarbelirdi. İnanamıyordu, hayretler içindeydi. İvanPetroviç,— Kuşkusuz, harika bir vazoydu, dedi.Hatırlıyorum, on beş... evet on beş yıldır... oradaduruyordu.Lizaveta Prokofyevna yüksek sesle,— Aman ne büyük felaket! dedi. İnsan bileölürken, düşüp kırılan bir kil çanak için miüzüleceğiz! (Prense dönüp endişeli, ekledi:)Korktun mu yoksa Lev Nikolayeviç? Önemlideğil canım, üzülme! Doğrusu, korkuttun beni.Oldu bitti işte...— Her şey için mi bağışlıyorsunuz beni? dediprens. Vazonun dışında her şey için de mi?Birden ayağa kalkacak olmuştu, ama ihtiyar

tekrar kolundan yakalayıp oturtmuştu onu.Yanından ayrılmasını istemiyordu.Masada karşısında oturan İvan Petroviç’efısıldadı:— C’est trés curieux et c’est trés sérieux![59]Ama hayli yüksek sesle fısıldamıştı; öyle kiprens belki de duymuştu onu.— Kimseyi kırmış olmadım mı yani? Bununiçin ne kadar mutlu olduğumu bilemezsiniz, öyleolması da gerekir zaten! Burada herhangi birkimseye nasıl kırıcı davranabilirim? Böyledüşünmekle bile gücendirmiş oluyorumdursizleri.— Sakin olun dostum, olayı büyütüyorsunuz...Teşekkür etmenizi gerektirecek bir şey de yokortada. Hoş bir duygu sizinki, amabüyütüyorsunuz.— Size teşekkür etmiyorum, yalnızca... sizebakarken sevgi duyuyorum, mutlu oluyorum.Belki aptalca konuşuyorum, ama konuşmalı,

açıklamalıyım... hiç değilse kendime olansaygımdan yapmalıyım bunu.Her şeyi taşkın, bulanık ve heyecanlıydıprensin. Çok olasıdır, söyledikleri asıl söylemekistediği şeyler değildi. Bakışlarıyla şöylesoruyordu sanki: “İzin verirseniz konuşabilirmiyim?” Bir ara Belokonskaya ile göz gözegeldi.— Önemli değil cancağızım, dediBelokonskaya. Devam et sen, devam et... Deminsoluğun kesildi, ama şimdi rahatsın. Korkma,konuş. Bu baylar senden çok daha gariplerinigördüler, onun için, şaşırtamazsın onları.Oldukça zeki bir gençsin, gelgelelim, vazoyukırdın, korkuttun bizi.Prens gülümseyerek dinliyordu onu. Birdenihtiyara döndü.— Sahi, bundan üç ay önce üniversiteöğrencisi Podkumov ile devlet memuruŞvabrin’i sürgünden kurtaran sizdiniz, değil mi?Sizdiniz?

İhtiyarın yüzü biraz kızarmıştı. Mırıldanaraksakin olmasını söyledi prense.Prens hemen İvan Petroviç’e döndü.— Evet, sizinle ilgili de*** ilinde özgürlüğünüverdiğiniz, ama sonra başınıza tatsız işler açmışköylülerinize evleri yanınca inşaat için bedavakereste dağıttığınızı duydum, doğru mu bu?İvan Petroviç,— Bü-yü-tüyorsunuz, diye mırıldandı.Ama böyle derken hoş, mağrur bir tavırtakınmaktan da geri kalmamıştı. Ne var ki “bubüyütme” konusunda bu kez bütünüylehaklıydı. Prensin kulağına kadar gelmiş busöylenti doğru değildi.Prens sonra aydınlık bir gülümsemeyleBelokonskaya’ya döndü:— Altı ay önce Lizaveta Prokofyevna’nınmektubuyla Moskova’da size geldiğimde nasılöz oğlunuz gibi karşılamıştınız, evinize kabuletmiştiniz beni prenses. Gerçekten öz oğlunuz

gibi karşılamıştınız ve ömrüm boyuncaunutmayacağım bir öğüt vermiştiniz bana!Hatırlıyor musunuz?Belokonskaya canı sıkkın,— Neden paralayıp duruyorsun kendinicanım? diye mırıldandı. İyi bir insansın, amakomik oluyorsun: Bir parçacık yakınlıkgösteriyorlar sana, hayatını bağışlamışlar gibiteşekkürler edip duruyorsun insanlara. Bununövünülecek bir şey olduğunu sanıyorsun, amasıkıyorsun insanları.Büsbütün öfkelenecekti yaşlı kadın, amabirden gülmeye başladı. Bu kez hoş, içtengülüyordu. Lizaveta Prokofyevna’nın da yüzüaydınlandı, İvan Fyodoroviç gülümsedi.Duygulu bir sevinçle, Belokonskaya’nın onuetkileyen söylediklerini tekrarladı:— Lev Nikolayeviç’in iyi bir insan olduğunusöylemiştim... iyidir... sözcüğün tam anlamıylaiyidir, bir de prensesin dediği gibi konuşurkentıkanmasa...

Yalnızca Aglaya biraz üzgün gibiydi. Ancakyüzü (belki de öfkeden) biraz kızarmıştı.İhtiyar tekrar fısıldadı İvan Petroviç’e:— Gerçekten, çok hoş bir genç.Prens artan bir heyecanla sürdürdükonuşmasını:— Yüreğimde acılarla geldim buraya. Ben...ben korkuyordum sizden, kendimdenkorkuyordum. (Giderek daha çabuk, daha tuhaf,daha duygulu konuşuyordu.) Daha çok dakendimden korkuyordum. Buraya Petersburg’adönerken söz vermiştim kendime, geldiğim ailesebebiyle benim de aralarında bulunduğumsoylularla, toplumun önde gelen, deneyimli,özgün kişileriyle tanışacaktım. Evet, kendim gibiprenslerin arasındayım şimdi, öyle değil mi?Tanımak istiyordum sizleri, gerekliydi benimiçin bu. Çok, pek çok gerekliydi!.. Çok fazlakötü şey duymuştum sizlerle ilgili, pek az da iyişey... Küçük merakların insanları olduğunuzdan,geri kalmışlığınızdan, kültürsüzlüğünüzden,komik alışkanlıklarınızdan söz ediyorlardı. Ah,

öylesine çok şey yazıyor, söylüyorlar ki sizinleilgili! Bugün büyük bir merak ve heyecan içindegeldim buraya: Rus halkının bu yüksek tabakasıgerçekten işe yaramaz, devri geçmiş, boş,elinden yalnızca ölmek gelebilen, ölmekteolduklarını bile fark etmeden geleceğininsanlarıyla kıskançlık içinde didişen insanlarmıydı, bizzat görmem, anlamam gerekiyordu.Şimdiye kadar tam olarak inanmıyordum busöylenenlere, çünkü saraydaki üniformalılarınveya... oraya rastlantı sonucu yükselmişlerindışında yüksek tabakadan insanlar yoktu bizde,şimdi bütünüyle yok oldular, öyle değil mi, öyledeğil mi?İvan Petroviç alaylı gülümseyerek,— Aslında hiç de öyle değil, dedi.Belokonskaya tutamadı kendini, mırıldandı:— İşte başladı yine!İhtiyar tekrar araya girdi, alçak sesle,— Laissez le dire[60] Baksanıza, tir tir titriyor

bile.Gerçekten de kendinde değildi prens.— Ne oldu sonra? Harika, içten, zeki insanlargördüm. Benim gibi bir çocuğa sevecendavranan, onu dinleyen saygın bir yaşlı insangördüm... Karşısındakini anlayan, bağışlayabileninsanlar gördüm. Rusya içlerinde karşılaştığımsamimi, temiz yürekli insanlardan aşağıkalmayan samimi, temiz yürekli, harika insanlargördüm. Buna ne kadar sevindiğimibilemezsiniz! İzin verin duygularımı anlatayım!Dünyada her şeyin biçim, köhne bir şekilcilikolduğunu, özün kuruyup tükendiğini daha öncegördüm, biliyorum. Ama bunun bizdeolamayacağını anlıyorum şimdi. Başka herhangibir yerde olabilir, ama bizde hayır... Yani sizlerCizvit misiniz şimdi, yalancı mısınız? PrensN.’nin demin anlattıklarını dinledim. İçtenlik,temiz yüreklilik, insani coşkulu bir mizah,gerçek bir saflık değil de neydi onunki?Canlılığını yitirmiş, yüreği ve sanatsal duygularıkurumuş bir insanın ağzından çıkacak sözcüklermiydi onlar? Ölü insanlar sizlerin bana

davrandığınız gibi davranabilirler miydi?Gelecek için, umutlar için bir ışık değil midirbu? Böyle insanların anlayamaması, geri kalmasıolası mıdır?“Yüksek devlet görevlisi” gülümsedi.— Bir kez daha rica ediyorum dostum, sakinolun. Bütün bunları başka bir zaman konuşuruzve ben seve seve...İvan Petroviç tuhaf bir ses çıkararak şöyle birdöndü oturduğu koltukta.İvan Fyodoroviç de olduğu yerde kıpırdamayabaşlamıştı. İvan Fyodoroviç’in amiri general,prensle hiç ilgilenmeden “yüksek devletgörevlisinin” eşiyle konuşuyordu. Oysa “yüksekdevlet görevlisinin” eşi prensin anlattıklarına sıksık kulak kabartıyor, o yana bakıyordu.Prens ihtiyara dönüp büyük bir heyecanlaanlatmayı sürdürdü:— Biliyor musunuz, konuşursam daha iyiolacak! (Ona özel bir güven duyuyor, bir sırrıonunla paylaşıyor gibiydi.) Dün burada

konuşmamı yasaklamıştı Aglaya İvanovna,konuşamayacağım konuları bile belirlemişti. Okonulara girince komik olduğumu söylüyor!Yirmi yedi yaşındayım, ama bir çocuk gibiolduğumun farkındayım. Bir düşüncemiaçıklama hakkım yok, daha önce de söylemiştimbunu. Ancak Moskova’da Rogojin’lekonuşurken açıklayabiliyordum düşüncelerimi...Birlikte Puşkin’i okuyorduk, bütün eserleriniokuduk. Rogojin’in bir şey bildiği yoktu,Puşkin’in adını bile duymamıştı... Komikgörünümüm yüzünden düşüncelerimin, enönemli fikirlerimin basitleşeceğindenkorkuyorum. Davranışlarım iyi değil. Her zamanyanlış şeyler yapıyorum. Dinleyenleringülmesine neden oluyor bu, düşüncemibasitleştiriyor. Ölçü duygum da yok. Önemliolan ise bu. Hatta en önemli olan... Biliyorum,en iyisi susup oturmam. Bir köşede sesimiçıkarmadan oturduğum zaman akıllıgörünüyorum, etraflıca düşünebiliyorum da.Ama şimdi konuşursam daha iyi olacak. Banaçok hoş baktığınız için konuşmaya başladım.Harika bir yüzünüz var! Oysa hiç

konuşmayacağım diye dün söz vermiştimAglaya İvanovna’ya.İhtiyar gülümsedi.— Vraiment?[61]— Ama arada bir haksız olduğumudüşündüğüm de oluyor. Şöyle geçiriyorumiçimden: “İçtenlik davranışın önünde gelir.”Öyle değil mi? Öyle değil mi?— Kimi zaman öyledir.— Her şeyi anlatmak istiyorum, her şeyi, herşeyi! Ah, evet! Benim düşüncelerimi birhayalcinin veya siyaset adamının düşünceleriolarak mı görüyorsunuz? Yo, hayır, inanın yoköyle bir şey, son derece sıradandır benimdüşüncelerim... İnanmıyor musunuz budediğime? Gülüyorsunuz, öyle mi? Biliyormusunuz, inancımı yitirdiğim zamanlar alçaklıkettiğim oluyor kimi kez. Demin buraya gelirkenşöyle geçiriyordum içimden: “Peki ama, nasılkonuşacağım onlarla? Söyleyeceklerimden hiçdeğilse bir şeyler anlamaları için söze nasıl

başlamalıyım?” Çok korkuyordum, en çok dasizden... Çok, çok korkuyordum sizden!Bununla birlikte, korkarsam ayıp olmaz mıydı?Ya bir öncünün hiç de iyi olmayan, çağdışı,dipsiz bir uçurum olduğunu görseydim neolurdu? İşte benim sevincim de, burada hiç debir uçurum falan bulmamak, aksine gayet canlıbir materyalle karşı karşıya olduğumdan eminolmaktır! Komikliğimiz yüzünden mahcupolmanın gereği yok, öyle değil mi? Evet,gerçekten öyle, komiğiz bizler, düşüncesiziz,kötü alışkanlıklarımız var, canımız sıkılıyor,gerçeği görme, anlama yeteneğimiz yok. Evet,öyle, hepimiz, siz de, ben de, onlar da! Amakomik olduğunuzu yüzünüze karşı söylediğimiçin gücenmediniz ya bana? Gücendiyseniz, omateryale ait değilsiniz demektir. Size bir şeysöyleyeyim mi, bence komik olmak kimi zamaniyidir, hatta daha iyidir: Birbirinizi daha çabukbağışlayabilirsiniz, daha kolay barışırsınız. Biranda her şeyi anlamak gerekmez, doğrudanmükemmellikten başlamak da gerekmez!Mükemmelliğe ulaşmak için önce çok şeyianlamamak gerekir. Gereğinden fazlasını

anlarsak belki iyi anlayamayız. Size söylüyorumbunu, çok şeyi anlamış ve... anlamamış olanlara.Sizin adınıza korkmuyorum artık. Bir çocuğunsize böyle şeyler söylemesine umarımkızmıyorsunuzdur? Elbette kızmazsınız! Evet,sizi incitenleri, hiçbir şekilde incitmeyenleri deunutabilir, bağışlayabilirsiniz siz. Çünkü en zoruda sizi incitmeyenleri bağışlamaktır. En zorudur,çünkü yakınmamızın bir nedeni yoktur. Benimbüyük insanlardan beklediğim budur işte,buraya gelirken bütün bunları sizlere söylemekiçin acele etmemin nedeni de buydu. Oysa nasılsöyleyeceğimi de bilemiyordum... Gülüyormusunuz İvan Petroviç? Yoksa ötekiler adınakorktuğumu, onların avukatlığını yaptığımı,demokrasi ve eşitlik söylevi çektiğimi misanıyorsunuz? (Sinirli sinirli güldü prens.Konuşurken zaten sürekli kesik kesik, coşkulugülüyordu.) Sizin adınıza, hepinizin vehepimizin adına korkuyorum. Doğuştan birprensim ben ve burada prenslerle birlikteoturuyorum. Hepimizi kurtarmak içinsöylüyorum bunları, prensler sınıfınınkaranlıklar içinde, bir şeyin farkında olmadan,

sürekli sövüp sayarak, hep kaybederek yok olupgitmemesi için söylüyorum bunları. En öndeolmak ve en büyük olmak varken nedenbaşkalarına bırakalım yerimizi? Önde oluncabüyük de olacağız. Büyük olmak için önce uşakolalım.İkide bir koltuktan fırlayıp ayağa kalkmayaçalışıyordu, ama ihtiyar giderek artan birhuzursuzluk içinde yüzüne bakarak sürekliengel oluyordu ona.— Bakın ne diyeceğim! Yalnızca konuşmanınyetmeyeceğini biliyorum: Basit bir örnek ya dabasitçe bir başlangıç... daha iyidir, ben debaşladım... Hem sonra, gerçekten mutsuz olabilirmi bir insan? Ah, mutlu olmaya gücüm varsa,hüzün ve felaketin ne anlamı olabilir? Biliyormusunuz, bir ağacın yanından geçeceksiniz, onugöreceksiniz ve mutlu olmayacaksınız ha, iştebunu aklım almaz! Sevdiğiniz bir insanlakonuşacaksınız ve mutlu olmayacaksınız! Ah,anlatamıyorum... kötü durumda bir insanın bileadım başı göreceği öylesine çok güzel şeyvarken mi mutlu olamayacaksınız? Bir çocuğa

bakın, güneşin doğuşuna bakın, bir otun boyatışına bakın, sizi seven insanların gözleriniziniçine bakışına bakın...Uzun süredir ayakta konuşuyordu. İhtiyarkorkarak bakıyordu ona. Durumu herkestenönce fark eden Lizaveta Prokofyevna elleriniçırparak “Aman Tanrım!” diye haykırdı. Aglayaprensin yanına koşup onu yakaladı ve o andayüzü acıyla allak bullak olmuş, zavallı hastanınvahşi çığlığını duydu; “Cin, onu yere vurupşiddetle sarstı.”[62]Boylu boyunca halınınüzerine uzanmıştı prens.Biri çabucak bir yastık getirip koymuştubaşının altına.Böyle bir şeyi hiç kimse beklemiyordu. On beşdakika sonra Prens N., Yevgeniy Pavloviç,ihtiyar toplantıyı tekrar canlandırmaya çalıştılar,ama yarım saat sonra herkes arabalarına binipdağılmıştı. Duygulu çok şey söylendi,yakınanlar, üzüntülerini, düşüncelerinibelirtenler oldu. Bu arada İvan Petroviç “Bugenç bir Slavcı veya buna benzer bir şey... yine

de tehlikesi yok,” dedi. İhtiyar bir şeysöylemedi. Ne var ki ertesi gün ve bir sonrakigün, hemen herkes biraz gücenikti. İvanPetroviç’in canı bile sıkılmıştı, ama çok değil...Amir general bir süre biraz soğuk durmuştu İvanFyodoroviç’e. Ailenin “koruyucusu” yüksekdevlet görevlisi ise aile babasına yumuşak birdille de olsa, ima yollu, Aglaya’nın geleceğikonusunda çok çok endişeli olduğunusöylemişti. Oldukça iyi yürekli biriydi. Toplantısüresince prense ilgisi daha çok prensinNastasya Filippovna ile olan eski yakınlığınaydı.İkisinin bu yakınlığı üzerine bir şeyler duymuşve bu çok ilgisini çekmişti. Hatta prense buolayla ilgili birtakım sorular sormak istemişti.Belokonskaya ayrılırken LizavetaProkofyevna’ya şöyle demişti:— Ne diyeyim, hem iyi, hem kötü... Benim nedüşündüğümü öğrenmek istiyorsan, daha çok,kötü... Nasıl biri olduğunu kendin de gördün,düpedüz hasta!Lizaveta Prokofyevna kararını vermişti, prenskesinlikle damat adayı “olamazdı”. Bütün gece

düşünmüş, sonunda kararını vermişti: “Benhayatta olduğum sürece Aglaya’nın kocasıolamaz.” Sabahleyin kalktığında da kararıöyleydi. Ama bir saat sonra kahvaltıda kendikendiyle tuhaf bir çelişkiye düştü.Ablalarının şaşırtıcı, ama çekinerek sorduklarıbir soruya Aglaya, onların sözünü soğuk, amaküstah bir tavırla birden kesip karşılık vermişti:— Hiçbir zaman, hiçbir söz vermedim benona, hayatımda bir an bile kocam olarak dadüşünmedim onu. Herhangi bir yabancıdanbaşka bir kimse değildir o benim için.O anda kıpkırmızı olmuştu LizavetaProkofyevna’nın yüzü. Pek üzgün,— Senden hiç beklemiyordum bunu, demişti.Seninle evlenebilecek biri değil, biliyorum,böyle olduğu için de Tanrı’ya şükrediyorum.Ama böyle bir şey söylemeni hiçbeklemiyordum! Başka şeyler söyleyeceğinibekliyordum. Dünkü bütün o konuklarıkovardım da, yalnız onu ağırlardım, öyle birinsandır işte o!

Bu söylediğinden korkup birden susmuştuLizaveta Prokofyevna. Ya o anda kızına nebüyük bir haksızlık ettiğini bilseydi? OysaAglaya’nın kafasında kesin kararı biçimlenmiştibile. Yalnızca her şeyin belli olacağı anıbekliyordu ve bu konuda her türlü ima, yarasınadikkatsizce her dokunuş yüreğini parçalıyordu.

VIIIPrens için o sabah ağır önsezilerin etkisialtında başladı; elbette bu durum hastalığıylaaçıklanabilirdi, ama çok belirsiz bir hüzün vardıiçinde ve ona en büyük acıyı veren de buydu.Gerçi ağır, üzücü, apaçık gerçekler vardıönünde, ama hüznü düşüncelerinin,hatırladıklarının üzerindeydi. Kendi kendiniavutamayacağını biliyordu. O gün kendisi içinçok önemli, kesin bir şeyin olacağı önsezisiyavaş yavaş yer etmeye başlamıştı içinde. Dünakşam geçirdiği nöbet hafifti. Kaygıdan, başındahafif bir ağırlıktan, omuzlarında ağrıdan başkabir rahatsızlık hissetmiyordu. Ruhunda bir sıkıntıolsa da, kafası çok iyi çalışıyordu. Hayli geçkalkmış, kalkar kalkmaz da akşam olanlarıbütün ayrıntılarıyla hatırlamıştı. Tam açık seçikolmasa da, nöbetten yarım saat sonra onu evegetirdiklerini de hatırlıyordu. Yepançinler’inadam yollayıp sağlık durumunu sordurduklarınıöğrendi. Saat on bir buçukta bir adam dahayolladılar. Bu hoşuna gitti. İlk ziyaretçisi onayardıma gelen Vera Lebedeva idi. Onu görür

görmez ağlamaya başladı Vera Lebedeva, amaprens onu yatıştırınca bu kez güldü. VeraLebedeva’nın gösterdiği yakınlık çokduygulandırmıştı prensi. Tutup ellerini öptükızın. Vera kulaklarına kadar kızardı. Birdenelini çekip korku içinde haykırdı:— Ah, ne yapıyorsunuz, siz ne yapıyorsunuz!Tuhaf bir şaşkınlık içinde çabucak çıkıp gittiodadan. Gitmeden, söz arasında babasının“merhum”un (babası general için hep böylediyormuş) gece ölüp ölmediğini öğrenmek içingün doğmadan kalkıp İvolginler’e gittiğini,herkesin onun yakında öleceğini söylediğinianlatmıştı. On ikiden sonra döndü Lebedev vesırf “kendilerinin değerli sağlık durumlarınınnasıl olduğunu öğrenmek için bir dakikalığına”vb. prensin yanına uğradığını söyledi. Bu arada“dolapçığa” da bir göz atacaktı... Çok ahlayıpofluyordu. Prens hemen başından savdı onu.Ama yine de prense dün akşamki nöbetiyle ilgilibir şeyler sormayı başarmıştı. Oysa bu konudaher şeyi bildiği belliydi... Lebedev’in arkasındanKolya geldi koşarak. O da bir dakikalığına

uğramıştı. Gerçekten acelesi vardı Kolya’nın veçok telaşlı, üzgündü. Babasıyla ilgilikendisinden saklanan her şeyi ona anlatması içinyalvardı prense. Olayı dün duyduğunu söyledi.Prens olan biteni Kolya’ya elinden geldiğinceiçten, eksiksiz, ayrıntılarıyla anlattı... Zavallıdelikanlı yıldırım çarpmışa döndü. Bir şeysöyleyemiyor, sessizce ağlıyordu. Prens o anınKolya için hiçbir zaman unutamayacağı,delikanlının hayatında bir kırılma noktasıolduğunun farkındaydı. Acele ederek bu olaylailgili düşüncesini anlattı Kolya’ya. Ona göreyaşlı babası bu yaptığı hatanın üzüntüsündenölmüştü ki, herkeste görülmeyen soylu birözellikti bu... Prensi dinlerken Kolya’nıngözlerinin içi ışımaya başlamıştı.— Gavrila’nın da, Varvara’nın da, Ptitsın’ın daTanrı cezasını versin! Onlara bir şeysöylemeyeceğim, ama bundan böyle yollarımızayrıdır! Ah prens, dünden beri şimdiye kadarhissetmediğim öyle çok şey hissettim ki! Bir dersolsun bana bu! Varvara’nın yanında anneminrahatı yerinde, ama bu durumda annemi de

oradan almam gerektiğini düşünüyorum. Amaşu da var...Kendisini beklediklerini hatırlayınca yerindenfırladı, ayaküstü prensin sağlığını sordu, cevabıaldıktan sonra aceleyle ekledi:— Başka bir şey yok mu? Duyduğuma göre,dün... (ancak sormaya hakkım yok bunu) ancakherhangi bir zaman, herhangi bir konudagüvenilir bir dosta ihtiyacınız olursa, o dostunuzşu anda karşınızda... Sanırım ikimiz de pekmutlu sayılmayız, öyle değil mi? Ama... bir şeysormayacağım size, sormayacağım...Kolya çıktı. Prens daha da derin düşünceleredaldı: Herkes bir şeyler olmasını bekliyordu,herkes kendince bir sonuca varmış, onunbilmediği bir şeyler biliyormuş gibi bakıyorduyüzüne. Lebedev ağzından laf almaya çalışıyor,Kolya imalı konuşuyor, Vera ağlıyordu.Sonunda “adam sen de” der gibi salladı kolunuprens, “Hep şu pis hastalığım yüzünden böyleşeyler geliyor aklıma,” diye geçirdi içinden. Saatikiden sonra “bir dakikalığına” ziyaretine gelenYepançinler’i görünce yüzü aydınlandı.

Gerçekten de bir dakikalığına uğramışlardı.Kahvaltıdan kalktıklarında LizavetaProkofyevna “hemen” dolaşmaya çıkacaklarınısöylemişti. Emir verir gibi soğuk, kesin, başkabir açıklamada bulunmadan söylemişti bunu.Hepsi birlikte, yani anne, kızlar, Prens Ş.çıkmışlardı. Lizaveta Prokofyevna her zamangittiği yönün tam tersi yöne yürümüştü. Herkeshemen anlamıştı durumu, itiraz etmektenkorktukları için sesini çıkaran olmamıştı.Lizaveta Prokofyevna ise, birtakım imalısözlerden, itirazlardan kurtulmak için arkasınabakmadan, önden koşar adımlarla yürüyordu.Sonunda dayanamamıştı Adelaida, yürüyüşeçıktıklarına göre böyle koşturmalarının hiçgerekmediğini, annesine yetişemediğinisöylemişti.Birden arkaya dönmüştü LizavetaProkofyevna,— Beni dinleyin, demişti, Şimdi onun evininönünden geçeceğiz. Aglaya dün akşam nedediyse dedi, sonra neler olduysa oldu, yine deyabancımız değildir, üstelik şimdi üzgün ve

mutsuz... Ne olursa olsun, uğrayacağım yanına.İsteyen benimle gelir, istemeyen gelmez, yolunadevam eder, kimseye kapalı değil yol...Kuşkusuz herkes izlemişti onu.Doğal olarak, prens hemen dün akşam kırdığıvazo ve... çıkan skandal için özür diledi.— Hiç önemli değil, dedi LizavetaProkofyevna. Vazoyu boş ver, ben senin içinüzülüyorum. Bir skandal olduğunun farkındasındemek? Eh, hep “hemen ertesi sabah” fark edilirzaten... Geldi geçti işte... Onun da önemi yok.Çünkü kimse suçlamıyor seni. Neyse, hoşça kal.Kendini iyi hissediyorsan çık dolaş biraz, sonragel yat yine, sana tavsiyem budur. Aklınagelirse, şimdiye kadar olduğu gibi uğra bizeyine. Şunu hiç unutma, ne olmuş, ne sonuçvermiş olursa olsun, her zaman ailemizin birdostu olarak kalacaksın, en azından benim... Enazından kendim için söyleyebilirim bunu...Lizaveta Prokofyevna’nın duygularınıpaylaştığını söyledi herkes. Sonra gittiler. Amahastaya gönül alıcı, moral verici bir şeyler

söylemekte gösterdiği bu acelecikte LizavetaProkofyevna’nın da farkına varmadığı hayli sertbir şeylerin gizli olduğunu prens hissedememişti.Aldığı “şimdiye kadar olduğu gibi” davette de,“en azından benim için” sözünde de yine gizlibir kehanet var gibiydi. Aglaya’yı düşünmeyebaşlamıştı prens. Evet, odaya girerken de,odadan çıkarken de çok hoş gülümseyerekbakmıştı ona Aglaya.Ama iki kez gözlerinin içine bakmış olmasınakarşın, herkes yine dost olduklarını söylerken oağzını açıp bir şey söylememişti bile. Herzamankinden soluktu yüzü, sanki bir gecedezayıflamıştı... Prens “şimdiye kadar olduğu gibi”akşam onlara gitmeye karar vermişti. Heyecanlasaate baktı. Yepançinler’in arkasından tam üçdakika sonra Vera girdi.— Lev Nikolayeviç, dedi, Aglaya İvanovnasize iletmem için gizlice...Ürperdi prens.— Pusula mı verdi?

— Hayır efendim. Sözlü olarak iletmemisöyledi. Onu bile güçlükle söyleyebildi. Bugünevden bir dakika bile ayrılmamanızı, akşam saatyediye ya da... tam duyamadım, dokuza kadarevde kalmanızı rica ediyor.— Peki ama,... neden? Ne olacak?— Hiçbir fikrim yok efendim. Yalnızkesinlikle iletmemi emretti, o kadar.— Demek “kesinlikle” dedi, öyle mi?— Hayır efendim, tam öyle demedi. Tamdönüp öyle diyecekti ki, o anda korkup geriçekildim. Ama yüzünden öyle demek istediğinianladım. Yüzüme öyle bir bakış baktı ki, kalbimduracak sandım...Daha başka sorular da sormasına karşın,Vera’dan bir şey öğrenemedi prens; kızcağızınheyecanının artmasından başka bir şeyeyaramamıştı soruları. Yalnız kaldıktan sonradivana uzandı, tekrar düşünmeye başladı.Sonunda, “Belki bu akşam saat dokuza kadarbirileri olacaktır onlarda, konukların yanında

yine bir saçmalık yapacağımdan korkuyordur,”diye düşündü ve sık sık saate bakarak sabırsızcaakşamı beklemeye koyuldu. Ne var ki bilmeceakşamdan çok daha önce, yine yeni bir konuğungelmesiyle çözüldü. Bu çözüm acılı başka birbilmeceyi de beraberinde getirmişti:Yepançinler’in çıkmasından tam yarım saatsonra İppolit girdi odasına. Öylesine yorgun,bitkindi ki, girer girmez bir şey söylemedenkendini koltuğa atmış, kendinde değilmiş gibidayanılmaz bir öksürük nöbetine tutulmuştu.Ağzından kan gelene kadar öksürdü. Gözleriparlıyordu, yanaklarında kırmızı lekelerbelirmişti. Mırıldanarak bir şey söyleyecek olduona prens, ama İppolit cevap vermedi, dahasonra da uzun süre bir şey söylemeden, onuşimdilik rahatsız etmemesi için kolunu salladıprense. Neden sonra geldi kendine. Zorlanarak,hırıltılı bir sesle,— Gidiyorum! dedi.Prens yerinden hafifçe doğrulup,— İsterseniz götüreyim sizi, dedi.

Ama evden ayrılmaması için biraz önce aldığıemri hatırlayınca hemen sustu.İppolit gülmeye başladı. Güçlükle solukalırken hırıltılı bir sesle,— Buradan gitmiyorum, dedi. Tersine, bir işiçin özellikle gelmeyi düşündüm buraya...Yoksa rahatsız etmezdim sizi. Oraya gidiyorumben, hem sanırım bu kez kesin. Bitti! İnanın,bana acıyasınız diye söylemiyorum bunu... Busabah saat onda o ana kadar kalkmamak üzereyatmıştım, ama sonra vazgeçtim, size gelmekiçin tekrar kalktım... Gerekiyordu çünkü...— Size bakınca içim burkuluyor. Buraya kadarzahmet edeceğinize çağırsaydınız ya beni...— Bu kadarı yeter işte. Sosyete nezaketi içiniçinizin burkulması yeter... Sahi, unuttum, sizinsağlığınız nasıl?— İyiyim. Dün biraz... ama çok değil...— Duydum, duydum. Olan Çin vazosunaolmuş. Ne yazık ki ben yoktum orada! Bir iş içingeldim size. Önce bugün Gavrila Ardalionoviç’i


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook