Important Announcement
PubHTML5 Scheduled Server Maintenance on (GMT) Sunday, June 26th, 2:00 am - 8:00 am.
PubHTML5 site will be inoperative during the times indicated!

Home Explore Budala-Fyodor Mihailoviç Dostoyevski

Budala-Fyodor Mihailoviç Dostoyevski

Published by eminyukseloglukaihl, 2019-10-21 09:58:25

Description: Budala-Fyodor Mihailoviç Dostoyevski

Search

Read the Text Version

şeyi anlatacağım ona. Herkesin ilgisiniçekmenizi istiyorum. Hadi anlatın.O arada resim sehpasını hazırlayan, fırçalarını,paletini eline alıp, taşbaskı bir manzara resminebakarak çalıştığı resmin başına oturan Adelaida,— Maman, çok tuhaf olmayacak mı bu? dedi.Aleksandra ile Aglaya birlikte küçük kanepeyeoturdular, kollarını kavuşturup dinlemeyehazırlandılar.Prens herkesin onu dikkatle izlediğininfarkındaydı.Aglaya,— Birisi bana böyle emretseydi, kesinliklehiçbir şey anlatmazdım, dedi.— Nedenmiş o? Tuhaf olan ne var bunda?Neden anlatmayacakmış? Dili var ya. Nasılkonuştuğunu görmek istiyorum. Neyse, birşeyler söyleyin. İsviçre’yi sevdiniz mi, ilkizleniminizi anlatın. Göreceksiniz şimdi kızlar,hemen anlatmaya başlayacak, hem çok güzel

anlatacak.— İlk izlenimim çok güçlüydü... diye başladıprens.Sabırsız Lizaveta Prokofyevna kızlarınadönüp,— Bakın, bakın, anlatmaya başladı, dedi.Aleksandra kesti annesinin sözünü:— İzin verin konuşsun, maman... (Aglaya’nınkulağına eğilip fısıldadı:) Bence bu prens budalafalan değil, düpedüz bir düzenbaz.— Galiba öyle, dedi Aglaya, deminden berifarkındayım. Rol yapıyorsa alçağın tekidir.Bununla ne elde etmeye çalışıyor olabilir?— İlk izlenimim çok güçlüydü, diye tekrarladıprens. Beni Rusya’dan oraya Almanya’nınçeşitli kentlerinden geçirerek götürürlerkensesimi çıkarmadan yalnızca çevremebakıyordum, hatta kimseye hiçbir şey desormadığımı hatırlıyorum. Hastalığımın peş peşetekrarlanan nöbetlerinden hemen sonraydı. O

zamanlar hastalığım şiddetlenince, nöbetlerimarka arkaya birkaç kez tekrarlanınca aptal gibioluyordum, belleğimi tümüyle yitiriyordum,beynim çalışıyordu, ama düşünce akışımınmantık zinciri kopuyordu. İki veya üç düşünceyibirbirine bağlayamıyordum. Yani öylesanıyorum. Nöbetlerim geçince yine şimdiki gibisağlıklı ve güçlü oluyordum. Hatırlıyorum:Dayanılmaz bir hüzün vardı içimde. Hattaağlamak istiyordum. Her şeyi yadırgıyordum,huzursuzdum: Her şeyin bana yabancı olmasıçok etkiliyordu beni, bunu anlayabiliyordum.Yabancı her şey boğuyordu beni, öldürüyordu.Hatırlıyorum, beni bu karanlıktan bir akşamvakti İsviçre’ye girerken Basel’de kentpazarında bir eşeğin anırtısı uyandırdı. Onun buanırtısı şaşırtmıştı beni, nedense olağanüstühoşuma gitmişti ve o anda kafamın içinde herşey birden aydınlanıvermişti.Lizaveta Prokofyevna,— Eşek mi? Çok tuhaf, dedi. (Gülüşenkızlarına sert sert bakıp söylendi:) Aslında pek okadar tuhaf da değil ya... Eşeğe âşık olanlarımız

da oluyor çünkü. Mitolojide bile var bu...Devam edin prens.— O günden beri eşekleri çok severim. İçimdeonlara karşı bir sempati bile vardır. Eşeklerleilgili sorular sormaya başladım, daha önce hiçeşek görmemiştim çünkü. Kısa süre sonraanladım ki, eşekler son derece yararlı canlılardır,çalışkandırlar, güçlüdürler, sabırlıdırlar, pahalıdeğillerdir, dayanıklıdırlar. İşte o eşeğinyüzünden bütün İsviçre’yi sevmeye başladım.Öyle ki içimdeki hüzün de dağılıp gitti.— Gerçekten çok tuhaf, ama o eşeği geçelimşimdi, başka bir konuya gelelim. Niçindurmadan gülüyorsun Aglaya? Ya senAdelaida? Eşeği gayet güzel anlattı prens.Görmüş işte, peki sen ne gördün? Yurtdışınaçıktın mı ki hiç?— Ben eşek gördüm maman, dedi Adelaida.— Ben de anırtısını duydum, diye eklediAglaya.Üç kız kardeş tekrar gülüştüler. Prens de

onlarla birlikte güldü.Lizaveta Prokofyevna,— Bu yaptığınız çok ayıp, dedi. Onlarınkusurlarına bakmayın prens, aslında temizyüreklidirler. Sürekli çekişirim onlarla, amaseverim de. Biraz uçarıdırlar, deli doludurlar,havaidirler, o kadar.Prens hâlâ gülüyordu.— Ne oldu ki? dedi. Onların yerinde olsaydım,bu fırsatı kaçırmaz, ben de gülerdim. Ama yineaynı şeyi söyleyeceğim: Eşek çok iyi yürekli,çok yararlı bir canlıdır.— Siz de iyi yürekli misiniz prens? diye sorduLizaveta Prokofyevna.Kızlar yine gülmeye başladılar.Lizaveta Prokofyevna sesini yükseltti:— Yine şu lanet olasıca eşekten söz ettik. Oysaonu unutmuştum bile! Lütfen inanın bana prens,öyle bir niyetim yoktu...

— Dokundurmak gibi mi? Ah, elbetteinanıyorum size!Yine gülmeye başlamıştı prens. LizavetaProkofyevna,— Gülüyorsunuz, bu çok iyi, dedi. Son derecetemiz yürekli bir insan olduğunuz belli.— Bazen de kötü yürekli, diye karşılık verdiprens.Lizaveta Prokofyevna hiç beklenmedik birbiçimde,— Ama ben iyi yürekliyim, dedi. Doğrusunuisterseniz, her zaman iyi yürekliyimdir ve enönemli eksikliğim budur, çünkü her zamangerekmez iyi yürekli olmak. Çok sık kızarımşunlara, yani kızlarıma ve özellikle İvanFyodoroviç’e... ama işin en fena yanı, en çok iyiyürekli olduğum zamanlar kızgın olduğumzamanlardır. Demin, siz gelmeden önce çokkızgındım, ama anlamazlıktan geldim, farkındadeğilmişim gibi yaptım. Sık sık yaparım bunu,tıpkı bir çocuk gibi... İyi bir ders verdi bana

Aglaya. Teşekkürler Aglaya. Ama hepsi saçmabunların. Aslında göründüğüm kadar da,kızlarımın beni göstermek istedikleri kadar daaptal değilimdir. Sağlam karakterli ve hiç deçekingen olmayan biriyim. Ben kızgınlıklasöylüyorum bunu. Buraya gel Aglaya, öp annenibakalım... (Aglaya annesinin elini, dudaklarınısevgiyle öpünce durdurdu onu:) Tamam... yeter,fazla sevgi gösterisine gerek yok. Devam edinprens. Eşekle ilgili başka ilginç şeyler dahahatırlarsınız belki.Adelaida tekrar araya girdi:— Hâlâ aklım almıyor, nasıl böyle şeyleranlatılabiliyor? Ben olsam anlatacak bir şeybulamazdım.— Ama prens buluyor, çünkü çok zeki, enazından senden on kat daha zeki, belki de yirmikat. Umarım şimdi anlayacaksın bunu.Kanıtlayın bunu ona prens, devam edin. Amaeşeği geçsek iyi olacak artık. Peki, eşekten başkane gördünüz yurtdışında?— Evet, eşek öyküsü akıllıcaydı, dedi

Aleksandra. Prens hastalığını da, bir dış etkenleher şeyden hoşlanmaya başladığını da çok ilginçbir biçimde anlattı. İnsanların akıllarınıyitirmeleri, sonra yeniden sağlıklarınakavuşmaları her zaman ilgimi çekmiştir.Özellikle de bunun birdenbire olması...Lizaveta Prokofyevna Aleksandra’nın sözünükesti:— Gerçekten de öyle değil mi? Gerçekten...Farkındayım, arada bir sen de akıllı oluyorsun.Neyse, güldüğünüz yeter artık! Yanılmıyorsamİsviçre’nin doğal güzelliklerinde kalmıştınızprens!— Luzern’e geldik, diye başladı prens. Gölegötürdüler beni. Gölün harika olduğunuhissediyordum, ama yine de müthiş sıkılıyorducanım.— Neden? diye sordu Aleksandra.— Bilmiyorum. Böyle yerleri gördüğümde ilkanda hep sıkılırım. Hem bir hoşluk vardıriçimde, hem bir huzursuzluk. Aslında hastayken

öyleydim.— Bense çok isterdim oraları görmeyi, dediAdelaida. Bilmiyorum ki ne zaman gidebileceğizyurtdışına... Yapmak istediğim tablo için ikiyıldır bir konu bulamadım:“Doğu ile batı çoktan resmedildi...”[1]Tablom için bir konu bulun bana prens.— Resimden hiç anlamam. Ressam bakar,gördüğünü tuvaline çizer, sanırım.— Görmeyi beceremiyorum ben.Lizaveta Prokofyevna kızının sözünü kesti:— Ne tuhaf konuşuyorsun öyle? Hiçbir şeyanlamadım! Görmeyi beceremiyorum da nedemek? Gözlerin var, bak ve gör. Buradagöremiyorsan yurtdışında da göremezsin. İyisimi siz bize oralarda gördüklerinizi anlatın prens.— Böylesi daha güzel işte, dedi Adelaida.Yurtdışında görmeyi öğrenmiştir prens.— Bilmiyorum. Ama sağlığıma kavuştuğumu

biliyorum. Görmeyi öğrenip öğrenmediğimibilmiyorum. Bununla birlikte hemen her zamançok mutluydum orada.— Mutluydunuz demek! diye haykırdı Aglaya.Mutlu olmayı biliyor musunuz? Öyleysegörmeyi öğrenemediğinizi nasılsöyleyebiliyorsunuz? Bize de öğretin görmeyi.Adelaida güldü.— Öğretin lütfen.Prens de güldü.— Kimseye bir şey öğretemem ben.Yurtdışında hemen bütün zamanım o İsviçreköyünde geçti. Seyrek olarak yakın bir yerleregittiğim oldu, o kadar. Ne anlatabilirim ben size?Önce sıkıntım dağıldı, kısa zaman sonrasağlığıma kavuşmaya başladım. Arkasından hergünüm biraz daha değerli olmaya başladı benimiçin, giderek daha değerli olmaya başladı.Hissediyordum bunu. Akşam çok mutlugiriyordum yatağa, sabah daha da mutlukalkıyordum. Neden öyleydi, anlatmak çok zor.

— Hiçbir yere gitmek istemiyor muydunuz?diye sordu Aleksandra. Hiçbir yer çekmiyormuydu sizi?— Aslında evet, en başta çekiyordu; hem sonderece huzursuzdum da. Hep orada nasılyaşayacağımı düşünüyor, kaderimin neolduğunu merak ediyordum. Bazı dakikalar birtedirginlik oluyordu içimde. Bilirsiniz, özellikleyalnızsa bir tedirginlik olur insanın içinde.Dağda yüksekten incecik bir ip gibi, neredeysedimdik, köpük köpük, çağlayarak dökülenküçük bir çağlayan vardı orada. Oldukçayüksekten dökülüyordu, ama çok alçaktandökülüyor gibi görünüyordu. Yarım verstauzaktaydı, ama sanki elli adım ötedeymiş gibigörünüyordu. Geceleri onun sesini dinlemeyiçok seviyordum. İşte öyle anlarda kimi zamanbüyük bir huzursuzluk duyuyordum içimde.Bazen gün ortasında dağlara çıkıyor, ormandayürüyordum. Reçineli, kocaman, yaşlı çamlarınarasında yapayalnız hissediyordum kendimi.Yukarıda bir kayanın tepesinde ortaçağdankalma bir kale harabesi vardı. Küçük köyaşağılarda zar zor görünüyordu oradan. Güneş

ışıl ışıl, gökyüzü masmavidir, her yanda korkunçbir sessizlik vardır... İşte öyle anlarda bir yerlerinözlemi çökerdi içime ve dümdüz gidecekolursam, uzun süre yürürsem, ta gökyüzüyleyerin birleştiği yere kadar gidersem yaşamıngizemini orada bulacağımı, bir andabizimkinden bin kez daha güçlü, gürültülü,yepyeni bir yaşamla tanışacağımı düşünür, oradaiçinde saraylarıyla, gürültüsüyle, kalabalığıyla,canlı yaşamıyla Napoli gibi büyük bir kent hayalederdim... Böyle ne çok şeyler hayal ediyordum!Sonra insanın cezaevinde bile kocaman biryaşam bulabileceğini düşünüyordum.Aglaya,— Övgüye değer bu son düşünceyi on ikiyaşımdayken Seçme Düşünceler kitabımdaokumuştum, dedi.Adelaida,— Hepsi felsefe bunların, diye karşılık verdi.Bir filozofsunuz siz prens ve buraya bizlere birşeyler öğretmeye geldiniz.

Prens gülümsedi.— Belki haklısınızdır. Gerçekten bir filozofolabilirim, hem kim bilir, belki insanlaraöğretecek bir fikrim de vardır... Olabilir,gerçekten olabilir.Tekrar atıldı Aglaya:— Sizin felsefeniz de tıpkı YevlampiyaNikolayevna’nınki... Yevlampiya Nikolayevnadiye dul bir memur karısı gelir, sığıntı gibi kalırbizde. Onun için en önemli sorun ucuzluktur.Yeter ki her şeyi ucuza kapatsın. Aklı fikrikapiklerdedir. Ama unutmayın, parası davardır... Tam bir sahtekârdır. Tıpkı cezaevindegeçtiğini söylediğiniz o görkemli yaşam gibi;belki de uğruna Napoli’nizi, hem de kapikedecekken, pahalıya sattığınız köyünüzdegeçirdiğiniz o dört yıllık mutluluğunuz gibi...Prens,— Cezaevindeki yaşam konusunda benimleaynı görüşte olmayabilirsiniz. Cezaevinde on ikiyıl kalmış birinin öyküsünü dinlemiştim. Benim

profesörün hastalarından biriydi. Sık sık nöbetlergeliyordu. Kimi zaman karamsarlığa kapılıyor,ağlamaya başlıyordu. Bir gün intihara bilekalkışmıştı. Cezaevinde yaşamı çok kötüydü.Ama inanın, yine de kapik etmez bir yaşamdeğildi. Tek tanıdığı, bir örümcekle penceresininönündeki bir ağaçmış... Ama iyisi mi ben sizegeçen yıl tanıştığım başka birinin öyküsünüanlatayım. Çok tuhaf, sık rastlanmayan bir olaygeçmişti başından. İdam edilecek ötekimahkûmlarla birlikte onu da idam sehpasınaçıkarmışlar. Siyasi bir suçu nedeniyle kurşunadizilerek idam edileceği kararı okunmuşkendisine. Yirmi dakika sonra da bağışlandığı,ölüm cezasının başka bir cezaya çevrildiğininkarar yazısı... İki karar arasındaki yirmi dakikayıya da en azından bir çeyrek saati birkaç dakikasonra kesinlikle öleceğini düşünerek yaşamış. Oanda yaşadıklarını anlatırken büyük bir merakladinliyordum onu. Aynı şeyleri tekrar tekrarsoruyordum kendisine. Yaşadıklarını olağanüstübir açıklıkla hatırlıyor, o dakikalardayaşadıklarını hiç unutamadığını söylüyordu.Çevresinde askerlerin ve halkın toplandığı idam

sehpasının yirmi adım ötesinde, idam edileceklerçok olduğu için üç direk daha dikilmiş. İdamedilecek ilk üç kişiyi götürüp direklerebağlamışlar, idam giysilerini (uzun, beyazgömlekleri) giydirmişler, tüfekleri görmesinlerdiye başlarına beyaz başlıklar geçirmişler; sonraher direğin karşısında birkaç asker geçmiş.Benim tanıdığım sekizinciymiş. Yani üçüncügrupta yer alacakmış. Papaz elinde haçla herbirini dolaşmış. Demek en çok beş dakika dahayaşayacakmış. Bu beş dakikanın ona sonsuz birzaman dilimi, büyük bir servet gibi geldiğinisöylüyordu. Bu beş dakikada birçok yaşamıolacağını düşünerek, son dakikayı düşünmeyibile gerekli görmüyor, önündeki zamanınplanlamasını yapıyormuş: Arkadaşlarıylavedalaşmaya iki dakika ayırmış, iki dakika dakendini son bir kez düşünmeye... Geri kalanzamanda ise çevresine son kez bakınacakmış.Önündeki zamanı böyle üçe ayırıp kullanmayıplanladığını çok iyi hatırlıyordu. Yirmi yediyaşındaydı, sağlıklıydı, güçlü kuvvetliydi, amaölecekti. Arkadaşlarıyla vedalaşırken, birinehayli tuhaf bir soru sorduğunu, aldığı cevabı da

çok ilginç bulduğunu hatırlıyordu. Daha sonra,kendini düşünmek için ayırdığı iki dakikabaşlamış. Ne düşüneceğini önceden biliyormuş:Bir an önce öğrenmek, açıkça cevaplamakistediği soru şuydu: “Şimdi varım ve yaşıyorum,ama üç dakika sonra bir cansız madde, cansızbiri veya bir şey olacağım. Nasıl olacak bu?Nerede olacağım?” O iki dakika içinde hep bunuanlamaya çalışmış! Hemen yakında bir kilisevarmış, kilisenin altın kaplı kubbesi güneşinparlak ışığı altında parlıyormuş. Kiliseninkubbesinden ve ondan yansıyan parıltıdangözlerini ayıramadığını hatırlıyordu. O parlakışıklara takılıp kalmış bakışı. Bu ışıklar onunyeni kaderiymiş, üç dakika sonra onlarakarışacakmış gibi geliyormuş ona... Bubilinmezlik ve beklediği değişikliğe duyduğunefret korkunçmuş. Ne var ki o anda ona asılağır gelen şu düşünceymiş: “Ya ölmezsem! Yatekrar yaşamaya başlarsam! Upuzun bir hayatolursa önümde! Her dakikasıyla benim olan birhayat!.. Her dakikasını yüzyıl yapardım, biranını boşa harcamazdım, her dakikasını hesaplıkullanırdım, bir dakikasının bile değerini

bilirdim!” Bu düşüncenin onu sonundasinirlendirdiğini, öyle ki bir an önce onu idametmeleri için sabırsızlanmaya başladığınısöylüyordu.Birden sustu prens. Herkes anlatmayısürdüreceğini, öyküyü bir sonuca bağlayacağınısanıyordu.— Bitti mi? diye sordu Aglaya.Prens, bir an süren dalgınlığından sıyrılıp,— Efendim? dedi. Evet, bitti.— Peki, neden anlattınız bize bunları?— Öylesine anlattım işte... Aklıma geldi,anlattım.. Konuşmuş olmak için...Aleksandra,— Çok karışık anlatıyorsunuz prens, dedi.Yanılmıyorsam, hayatın bir dakikasının bileparayla ölçülemeyecek kadar değerli olduğunu,kimi zaman beş dakikanın bir hazineden bileçok değerli olduğunu anlatmak istediniz. Çokgüzel, övgüye değer bir şey bu. Ama izninizle

sorabilir miyim, size bütün bunları anlatan oarkadaşınız... ölümden kurtulmuş, yani “sonsuzbir hayat” bağışlamışlar ona. Peki, kavuştuğu obüyük zenginliği ne yapmış sonra? Herdakikasını “değerini bilerek” yaşamış mı?— Yo, hayır! Bana anlattığına göre –sordumona bunu çünkü– hiç de öyle yaşamamış, çokdakikasını, çok zamanını boşa harcamış.— İşte size bir yaşam deneyimi... Demek tamgerektiği gibi, her anın değerini bilerek yaşamakolanaksızmış. Nedense olanaksız...— Evet, nedense olanaksız, diye tekrarladıprens. Ben de öyle sanıyorum... Ama yine deinanmak gelmiyor içimden...Aglaya araya girdi:— Yani siz herkesten daha akıllıcayaşadığınızı düşünüyorsunuz, öyle mi?— Evet, zaman zaman öyle düşündüğümoluyordu.— Şimdi de öyle mi düşünüyorsunuz?

Prens, biraz önce olduğu gibi yine uysal, hattaürkek bir gülümsemeyle Aglaya’ya bakarakkarşılık verdi:— Evet, şimdi de öyle düşünüyorum.Arkasından hemen gülmeye başladı, neşeylebaktı genç kızın yüzüne.Aglaya handiyse öfkeli,— Çok alçakgönüllüsünüz! dedi.— Sizler de çok cesursunuz! Bakın,gülüyorsunuz, oysa bu anlattıklarım beniöylesine etkilemişti ki, daha sonra rüyalarımagirdiler, özellikle o son beş dakika...Prens heyecanlı, ciddi bakışını bir kez dahadolaştırdı dinleyicilerinin üzerinde. Sonra birden,ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi, amaherkesin gözünün içine bakarak sordu:— Bir şey için kızmıyorsunuz bana, değil mi?Üç kız kardeş şaşkınlık içinde hep bir ağızdan,— Ne için? diye haykırdı.

— Sanki size bir şeyler öğretmeyeçalışıyormuşum gibi oldu da...Herkes gülmeye başladı.— Gücenmeyin bana, gücenmeyin, diyesürdürdü konuşmasını prens. Evet,başkalarından daha az şey yaşadığımı, yaşamıherkesten daha az tanıdığımı ben de biliyorum.Bazen saçmaladığımın, çok tuhaf şeylersöylediğimin de farkındayım...Sözünün sonunu nasıl getireceğini bilemediğiiçin şaşırdı, sustu.Aglaya sert, ısrarcı bir tavırla şöyle dedi:— Mutlu olduğunuzu söylediğinize göre,herkesten daha az değil, daha çok yaşamışsınızdemektir. Hem bizlere ders verir gibi olduğunuziçin tedirgin olmayın, üzülmeyin lütfen. Bizekarşı bir üstünlük taslamış değilsiniz. Yaşama bumistik, ilgisiz bakışınızla yüz yıl mutluolabilirsiz. Bir idam olayı veya bir parmakgösterseler size, ikisinden de aynı övgü doludüşünceyi çıkarırsınız, üstelik mutluluk

duyarsınız bundan. Böyle mutlu olabilir insanişte.Konuşanların yüzüne uzun süredir sesiniçıkarmadan bakan Lizaveta Prokofyevna da,— Neden hep kızıyorsun, anlayamıyorum,dedi. Neden söz ettiğinizi de anlayabilmişdeğilim. Ne parmağıymış? Saçmalık... prens çokgüzel, ama biraz hüzünlü konuşuyor. Nedencesaretini kırıyorsun? Konuşmayabaşladığınızda gülüyordu, oysa şimdi gözleridonuk donuk bakıyor.— Bir şey yok maman. Ama ne yazık ki prens,hiç idam cezasının uygulanmasına tanıkolmamışsınız. Bu konuda size bir şeyler sormakisterdim.— Tanık oldum, dedi prens.— Tanık oldunuz mu? diye haykırdı Aglaya.Tahmin etmeliydim! Her şeyi açıklıyor bu işte!Öyle bir olayı görmüşseniz, nasıl oluyor damutlu olduğunuzu söyleyebiliyorsunuz? Haklıdeğil miyim?

Adelaida sordu:— Yaşadığınız o köyde insanları idamediyorlar mıydı yani?— Lyon’da tanık oldum böyle bir olaya.Şneyder’le gitmiştim Lyon’a. Beni degötürmüştü. Oraya gittiğimiz gün kentte biriniidam edeceklerdi.Aglaya,— Nasıl, çok hoşunuza gitti mi bari? diyesordu. Eğitici çok şey var mıydı olayda? Yararlı?— Gördüklerimden hiç de hoşlanmadım, sonrabiraz hastalandım bile. Ama ne yalansöyleyeyim, kıpırdamadan, gözümü bir anayırmadan izledim her şeyi.— Ben de gözümü ayırmadan izlerdim, dediAglaya.— Orada kadınların idamları izlemelerindenhiç hoşlanmıyorlar. Hatta bunu yapan kadınlarıertesi gün gazeteler dillerine doluyor.— Demek bunun kadın işi olmadığını

düşünüyorlar ve böylece erkek işi olduğunusöylemiş (yani anlayacağınız, kanıtlamış)oluyorlar. Kutluyorum böyle düşünenleri.Sanırım siz de öyle düşünüyorsunuzdur, değilmi?Adelaida araya girdi:— Orada neler gördüğünüzü anlatın bizelütfen.Prens ne söyleyeceğini şaşırdı, yüzünü astı.— Şimdi anlatmak istemiyorum bunu... dedi.Aglaya iğneleyici bir tavırla,— Bizi anlatmaya değer bulmuyorsunuzanlaşılan, dedi.— Hayır, onun için değil, orada gördüklerimidaha demin anlattım da ondan...— Kime anlattınız?— Kabul edilmemi beklerken, uşağınıza...Hanımlar hep bir ağızdan sordular:

— Hangi uşağa?— Girişte bekleyen, saçlarına ak düşmüş,kırmızı yüzlü uşağa. İvan Fyodoroviç’in yanınagirmek için beklerken...— Çok tuhaf, dedi Lizaveta Prokofyevna.Aglaya annesinin sözünü kesti.— Demokrat prens! dedi. Aleksey’eanlattığınıza göre, bize de anlatmakzorundasınız.Adelaida,— Anlatmanızı ısrarla istiyorum, diye diretti.Prens, Adelaida’ya döndü.— Demin gerçekten de... dedi. (Birazheyecanlanmıştı. Çok çabuk ve safçaheyecanlandığı anlaşılıyordu.) Gerçekten de,tablonuz için benden bir konu istediğinizdeşöyle bir öneride bulunmayı düşünmüştüm size:İdam sehpasında ayakta duran bir idammahkûmunun başını giyotinin altına koymadanbir dakika önceki yüzünü...

— Nasıl yani, yüzünü mü? Yalnızca yüzünümü? diye sordu Adelaida. Tuhaf bir konu, nasılbir tablo olur ki bu?Prens ısrar etti:— Nasıl olacağını bilmiyorum, dedi.(Heyecanlıydı.) Geçenlerde Basel’de böyle birtablo gördüm. Onu size anlatmayı çokistiyorum... Bir gün anlatırım... Çok şaşırtmıştıbeni.— Basel’deki o tabloyu sonra anlatırsınız, dediAdelaida. Şimdi siz bana o idam tablosunuanlatın. O anı kafanızda nasıl canlandırdığınızıaçıklayabilir misiniz bana? Tabloda nasılvermeliyim o yüzü? Yalnızca yüz mü olacaktabloda? Nasıl bir yüz?Prens, anlatmaya dünden hazırmış gibi,— Ölümden tam bir dakika önceki o an, diyebaşladı. (Kendini hatıralara kaptırmış, her şeyiunutmuş gibiydi.) Merdivenden çıkarken, tamidam sehpasına ayağını bastığı an... O andadönüp benden yana baktı. Yüzünü gördüm ve o

anda her şeyi anladım... Çok zor bunu anlatmak!Sizin veya başka birinin bunun resminiyapmasını öylesine çok, öylesine çok isterdimki... En çok da sizin yapmanızı! Böyle birtablonun yararlı bile olacağını düşünüyordum.Biliyor musunuz, her şeyi ayrıntılarıyla vermekgerekir bu tabloda. Her şeyi, her şeyi... Zindandayatıyordu, en azından bir hafta sonra idamedileceğini düşünüyordu. Olağan işlemlerintamamlanmasının, yazının gerekli yerlere gidipgelmesinin en azından bir hafta süreceğinihesaplıyordu. Ama nedense birden kısalmıştısüre. Sabaha karşı saat beşte uyuyordu idammahkûmu. Ekimin sonlarıydı. Sabahın saatbeşinde hava soğuk, ortalık karanlıktı. Cezaevigörevlilerinden biri yanında gardiyanlahücresine girdi ve usulca dokundu omzuna.İdam mahkûmu yattığı yerde dirseğinedayanarak hafifçe doğruldu. Işık yanıyordu. “Neoluyor?” diye sordu. “Saat onda idam cezanuygulanacak.” Uyku sersemliğiyle inanmadıbuna mahkûm. İtiraz etmeye, yazının ancak birhafta sonra geleceğini söylemeye çalıştı. Amaiyice ayılınca itiraz etmeyi kesti, sustu. Neden

sonra şöyle dediğini anlatıyorlardı: “Birden çokağır geldi...” Sonra yine susmuş, ağzını açıp birşey söylemek istememiş. Bilinen hazırlıklar üçdört saat sürmüş: Papaz gelmiş, kahvaltısınıgetirip önüne koymuşlar. Kahvaltıda şarap,kahve ve sığır eti varmış. (Bir şaka mıydı bu? Neacımasızlıktı bu öyle! Öte yandan, bu iyi niyetliinsanlar bir kötülük düşünmeden yapıyorlardıbunu. İnsan sevgisinden böyle davrandıklarınainanıyorlardı) Sonra gömlek (İdam gömleğininnasıl olduğunu bilir misiniz?). Bütün hazırlıklartamamlandıktan sonra nihayet üstü açık birarabaya bindirip kentin sokaklarında idamsehpasının olduğu alana doğru yola çıkarmışlaronu... Öyle sanıyorum ki, arabada giderken deönünde uzun bir hayatın olduğunudüşünüyordu. Yolda belki de şöyle geçiriyorduiçinden: “Önümde uzun bir hayat var, üç sokakgeçeceğiz. İşte birinciyi geçtik, sonra şu sokakvar. Arkasından sağ yanında fırın olan sokakgelecek... Daha fırına çok var!” Sokaklardabüyük bir kalabalık toplanmıştı. Bağırıpçağırıyorlardı. “On bin insan, on bin çift göz...Bütün bunlara katlanması gerekiyordu. Şöyle

geçiriyordu içinden: On bin insan, ama kimseidam etmiyor onları, oysa beni ediyorlar!” Bütünbunlar daha önce olmuştu. İdam sehpasınaküçük bir merdivenle çıkılıyordu. Merdiveninönüne gelince birden ağlamaya başladımahkûm. Oysa güçlü kuvvetli, acımasız biradamdı, öyle diyorlardı. Papaz bir anayrılmıyordu yanından. Arabada da yanındaydı.Durmadan bir şeyler söylüyordu ona, amamahkûmun onu duyduğu kuşkuluydu. Öncedinlemeye başlıyor, ama üçüncü sözcüktensonrasını duymuyor, anlamıyordu. Öyle olsagerekti. Sonunda merdiveni çıkmaya başladı.Ayakları bağlı olduğu için küçük adımlaratabiliyordu. Papaz zeki biri olsa gerekti.Konuşmuyordu şimdi. Durmadan haçıöptürüyordu mahkûma. Merdivenin ilkbasamaklarında mahkûmun yüzünde renkyoktu, basamaklarda yükselip sehpayaçıktığında birden kâğıt gibi bembeyaz kesildiyüzü. Bacaklarında derman kalmamış olmalıydı;tıkanıyormuş, soluk alamıyormuş, bu yüzden içibulanıyormuş gibiydi. Korktuğunuz veya çokkötü olduğunuz, beyninizin durduğu, elinizden

hiçbir şey gelmediği bir anda kendinizi öylehissettiğiniz oldu mu hiç? Öyle sanıyorum ki,sözgelimi kaçınılmaz bir felaket karşısında,üzerine bir ev yıkılırken falan insan birden yereçömelip, ne olacaksa olsun! diye gözlerinikapayıp beklemek ister. İşte idam mahkûmugücünü yitirmeye başladığında papaz bir şeysöylemeden, çabuk bir hareketle elindeki gümüşküçük haçı hemen onun dudaklarınagötürüyordu. Haç dudaklarına dokunurdokunmaz gözlerini açıyordu mahkûm, birkaçsaniye için kendine geliyor, adım atmayabaşlıyordu. Tedbir almayı unutmaktan korkargibi, ne olur ne olmaz diye acele ederek, hırsla,çabuk çabuk öpüyordu haçı. Ne var ki o andadinsel bir amacı olduğu kuşku götürürdü. Vebaşını giyotinin altına koyuncaya kadar böylesürdü... Bu son saniyelerde bayılanın seyrekgörülmesi çok şaşırtıcıdır! Tersine, o anda beyinkorkunç derecede güçlüdür, çok iyiçalışmaktadır. Çok güçlü olsa gerektir, çalışanbir makine gibi çok güçlü, çok güçlü... Hiçbirsonuca varmayan, ilgisiz, hatta komik birçokdüşünce üşüşür kafasına: “Şu adama bak,

kocaman bir siğil var alnında. Celladıngömleğinin en alt düğmesi paslanmış...” Ama buarada her şeyin farkındadır, her şeyi hatırlar.Unutmasının olanaksız olduğu bir nokta vardır.Bu yüzden bayılamaz... Her şey onun, bunoktanın çevresinde döner durur. Başı giyotininaltındayken son çeyrek saniyeye kadar düşünürmahkûm, bekler ve... bilir, başının üzerindegiyotinin bıçağının ansızın kaymaya başladığınıduyar! Kesinlikle duyar bunu! Onun yerinde benolsam, özellikle dinlerdim o sesi ve duyardım!Belki de saniyenin onda biri kadar bir zamandilimidir o an, ama yine de duyulur! Ayrıcaunutmayın ki, bedenden koptuktan sonra başınbir saniye daha bedenden koptuğunu bildiğinintartışması hâlâ yapılmaktadır. Nelerleuğraşıyorlar şu insanlar! Peki, ya beş saniyebiliyorsa bedenden koptuğunu!.. Öyle bir tabloyapın ki, idam sehpasına çıkan merdivenin sonbasamağı görünsün. Mahkûm ayağını obasamağa atmış olsun. Başı, kâğıt gibibembeyaz yüzü görünsün. Papaz haçı uzatsınmahkûma, mahkûm mosmor dudaklarını hırslauzatsın haça. Her şeyin farkındaymış gibi

baksın... Haç ile mahkûmun başı, bütün tablo buişte... İkinci planda papazla celladın yüzleri,celladın iki yardımcısı ve aşağıda birkaç yüz vegöz... onlar da aksesuar olarak ikinci plandabelirsiz, sanki bir sis içinde... İşte böyle birtablo...Prens susup tek tek herkesin yüzüne baktı.Aleksandra mırıldandı kendi kendine:— Kimse bunun yaşama ilgisiz, mistik birbakış olduğunu söyleyemez.Adelaida,— Şimdi de bize nasıl âşık olduğunuzu anlatınprens, dedi.Prens şaşkın şaşkın baktı Adelaida’nın yüzüne.Adelaida aceleci bir tavırla ekledi:— Bakın ne diyeceğim, Basel’deki tabloyusonra anlatırsınız; şimdi nasıl âşık olduğunuzuanlatmanızı istiyorum. İnkâr etmeyin, âşıkolduğunuzu biliyorum. Üstelik bunu anlatmayabaşladığınızda filozofluğu da bırakacaksınız.

Birden Aglaya karıştı söze:— Bir şey anlatmayı bitirdiğinizde hemenutanıyorsunuz. Neden?Lizaveta Prokofyevna, Aglaya’nın yüzüne canısıkkın bakarak kesti sözünü:— Ne aptalca şeyler söylüyorsun öyle!Annesini onayladı Aleksandra:— Akılsızca.Lizaveta Prokofyevna prense döndü.— Ona bakmayın siz prens. İnadına öylesöylüyor. Aslında iyi yetiştirilmiş bir kızdır. Siziböyle sıkıştırdıkları için kötü olduklarınıdüşünmeyin. Sanırım takılmak istemiş olacaklarsize, ama hoşlandılar sizden. Yüzlerindenanlıyorum bunu.Prens sözcüklerin üzerine basa basa,— Yüzlerinden ben de anlıyorum bunu, dedi.Adelaida merakla sordu:

— Nasıl yani?Öteki iki kız kardeş de merakla sordular:— Yüzümüzden ne anlıyorsunuz?Prens susuyordu. Ciddileşmişti. Herkes onunvereceği cevabı bekliyordu.Bir süre sonra sakin, ciddi bir tavırla,— Sonra söyleyeceğim bunu size, dedi.Aglaya,— Meraklandırmak istiyorsunuz bizi! diyehaykırdı. Ne çok beğeniyorsunuz kendinizi!Adelaida yine telaşlı,— Neyse, tamam, dedi. İnsanları yüzlerindentanımakta o kadar uzmansanız, kesin âşık daolmuşsunuzdur. Yanılıyor olamam. Hadi anlatın.Prens yine öyle sakin, ciddi karşılık verdi:— Âşık olmadım. Ama... mutlu oldum.— Nasıl yani? Neyle?

Prens dalgın, derin düşüncelere dalmış gibimırıldandı:— Pekâlâ, anlatacağım.

VI— Şu anda, diye başladı prens, hepinizyüzüme öylesine merakla bakıyorsunuz ki, bumerakınızı gideremezsem belki de kırılacaksınızbana. (Gülümseyerek hemen ekledi arkasından:)Yok, şaka ediyorum. Orada... orada çok çocukvardı ve ben hep çocuklarla bir aradaydım,yalnızca çocuklarla. Kaldığım köyünçocuklarıydı bunlar. Okula giden bir sürü çocuk.Ders falan verdiğim yoktu onlara. Hayır, bu işiçin bir öğretmen vardı köyde, Jül Tibo... Belkibir şeyler öğretmesine öğretiyordum çocuklara,ama daha çok onlarla bir arada oluyordum vedört yılım da öyle geçti. Başka bir istediğimyoktu. Her şeyi anlatıyordum onlara, hiçbir şeyisaklamıyordum. Anne babaları hep kızıyorlardıbana. Çünkü sonunda çocuklar bensiz yapamazolmuşlardı, hep benim çevremde oluyorlardı.Hele okulun öğretmeni sonunda baş düşmanımkesilmişti... Köyde çok düşmanım vardı, hepside çocukların yüzünden. Şneyder bile benimadıma utanıyordu. Peki ama, nedenkorkuyorlardı o kadar? Her şey anlatılabilir

çocuklara, her şey... Büyüklerin çocukları hiçtanımamaları her zaman şaşırtmıştır beni. Annebabalar kendi çocuklarını bile doğru dürüsttanımıyor. Küçük oldukları, bazı şeyleriöğrenmelerinin zamanı henüz gelmediğigerekçesiyle çocuklardan hiçbir şeyingizlenmemesi gerekir. Ne üzücü ve talihsiz birdüşünce bu! Çocuklar her şeyi anlamalarınakarşın, babalarının onları çok küçük, hiçbir şeyianlamaz saydıklarını ne kadar iyi fark eder! Birküçüğün çok zor bir durumda bile son dereceönemli çözüm yolu üretebileceğini büyüklerbilemez. Ah Tanrım! O sevimli küçük kuş güvenve mutluluk dolu bakışını size dikmişkenaldatmaktan utanırsınız onu! Kuş diyorum onlariçin, çünkü kuşlardan daha sevimli bir şeyyoktur yeryüzünde. Bununla birlikte köydeherkes daha çok başka bir şey için kızıyordubana... Tibo ise düpedüz çekemiyordu beni.Başlangıçta durmadan başını sallıyor, çocuklarınbeni öylesine iyi anlamalarına, oysa onu hiçanlamamalarına akıl erdiremiyordu. Daha sonraona ikimizin de çocuklara bir şeyöğretmediğimizi, aslında onların bize çok şey

öğrettiğini söylediğimde alay etti benimle.Kendisi de çocukların arasında yaşarken nasıloluyor da beni çekemiyor, iftira ediyordu!?Çocuklar insanın ruhunu hafifletir... Şneyder’insağlık kurumunda bir hasta vardı. Çok mutsuzbir adamdı. Onunki eşine çok seyrek rastlanır birmutsuzluktu. Deli olduğu için yatırılmıştı oraya.Bence deli falan değildi, yalnızca büyük acılarçekiyordu, o kadar, bütün hastalığı buydu işte.Bizim çocukların sonunda onun için ne anlamifade ettiğini bilseydiniz... Ama iyisi mi ohastadan sonra söz edeyim size. Şimdi her şeyinnasıl başladığını anlatacağım. Çocuklar benisevmemişti önceleri. Çünkü onların yanında pekiriyarı ve hantaldım. Çirkin biri olduğumubiliyorum... ayrıca bir yabancıydım. İlkzamanlar alay ediyorlardı benimle. Daha sonraMari’yi öptüğümü gördükten sonra taş bileatmaya başlamışlardı. Oysa bir kez öpmüştümMari’yi... (Dinleyicilerinin gülümsemesinikesmek için acele etti prens:) Hayır, gülmeyin.Aşk falan söz konusu değildi burada. Mari’ninnasıl zavallı bir kızcağız olduğunu bilseydiniz,benim acıdığım gibi siz de acırdınız ona. Bizim

köyde yaşıyordu. Annesi çok yaşlı bir kadındı.Köy yönetimi harap, küçük evlerinin ikipenceresinden birinde çok yaşlı kadınınayakkabı bağı, iplik, sabun, tütün gibi ufak tefekşeyler satmasına izin vermişti. Yaşlı kadınoradan kazandığı az bir parayla karnınıdoyuruyordu. Hastaydı, ayakları şişmişti, öyle kievden çıkamıyordu. Mari onun kızıydı. Yirmiyaşında sıska, cılız bir kızdı. Uzun zamandanberi veremliydi. Ama öyleyken evleregündelikçi gidiyor, ağır işler yapıyordu. Yerlerisabunluyor, çamaşır yıkıyor, avluları süpürüyor,hayvanlara bakıyordu. Köye uğrayan Fransız birsatıcı, kızcağızı ayartıp yanında götürmüş, birhafta sonra da zavallıyı yolda yapayalnız bırakıpkayıplara karışmış. Mari bütün bir haftayürüyerek, dilenerek, geceleri yol kenarlarındauyuyarak kir pas içinde, üstü başı paramparça,yırtık ayakkabılarla dönmüş köye. Bu arada daüşütmüş. Ayakları yara bere içinde, elleri şiş,çatlak çatlakmış. Aslında eskiden de güzel birkız değilmiş: Yalnız bakışı pek bir sakin, iyilikdolu, masumdu. Sesi soluğu çıkmazdı. Çok iyihatırlıyorum, başına o olay gelmezden önce bir

gün iş yaparken birden şarkı söylemeyebaşladığı için herkes şaşırmış, alay etmeyebaşlamış onunla: “Mari şarkı söyledi! Nasıl?Mari şarkı söylemeye başladı artık!” Çokutanıyordu Mari. Bir daha şarkı söylediğiniduyan olmamıştı. Önceleri yakınlık gösterenlervardı ona, ama satıcıyla gidip de köye hasta veüstü başı yırtık dönmesinden sonra acıyan kimsekalmamıştı. Bu konuda çok acımasızdı köylüler!Çok katıydılar! En başta annesi nefretle,aşağılamayla karşılamıştı onu: “Beni rezil ettin!”Önce annesi aşağıladı onu: Mari’nin döndüğüduyulunca herkes onu görmeye koştu,neredeyse bütün köy yaşlı kadının evinedoluştu: Yaşlılar, çocuklar, kadınlar, genç kızlar,herkes... Mari annesinin ayaklarının dibinde aç,üstü başı yırtık, yerde yatıyor, ağlıyordu.Köylüler eve doluşunca Mari dağınık saçlarıylayüzünü kapayıp yüzüstü yere kapandı. Herkesbaşına toplanmış, iğrenç bir şeye bakar gibibakıyordu ona. Yaşlılar onu suçluyor, ağızlarınageleni söylüyordu. Gençler alay bile ediyor,kadınlar aşağılıyor, hakaretler ediyor, birörümceğe bakar gibi küçümseyerek bakıyordu.

Annesi bütün bunlara sesini çıkarmıyordu, öyleoturuyor, başını sallayarak söylenenlerionaylıyordu. Yaşlı kadın o aralar ağır hastaydı,ölmek üzereydi. Gerçekten iki ay sonra da öldü.Yakında öleceğini biliyordu zaten. Amaölünceye kadar barışmayı düşünmedi bilekızıyla. Bir sözcük bile konuşmadı onunla.Uyuması için samanlığa yolladı kızcağızı, hattaneredeyse yemek bile vermedi ona. Yaşlıkadının şiş ayaklarını sık sık ılık suya sokmasıgerekiyordu. Mari her gün ılık suyla annesininayaklarını yıkıyor, her türlü hizmetinekoşuyordu. Onun bütün bu yaptıklarına karşılıkannesi tatlı tek sözcük söylemiyordu kızına.Hepsine katlanıyordu Mari. Ve ben onunlatanışmamdan sonra Mari’nin de bütün bunlarıonayladığını, kendisini iğrenç bir yaratık olarakgördüğünü fark ettim. Annesi iyice yatağadüştükten sonra oranın geleneklerine görehizmetini görmek için köyün yaşlı kadınlarısırayla eve gelmeye başladı. O zaman bütünüyleaç kaldı Mari. Köyde herkes uzak duruyorduondan. Artık kimse iş vermiyordu ona. Herkesyüzüne tükürüyordu. Erkekler bile kadından

saymamaya başlamışlardı onu, yüzüne karşıiğrenç şeyler söylüyorlardı. Çok seyrek de olsasarhoşlar bazen pazar günleri eğlence olsun diyeönüne, doğrudan yere ufak paralar atıyorlardı.Atılan paraları yerden alıyordu Mari. O sıralaröksürmeye, kan tükürmeye başlamıştı.Üzerindeki yırtık pırtık giysi artık iyicepaçavraya dönmüş, köy içine çıkamaz olmuştu.Köye dönüşünden beri yalınayak dolaşıyordu. Oara özellikle çocuklar hep birlikte (kırk kişiyiaşkın bir öğrenci çetesiydi bu) peşine takılıyor,onunla alay ediyor, hatta üzerine çamuratıyorlardı. Köyün çobanına ineklere bakmasınaizin vermesi için yalvarmıştı. Ama kovmuştuonu çoban. Bunun üzerine o da, çobanın izinvermemiş olmasına karşın, bütün gün sürününpeşinde dolaşmaya başlamıştı. Çoban, Mari’ninböyle yaparak ona çok yararlı olduğunu farkettiği için olacak, bir daha kovmadı onu, hattayemeğinden artan peyniri, ekmeği ona vermeyebile başladı. Bu yaptığının kendisi için büyük biryüce gönüllülük olduğunu düşünüyordu. Annesiöldüğünde papaz kilisede Mari’yi herkesiniçinde hiç utanmadan aşağıladı. Mari öylece,

üzerinde yırtık pırtık giysisiyle tabutun başındadurmuş ağlıyordu. Onun nasıl ağlayacağını,sonra tabutun arkasından nasıl yürüyeceğinigörmek için büyük bir kalabalık toplanmıştı.Ünlü bir din adamı olma hayalleri kuran gençpapaz kilisede toplananlara dönüp Mari’yigösterdi. “Bu saygıdeğer kadının ölümüneneden olan kişi bu işte! (Oysa doğru değildi bu,yaşlı kadın iki yıldır hastaydı çünkü.) İştekarşınızda dikiliyor, yüzünüze bakamıyor...Çünkü Tanrı utanç içinde yaşamaya mahkûmetti onu. Bakın, erdemini yitiren herkes gibi, üstübaşı perişan, yalınayak... Kimdir o? Ölenkadının kızı!” Böyle bir sürü şey daha saydı...Düşünebiliyor musunuz, bu rezillik oradatoplananların hepsinin hoşuna gitmişti, ama... oandan sonra önemli bir şey oldu. Çocuklarortaya çıktı, çünkü benden yanaydılar ve Mari’yisevmeye başlamışlardı. Bu da şöyle olmuştu:Mari için bir şey yapmak istiyordum. Paravermeliydim ona, ama orada tek kapikolmuyordu cebimde. Pırlanta başlı küçük biriğnem vardı; köy köy dolaşıp eski giysiler alıpsatan bir vurguncuya sattım onu. Sekiz frank

verdi bana. Oysa çok daha fazlasını ederdi.Uzun süre Mari’yi yalnız yakalamaya çalıştım.Sonunda köy dışında, dağa giden patikalardanbirinde bir ağacın altında karşılaştık. Orada sekizfrankı verdim ona ve bu parayı dikkatlikullanmasını, çünkü başka paramın olmadığınısöyledim, sonra öptüm onu. Kötü bir niyetiminolduğunu düşünmemesini, kendisine âşık falanolduğum için değil, çok acıdığım için, ta baştanberi suçlu değil, yalnızca şanssız olduğunudüşündüğüm için ona bu parayı verdiğimisöyledim. Hemen orada teselli etmek istiyordumonu, herkesin karşısında kendisini öyle küçükgörmesinin gerekmediğini anlatmaya çalıştım.Ama sanırım anlamıyordu beni. Hep susmasına,bir şey söylememesine, karşımda başı önünde,utangaç, öyle durmasına karşın, hemen farketmiştim bunu. Konuşmam bitince elimi öptü. Oanda ben de tutup onun elini öpmek istedim,ama hemen çekti elini. Meğer o sırada kalabalıkbir çocuk grubu bizi gözetliyormuş. Uzunsüredir beni izlediklerini daha sonra öğrendim.Islık çalmaya, alkışlamaya, kahkahalarlagülmeye başlamışlardı. Mari koşarak uzaklaştı

yanımdan. Çocuklarla konuşmak istedim, amataşlamaya başladılar beni. O gün köydeöğrenmeyen kalmadı bu olayı. Herkes tekrarMari’ye saldırmaya başladı: Bu kez daha çoknefret ediyorlardı ondan. Kızcağızıcezalandırmayı bile düşündüklerini duydum.Neyse ki gerçekleşmedi bu düşünce. Amaçocuklar çok sıkıştırıyorlardı onu. Şimdieskisinden daha çok takılıyor, üstüne başınaçamur atıyor, onu kovalıyorlardı. Zayıfciğerleriyle kaçmaya çalışıyordu zavallı,tıkanıyordu, ama çocuklar peşini bırakmıyor,bağırıp çağırıyor, küfürler ediyorlardı. Bir günsöylenmiştim bile onlara. Sonra konuşmayabaşladım çocuklarla. Fırsat buldukça hemen hergün konuşuyordum onlarla. Mari’ye küfüretmeyi sürdürseler de, bazen durup dinliyorlardıbeni. Mari’nin ne zavallı bir kız olduğunuanlatıyordum onlara. Bir süre sonra ona küfüretmeyi kestiler, peşini bıraktılar. Yavaş yavaşkonuşmaya başladık. Hiçbir şeyi gizlemiyordumonlardan. Her şeyi anlatıyordum. Büyük birdikkatle dinliyorlardı beni. Çok geçmedenMari’ye acımaya başladılar. Bazıları Mari ile

karşılaştıklarında artık gülümseyerekselamlaşıyordu onunla. Orada âdettendir, yoldakarşılaşan (tanıdık olsun olmasın) herkes“merhaba” diyerek selamlaşır. Mari’nin budeğişikliğe nasıl şaşırdığını tahmin ediyordum.Bir gün iki kız çocuk tabaklarla yemekgötürdüler ona, sonra bunu gelip bana anlattılar.Mari’nin ağladığını, artık onu çok sevdiklerinisöylüyorlardı. Bir süre sonra çocukların hepsisevmeye başlamıştı Mari’yi. Bu arada birdenbeni de sevmeye başlamışlardı. Sık sık benigörmeye geliyor, onlara bir şeyler anlatmamıistiyorlardı. Güzel anlatıyor olmalıydım ki, benidinlemeyi seviyorlardı. Bu arada onlaraanlatmak için birçok şey öğrenmeye, okumayaçalışıyordum. Üç yıl sürekli olarak bir şeyleranlattım onlara. Daha sonraları köyde herkes(Şneyder bile) beni çocuklarla büyüklerlekonuştuğum gibi konuşmakla, onlardan hiçbirşeyi gizlememekle suçlarken, çocuklara yalansöylemenin utanılacak bir şey olduğunu, aslındaonlardan saklamaya ne kadar çalışırsanız çalışın,çocukların iğrenç şeyleri çok iyi bildiklerini,oysa benim onlara kötü bir şey öğretmediğimi

söylüyordum. “Herkesin bir zamanlar kendisininde nasıl bir çocuk olduğunu hatırlaması yeter,”diyordum. Ama kabul etmiyorlardı... Mari’yiannesinin ölümünden iki hafta önce öpmüştüm.Papaz kilisede bu olaydan söz ettiğinde çocuklarçoktan benim yanımdaydılar. Hemen o günpapazın sözlerini açıkladım onlara, ne anlamageldiklerini anlattım. Hepsi papaza çok kızdı,bazıları öylesine öfkelendi ki, taş atıp evinincamlarını kırdı. Durdurmaya çalıştım onları, buyaptıkları hiç iyi bir şey değildi çünkü. Ama çokgeçmeden herkes her şeyi öğrendi kentte.Çocukların ahlakını bozduğum için yine benisuçlamaya başladılar. Sonra çocukların Mari’yisevdiğini öğrenince büyük bir korkuyakapıldılar. Mutluydu artık Mari. Anne babalarçocuklarına onunla karşılaşmalarını bileyasakladı. Ama çocuklar köyün hayli dışında,neredeyse yarım versta uzağında sürününolduğu yere, Mari’nin yanına onunla görüşmek,ona yiyecek götürmek, bazıları ise sırf onukucaklamak, öpmek ve ona “Jes vous aime,Marie!”[2] demek için hep birlikte gizlicegidiyor, sonra koşarak dönüyorlardı. Ansızın

bulduğu bu mutluluktan neredeyse aklınıyitirecekti Mari. Bu kadarını hayal bileedemezdi. Hem utanıyor, hem seviniyordu. Enönemlisi de çocukların, özellikle kız çocuklarınkoşarak yanına gelip ona benim onu sevdiğimi,onlara sürekli kendisinden söz ettiğimisöylemeleriydi. Onlara söylediğim her şeyi gidipona anlatıyorlardı. Onu sevdiklerini, onaacıdıklarını, her zaman da seveceklerini,acıyacaklarını söylüyorlardı. Sonra küçücükyüzleri sevinçle apaydınlık, telaşlı, Mari’ninyanından koşarak bana geliyor, biraz önceMari’yi gördüklerini, bana selam yolladığınısöylüyorlardı. Akşamları çağlayana gidiyordum.Orada köyden görünmeyen, dört bir yanı kavakağaçlarıyla kaplı küçük, kuytu bir yer vardı.Akşamları çocuklar beni görmek için oradatoplanıyordu. Evden gizli gelenler bile vardı.Sanıyorum, benim Mari’ye âşık olmamdanbüyük haz duyuyorlardı. Orada kaldığım süreceyalnızca bu konuda gerçeği sakladım onlardan.Mari’yi sevmediğimi, yani ona âşık falanolmadığımı, yalnızca ona çok acıdığımısöylemedim onlara. Yüzlerinden kendi

aralarında benim Mari’ye âşık olduğuma kararverdiklerini, bunu hayal ettiklerini fark ettiğimiçin bu konuda susuyordum, gerçeği anlamışlargibi yapıyordum. O küçücük yürekler ne denliduyarlıydı, sevgi doluydu! Bir yandan da sevgiliLéon’larının Mari’yi böyle kötü giyinipyalınayak dolaştığı için sevmesinin olanaksızolduğunu düşünmüşlerdi sanki. Düşünebiliyormusunuz, bir yerlerden ayakkabı, çorap, iççamaşırı, hatta elbise bile buldular ona. Bununasıl başardılar, bilemiyorum. Bir çete gibiçalışmışlardı. Sorduğumda yalnızca neşeylegülüyorlardı. Kız çocuklar ise ellerini çırpıyor,beni yanaklarımdan öpüyordu. Gizliden aradabir ben de gidiyordum Mari’yi görmeye.Hastalığı iyice ilerlemişti. Güçlükleyürüyebiliyordu. Çobana yardım edemiyorduartık. Ama yine de her sabah sürününarkasından gidiyordu. Otlakta oldukça dik,yüksekçe bir kaya vardı, kayanın altındakimsenin göremeyeceği çukur bir yerde bir taşınüzerine çöküyor, neredeyse kıpırdamadan, sürüköye dönene kadar bütün gün orada öyleceoturuyordu. Verem öylesine güçsüz düşürmüştü

ki onu, başını bir kayaya dayayıp gözleriçoğunlukla kapalı, sık sık soluyarakuyukluyordu. Yüzü çok zayıflamış, iskelet yüzügibi olmuştu. Alnı, şakakları sürekli boncukbocuk terliyordu. Oraya her gittiğimde öylebuluyordum onu. Bir dakika duruyordumyanında. Kimsenin beni onun yanında görmesiniben de istemiyordum. Benim geldiğimi farkedince irkiliyor, gözlerini iri iri açıyor, ellerimiöpmek için atılıyordu. Elimi çekmiyordum artık,çünkü elimi öpünce mutlu oluyordu. Yanındaoturduğum sürece durmadan titriyor, ağlıyordu.Evet, birkaç kez konuşacak olmuştu benimle,ama söylediklerini anlamam hiç kolayolmamıştı. Aklı başında değildi sanki. Çokheyecanlı, coşkulu konuşuyordu. Aradaçocuklar da geliyordu benimle. Genellikle birazuzakta duruyor, gelen giden var mı diyegözcülük ediyorlardı. Büyük haz veriyorduonlara bu. Biz yanından ayrıldıktan sonra yineyalnız kalıyordu Mari; yine başını kayayadayayıp gözlerini kapıyor, kıpırdamadanoturmayı sürdürüyordu. Belki de bir şeylerinhayalini kuruyordu... Bir sabah sürünün

arkasından gidemedi, bomboş evinde kaldı.Çocuklar o anda haberdar oldular bundan,hemen yanına koştular. Yatağında yapayalnızyatıyordu Mari. İki gün yalnızca çocuklar sıraylailgilendi onunla. Ama Mari’nin ölmek üzereolduğu köyde duyulunca köyün yaşlı kadınlarıgelip yanında oturmaya, nöbet tutmaya başladı.Köyde herkes acımaya başlamış gibiydi Mari’ye.En azından çocukların onu görmelerini artıkyasaklamıyorlar, eskiden olduğu gibi onlarabağırıp çağırmıyorlardı. Mari sürekliuyukluyordu. Huzursuz bir uyuklamaydıonunki: Çok kötü öksürüyordu. Yaşlı kadınlarMari’nin yanından kovalıyordu çocukları, onlarda içeriye yalnızca “Bonjour, notre bonneMarie”[3] diye seslenmek için pencereninönünde toplanıyorlar, sonra hemendağılıyorlardı. Mari onları görünce, sesleriniduyunca birden canlanıyor, yaşlı kadınlarınsöylediklerine kulak asmadan, kendinizorlayarak dirseğine dayanıp yattığı yerdedoğruluyor, başını sallayarak onlarateşekkürlerini belirtiyordu. Önceleri olduğu gibiyine yiyecek getiriyorlardı ona, ama o hemen


Like this book? You can publish your book online for free in a few minutes!
Create your own flipbook